
19. Sayı
Ne için "Birikim"?
Sezer Pınarlı
Birikim dergisinin 113. sayısındaki yazısında Ömer Laçiner "muhafazakâr sosyalist" olarak tanımladığı birilerine belli ki fena halde hiddetlenmiş. Yazısını uzun bir zamandır ertelediğini, muhataplarının serinkanlı düşünebilecekleri zamanı beklediğini ifade ediyorsa da, aradan geçen bunca zamandır sinir sisteminde herhangi bir gevşemenin olmadığı, yazının bütününden hissediliyor. Hatta hiddetlenmesini özellikle ifade etmeye çalıştığı da aşikâr.
Kendisinin ve genel olarak da Birikim sayfalarında yer alan sosyalizm anlayışını, Sosyalist Politika ve Sınıf Bilinci dergilerindeki Birikim eleştirilerini cevaplarken tekrarlamaya ve açmaya çalışmış. Bunu derginin, "Sol: Eski sorular, yeni arayışlar" özel dosyasındaki "Sosyalizmde 'devrim'mi, sosyalist muhafazakârlık mı?" yazısıyla yapmış.
Dosyanın başlığı, "yeni arayışlar" ve Laçiner arayışçılar -en azından bunu savunanlar- arasında yer alıyor. Fakat eski ve yeni soru(n)lara, eski cevaplar hatta bayatlamış cevaplar verenlere tahammülü yok, birileride tutmuş bu eski cevaplar üzerinden Birikimi eleştirmiş, işte Laçiner'in kafası da buna fena halde bozulmuş. Tabiî kafasını bozanlar ÖDP bileşenlerinden olduğu için ve ÖDP içinde Birikim'in "konumlanışına" bir müdahale oluşturduklarından ya da oluşturabileceklerinden dolayı Laçiner cevap yazma lütfunda bulunurken, Birikim'i her eleştirene cevap yazmaya tenezzül etmediğini de belirtmeden edememiş.
"Yeni arayışlar", en azından yeni cevapların olmadığına bir işaret; Birikim'in uzun süreli olan yayın hayatına baktığımızda da zaten yeni bir cevabın oluşturulduğunu göremiyoruz. Dünyada, özelliklede Avrupa'da birkaç onyıl önce yaşanmış, sosyalizme ve genel olarakta topluma ait tartışma konularını Türkiye'ye aktarma misyonunu sahiplenmiş görünen Birikim, bunca birikimine rağmen henüz bir cevap oluşturmadığını son sayısındaki dosyası ile ilân etmiş oluyor. Pratikte ise böyle bir cevabın olmadığı zaten çok açık değil mi?
"Sosyalizm"in kuruluş pratiklerinin ve ona alternatif olduğunu söyleyenlerin, mevcut deneyimlerin ve durumun karşısındaki "çöküşleri/dağılmaları" ortada iken, Marx'ın bazı görüşlerinin tek yanlı yorumlarını "din" bellemenin muhafazakârlık olduğu görüşünde Laçiner. Geleneksel sosyalist akımların/hareketlerin mevcut zihinsel dünyalarında ısrar etmelerinin artık gericilik anlamına geleceğini belirtiyor. Değişen koşullarıda dikkate alacak, Marx'taki öncüllerin gerçek mânasını sahiplenecek yeni bir sosyalizm anlayışının oluşturulması gerekmektedir. Eski anlayışlar ve pratikler terk edilmeli, yeni cevaplar için "yeni arayışlar" içinde olunmalıdır. Laçiner sonuçta tüm akıl yürütmesini şu öncüle dayandırır; "İkinci Sanayi Devrimi olmuştur, artık dünya ve onunla beraber herşey değişmiştir, yeniye yüzümüzü dönmenin, olanaklarından yaralanmanın zamanıdır." Bir zamanların "reel" sosyalist pratiklerini savunanların ya da aynı öncüllerden beslenenlerin, zihnîyet dünyasını ve pratiklerini eski cevaplar olarak eleştirmekle, komünist hareketin sahip olduğu (fakat revizyonizmin ve oportünizmin operasyonları ile "unutturulmuş") öncülleri ve mirası eleştiriden nasiplendirerek eski cevaplar olarak kenara atmak farklı şeylerdir. Fakat Laçiner her ikisini aynı kefede tartıyor. Bitirim esnaf zihniyetinin hileli tartısı, "bazı/esas" öncül, kavram, değer ve "kuruluş"ların etrafından dolaşmayıda ihmal etmiyor.
"Eski cevaplar", Birikim dışındaki her kesimden sosyalistin söylediklerine uygulanabilecek şekilde Birikimcilerce* kullanıldığını ve Birikimcilerin "yeni arayışlarının"da pek yeni olmadığını "eski cevaplar"dan da eski olduğunu düşünüyorum. Birikim ve Laçiner'in sahip olduğu, "en eski" cevaplar olarak niteleyebileceğimiz görüşler de bir gelenek içinden süzülüp rafine hale getirilmiştir. Reel sosyalizm olarak tescillenen bürokratik iktidarların çöküşüyle (yeni sosyalizmler, radikal demokrasi v.b. tezahhürleriyle) bu gelenek, özellikle de reel sosyalizmlerle bir şekilde ilişiği olan, onları en azından rötüşlanması gereken deneyimler olarak görüp sahiplenen sosyalist hareketlerin, örgütsel bağımsızlığını ilan etmiş küskün militanların çöküşten sonraki kafa karışıklığında bir çekim merkezi oluşturmuştur. "Nerede hata yapıldı?", türünde sorular soranlara sosyalizmin esasları, değerleri, öncülleri konusunda nesnel nedenlerden uzak/gayrı ideolojik reçeteler sunabildi. Birikim'de Avrupa'nın sosyalist laboratuarlarında uzman filozoflarca hazırlanmış bu reçeteleri uzun zamandır ve özellikle de ÖDP'nin kuruluşu öncesinde ve sonrasında sıklıkla dağıttı. Hasta iyileşmese de, dirildi. ?imdi ise taburcu olmak isteyen hastayı enfeksiyonlara karşı hazır olmadığı gerekçesiyle tedavi sürecinde tutmak istiyor ve enfeksiyonlara karşı tüm eleştirdiği geleneklerin en has yöntemlerini kuşanıyor. İşte bu yüzden de Laçiner yazısında daha önce kullanmadığı gerçek yüzüyle karşımıza çıkıyor. Hastaya verdiği emekleri korumak için hırçınlık, saldırganlık dozajlarıyla yüklü, çözümleyicilikten ve açıklayıcılıktan yoksun fakat kara çalmalarla yüklü bir uslûp takınıyor.
Üslûp ve "ahlâk"
"Birikim'in sürekli yazarlarına küçümseyici tanıtmalar düz(...)"ülmesinden (Birikim sayı 113 sy12) ve "(...) yani bizim 'sosyalist geçmişimizi toptan reddettiğimiz' yalanın harmanlan"(B.113,sy14-15)masından şikayetçi olan Laçiner kendilerine yöneltilen suçlamaların içeriğini üç başlıkta toplamış: Marksizmi reddetme, siyasetin reddi ve postmodern olmak.
Anlaşılan Laçiner, Birikim'in bu şekilde suçlanmasına çok içerlemiş, birde eleştirmenlerinin üslûbu entellektüel ahlâka uymayınca küplerin üzerine sıçrayıvermiş. Tabiî entellektüel ahlâk dersi vermeyi de unutmamış.
"Sınıf Bilinci yazarı bayan G.A. Aksop; size biraz tartışma etiği ve entellektüel ahlâk dersi vermek lazım." (B.113, sy.14) Sanırım pek öğretici olamıyor, Laçiner.
"D.Can Saner'e edeceğim -fazlası gerekmez- iki üç sözü sonraya bırakacağım."(B.113. sy 10) "Fazlası gerekmez", yani kim ki bunlar iki tokatta tamam.
