19. Sayı
Aşağıdaki yazı; AİOLİKA GRAFATA dergisinnin 1972 yılının Kasım-Aralık 12. sayısında yayınlanmıştır. Dergiyi bir dostum Midilli'den göndermişti. Bayan Agapi Moliviati'nin gençlik yıllarında başından geçen bu olayı okuduğumda çok etkilenmiş ve üzülmüştüm. Yazının fotokopisini çekmiş ve bazı arkadaşlara vermiştim. Bir kopyayı da kendi arşivimde saklamıştım. Bu yılın temmuz başlarında arşivimi karıştırırken yazı tekrar elime geçti. Okuduğumda 1972'de duyduğum acıyı tekrar yaşadım ve yazıyı Türkçe'ye çevirmeye karar verdim.
76 yıl önce yaşanmış olan bu acı olaydan dersler almamız gerekir. Çekişmeler, kavgalar daima kan ve yoksulluk getirmiştir.. Her zaman söylediğimi kısaca tekrar edeceğim. Aynı bölgede bulunan iki komşu devlet, aralarındaki anlaşmazlıkları dialog yoluyla, masa başında çözümleyerek çekişmelere son vermek zorundadır. Bu gerçekleştiği takdirde halklar arasında daha büyük dayanışma sevgi ve saygı yaratılarak kardeş gibi yaşamaları sağlandığında bölgeye büyük bir zenginlik ve aydınlık günler geleceğine inanıyorum.
Çeviri: Ali Onay
*İskenderiye Yazılarının notu;
Ali Onay, Ayvalık'tan yazılarına bu sayıda Yunanca aslından Türkçeye çevirdiği bir öykü/yaşantı ile devam ediyor. Ayvalık doğumlu ünlü Yunanlı yazar İlias Venezis'in Mübadele sırasında başından geçenleri ablası Agapi Moliviati'nin ağzından yazdığı bir öykü.
**Düzelti ve özür; Dergimizin Haziran-Temmuz 98, 18.sayısında yayınlanan, Ali Onay imzalı "Dikkat Yıkılacak" yazısının ilk cümlesi "Ayvalık'ın önemli bir bölümünü oluşturan fakat ayrı bir adla da anılmayı hak eden beldemiz Alibey adasına -Rumlar zamanında ayrı bir kentti ve belediyesi vardı- ister denizden ister yüksek bir yerden baktığınızda iki görkemli bina dikkatinizi çeker." şeklinde olacaktır. "Rumlar zamanındaki adıyla Cunda" eklemesi editörün bilgi eksikliğinden kaynaklanan bir hatadır. Yazarımızdan ve okurlarımızdan özür dileriz.
1922 Ekim(1) sonlarına doğru Ayvalık'ın tüm Hristiyan nufusunun, 30-35 bin Yunanlı'nın şehirde kalması mecbur edilmişti. Küçük Asya cephesinin çöküşünden sonra şehrin ileri gelenleri (idareciler) ve şehir koruyucuları tarafından ayrılmaları yasaklanmıştı. Türkler geldiler ve sıkıyönetim ilân ettiler. 18-45 yaşları arasındaki bütün erkekleri tutuklayarak şehrin tepeleri arkasında kestiler. Kadınlar, çocuklar ve yaşlılar Amerikan bayrağı çekerek gelen Yunan gemilerine Lesbos'a(2) götürülmek üzere binmeye başladılar. Yanlarında taşıyabilecekleri kadar az elbise, ikon. Altın ve paralar, gemilere binmeden önce Türkler tarafından yapılan aramalarda alınıyordu. İlias Venezis o zaman 18 yaşının sınırındaydı. Babası onu gizlice kaçırmaya çalışmıştı. Fakat yakaladılar ve hapsettiler. Az daha kaderi tepelerin arkasına gönderilen ötekileri takip etmiş olacaktı. Ailesi vapura binmeyi geciktiriyordu. Onu kurtarmak için umutsuz çabalar sarfediyorlardı. Bundan sonrasını Venezis'in kız kardeşi bayan Agapi Moliviati anlatıyor.
Ogün akşam olmaya başlamıştı. Büyük bir sıkıntı ve yorgunluk içinde evimize dönüyordum. Bütün evler açıktı ve kimseler oturmuyordu. ?ehir vahşi ve ıssızdı. Çeşit çeşit hayvanlar çıldırmış gibi koşuyorlardı. Tavuklar kanat çırpıyorlardı dehşet içinde. Sanki kaçırılmayı ve parçalanmayı bekliyorlarmış gibi. Köpekler uluyordu, tüyler ürpertici bir şekilde ve varolan inekler -ki hakikatten pek çoktular- saldırıyorlardı korkutarak, insan bulamayınca korkunç bir gürültüyle boynuzlarını duvarlara vuruyorlardı.
