!ktphane.gif (4763 bytes)

19. Sayı

Superlative Yaşam Modu

A.Nedim Neccar

       I. Benim gibi, İngilizce ya da başka bir dili öğrenmeye en az beş-on kez başlamış insanlar, çok azimlilerse gramerdeki "sıfatların derecelendirmesi" konusuna kadar ulaşırlar. Almanca'da "shnell, schneller, am schnellsten", (hızlı, daha hızlı, en hızlı); İngilizce de "great, greater, greatest" (büyük, daha büyük, en büyük)... vb... En yüksek dereceli sıfat, superlative diye adlandırılır (altı çizili olanlar). Bugün hayatı ifade etmeye çalışırken en çok superlative kipi kullanılmaktadır. Hayat, superlative modunda yaşanmaktadır. Ve bu ilk kez olmuyor...

       II. Büyükbabam yaşlılıktan artık iyice ağırlaşmış bedenini sürükleyerek yavaş yavaş bahçeye çıktı. Limon ağacının yanına geldiğinde, önce ağacı uzun uzun ve gülümseyerek seyretti. Ağacın bir yaprağını iki parmağının arasına alıp dokundu, hissetmeye çalıştı. Gülümsüyor ve onu izleyen, henüz çocuk yaştaki torununa gösteriyordu. Tek kelime etmeden sadece yaprağı gösteriyor ve kendisinin hissettiğini, torununun da hissetmesini bekliyordu. Yaprağın güzelliğinden kendisine akan, kendi bakışından da torununa aksındı. "Ne kadar güzel!" Koyu yeşil limon yaprağı çok güzeldi, capcanlıydı. "Ne kadar güzel!".
       Ben, köye ender gelen bir çocuk olarak bir limon yaprağının güzelliğini ilk defa farkedebilir ve şaşırabilirdim. Bu, doğaldı. Ama ömrü zaten bu bahçede geçmiş olan bu yaşlı adam, bir yaprağın güzelliğine nasıl şaşırabilir ki? Büyükbabam şaşırma enerjisini hiç kaybetmedi. Akarsuyun sesine, havadaki kuşun aceleciliğine, gökyüzünün yüksekliğine hep şaşırdı. (Superlative sıfatları da pek az kullanırdı benim büyükbabam.) Bu yüzden, o öldüğünde, ölüm bana bir haksızlık olarak görünmüştü. Çoğu yaşlı adam için ölüm, bir formaliteden ibaret idi. Ama hala bir kaşifin, bir çocuğun gözlerine sahip olan büyükbabam için ölüm, hep zamansızdı. Ama olsun! O, ölümü de hep merak etmiştir. Ölmek mecburi olmasa bile, en az bir kez ölmek isterdi. Ölüm, hayret uyandıran bir şeydi.