"Bu bayın bizim ÖDP'deki durumla ilişkin saptamalarımıza dair yazdığı sayfalarca yazıda kullandığı o kakavan üslûp(...)". Ders devam ediyor; kakavan! öğrenemedin mi bizi "iktidar perspektifi" anlayışı ile eleştiremezsin.
"Hüsamettin Çetinkaya diye biri(...)" Kim olduğu belli olmayan fakat ne olduğu belli olan kişi anlamında Çetinkaya'yı tanımlayan Laçiner, G.A.Aksop'un yazısında Çetinkaya'nın Birikim'in ilk dönem yazarı olarak tanıtılmasını okumamış gibi davranıyor. Üstelik başkalarınında o yazıyı okumayacağını düşünerek Çetinkaya'nın kim olduğundan habersiz kalmayı tercih ediyor. Çetinkaya 1993 yılında Edebiyat ve Eleştiri dergisinde, Birikimcilerin İslamcılarla ilişkisi ve tutumu üzerine birkaç yazı yazmış ve bunları, 1995'te çıkan "Umutlarımızın Celladı Kimliklerimiz" adlı kitabına almıştı. Aradan geçen zaman içinde Birikim'in bu yazıları, "cevap verilmeye elbette değmeyecek", "zâtın grotesk hezeyanları" olarak algıladığını Laçiner'in yazısından anlıyoruz. Daha önce belirttiğim gibi Birikim ve Laçiner, öyle her eleştiri yazısını cevap vermeye değer bulmaz ya!
Eleştirileri hezeyan olarak değerlendirerek kara çalmanın, en kolaycı ve "ahlâklı" cevap verme yöntemi olduğunu öğretmek için Laçiner ne yazık ki geç kaldı. Bu tür "cevap" örneklerine sosyalist edebiyatımızda sıklıkla rastlayabiliriz. Eleştirilerin, cevaplanması gerektiğini düşünür ve bunu "ahlâk" dozunu gözetmeksizin yaparsın, hadi bunu anladık diyelim, cevap vermeyip de aşağılamayı anlamak mümkün mü?
Ayrıca sy 15 teki dipnotunda Laçiner "İslami harekete dair düşünce tavır önerilerimizin gayet yanlış(...)" olduğunu sergileyen bir yazının kaleme alınmasını Aksop ve çevresindekilere öneriyor. Tam da bu talep ettiği konudaki eleştirileri kaleme alan Çetinkaya'dır. Laçiner'in eleştiri sipariş etmesine gerek yok, var olan eleştirilere cevap vermesi yeterli. Fakat o, cevap yerine "ahlâk"ından örnekler vermeyi tercih ediyor.
"(...) İ.K.Turan'ın kavrayamamış gözükmesi zihnî donanım zaafından mı acaba?", "süslü püslü ifadeler", "ağzından köpükler saçarak" gibi daha bir çok "entellektüel ahlâk" örneğini Laçiner'in yazısında bulabilirsiniz. "Entellektüel ahlâk" dersi konusunda sınıfta kalan Laçiner ya öğretmenliği bırakmalı ya da "ahlâk" örnekleri sergilemeyi.
Laçiner eleştiricilerinin, bu işi, zarafetle yapmalarını da zarif bir şekilde dile getiriyor ve Metin Çulhaoğlu'nu buna örnek gösteriyor; "M.Çulhaoğlu da bizi aynı fikirlere yaslanarak eleştiriyor, ama en azından zarif bir biçimde yapıyor." (B.113 sy 12) Zarif sıfatını iğneleyici bir şekilde kullanmasını bir kenara koysak bile, Çulhaoğlu'nun eleştirisinin bir kıymetinin olmadığını belirtiyor Laçiner; çünkü "aynı fikirlere yaslanarak eleştiriyor" ama zarif bir şekilde. Oysa Laçiner'in zarafet derslerine ihtiyacı olan en çokta Birikim dergisindeki arkadaşlarıdır;
Birikim dergisinde, Osmanlıcadan çevrilmeden yayınlanan yazıların "kalemşör"ü Tanıl Bora, Laçiner'in vereceği ahlâk ve zarafet derslerinin azılısı olabilir. Bora'nın, "ustalara saygı" köşesine layık "radikal" yazılarını Laçiner unutmuş görünüyor. Günlük gazetelerin "azizlerine" öykünen bir yazısında Bora, kendisinin yayına hazırladığı bir kitabı tanıtırken, tarihte İslam yayılmacılığını inceleyen kitapları ile tanınan Erdoğan Aydın'a hiçte ahlâklı olmayan bir üslâpta saldırmıştı. "Benim kitabım senin kitabından daha iyi tarafsız ve bilimsel" anlamına gelecek acar pazarlamacı ağzı ile yazılmış o azgın yazıda acaba zarafetin nesi vardı? Erdoğan Aydın'ın cevap yazısına Bora'nın "sürkontur"unun üslûbu da, Laçiner'in konu edilen yazısındaki "fazla değil iki üç laf edeceğim" dersinin iyi bellendiğinin göstergesi değil mi?
Günlük yayın çıkaramayınca "radikal" bir karar alıp burjuva basının günlük gazetelerine antrizm yapan Birikimciler, bunu hangi ahlâkla ve zarafetle açıklayacaklar acaba? Burjuva basında "sosyalist hayat birimleri" oluştururken, işten atılan gazetecilere, acaba Birikimciler olarak kendi aralarında yaşattıklarını ilan ettikleri, "sosyalizmin gereği olarak dayanışmayı" hayata geçirdiler mi? Bugün burjuva basında "sosyalist hayat birimleri" yaratanların, burjuva düzeni içinde sosyalist adalar yaratma arayışlarına girişeceklerine şaşırmamak gerekir. Yeni İkarya'lara yolculuklarında keşifleri sağlayacak beyaz bastonla dolaşmaları da o kadar şaşırtıcı değil. Girdikleri kapıdan gazeteci arkadaşlarının hatta yoldaşlarının atılmalarına sessiz kalanların "eşitlikçi" anlayışları da taktir gerektirmekte.
"Dürüst insan fikir nâmusu olan biri kendisini bağlamayacak bir şeyi kendi iddiasının kanıtı olarak sunmaz."(B.113sy.15) Katılmamamızın olanaksız olduğu bu görüşünü, Aksop'un Çetinkaya'dan alıntıladığı Birikim eleştirisini, "Çetinkaya'nın söyledikleri kendisini bağlar" olarak değerlendirmesine cevaben söylüyor. Laçiner kızıyor; "hem beni bağlamaz diyeceksin hem de bu alıntıyı yazına koyacaksın. Böyle bir ahlâk olamaz." Çok haklı, fakat kendiside aynı şekilde davranmıyor mu?
Laçiner bir sayfa önce ise yine Aksop'un Birikimciler "üstünlük peşindeler" eleştirisine şöyle cevap veriyor; "Bir Birikim (sürekli)* yazarının değil bir Birikim okurunun -derginin 100.sayısı vesilesiyle- duygularını anlattığı bir yazıda geçen alıntıladığınız bir cümlede." Sonuçta "bunu biz demedik okurun duygularıdır" diyor ve böyle bir düşüncelerinin olmadığını tekrar belirtiyor. Birikim dergisinin herhangibir yerinde "bu dergide yayınlanan yazılar yazarını bağlar, derginin görüşleri anlamına gelmez" ya da benzeri bir not göremedim. Birikim'de yayınlanan yazılar herhangi bir şerh ya da eleştiri ile yayınlanmadığında acaba bu yazılar kimi bağlar? "Dalya" demeniz şerefine özel sayı yapıyorsunuz, bir çok yazı yayınlıyorsunuz, fakat bu yazılar sizi bağlamıyor değil mi? Öyle ise Aksop'ta, 'yazarını bağlar' demekte haklıdır. Bu durumda Aksop'a yönelik olarak 'dürüst insan' hakkında söyledikleriniz, acaba sizin içinde geçerli değil mi sayın Laçiner?