Yanlız yürüyordum, genç bir kız, bütünüyle masum, henüz tanıştığım genç bir Türk subayının yanında cesaret ve ümitle dolu, o kadar ki o korkunç cehennem, meydana getirdiği acının dışında bana ne korku ne de dehşet veriyordu. Bunun dışında cereyan etmiş olanlar hakkında hiçbir şey bilmiyordum. Evimizi, "o"nu Türkler alınca hemen terketmiştim. İlia'cığım. Annemin siyah başörtüsünü başıma attım ümitsizlik içinde ağlıyarak yollara düştüm; subayları, komutanı, yetkiliyi -bende bilmiyordum kimi- bulmaya. Beynimin içinde onun düşüncesinden başka bir düşünce mevcut değildi ve ruhumun tamamı kardeşimi kurtarabilmenin egemenliği altındaydı. Kaç kişinin önünde diz çöktüğümü, kaç kişinin dizlerini öptüğümü, ne kadar gözyaşı döktüğümü anımsamıyorum. Bazıları beni kovuyor, başkaları itiyordu, bazıları ise sempatiyle bakıyorlardı, belki deli olduğumu sanıyorlardı. Fakat ben, ne korkuyordum ne de duraksıyordum. Rica etmelere, tesellisiz ağlamalara devam ettim. Üç gündür dolaşıyordum, nereleri olduğunu hatırlamadan ve üç gece, uyuyordum ıssız evlerin kapıları ardında, vahşi karanlığın ve terk edilmişliğin içinde.
Üçüncü gün -çok hasta olmalıydım- aniden bir elin başıma dokunduğunu hissettim, sonrada nabzımı yokladığını. Türk doktoruydu. Çok hasta olduğumu ve kırk derece ateşim olduğunu söyledi. Yanı başında tatlı bir melek gibi çok genç, çocuk gibi bir subay duruyordu. Sanki ruhî bir teşvik ve tahrikle titreyerek önünde diz çöktüm ve dizlerini kucakladım, bildiği az Fransızca ve benim de bildiğim az Türkçe ile ama daha fazla kalbimle acımı açıkladım ve rica ettim ya versinler sevgili kardeşimi ya da öldürsünler beni.
O zaman umulmadık bir mucize oldu. Eğilerek beni sevecen bir hareketle yerden kaldırdı, elimden tuttu ve ben de bizimkileri tanıması ve kendisiyle ilgilenmemiz için evimize gitmeyi rice ettim. Elinden geldiğini yapacağına söz verdi. İmidim ve sevincim o kadar büyüktü ki etrafımdaki yanlızlığı ve ıssızlığı görmemi engelliyordu.
Evimizi kapalı bulduk. Herhalde açamadılar çünkü çok sağlam bir evdi. Kapıyı vurdum, tekrar vurdum, bağırdım cevap yok. O zaman birden felâketi farkettim, dış dünyayla kopukluğumu ve trajik durumumu anladım. Yapayanlızdım, genç bir kız tamamıyla yabancı bir insanla ıssızlığın, terk edilmişliğin ve düşmanlığın içinde. İmitsizlikten ve ateşten çok zayıflamış, bitkin merdiven basamakları üzerine düştüm. Acımdan bitkin, yırtınıyordum hıçkırıklardan.
Tesellisiz sızlama ve ağlamalarım arasında birden, Tanrının takdisi gibi kulaklarıma babamın titrek sesi geldi:
- Neredeydin evlâdım? Sağ mısın? Bizi kovdular ve gittik, herkes rıhtımda acı yolculuk için hazır bekliyordu. Ben ise senin için tekrar eve döndüm.
İkimiz kucaklaştık, göz yaşlarımız birleşti ve o yabancı insan keder ve heyacanla her ikimizi okşuyordu, sanki o drama bir şahit olarak iştirak edercesine.
- Gel kaçalım, diyordu babam.
O zaman dönüp yabancıya baktım. Babama kim olduğunu söyledim ve bize yardımcı olacağını anlattım. İçümüz beraber hareket ettik, tutuklu bulunduğun yerin yolunu alarak. Demir parmaklıklı bir yarı bodrumdu.