              Oysa bugün şaşırma yeteneği yitirilmiştir.
              III."Hepsi bu mu?"
       Stefan Zweig, Stendal için yazdığı kısa biyografide sık sık bu soruyu sordurur kendisine: "Hepsi bu mu?" 1799'da ilk kez Paris'i görmeye gider Stendal. Sürekli ününü duyduğu, lüks, zerafet, canlılık, neşe ve rahatlığın kenti Paris, sadece buymuş demek ha! Küçük bir kasabada doğup büyümüş biri olarak Paris'i hep başarılarla, ihtişamla -ve yine kendisinin çok önem verdiği hayali Don Juan serüvenlerinden- tanımıştır Stendal. Paris'le ilk kez yüz yüze gelmektedir ve alışıldık sorusu tekrar eder: "Paris bu mu? Hepsi bu mu?"
       Bir asker olarak yetenekli sayılmak bir yana tam bir beceriksiz olduğu kabul edilir. Savaşa katılır Stendal ve ömrü boyunca yalnızca efsanelerden, öykülerden destanlardan duyduğu savaşla ilk karşılaştığında bu soruyu sorar yine:"Hepsi bu mu? Savaş bu mu? Yalnızca bu mu?"
       Belki doğduğu tarihin kurbanıdır Stendal. çağdaşı olan Napolyon gibi tatminsiz... Bütün dünyayı fethetmekten başka hiçbir şey onu tatmin edemeyecektir. Ve aslında bütün bu koşu, dünyayı fethettikten sonra gelecek olan can sıkıntısına biraz daha yaklaşmaktan başka bir şey değildir. Can sıkıntısı... Bakın bu çok önemli...
       O çağlarda soyluların başındaki en büyük, en korkulu bela can sıkıntısıydı. Sahi, çalışmayan, üretmeyen bu insanlar, savaşların yaşanmadığı uzun bir barış döneminde ne yaparlardı? Bu sorunun cevabını yine Zweig, bu sefer Casanova'nın biyografisini yazarken veriyor:
       "Yedi yıl savaşlarından Fransız devrimine gelinceye kadar geçen çeyrek yüzyıllık kısa bir süre içerisinde Avrupa'da tam bir sükun egemen oluyor. Habsbourg'lar, Bourbon'lar ve Hohenzollern'ler savaşmaktan yorgun düşmüşler. Burjuvalar, sessizlik içerisinde, kalın bir tütün dumanının arkasında sakin sakin oturuyorlar; askerler saçlarının ucunu pudralıyor ve artık işe yaramaz hale gelmiş silahlarını parlatıyorlar; acı çekmiş ülkeler sonunda bir parçacık soluk alabiliyorlar. Ama savaş olmayınca hükümdarların canı sıkılıyor. Bütün Alman ve İtalyan küçük prensleri ve daha başkaları, küçücük başkentlerinde ölesiye sıkılıyorlar ve kendilerine bir eğlence bulmak istiyorlar."
       Pek çok ressamın, edebiyatçı ya da müzisyenin kendisine hami bulduğu bir dönemdir bu. Voltaire ve Diderot ile mektuplaşılıyor, Schiller, Goethe, Herder... ve daha nice isim davet ediliyor, Mozart kendisine iş buluyor.
       Kendilerine iş bulanlar yalnızca bu sanatçılar mı? Elbetteki hayır. Soylular ve burjuvalar için, sanatçılar kadar, yanlarında ilginç insanlar bulundurmak da bir prestij kaynağıdır. Bunlar ilgi çekecek, insanları eğlendirecek ve şaşırtacaklardır. Can sıkıntısı canlarına tak etti mi bu ilginç, dahası garip insanlara davetiye çıkarılır:
       "Herhangi bir saraydan böyle bir istek gelince, haydi bakalım, çabuk olun, çabuk! Ve işte koşup geliyorlar, karınları yerde sürünerek, yüz kadar değişik maske takmış ve değişik kılıkta insan, ufkun hangi noktasından koşup geldikleri belli olmayan bir sürü maceracı! Hemen ertesi günü, bir posta arabası ve İngiliz faytonları ile çıkıp geliyorlar ve hemen, tembel tembel, en kibar otellerin en soylu görünen odalarını kiralıyorlar. Herhangi bir ordunun, Hindistan ya da Moğolistan ordusunun acayip üniformalarını giymişler, kendilerine sahte mücevherlere benzeyen tumturaklı adlar takmışlar -tıpkı ayakkabılarındaki süslü tokalar gibi sahte olan adlar.
       Bütün dilleri konuşabiliyorlar, bütün prensleri ve büyük adamları tanıdıklarını iddia ediyorlar; bütün ordularda hizmet ettiklerini ve bütün üniversitelerde okuduklarını iddia ediyorlar. Cepleri tasarılarla dolu; cüretli vaatler dillerinden düşmüyor; piyangolar ve ek vergiler, devletler-arası antlaşmalar ve fabrikalar gibi konularla ilgili planlar yapıyorlar; kadınlar, nişanlar, hadım edilmiş şarkıcılar öneriyorlar; kendi ceplerinde on altın bile olmadığı halde, karşılarına çıkan herkese tinctura auri'nin (altın yapma sanatının) sırrını bildiklerini fısıldıyorlar."
       Savaşa düşkün bir prensin yanında kendilerini casus olarak; ince zevklere sahip bir prensin yanında filozof ya da şair olarak; zevke düşkün bir prensin karşısında para kazanmayı bilen dürüst kişi ve kadın bulucu; gözünü para bürümüş bir prensin karşısında da simyacı olarak tanıtıyorlar. Bunların kimisi kurmaca kişiliğinde bir açık verdiği zaman omzuna sahtekar mührünü yiyip gönderiliyor, kimisi kendisinden sıkılındığında tekmeyi yemekle kurtarırken (Mozart gibi), kimisi ise madrabazlığı ortaya çıkınca kürek mahkumluğuna kadar düşebiliyordu.
       Can sıkıntısı, ah can sıkıntısı... Tatminsizlik, tehlikeli mutsuzluk. Kendi müşterilerini, akbabalarını, yatırımcılarını ve mağdurlarını birbirine karıştırıp duran bunaltıcı girdap. Can sıkıntısı ondan muzdarip olmayan kişilere karşı bir hayranlık duygusunun oluşmasına neden olur. Yakınında bulunduğunuzda onun ruh hali belki size değecek, size bulaşacak, sizi bu ızdıraptan kurtaracaktır. Çağırın bu yüzden bu maceracıları, bütün iddia sahiplerini, atıp tutanları, rezil olup olup da yeniden kendine müşteri bulan hokkabazları. Superlative hayat modunda yaşayan kim varsa çağırın! Onların dünyasına girin, ama uzaktan değil, epey yakından. Onların dünyasına girin ki Stendal'i anlayın: "Hepsi bu mu?"