113.sayıdaki özel dosya içinde Laclau ve Mouffe (L&M) ortak yazı/söyleşisinde söylenenler de sizi bağlamıyor öyle mi? Kusura bakmayın ama hiçbir uyarısız, eleştirisiz, şerhsiz yayınladığınız o yazı sizi bal gibi bağlar. "Bizim Marksizmi reddetiğimiz yalandır" diyorsunuz fakat reddicileri "yeni arayışçılar" kimliği ile "içeri" alıyorsunuz. Tam bir "biz demeyiz fakat diyenlerin sözlerini çevirip basarız" durumu. L&M ikilisi; "Bu aynı zamanda Marksizmle bir kopuştur. Çünkü örgütleyici ilkeleri, herşeyden önce, demokratik idealler olan eşitlik ve özgürlüktür. Bunlar halen modern kapitalist devletlerin egemen gruplarının retoriğinde mevcut ideallerdir.Öyleyse biz önceki toplumdan radikal bir kopuş gerektiği fikrini -devrim fikrini- bıraktık." (B-113 sy 34 vurgulur bize ait) ilânında bulunuyorlar ve sınıf mücadelesine bir öncelik ya da başatlık vermeyi reddederek "radikal demokrasi" olarak adlandırdıkları, tüm siyasi mücadelelerin -eşit önemde oldukları kabulünden yola çıkarak- birbiri ile eklemlenerek, dayanışma içinde olacakları "tarzı" öngörüyorlar. Bir arayış olduğuna şüphe yok, fakat arayıp da bulduklarının yeni olduğu kuşkulu.** Bu ikilinin ve Birikimcilerin "arayış"larının ve "varış"larının benzerliği üzerine birkaç noktaya ilerde tekrar döneceğiz.
Birikimcilerin yazıları ile Birikim'de çıkan çeviri yazıları aynı zihinsel dünyanın ürünleridir. Kuşkusuz bunda garipsenecek bir yan yok. Fakat bu yazıların Birikimcileri bağlamayacağını düşünmek için de bir neden yok. Birikimcilerin bu çevirileri bir zenginlik yaratmak için yaptıklarını da düşünmüyoruz. Zenginlik ancak karşıt görüşlerinde aktarılması ile sağlanabilir. Oysa Birikim her karşıt görüşü "muhafazakar/geleneksel" şablonu ile değerlendiriyor.
Laçiner'in, eleştirmenlerinden daha ahlâklı olduğunu düşünmüyorum ve kimsenin "ağzından köpükler saçtığı" görüşünde de değilim. Tartışma ortamında biraz sertlik ve katı uslûplar sanırım herkesin hoş görebileceği tutumlar olarak kabul edilebilir. Fakat öğretmenliğe soyunarak ukalâca dahi görüleyemeyecek seviyesizliklere başvurmak, argo ile küfür arasındaki sınırı gözetmemek kabul edilibilir değildir. Ayrıca bu tavırla Laçiner'in entellektüel ahlâk dersi veririken, -en azından kendi duruşu açısından- eleştirmenleri ile aynı seviyeye düştüğü çok açık değil mi?
Laçiner'in bu tutumu, görüşlerinin -bir hayli taraftarının olduğu- ÖDP içerisindeki etkinliği ve savunusu içindir. Fakat bu görüşler, Marx'ın bütün hayatı boyunca savaşım verdiği "en eski" cevapların, çok sonraları, sosyalizm ve Marksizm içinde çok dolambaçlı görünen bir rota izleyerek yeniden boy vermesiyle oluşmuştur.
Her derde devâ "sosyalist muhafazakârlık"
Laçiner "sosyalist muhafazakâr" olarak adlandırdığı kişilerden ve görüşlerinden kendini ayırarak bir çırpıda kendisi dışındaki tüm sosyalistleri bu kategoriye dahil ediveriyor. "Ortada hepsi de Marx'ın düşüncelerinden bir kısmını esas sayan bir dizi, Stalinist, Troçkist..."(B113 sy.8) Cevap hazır; Laçiner'in diline pelesenk ettiği, "bilmem kaç sayıdır çıkan Birikim'de bunları söyledik." "Vaktiyle daha 1977'de Birikim'in çıkardığı Stalinizm özel sayısında Stanilizmin ve yeminli düşmanı Troçkizmin aynı öncüllerden hareket edip, aynı zihniyet dünyasının ürünleri olduğunu zaten belirtmiştik." (B.113 sf.7) Stalinistler ile Troçkistler aynı kefede tartılınca, bunca yıldır bu akımların neden kavga ettikleri konusuda halledilmiş oluyor. İktidar. Birileri iktidarda idi diğerleri iktidar olamadılar, kıyamette bundan koptu. Troçkistlerde "malum sakız", iktidarsızlıkla eleştiriler ve Laçiner'de Aksop'a yönelttiği eleştirilerde de bundan başka birşey çiğnemiyor. Tabii Laçiner bunu iktidarsızlık olarak söylemiyor, biraz incelterek (zarafeti unutmadan); Troçkistler "üstünlük, önderlik hasretiyle yaşanmış bir tarihte maruz kaldığı eziklikleri, itilmeleri telâfi edecek bir üste çıkma arzusuyla yüklü bir gelene"ğin sahibidirler. (B.113 sy 14)
Troçkistler, -ki ÖDP de çeşit çeşit var- kendilerine yöneltilen eleştiriyi dilerlerse cevaplarlar, onların avukatlığını üstlenmek gibi bir derdimiz yok. Fakat Laçiner'in yaptığı tarzda bir eleştirinin de anlamlı olmadığını düşünüyoruz. Sadece birilerinin, zihinlerinin bir yerindeki düşüncelerine, önyargılarına bir gönderme, bir hatırlatma yapıyor Laçiner. "Bunlar Troçkisttir ey muhafazakâr sosyalistler, anlarsınız ya", mesaj tamam.
"Birikimciler, İslamcılarla sıkı fıkı. Birbirlerinin dergilerinde yazıyorlar. Laçiner İslami kanallara çıkıp, 'muhafazakâr sosyalistleri', Kemalistleri türban konusunda çifte standartlı olmakla eleştiriyor, fakat islamcı cemaatlerin ve medyasının Sivas katliamı dolayımıyla çifte standartını eleştirmeyi unutuveriyor", şeklinde bir eleştiri ne kadar anlamlıysa, Laçiner'in Troçkizm eleştirisi de o kadar anlamlıdır. Bu tür eleştiriler, şekle ait olması dolayısıyla sadece propagandif kalmakta, "şeklin" ardındaki öncülleri ve bilinci gizlediğinden, bu zihniyetin başka türlerde ve zamanlarda tekrarlanmasını kolaylaştırmaktadır. Marksist siyasi hareketin Laçiner'in yaptığı gibi kolaycı bir şekilde eleştirilmesinin, marksizmin düşünce dünyası ve pratiği için yararlı olmayacaktır. Troçkizmin etrafından dolaşılarak onun argümanları ve siyasi pratiği söz konusu edilmeden malum "sakız" ve salt çamur atma nevinden bir yaklaşımla eleştirilmesinin bir zenginlik yaratmayacağı ise yeterince açık değil mi? 1970 lerin siyasi ortamında, birilerine Troçkist demenin ihaneti işaret etmesi ve adeta idam kararı anlamına geldiği bir konjonktürde yapılan bir eleştirinin "yararlılığını ve sıhhatini" -kendi deneyimlerinden- Laçiner çok iyi biliyor olmalıdır. ?imdi bir "sipariş"te biz verelim; Birikim, yukarıda bahsedilen "türde" olmayan bir Troçkizm dosyası hazırlasında, tüm sosyalist hareket bundan yararlansın.