Hâlâ, sesin kulaklarımdadır:
- Al beni Agapi
Burada bulunmadığın süre içinde uykularımda bile duyuyordum o sesi. Bütün ümitlerimi sana vermiştim. Sensiz kaçamayacağımı söylemiştim. Kurtuluşun için bende olan güven ve inancı sana aktarmaya çalıştım. Hatırladığım kadarıyla oradan ayrılmamız gerektiği söylendiğinde üzgün ama ümitvar olarak rıhtıma doğru yola koyulduk.
Kara sarı ve zayıflamış bulunan yakınlarımızı bulduk, kucaklaştık ve ağladık. Cerayan etmiş olayları, yaşadıkları dehşeti, karşılaştıkları vahşilikleri anlattılar. Onlarla beraber gitmem için yaşadıkları korkuyu bana aktarmaya çalışıyorlardı. Fakat ben ise kalıyordum.
Artık iyice karanlık olmuştu. Karanlığın içinde topluluk hıçkırıklarla ağlayarak gemiye binmeye başladılar. Son anda kararımda ısrarlı olduğumu anlayan babam da kararını verdi.
-Bende yanında kalacağım, diyor bana, ikimiz beraber yazgımızı yaşayalım.
Gemi demir aldı ve ayrıldı. Uzaklaştıkça insanların hıçkırıklarının yankıları yavaş yavaş sönüyordu.
Herşey bittiğinde artık tamamıyla gece olmuştu ve rıhtımda hiç kimse kalmamıştı, yanlızca biz, üç gölge. Genç subay:
-Nereye gideceksiniz? dedi. Sen hasta, baban ihtiyar nereye gideceksiniz?
- Hiçbir yere, dedim. Burada kalacağız.
- Hayır gelin benimle beraber.
Sesi heyecanlı olmakla beraber amîraneydi. Aramıza girdi, bir yanında ben diğer yanında babam hipnotize edilmiş gibi konuşmadan sessiz yürümeye başladık. Nereye gittiğimizi, bizi neyin beklediğini bilmeden. Hiçte ilgilendirmiyordu bizi. Ruhumu dolduran acı o kadar sınırsızdı ki herhangi başka bir şey için en ufak bir boşluk bırakmıyordu.
Biri ötekini tutarak bir yerde durduk. Orta halli bir evdi. Genç Türk subayı kibar, çekingen ve heyacanlı, karyolasını babama ayırdı, askerine söyleyerek karyolanın yanında benim için bir yatak hazırlattı ve kendisi içinde yandaki odada bir yatak serildi. Vakit geçirmem için kitap ve albüm getirdi, hasta olduğum için uyumamı önerdi ve kendisi biraz geç dönecekti. Giderken askerini uyararak "bize iyi bakmasını çünkü onun insanları olduğumuzu" söylediğini duydum.
Babam uyudu fakat ben onu bekledim. Döndüğünde çok neşeliydi ve biraz başı dönmüştü, birşeyler içmiş olmalıydı. Türkçe yazılı bir kağıt gösterdi ve açıkladı. Bu kağıtla seni kumandan çıkaracaktı, küçük olduğunu ve neticede askerlik çağında olmadığını söyleyecekti. Benden sana bir not yazmamı ve 17 yaşında olduğunu söylemen gerektiğini belirtmemi istedi. Eğer iyi olursam, benimde kapıda durup seni görebileceğimi söyledi.
İçkili haliyle ellerimi elleri arasına aldı ve gözleri yaşlı içini dökmeye başladı. Bursa'danmış, ismi Kemaleddin'miş. Annnesi, babası ve üç kızkardeşi varmış. İç genç kızmışlar; onaltı, onsekiz ve yirmi yaşında. İçünü de çok severmiş, fakat küçük kızkardeşine tapıyormuş. ?imdi kimsesi kalmamış, hepsini bizimkiler öldürmüş. Kur'an üzerine intikâm almaya yemin etmişti, önüne çıkacak her Rum genç kızını öldürecekmiş.
Fakat birden beni görmüş, aynı küçük kızkardeşiymişim. Hiç bir şeyim ondan farklı değilmiş. Ve benim böyle ağlayıp yalvardığımı gördüğünde sanki kızkardeşi canlı olarak karşısına çıkmıştı. Yakarmalarım kızkardeşinin yakarmalarıydı. O zaman yanlız yeminini unutmakla kalmayıp, ikinci bir yemin etmiş; gerekeni yapacaktı, ağlamamalıydın ben, kızkardeşi.