       Zavallı Stendal!
       Stendal şaşırma yeteneğini yitirmiş.
       IV. Aşağıdaki sözler Stendal'le hemen hemen aynı dönemde yaşayan Baudelaire'in:
       "Ben'in buharlaşması ve merkezileşmesi. Sorun burda."
        "Arzum, ne tanıtlamak, ne şaşırtmak, ne eğlendirmek, ne inandırmak. Sinirliyim. Keyifsizim. Tam bir dinlenişin, sürekli bir gecenin özlemi içindeyim. ?arabın ve afyonun çılgın keyiflerini söyleyen ben, yeryüzünde, yalnızca, bilinmeyen bir içkiye susuzluk duyuyorum ve bu içkiyi bana tanrısal eczaneler bile sunamaz; ne canlılık, ne ölüm, ne dürtü, ne de hiçlik sunmalı bu içki. Hiçbir şey bilmemek, hiçbir şey öğrenmemek, hiçbir şey istememek, hiçbir şey duymamak, uyumak, hep uyumak; tek dileğim işte bu..."
       "İlk gelenin, eğlendirmeyi bilsin yeter ki, kendisinden söz etmeye hakkı var."

       V. Kitlesel iletişim araçlarının ve bununla yaygınlaşan popüler kültürün kendini idame ettirebilme bakımından en büyük zaferi, sağladığı devasa görüntü ve ses birikimidir. Bu sınanmış sesler ve görüntüler havuzu sayesinde, sanat eserinin tüketici üzerindeki etkisi artık öğretilmiş bir tepki haline gelir. Yaratmak istediğiniz etkiyi sipariş ettiğiniz takdirde, bir labaratuvar görevlisi gibi çalışan yeni "sanatçılar" gerekli gördükleri 'vurucu etki ögeleri'ni, artık çok iyi bildikleri ölçüler dahilinde birleştirebilmektedir. Leonardo da Vinci'nin mezar soygunculuğu yapmak zorunda kalarak bulduğu kadavralar üstünde yaptığı çalışmalar, 20.yüzyılda sanat eseri üzerine uygulanmıştır. Ne yazık ki mesele, sanat eserlerine münhasır bir mesele de değildir. Halihazırdaki sanat, bir anlamıyla "gerçekçidir." Düzeysiz sanat, düzeysiz bir hayatı olduğu gibi yansıtıyor. Sözcüklerin gücü azaldıkça şiddeti arttırılıyor. Hayat superlative modunda ifade ediliyor.
       Bu gelişmenin insanın ruh haline yansıyan en önemli sonucu coşkuya kapılmanın yaşanmamasıdır. En çoşkulu, en içten katıldığımız etkinliklerde bile bilincimiz, dışarıda bir yerlerde tıkır tıkır işlemeye devam etmektedir. O, katılmamaktadır. Bilincimiz, sanki bize acı çektirebildiğini farketmiş ve sırf bu yüzden kendini süresiz ve kesintisiz bir biçimde çalışmaya vakfetmiştir. Sinema yönetmenlerinin artık bir kamera gibi çalışan gözleriyle kendimizi gözlüyor ve bir türlü de beğenemiyoruz. İnsanlar sanki artık üç gözlüdür: İkisi bildik yerlerinde, üçüncüsü ise çok yukarıda, kendimizi en iyi görebilecek, olaya hakim bir yerde duruyor. O hep ayık. Baudelaire bir yerde insanlara sarhoş olmalarını öğütler. ?iirle, edebiyatla, müzikle, aşkla, içkiyle... Ne olursa olsun sarhoş olun, der. Bugün sarhoşluk içkinin tekeline girmiştir.
       İzlediğimiz bir filmde, yüz metre boyunda bir canavarın, bir şehrin apartmanlarını kraker gibi çıtır çıtır yemesi; karıncaların, örümceklerin ve hülasa börtü böceğin dünyayı ele geçirmesi; ya da daha az önce bodrum kattaki atölyemizde son vidasını sıktığımız robot-insanın bizi dinlemeyip, nedense insanlığı yok etmek istemesi artık canımızı sıkıyor. King Kong ya da onun benzeri bir yaratık bugün gelse, hiçbir şeye zarar vermeden ve hatta belki ağlayarak çekip gidecektir. ?aşırmayan, korkmayan, hatta ona kötü dizayn edilmiş bir set mahluğuymuş gibi bakıp aşağılayan bir şehir halkı, hangi canavarda kötülük etme iştahı bırakır ki? Bizi çekmiyor... ?aşırmıyor, şaşıramıyoruz.