Amacımız Stalinistler ile Troçkistler arasında taraf tutmak ya da bu siyasi akımları, farklılıkları ya da benzerlikleri ile değerlendirmek değildir. Bir taraf tuttuğumuz ise aşikar; II.Enternasyonal geleneğinden kopan komünist hareketin ve işçi sınıfın gerçekleştirdiği Ekim devriminin kazanımlarının tarafını. Kopuşu gerçekleştiren Bolşevik hareketi ve modeli, işçi sınıfının icad ettiği fabrika komiteleri, sovyet/konsey türü örgütlenmeleri ve iktidar organlarını savunmanın ve sahiplenmenin din ve milliyetçilikteki gibi bir muhafazakârlıkla takdim edilmesini ve hatta gerici ilân edilmesini reddetmek gerektiğini savunuyoruz. Bazı kavramların -sovyet, devrim, öncü gibi- Stalinizm tarafından içinin boşaltılarak iğdiş edilmesi ve II.Enternasyonal geleneğinin zihnîyet dünyası içinde yorumlanarak kullanılması, bu kavramların, yöntem ve kurumların olumsuzlukla anılmasını ve bunların savunulmasını, muhafazakârlık olarak ilân edilmesini sağlamaz. Birikim'in, bu kavramların etrafından dolaşarak bunlar hakkında bir şey söylememesi ve kolaycı bir eleştiri yöntemi benimsemesinin nedeni, gerçekte ait olduğu geleneğin Stalinizimin bir versiyonu olması ve bu geleneği eleştirirken sahip olduğu öncüllerin de, aslında aynı kaynaktan beslenmesidir.
Sınıftan, 'halk'a; 'özne'den, nesneye.
Geçmişten günümüze kadar gelen bir gelenek içinde, Halk Cepheleri taktiği üzerinden hareketle Avrupa komünizmi, Althuser, Poulantzas, Laclau çizgisi aracılığıyla ve onların öncüllerine dayanılarak kurgulanmış kuramlar silsilesi oluşturulmuştur. Çeşitli tezahhürleriyle bu kuramlar, sınıfın terk edilmesi olmasa dahi -bazıları bunu açıkça söylüyorlar, LM ikilisi gibi- sınıfın yeniden tanımlanması, sınıf mücadelesinin başat rolünün sorgulanması hatta reddedilmesi, sosyalizmin diğer toplumsal muhalefet biçimleri ile eklemlenerek yeniden tanımlanmasına ve ilişiklendirilmesine dayanan bir mücadele perspektifi önermektedir.
İkinci Dünya Savaşı ve sonrasında işçi sınıfının bağımsız örgütlenmesi, Halk Cephesi taktikleriyle ikame edilmiş, işçi sınıfının ve sosyalist hareketin, diğer toplumsal muhalefet odakları ile örgütsel ve pratik kaynaşmanın yolu açılmıştı. Birlikte eylem fikrinin ters yüz edilerek, sınıfın tarihsel çıkarları, cephe içindeki diğer bileşenleri ürkütmemek adına geri plana itilmiş, ortak düşman faşizme karşı en geniş ittifakı sağlamak için asgari hedeflerde uzlaşmak, devrimciliğin mihenk taşı olmuştur. Türkiye sosyalist söyleminde bu anlayışın izleri, devrimciliği kimseye bırakmayan akımların "sosyalist, devrimci, ilerici, yurtsever, demokrat" vs. ile başlayan bildirilerinde sıklıkla rastlanılır.
Halk kavramına geçiş ve bunu teoriliştirmek sonraları bir takım daha devrimci kabul edilen yöntemlerin, -'gerillacılık' gibi- oluşmasına yol açmıştır. Fakat bu konuduki asıl beslenmenin kaynağı -eleştirel bir kopma olarak ilan edilse dahi- Avrupa Komünizminin proleterya diktatörlüğünü reddetmesidir. Halk cephesiyle ancak halk devrimi yapılabilecekse, cephenin içinde olan ulusal burjuvazi, köylülük, aydınlar gibi işçi sınıfından ve devrimciliğinden -proleterya diktatörlüğü hedefinden- ürken bileşenleri korkutmamak için proleterya diktatörlüğü perspektifinden vazgeçilmiştir. Bu teori ve pratikteki en önemli dönüş noktası olmuştur. Daha sonraları verilecek tüm "eski cevaplar" bu dönüş noktası üzerine inşa edilmiştir.
"Halk Cephesi" taktikleri ile başlayan, sınıftan sosyolojik "halk" kavramına geçişin devamı Avrupa Komünizminin, "barış içinde birlikte yaşama" politikası ile geldi. SSCB devletinin bürokratik, ulusal çıkarlarını işçi sınıfının genel çıkarlarının yerine ikame edilmesi geleneğinin zihinsel ürünü olan bu anlayış, Çin Devrimi ve sonrasındaki "Kültür Devrimi"nin Avrupa'daki okunuşu ile birleşince, sınıftan başka toplumsal kategorilere geçiş de kolaylaştı. Devrimin öznesi olarak işçi sınıfı yerine, Çin'de "kanıtlandığı" gibi "halk"ın tanımlanması, teorik düzeyde, politika ve ideolojinin öneminin ve "belirleyiciliğinin" vurgulanmasını sağladı. Çünkü devrimi yapan hep teoride söylendiği ve şimdiye kadar pratikte olduğu gibi işçi sınıfı "değildi". Esas olarak köylüler, aydınlar ve bir çok şehri ÇKP liderliğindeki kızıl orduya savaşmadan teslim eden ulusal burjuvaziyiyle beraberKomüntang generallerini de kapsayan halktı. Zaten olanın adı da Çin Halk Devrimi olarak tescillenmişti. O halde sosyalizm için, devrim için işçi sınıfı olmazsa olmaz şart değildi. İşçi sınıfının önderlik edeceği bir devrim beklentisi teoriliştirilemezdi. Sosyalizme insanlar ideolojik olorak etkilenip kazanılabilirdi. Aslında işçi sınıfına, sosyalizm için, ait olduğu nesnel koşullar (üretim sürecindeki yeri) herhangi bir nitelik ve önderlik kazandırmıyordu. Sosyalizmin ideallerinden ve önermelerinden halkın politik ve ideolojik olarak etkilenmesi, onları sosyalizm için savaşmaya hazır hale getiriyordu. Teoride, özgül olarak, üretim ilişkilerinin ve sınıfın maddi koşullarının sosyalist kuruluşun ve devrim olanaklarının belirlenmesindeki öncelikli konumu terk edildi. Siyasal eylemin ve ideolojinin, sınıftan ve maddi koşullardan özerk olarak kavranması, sosyalizme, siyasal ve kültürel mücadeleyle ulaşılacağı anlayışına kaynaklık etti.
1968 de Avrupa ve çeşitli versiyonlarıyla dünyadaki öğrenci hareketlerinin, "alternatif" toplumsal mücadele alanlarının ve yöntemlerinin ortaya çıkması, teorik sonuçlarla paralellik taşır. Bugün hala 68, öğrenci hareketi ve yeni toplumsal mücadeleler (feminist ve ekolojist) olarak hatırlanır. Oysa aynı zamanda gerçekleşen işçi hareketlerinin varlığı konu edilmez ve bugünkü kuşak, mücadelenin bu yanının varlığından habersizdir. Örneğin -o dönem Fransa'da yaşanan işçi hareketleri bir yana- Türkiye sosyalist takviminde, 15-16 haziran işçi mücadelesinin daima zamanın öğrenci hareketlerinin gölgesinde kalmasının nedeni de bu hafıza kaybının ve bilinç şeklinin tezahürüdür. 68 in otuzuncu yılında anma toplantıları, Denizlerin, Mahirlerin yad edilmesi medyatik "aracılarla" popülerize edilmeye çalışılmış fakat kimse 15-16 Haziranı aynı "motivasyonla" ele almamıştır.