Sıramla bende kendi öykümü anlattım, bizi, ikimizi bağlayan ender sevgimizi, senin için konuştum. Ağlıyordu, ben de ağlıyordum, bütün bunların suçlusu savaştır dedik. Pencereye çıkmamamı öğütledi çünkü hem benim için hem de onun için tehlike söz konusuydu.
Ertesi gün dediği gibi oldu. Eri takip ederek işaret ettiği yere gittim ve az sonra iki askerin seni getirdiklerini gördüm. Traşsız, bıyıklı ve sakallı görünüşünle yanlızca onyedi yaşında değil otuzundaydın sanki. Az sonra tekrar geçtin, seni kaybettim ve bir daha görmedim. Bu son seferdi.
Er ile geri döndüm, acım ve ümitsizliğim ruhuma sığmıyordu. Sürekli ağlıyordum. Fakat o unutulmaz insan öğleyin eve geldiğinde bana daha büyük güvenceyle yeni ümitler verdi. Son geminin hareketinden evvel biz orada bekleyecektik, hiç kimseden izin almadan son andaki kargaşalık içinde seni kaçıracaktı.
Aradan iki gün geçti. Artık aile gibi olmuştuk. Ona düzenli baktım, düğmelerini diktim, çoraplarını yamadım. Oda bize yakınları gibi hizmet ediyordu. Bulunduğun tutukevine eriyle bir sepet dolusu erzak göderiyordu. İçüncü gün akşama doğru geldiğinde yarınki günün kritik gün olacağını bildirdi. Gidecek olan gemi sondu. Tam fırsattı.
Ama görüldüğü gibi insanın yazgısını hiç birşey değiştiremez. Önceden anlaşmış olduğumuz gibi biz daha fırsat bulup rıhtıma inmeden genç Türk bitkin bir durumda döndü. O sabah kötü bir durum meydana gelmişti. Sizi Anadolu içlerine almışlardı. Ne trajik anlardı onlar! Ne kadar ümitsizlik ve gözyaşı!
Seni tutukevinden almaya geldiğinden şüphelenmen için hiç bir neden yok. (İlia, esaretten döndüğünde ve olan bitenden sana bazı şeyler anlattığımda, gerçekten de ikinci posta ile gönderilenlerden bir tanıdığının, bir Türk'ün ısrarla adınla, İlia diye seni aradığını söylediğini hatırlamıştın.)
Dediğim gibi gidecek olan son gemiydi. O, gitmem için yalvarıyordu. Babam da yalvarıyordu ağlayarak. O genç subay olabilecekleri titreyerek anlatmaya çalışıyordu. Taburu ertesi gün ayrılıyordu ve bizi askere teslim etmesi gerekecekti. Fakat bu bizi işkenceye götürürdü, kendisini de ölüm mahkûmiyetine, savaş sırasında düşman saklamanın cezası ölümdü. Durmadan yemin ederek bana güvence vermeye çalışıyordu; eğer seni bulursa kaçıracaktı veya her imkânı kullanarak seni koruyacaktı.
Yarı baygın durumdaydım. Bir kolumdan er diğerinden o, beni kaldırdıklarını ve merdivenden indirdiklerini anımsıyorum. Ve sonra bir daha içeri girmeyeyim diye hemen kapıyı kapattılar.
Her şey için çaba harcamıştı. Yüklü bir at kapıda bekliyordu. Babama, nereye gideceğimizi ve gideceğimiz yerde ne bulacağımızı bimediğini söyledi.
İki büyük dengin içine yatak, çarşaf, battaniye, babam için iç çamaşır ve bir haftalık yiyecek koymuştu.
Ellerini öptüm, o da saçlarımı yumuşak, sevecen öpüyordu ve "Zehra, Zehra" diye mırıldandığını duydum. Belki de kardeşinin ismiydi. Ben hiçbir şey söylemedim, ağlıyor, ağlıyor, ağlıyordum.
Gözümün seçebileceği yere kadar, rıhtımdaki ince görünümüne bakıyordum, elini sallayarak veda ediyordu. İyi saatleri olsun her bulunduğu yerde. Hiçbir zaman dualarımda anmayı ihmal etmedim.
Dipnotlar;
1) Türk askeri kesin olarak 15 Eylül'de Ayvalık'a gelmiştir. Yazar Ekim sonları derken yanılıyor.