       Bugün şaşırma yeteneği yitirilmiştir.
       VI. Bir zamanlar bilimcilerin nazarında "göz"ün ayrı bir önemi vardı. Göz bir olayın gerçek olduğuna, bir yargının doğru olduğuna delalet eden, bilimcileri onurlandıran ya da yalanlayan tanrısal bir şahitti. Bilimciler kuramlarının sonuçlarını gözler, söz konusu olan "görülebilen" bir şey ise onun 'evrensel doğru' olduğunu ilan ederlerdi. Gözle görülmesi imkansız şeyleri bile "ancak gözün diline tercüme edilebiliyorsa" dikkate alırlardı. Bu bilim anlayışı hala etkili olmakla birlikte büyük ölçüde saygınlığını yitirdi. Yalnızca "gözün arasıra yanılabileceği" değil, çok sık yanıldığı ve hatta bazı durumlarda sistematik bir şekilde yanıldığı anlaşıldı. Bilimciler artık eskisi kadar "gözlerimle görsem inanmam" ya da "gözlerimle gördüm" gibisinden sözcükleri kullanamamaya başladı. Ama onların hemen arkasında, labaratuvarlarının hemen dışında akıp giden hayat için aynı şey söylenemez. Göz, gittikçe büyüdü, büyüdü, herşey görselleştikçe daha büyük önem kazandı ve en sonunda insanın bütün duyu organlarının üstüne çıkarak onu işgal etti. Televizyon, sinema, afiş, bilgisayar, müzik klipleri.... herşey göze dayalıydı. İnsanın görüntü üzerinde hakimiyet kurması, onu üretmesi, dondurması, tekrar ettirmesi, saklaması, değiştirmesi, postalayabilmesi, büyütmesi, küçültmesi.... Yani insanın görüntünün üzerinde hakimiyet kurması, insanın silahların üzerinde hakimiyet kurmasından çok farklı değildir. Diğer bir açıdan bu, insanların eşyaların üzerinde hakimiyet kurmasına da benzetilebilir. İnsan sahip olduğu şeylere aslında aynı zamanda ait de olduğunu kavrayana kadar "sebebi belirsiz" bir mutsuzluk içinde kıvranır durur. Zamanla şu ilke pırıl pırıl belirir: Hayatta sahip olduğumuz en değerli şey, sahip olduğumuz şeyleri riske atma iradesidir. Riske atamadığımız şeylere ise "ait" oluruz.
       Görüntünün diktatörlüğü bir kez kurulduktan sonra "gerçek", ancak "düş"ün soluk bir kopyası olabilir. Ve bu bir kez gerçekleşti mi, artık mutluluk fırsatı yitirilmiş demektir. Bu andan itibaren en varsılımızın aşkı bile, müzik kliplerindeki, filmlerdeki aşkların yanında yoksulluğun ezikliğini yaşayacaktır. Superlative yaşam modunda "muhteşem"liğin dışında hiçbir şeye yer yoktur, hiçbir şey yeterince tatminkar değildir. Kurgusal olanın kötü bir kopyası olarak hayat, şaşırtıcılığını yitirmiştir.
       Şaşırma yeteneği yitirilmiştir.
       VII. Hayatı onurlu ve keyifli kılmak, bir hesap makinesinin değil, adamakıllı bir pusulanın rehberliğinde yolumuzu bulmak için kullandığımız en etkin araç eleştiri idi. Bir kez dile getirildiğinde eleştiri, artık ortaya atılmış "göğünde kuş uçurtmayan yaman bir soru" oluyordu. Kimse ondan kaçamaz, kimse görmezden gelemez. İşin gerçeği, eleştiriyi hala kimse görmezden gelmiyor. Ama cevap veren de yok. Çünkü kapitalizm eleştirinin pan-zehirini bulmuştur.