Üretim ilişkileri ve sınıfın maddi koşullarının, teoride yerini politika ve ideolojiye -en azından başatlık anlamında- bırakmasında -son kertede şerhine rağmen- Althusser yolu açtı. Kendisine ait olan öncülleri, Fransız Komünist Partisi ve SSCB'nin üstü kapalı eleştirilmesi sırasında oluşturdu. Fakat beslendiği kaynaklarda Stalinizme aitti.
Halk cephesi taktiklerinden, gerilla mücadelesine -halk cephelerinin önemli bir milis/gerilla savaşı yanı vardı- oradan da Kültür Devrimi açılımıyla, köylülerin, küçük burjuvazinin, öğrencilerin, feministlerin ve çevrecilerin "devrimci" potansiyelini "keşfetmek" ve bunların mücadele ve örgütlenme şekillerini esas almak, teorik beslemesini, sonuçta, bütün bu bileşenleri toplumsal mücadelede sınıf mücadelesi ile eşdeğer olarak görmeye kadar vardırdı. Politika ve ideoloji, nesnel zemini olmayan muhalefet odaklarınında, devrimci olmasını sağlayan etkenler olarak sınıf mücadelesinin gölgesinden kurtarıldı. Bu hareketleri bir eşdeğer olarak önemsememek, gerçeklere gözleri kapamak, değişen dünyayı ve işçi sınıfını anlamamak ve nihayetinde gericiliğin sınırında duran bir muhafazakârlık olarak görüldü.
Oysa gerçekte, birileri işçi sınıfının mücadele örgütlerine ve yöntemlerine sırtını dönmüştü. Halk cephesi taktikleri uygulanırken İspanya, İtalya, Yunanistan ve Fransa'da proleter devrimler, SSCB'nin bürokratik ve "ulusal" çıkarlarına kurban edildi. Uluslararası işçi dayanışmasının, genel grevin yerini, kahramanca fakat çaresiz Uluslararası Tugaylar deneyimi aldı. Oysa şimdi sınıfı ikame etmenin bu en kahramanca örneğinin bilinci dahi sadece Frank Cappa'nın fotoğraflarında kalmıştır. Böylesi bir cüretin örgütsel taşıyıcısı ve savunucusu olarak -anarşistler ve komünistler dahil- kimse kalmamıştır. Yaşadığı ülkedeki işçi sınıfını, uluslararası mücadele için örgütlemeyi bırakıp İspanya'da savaşmaya gitmek, İspanya işçi sınıfını ikame etmenin uluslararası örneği olarak hatırlanacağına, kahramanlık filmlerine malzeme olarak kullanıldı.
Zaten "halk cephesi" politikaları ile işlevsiz bırakılmış olan Enternasyonalin kapısına kilit vurmak, ulusal mücadele geleneğinin yerleşmesinin ve esas kabul edilmesinin tescilini sağladı. Ulusal zeminde işçi sınıfının devrimciliğinden vazgeçilerek yurtsever, demokrat, ilerici unsurların gücüne eşitlik/eşdeğerlilik tanındı. Proleter devrim, burjuva demokratik devrim, ulusal kurtuluş savaşı, halk devrimi gibi hayali aşamaların sonrasına ertelendi. Bunda, küçük burjuvazinin ve köylülüğün potansiyel devrimciliğinin yanında, yeni toplumsal muhalefet odaklarının gücünün de hesaba dahil edilmesi rol oynadı.
Teori de, bu hesabın gözetilmesine yönelik olarak küçük değişikliklerle yeniden biçimlendirildi. Poulantzas ve diğerleri, işçi sınıfının halk ittifakı politikalarını, diğer sınıflara taviz olarak düşünülecek politikalar olarak değil, bunun ötesinde, diğer sınıfların çıkarlarının temsil edilmesi gerekliliğinin sonucu olarak görüyordu. Doğal olarak bu, sınıfın bağımsız örgütlenmesi değil sınıfın en azından önderlik edebileceği "halk ittifakı/cephesi" anlamına geliyordu. Ardından bu teorik öncüller ve miras bir çok "yorumlayıcılar" tarafında geliştirildi ve çeşitlendi. Marksizm dışından "filozofların" da kuramsal çalışmaları sahiplenildi. Sınıftan, sınıf mücadelesinden uzaklaşan ideolojik mücadele eksenli kuramsal çalışmalar, Laclau'nun "radikal demokrasi"si gibi "yeni sosyalizm" icadlarına vardı.
Yeni toplumsal muhalafet odaklarını hesaba katarak mücadelede eski yöntemleri terk etmek, eski yöntemlerin zaafından değil, sosyalistlerin kendi kafalarında oluşturdukları "arayışları", pratiğin zorunlu biçimi olarak algılamalarında kaynaklanıyordu. İşçi sınıfının uluslararası mücadele yöntemleri ve silahları -örneğin 6 saatlik işgünü ya da çalışan sayısına ve cinsiyetine bakılmaksızın tüm işyerlerinde kreş açılması için- denendi ve başarısızlığa uğradı da bunlardan vazgeçildi ya da "esas oğlan" rolü işçi sınıfının elinden alındı? Bu tür mücadele yöntemlerine ve başarılarına imza atılmadı. Hatta bu tür taleplerin gündeme dahi alınması olanaklı olmadı. Nasıl olabilirdi ki? Bunların ilk önce "reel sosyalizmlerde uygulanması beklenirdi. En azından ilk oralarda uygulanması için çağrı yapılması, mücadele edilmesi gerekirdi. Oysa tam da bu düşünce, bürokratik iktidarların işine gelmezdi, ayrıca onlara karşı bir cephe açılmasına yol açardı. "Reel Sosyalizm"lerin ulusal çıkarlarına sadık kalmamak hatta saldırmak anlamına gelirdi.
"Reel sosyalizm"leri değiştirmek için dahi uluslararası tarihsel deneyimlere sahip olmak, nesnel konumlardan hareket etmek gerekirdi. Oysa bunun yerine kafaların içindeki ideal tasarımlara yönelmek, filozofca çıkarımlarda bulunmak daha kolay en azından etliye sütlüye dokunmamaktı. (Althusser'in hayatı iyi bir örnektir.) Yorumlamayı reddetmek genç Marx'a ait bir gençlik heyecanı oluverdi. Oysa ideolojinin karşısına başka bir ideolojiyle çıkmak yerine komünist faaliyette bulunmayı tercih eden gencinden yaşlısına Marx'ın tutumunda ısrarcı olmak gerekir. Dünya, hiçbir zaman filozofların düşünce dünyalarına sığmadı, işte bu yüzden önemli olan değiştirmek için eleştirel pratik faaliyettir, yorumlamak değil.
Gelişimini kabaca çizmeye çalıştığımız zihinsel tasarımların ürünü olarak yeni sosyalizmde Birikim nerede duruyor? Genel olarak Birikim'in içeriğine baktığımızda, sürekli olarak marksizmin ekonomoik yorumundan uzak olduğunu ve uzak durulması gerektiğini savunan, seçkinci/öncü örgütlenmesine ve bunun yaşanmış deneyimlerine eleştirel yaklaşıp, sadece öncülük kısmını reddeden, marksizmi bir etik ve kültürel kurama indirgeyip yola çıkan bir anlayışla karşılaşıyoruz. Sınıfın yegâne devrimci/maddi güç olması ve bu gücün üretim ilişkilerinden geldiği anlayışını reddeden ya da bu anlayışı politik tasavvurlarında esas kabul etmeyen, aksine, politika ve ideolojiye önem vererek gelişen, Althuser sonrası "marksizmin" yeni tezâhhürlerini sahiplenen-LM örneğinde gördüğümüz gibi bunun savunuculuğunu yapan- bir duruşu var Birikim'in.