2) Midilli
Milliyetleri, dinleri hatta cinsiyetleri ayrı, henüz dünya entrikalarından uzak kalmış iki acılı genç, tesadüfler sonucu bir araya geliyor, birbirlerine yardımcı oluyor, kinler unutuluyor ve gözyaşları arasında bütün bu olaylara savaşın neden olduğunu karar veriyorlar.
Fakat iki gencin içtenlikle verdiği bu karar gözardı ediliyor. Bayan Agapi Moliviati'nin başından geçenleri anlattığı yazar ya da yayınevi gereksiz ve yalnış bilgiler vererek iki toplum arasında düşmanlığı arttıracak bir giriş yapıyor. Oysa kısmen de olsa tarihe malomuş olayları kaleme alırken miliyetçilikten ve din farklılığından uzak, gelecek kuşakları yanıltmayacak iyi bir araştırma yapılamsı gerekirdi. ıki noktayı aydınlatmaya çalışacağım;
a)Ayvalık nufusu, -neden bilmiyorum- başka kitaplarda da abartılarak 30-35 bin olarak gösteriliyor. Ayvalık güzel evleriyle, zeytinyağı fabrikalarıyla, sabunhane ve tabakhaneleriyle şirin fakat 30 bin kişiyi barındıracak kadar büyük değildi.
Yeni inşaa edilen huzurevinden Ayvalık'ın eski yerleşim bölgesine kuş bakışı yapılacak basit bir gözlem dahi bu sayının olanaksızlığı konusunda fikir verecektir. 1924 Büyük Mübadelesinden bugüne 75 yıl geçmiştir. Bu zaman sürecinde Ayvalık belde olarak bir mislinden fazla büyümüş olmasına karşın, 30 Kasım 1997 tarihinde yapılan nufus sayımına göre 29.600 nufusu olduğu saptanmıştır. Bu sayıya Alibey adasının nufusu da dahildir. Alibey adasının nufusu düşüldüğünde Ayvalık, ancak 27.000 nufusa sahiptir.
1884 yılında Osmanlıca yayınlanmış tarih ve coğrafya konusundaki bir kitapta Ayvalık nufusu 15.000 hristiyan olarak belirtilmiştir.
Sevr Anlaşması dahilinde kalan şehir ve köylerde yaşayan bütün halkın milliyetlerine göre tasnifini yapan 1922 yılına ait -elli yıl sonra 1972'de Mihali I. Notara tarafından yayınlanmıştır- istatistik çalışmasında Ayvalık nufusu 20.000 olarak gösterilmektedir. Bu tesbit Serv Anlaşmasından sonra yapıldığına göre güvenirliği yüksektir, çünkü o tarihte Ayvalık halkının tamamı evlerine dönmüştü. Dolayısla Ayvalık'ın olayın geçtiği tarihteki nufusunu 20.000 olarak kabul etmeliyiz.
b)Yazar ya da yayınevinin kışkırtıcı bir uslûp kullandığını görüyoruz. Türk askerinin Ayvalık'a gelmesiyle sıkı yönetim ilan edildiğini ve 18-45 yaş arasındaki erkeklerin şehrin tepelerinin ardında katledildiği yazının girişinde belirtilmiştir. Bu bayan Agapi'nin tanıklığı değildir. Bayan Agapi'nin anlattıklarına dikkatlice baktığımızda, Ayvalık'tan Anadolu'nun içlerine en az iki kez insan sevkiyatının olduğunu görürüz. Bu gönderilenler 18-45 yaş arası insanlardır. Bu olayı küçümsemek için bu bilgiye dikkat çekmiyorum. İnsan en kutsal varlıktır ve insanların hayatı, canı, kanı söz konusu olunca üzerinde tartışma yapılamaz. Benim vurgulamak istediğim, abartarak, saptırarak, kışkırtarak düşmanlığı körüklemekle bir yere varılamayacağıdır.
Onun için yazılarda bu tip eğilimlerden kaçınmak, iki toplum arasında karşılıklı cereyan etmiş olan acı olayları tarih sayfalarına gömerek sevgi, saygı, hoşgörü dolu yeni bir sayfa açmak gerekmektedir. Çocuklarımızı düşmanlık aşılamadan yetiştirmeli, komşuluk, sevgi ve saygı öğretmeliyiz.
İki komşu devletin halklarının dostluk ve kardeşlik içinde olması gerektiğini yıllardır savunan bir kişi olarak tekrar hatırlatmak istiyorum; sıkı bir diyalog, kışkırtıcı hareketlerden uzak, sevgiyi, dostluğu pekiştirmek görevimiz olmalıdır.