* * *

       Eleştiri etkisizleştirilmiş, erksizleştirilmiştir. Popüler kültür eleştirinin karşısında durmamakta, aksine eleştiriyi sahiplenerek içermeye çalışmakta ve böylece onun içeriğini boşaltmaktadır. Sahiplenilip, savunulması bir klişe haline geldikçe, eleştiri, içindeki gerilimi kaybetmekte ve görevini ifa edemeden "güncel"liğini yitirmektedir. Tüketilmektedir.... Klişe nedir:
       "Tüm basmakalıp sözlerin ortak özelliği çok söylenmeleri ama az incelenmeleridir. Söze dökülmemiş bir centilmenlik anlaşmasıyla bunlara bir tür dokunulmazlık verilmekte, araştırılmamakta, incelenmemektedirler; bunun doğal bir sonucu olarak da eleştirel tartışmalara bu sözleri söyleyenlerin farkında olmadıkları, söylemeyi amaçlamadıkları anlamlar sokmaktadırlar. Dahası, kullanılmaları, dikkatsiz kişilere gerçekte var olandan daha fazla oybirliği ve kesinlik duygusu vermektedir."
       Klişeler sayesinde bir zamanlar iletişimin aracı olan sözcükler, şimdi iletişimsizliğe olanak sağlıyor. Vazgeçilemez olan konuşma eylemi, artık "iletişim" olmadan da yapılabilecek daha az zahmetli bir etkinliğe dönüşüyor. Tanımak, anlamak, zorlamak... demek ki düşünmek, artık zorunlu değildir.
       Artık bir beyne ihtiyaç yoktur: Einstein'ın deyişiyle 'bir omurilik yeterlidir'.
       VIII. Stendal, Baudelaire ve Stendal'i anlatan Zweig... Hepsi tarihe büyük adamlar olarak geçti. Bir tek büyükbabamı kimse tanımıyor. (Ama onun da başkaca haklı gerekçeleri var). Yoksa tarihi mutsuzlar mı yazıyor? Mutsuzluk hastalığı bir sağlık belirtisi midir? Dönemin bütün mutsuzları büyüyünce büyük adam mı oldular? Doğrusu şu: Bu ızdırabı yaşamayanlar ne büyük eserler verebilir, ne de dünyayı değiştirebilir. Ama söz konusu olan eşsiz bir fırsat da değildir.
       Şaşırma yeteneği neden yitirilmiştir ki?
       "Günde bir an, bir saat, bir rüya aralığı kadar bile olsa öznel inkara çarpıp başarısızlığa uğramayan pek az yabancılaşma türü vardır (Vaneigem)" da ondan mı?
       Kapitalizm bizi mutsuzlaştırıyor. Ama bu çok önemli değil. Mutsuzluğun kendisi de bir kâr kapısı açabilir. O, insanları mutsuzlaştırmakla kalmayıp iştahsızlaştırmayı da beceriyor.
       Tek tek insanlara bakıldığında, onları mutsuzlaştıran yalnızca yabancılaşma değil, aynı zamanda onun farkında olmadır. Adorno "haz yabancılaşmadan doğar" der. Bu doğrudur... Ama yabancılaşma haz amaçlı olarak kurgulanmamış olduğu sürece doğrudur. Hazzın mahrecinin adı yabancılaşma olsa da, karakteri kendiliğindenliktir. Kapitalizm kendiliğindenliği imal etmeyi bir türlü beceremedi, tabii ki hiçbir zaman da beceremeyecek.
       Kapitalizmin hastalığı, muhaliflerinin sağlığıyla aynı anlama gelmez. Düşünsenize! Yitirilmiş olan şaşırma enerjimizdir. Ne diyordu Baudelaire: "Hiçbir şey bilmemek, hiçbir şey öğrenmemek, hiçbir şey istememek, hiçbir şey duymamak, uyumak, hep uyumak; tek dileğim işte bu..." İşte 'anlamlı uyumsuzluğun', 'bir sağlık belirtisi olarak sayılabilecek mutsuzluğun' varabileceği bir başka nokta! Kapitalizm bizim karşımızda durmuyor, biz onun içindeyiz. Bu nedenle kapitalizmin, muhaliflerinin bağışık olduğu bir hastalığı yoktur. ?aşırma enerjisi yitirilmiştir. Bunda herkesin sorumluluğu vardır ve herkes olayın mağdurudur.
       Gerçeğin şaşırtıcılığı kendisine iade edilmelidir. Gerçek kurtarılmalıdır. Ondan kaçamayız, ama bu, er geç o bizi yakalayacağı için değil, kaçmamız ahlaki olarak doğru olmadığı içindir. Gerçek, bizim bakmakla yükümlü olduğumuzdur. İradi kararlar yoksa onur da yoktur.
       Düşlerimiz gerçeğin yadsınması olmamalıdır. Düş, her türlü güzelliğin ve her türlü çirkinliğin ortak adı olan gerçeğin eleştirisi olmak zorunda. Gerçeğin yadsınması olarak düş, bir promosyon nesnesinden başka bir şey değildir. "Gerçekçi ol!... Gerçeği geri iste"
       Bir sığınağımızı daha bombalaması için Adorno'ya kulak verin:
       "Yaşamın üretim sürecine bağlı kılınması, bizim kendi üstün irade ve seçişimizin sonucu sanmaya pek yatkın olduğumuz o yalnızlık ve yalıtılmışlığın bir benzerini zaten herkese bir aşağılanma olarak tattırmaktadır." Yani yalnızlığınız da matah bir şey değil aslında! Kanıksama!... Kendini bırakma!... Bir de superlative sıfatlar... bunları elden geldiğince az kullanmak gerekir.3

İçindekilere geri dön