Elveda "kol emeği"
İşçi sınıfının, II.Sanayi Devrimi* akabinde nesnel bir değişim geçirdiği fikrinden hareketle, sınıfın yeni potansiyelleri ışığında sosyalizmin, "(...) insanlığın ortak çabasıyla oluşan bu -sınırsızlığın kapılarını açmış- miras ve birikimi doğrudan kullanmayı tüm insanlar için temel, varoluşsal bir hak olarak savunan ve bu hakkı fiilen edinme girişimlerinin alanı olan bir hareket olarak ortaya çıkabi(leceğini) öne atılabil"eceğini belirtiyor Laçiner.**
Ardından perhizi bozuyor; bu potansiyel ise "Üretim ve üretkenlik için artık gerekli olmaktan çıkmakta olan niteliksiz kol emeğini içeren bir sentezi değil, hemen tümüyle zihnî emek-faaliyet türlerinin sayısız kombinezonlarıyla, birleştirme biçim ve türleriyle oluşacak sentez(le) gerçekleşebil"ecek olan zihnî emek türleridir. (B.79 sy 21)
Kol emeğini dışlayan bir sentezi, Avustralya'da işten çıkarmalara direnen liman işçilerine ve bu işçileri desteklemek amacıyla, Avustralya'dan gelen gemileri boşaltmayı reddeden Japon liman işçilerine anlatırken, Laçiner'i hayal edebiliyor musunuz? Tofaş, Otosan, Uzel işçilerine, "haberiniz yok mu, II. Sanayi Devrimi oldu. Artık sizin başat devrimci potansiyelinizi bırakın, toplumsal muhalefet bileşenlerine bile dahil edilmeniz, bir sentezin içinde yer almanız mümkün değil. Edeleli beyler, ne zamandır arayış içindeyim, nihayet bir şeyler buldum, size zihnî emek içeren sentez fantezimi anlatayım" derken düşünebiliyor musunuz?
II.Sanayi Devriminin, üretim sürecinde sağladığı yeni olanaklar, Laçiner'in analizlerinde önemli bir yer tutmaktadır; "(...)20.yüzyılın son çeyreğinden itibaren içine girdiğimiz II. Sanayi Devrimi çağının potansiyel imkânları(...) (B79, sf.10), "(...) II.SD'nin sunduğu potansiyel imkânların yorumunun 'yol gösterici' olması şarttır." (B-79, sf.10) Neden bu kadar önemli? Kol emeğini temsil eden "alttakiler"in önemi kalmamıştır. Çünkü "(...) emek kavramının, 'alttaki'lerin toplumsal-insani varoluşunu belirleyen işlevi ifade eden bu kategorilerin sabit bir içeriği(...)"(B-79 Sf.10) yoktur. Yeni bir sol/sosyalizm anlayışı oluştururken, emeğin yeni konumu esas alınmalıdır. "Bu bakımdan sol/sosyalizm yeni baştan tanımlanırken 'alttaki'lerin halen temsil ettikleri emek türünün ve bunun II.SD'nin dinamikleri karşısındaki durumunun analizi, bundan çıkarılacak sonuçlar merkezi önem taşıyacaktır." (B-79 sf.11) Yani, ütopik sosyalistlerin, emeğin, kafa ve kol olarak bölünmesinden önceki konumuna öykünerek oluştudukları projelerden vazgeçildiği gibi, "muhafazakâr" sosyalistlerin kol emeğinin -yanlış olarak- salt "yıkıcılığına/deviriciliğine" yaslanan devrimciliğinden de -her ne kadar bunlar emeğin bir zamanlardaki konumundan yola çıkılarak oluşturulmuşlarsa da- vazgeçilmelidir.
Teorik olarak, kol emekçilerinin kurabileceği üretim düzeni "kol emekçiliğinin zihnî emekten giderek uzaklaştırılmış işlevi veri alındığında, ... statik, gelişmeden, geliştirici öğeden yoksun kalacaktır."(B.79 sf ) Her iki sanayi devrimi arasında "alttaki"lerin "üretici olarak üstlendikleri işlevin 'kurtuluş' için veri -değişmez- alınması tümüyle imkânsız hale gelmiştir." Zihnî emeğin, kol emeğinden ayrışması sonucunda "zihnî emek giderek yaratıcı vasfının daha belirleyici olduğu bir içerik yönünde" evrilmiştir. Üstelik "(...) II.SD, herşeyden önce zihnî emeğin ve onun "yaratıcı türü"nün göz alıcı yükselişi, emeğin tam anlamıyla belirleyicisi hale gelmesidir. Bu süreç kol emeğinin giderek gereksiz hale gelişini gösteren gelişmelerle de eşanlı, içiçe bir olgudur." Dolayısıyla sosyalizmin yeniden tanımlanmasında, üretilecek tasarımlarda, politikalarda bu olgu özellikle dikkate alınmalıdır.
Pratiğin kendiside bu tesbite uygun olmalıdır. "(...) pratik, özellikle sosyalistler için(...) gerçeklikte gizil bir imkânın, bir ihtimalin önce zihnen kavranması, uygulanabilir bir fikir haline getirilmesi sonra da mevcut gerçeklikte yer almayan bir gerçek, bir durum yaratmak üzere eyleme dönüştürülmesi demektir." (B-113, sy 17) Evden işe giderken pratikte gizil bir imkân olan otostopta kullanılabilir, gerçek bir imkân olan otobüste. Başka yöntemleri de deneyebilirsiniz, mesela uçmak gibi. Tasarımların kaynağını gerçeklikten alması gibi sonuçtan hareketle, tüm tasarımları sınayacağımız ya da beyin fırtınaları ile yeni tasarımlar peşinde olacağımız fikrine varmamız, gerçekleşmiş tasarımlardan vazgeçmemize neden yol açsın? Zaten 'gizil imkân'lar türlü biçimlerde bize yutturulmaya çalışılmıyor mu? Kapitalizmin en canlı sektör olarak bellediği otomobil üretiminin yol açtığı trafik sıkışıklığı yüzünden evde çalışmanın, toplumsal dokudan uzaklaşıp yabancılaşmayı azdırıcı anlamını unutarak neden nefis bir çözüm olarak görelim ya da yeni yolların yapılmasını trafik sorununu çözecek gizil bir imkân olarak kabul edelim?
Arnavutluk'ta, Endonezya'da, Malezya'da olduğu gibi insanların sonuçta başvurduğu dönüştürme ve değiştirme eylemi olarak ayaklanmanın varlığı yeterince sınanmış ve rüştünü ispat etmiş değil mi? Hayat birimleri yaratmadan önce yaşamlarının tarzına itiraz etmek insanların ilk yaptıkları olagelmiş. Bundan sonrası, komün ve sovyet oluşturmak için herhangi tasarıma da ihtiyaç duyulduğunu da hiç gözlemlemedik. Mücadele edenler hayat birimlerini de kendileri bulup gerçekleştiriyor. İhtiyaç duyulan, komün, sovyet tipi sınıfa ait örgütlenmeler oluşana dek sosyalist vahaların yaratılması değildir. İşçi sınıfının tarihsel deneyimlerin bilinci ve hafızası olan, bugünkü hareketin içinde, hareketin geleceğini temsil edenlerin örgütlenmesidir.
"Bizim önerdiğimiz "model"de ise sözkonusu insan potansiyeli, hayatın mümkün her alanında, her "parça"sında sosyalizmin gereklerine uygun, onu ilişki eylem ve tarz olarak somutlaştırmaya ve geliştirmeye dönük örgütlenmeler, yani kurulu olana alternatif olabilecek sosyalist hayat "birimleri" oluşturmaya seferber edilmelidir". (B-113, sy11) Bu paragrafın altındaki dipnotta ise "sosyalizmin bugünden hayata geçirilmesi perspektifi(...)"den söz ediliyor.
Parti ise oluşacak bu "hayat birimlerinin" "koordinasyonun, ortak sorun ve ihtiyaçlarının platformu işleviyle genel siyasetinin yürütüldüğü bir kurumda olabilir." ?imdi "yeni arayışlar" olarak sunulan perspektifin yeniliği nerede kaldı? Bir ihtimaller silsilesi -çünkü gizil imkânları önce fikir haline getireceğiz sonra da eylem- olan "yeni arayışlar"ın hiçte yeni olmadığını görebiliyoruz. Laçiner; "(...)II.Enternasyonalden beri egemen kılınan sosyalizm anlayışı, mücadele ve inşaa perspektifini oluşturan düşünceler ve düşünce biçimi ve zihniyet"i reddettiğini söylüyordu fakat II.Enternasyonalin pratiğini ısıtıp tekrar önümüze koymuyor mu? Hem de Stalinizmin, bunu söyleminde gizleyerek yapmasından daha net ve açık bir şekilde.
II. Enternasyonalin Alman Sosyal Demokratları, milyonları bulan üye sayıları ve yine milyonlarca işçiyi örgütlemiş olan sendikaları, yardım kuruluşları ve sandıkları, kültürel ve sanatsal kuruluşları, çocuk yuvalarıyla v.b. bir çok sosyalist "hayat birimleri" yaratmışlardı. Türkiye sosyalist hareketi de "eskiden" halkevleri, dernekler v.b. hatta mahalleler yaratmadılar mı? Sonuçta insanların bilincinde "sosyal ve kültürel faaliyetlerin kendileri dışında birilerinin işi olduğu" fikrini perçinleyecek, sosyalistlerin "gitmesinden" sonra bu işleri üstlenen "devlet baba"yı ve imgesini güçlendirecek faaliyetleri örgütlemediler mi? İslamcı hareketin cemaat yapısına yaslanan ve bir çok şekilde onu aşan "islamcı hayat" birimlerine mi öyküneceğiz? Laçiner, bu örneklerin -en azından- bir kısmını "ekonomist" olarak yorumlayacaktır. Yeni Gündem gazetesi ekonomist bir deneyim değil miydi ve ekonominin duvarına çarpıp batmadı mı? Yine aynı tarihlerde -1980'lerin başında- Avrupa'nın bir çok yerinde olduğu gibi İngiltere'de de, İşçi Partisi'nde sol/feminist kanat "yaşam tarzı" politikalarıyla, Marks'taki, "insanlığın kurtuluşu" kavramını, deney yapacak, boş zamana ve paraya sahip küçük grupların "özgür" yaşam tarzlarının peşinde koşmaları anlamına gelecek şekilde daraltmadılar mı?
Gerçekte, kapitalizm karşında, fakat onun koşulları altında alternatif "hayat birimleri" oluşturma arzusu günümüzün yeniliği değildir. Sanıldığının aksine bu tür fantaziler II.Enternasyonalle de başlamamıştır;
"Tarihi eylem yerini onların kendi icat ettikleri eyleme; kurtuluşun tarihi olarak yaratılan koşullar yerini onların kafalarında yarattıkları kurtuluş koşullarına; proleteryanın adım adım, kendiliğinden sınıf örgütlenmesi de yerini bu mucitlerin kendi kafalarından bulup çıkardıkları bir toplum örgütlenmesine bırakılmalıydı. Onlara bakılırsa, geleceğin tarihini belirleyecek olan, kendi kafalarındaki toplum tasarılarının propagandası ve hayata geçirilmesiydi.(...) Modern sınıf mücadelesi ne kadar gelişir ve ne kadar kesin biçimler alırsa, mücadeleden uzak duran bu düşşel tutum ve mücadeleye yöneltilen bu düşsel saldırılar da bütün pratik değerini ve bütün teorik dayanağını o ölçüde yitirir.(...) Hala toplumsal ütopyalarını deneylerle gerçekleştirmeyi, birbiriyle hiç bir bağlantısı olmayan phalanstereler oluşturmayı, kurmayı, bir yaratmayı -cennetin risaleleridir bunlar- düşlerler. Üstelik, bütün bu düşleri gerçek kılabilmek için burjuvaların merhametine sığınmak, burjuvalara avuç açmak zorunda kalırlar.(...)" (Komünist Manifesto, Aydınlık yay.1979 sf. 90-93)
Zihnî emeğin "serüveni"?
Yukarıda, Laçiner'in sunduğu potansiyelinin esası olarak, zihnî emek içeren sentezler fikrini öğrendik. Fakat II. Sanayi devrimi olmasaydı, ya da birkaç onyıl önce Birikim adında bir dergi yayınlasaydı ne diyecekti Laçiner; O zaman "Alttakilerin asıl bu noktada ihtiyaçları olan devrim, sosyalizm mücadelesinin kararlı bir reddetme bilinciyle mücadelesini, arayışını sürdürebilir miydi? Bu sorunun cevabını veremeyiz ve halen önümüzde duran tehdidi ve sorunu aşmak için o cevabı bulmamızda gerekmez." (B.79 sy.21) Cevap yok. O halde Marx'ın zamanında sosyalizm aslında bir imkânsızlıktı. Çünkü Marx, işçi sınıfının üretimdeki konumundan dolayı, nesnellikle bağlantı kurmaya çalışarak devrimci potansiyeller ararken beyhude uğraşıyordu. Hayatı boyunca eleştirdiği ütopyacılar; Genç Hegelciler, Fauerbach, Proudhon, Malthus, Küçük burjuva sosyalizmi, burjuva sosyalizmi hepsi bir parça haklıydılar, işçi sınıfının devrimciliği sonuçta nesnel olarak 'hikaye'ydi. Marx, onların hikayesini boşuna anlattı.
Zihnî ve kol emeği arasında ilk sanayi devrimi sırasında yaşanan işbölümüne ve sonuçlarına işaret eden Laçiner, kol emeğinin artık üretimde dahi rol almayacağı saptamasından sonra "alttaki"lerin, "insan olmanın ikincil ve çevresel özellilerinden de mahrum bırakılacağı" evreye doğru gidildiğini belirtmekte. Artık geçmişe ait cevaplar üzerinde durmamızın gereği yok, önümüzdeki tehdide cevap aramak gerekmekte ve bu cevapta, kol emeğinin yeri yok. Fakat Laçiner'in büyük rol tanıdığı zihnî emeğin çözümlemesindeki serüvenine ne oldu? Kol emeği kafa emeğinden ayrışarak berbat bir konuma düşerken, zihnî emeğe ne oldu? Zihnî emek, potansiyeline güveneceğimiz bir yerde mi duruyor?
Bu emek türü, üretimin ve üretim sürecin bilgisine sahip olan, yani kol emeğinin, kendisinden ayrıştırılarak uzaklaştırılan kısmı, yani tam"zıddı" olarak kabul ediliyor ve "İkinci Sanayi Devrimi, her şeyden önce zihnî emeğin ve onun 'yaratıcı türü'nün göz alıcı yükselişi, emeğin tam anlamıyla belirleyicisi haline gelmesi demektir" deniyor.
"(...) kendisine yönelen insan potansiyelini -silahlı ya da barışçıl-iktidar mücadelesi vermek için bir örgütlenme-parti-(...)" anlayışını reddedip, zihnî emek-faaliyet türlerinin sayısız kombinezonunu oluşturacak zihnî faaliyet sahiplerinin oluşturacağı sentezler -bir devrim öngörülmüyor- insanlığın kurtuluşunu sağlayacaktır. "İşin" içine zihnî emekçileri soktuğumuzda, "muhafazakâr sosyalistlerin" Blanquist eğilimlerine karşı Birikimcilerce marksizm içinden bir eleştiri/karşı sav olarak sık sık hatırlatılan, "işçi sınıfının kurtuluşu kendi eseri olacaktır" önermesinede sadakatta sağlanmış oluyor.
Fakat kafa emeğinin, Laçiner'in belirttiği I. ve II.Sanayi Devrimleri arasındaki serüveni hala analizin içinde yer almaz. Kafa emeğine kurtuluşun yolunu açacak kadar güvenilebilir mi? Salt kafa emeğine dönüştürücü/değiştirici bir kaabiliyet yüklemek seçkinci bir anlayış, tam da Lenin'in öncü partinin gerekçelerini sağladığı aynı öncüllerde buluşmak olmuyor mu?
Baş rol; ideolojiye
Bu soruların cevaplarını vermeden kafa emeğinin teorideki konumuna biraz açıklık getirmek gerekli. 1970'lerde Avrupa komünizmi, burjuvazinin tekelci bölüğünün devlete doğrudan egemen olduğunu, tekelci bölük ile devletin kaynaşmasının, toplumdaki -burjuvazinin geri kalanı ile beraber- tüm sınıflar karşısında başat çelişkiyi, karşıtlığı oluşturduğu tesbitinde bulunmuştu. Bu kaynaşmaya karşı -halk cephesi"den devşirilmiş- "halk ittifakı" taktiklerini savunuyordu. Sınıflar karşısında, yansız ve ekonomik gelişmenin teknik gereklerini yerine getiren bir araç olarak gördüğü devletin, halk çıkarına uygun bir organizasyon haline getirilebileceğini düşünüyordu. İttifak içinde, burjuvazinin tekelci olmayan bölüğünün, küçük burjuvazinin, köylülüğün yanı sıra, varlığı artık yadsınamaz hale gelmiş zihnî emek sahibi "beyaz yakalılar"da bulunuyordu. Beyaz yakalılar, sınıf olarak değil bir ara katman olarak kabul ediliyordu. Toplum içinde artan önemleri sayılarının yanında, hizmet sektörü çalışanlarının (öğretmenler, hemşireler, memurlar, şöförler, temizlik ve güvenlik elemanları v.b.) ve sürekli ücret değilde parça başına özel iş yapanlarında (grafikerler, desinatörler, fotoğrafçılar, danışmanlar v.b.) bu "ara katman"a dahil edilmesiyle işçi sınıfının diğerleri karşısında oranın ve niceliğinin düşüklüğü "ittifak" ihtiyacının vazgeçilmezliğinin ve gerekliliğinin kanıtı olarak sunuldu. Proleterya, bir takım istatistiksel marifetler ile en azından metropol kapitalizmlerde hatırı sayılır bir çoğunluktan, bir zorunluluk olarak gündeminin başına sınıfsal ittifaklar koymak zorunda olan bir avuç kitleye indirgendi.
Poulantzas ve Laclau, beyaz yakalıların sınıfsal konumlarıyla ilgili tartışmalarda yer alırlar. Beyaz yakalılar, Poulantzas tarafından "yeni küçük burjuvazi" olarak tanımlanır. Sömürülüyor olmaları bakımından burjuvaziden, ideolojik olarak da (özellikle kafa ve kol emeği ayrımına dayanaılarak) işçi sınıfından farklıdırlar. Bu yeni sınıf, her ne kadar sınırları belirlenmemiş ve bir çok bölüğe sahip olmasına rağmen, teknik ve ampirist yaklaşımlardan farklı olarak, esasta, ideolojik bir bölünme dolayısıyla işçi sınıfına dahil edilemezler. Üretim sürecinin teknik gereklerine değilde, kapitalist karekterine dayanan mevcut üretim şeklinin sonucu olan kafa ve kol emeğinin ayrışması, Poulatzas tarafından hiç bir nesnel gerekçe gösterilmeksizin farklı sınıfların emek şekilleri olarak değerlendirilir. Burjuvaziyi halk güçlerinden ayıran sınıfsal duvarları var olduğu tesbitinden hareketle, devletin aslında sadece tekelci kapitalizmin bir aygıtı olmadığını aksine devlette cisimleşmiş birkaç sınıftan/sınıf bölüğünden oluşan "iktidar bloğunun" mevcut olduğunu söyler. Dolayısıyla bir "halk ittifakı" da devlette kendini temsil edebilir ve "ileri demokrasinin" dönüştürülmesi ile sosyalizme geçilebilir.
Laclau ise beyaz yakalıları, işçi sınıfına, nesnel olarak dahil ederken onların konumunun belirlenmesinde bunun ikincil olduğunu, belirleyici olanın siyasal ve ideolojik ilişkiler olduğunu belirtir. Sınıfsal çelişkilerin ve mücadelelerin belirlediği ideolojilerle, özerk ya da nötr olarak değerlendirdiği "halk" ya da "halkçı demokratik" mücadelerin yarattığı ideolojiler arasında ayrım yapar. Sınıfsal bakımdan bu nötr ideolojiler, asıl mücadelenin yaşandığı ideolojik sınıf mücadelesi alanlarıdır. "Fikir jimnastiği" ve "özerk entellektüel beceriler" türünden faaliyetlerle sınıf mücadelesinin verilebileceği gibi bir sonuç çıkıyor ortaya. Zihnî emeğin, bu becerilerin sahibi olacağını söylemeye gerek var mı?
Poulantzas ve Laclau'nun Avrupa komünizminin solunda yer alıyor görünmelerine -ve eleştirilerine- rağmen gerçekte, "halk ittifâkı"na dair kuramsal ve pratik çabanın sağlamlaştırılmasına ve restorasyonuna ait bir konumlanışları vardır. Zihnî emeğin temsilcileri beyaz yakalıları, Avrupa komünizmi -özellikle de Fransız Komünist Partisi- nin, ara katmanlar kuramında, Poulantzas'ın yeni küçük burjuvazi kuramında, Laclau'nun sınıfsal çelişkileri ideolojik bölünmelerle safdışı eden görüşünün içinde değerlendirmesi, tüm bunlar sonuçta aile içi tartışmalardır. "Halk ittifakı" stratejisini yerli yerine oturtacak ve ona "güç" verecek bir sınıf kuramının nasıl olması geretiğine dair bir tartışmadır.
Beyaz yakalıların işçi sınıfından olup olmamaları marksizm içinde sürekli tartışma konusu olmuştur ve bu sınıfın devrimci dinamiği tartışılmıştır. Bu konunun layıkıyla değerlendirilmesine girmeyeceğim. Sadece konunun, Birikimin öncüllerini devraldığı geleneğe ait olan çözümlemelerin kısa bir aktarımıyla yetindik.
Laçiner'in çözümlemesinde zihnî emek -herhalde cismâni olarak "beyaz yakalılar/yeni orta sınıf" ve Birikimcilerden başkası değildir- insanlığın kurtuluşunda "esas oğlan" rolünü oynayacaktır. ınsanların salt ideolojik ve politik etkilerle devrimci olabileceklerine, kendi bireysel çıkarlarını, işçi sınıfının eylemi ile kurulabilecek yeni bir dünyada tatmin edebileceğine inanabilecekleri, yani işçi sınıfı "davasına" katılabilecekleri konusunda bir sorunumuz yok. Lenin'in aydınların da yer aldığı parti modeli, bu öncülü onaylar. Sorun, işçi sınıfının nesnel var oluşunun ve üretim ilişkileri içindeki konumun devrimciliğine yetip yetmeyeceği ve salt ideolojik etkinin insanların tümünü kapsayacak bir kapasiteye, diğer ideolojik etkilerin varlığında ulaşıp uluşamayacağı noktasındadır.
İşçi sınıfının böyle bir ideolojik fırtına beklemeksizin de devrimci olması onun ezilmiş, itilmiş, sömürülen bir sınıf olmasından değildir. Emeği temsil etmesiyse hiç değildir. "Burjuvazi, daha çok, bir proleterya yarattığı için değil, devrimci bir proleterya yarattığı için" kendi mezarını kazmıştır. Kendilerini sömüren burjuvalara karşı tek tek mücadelelerin hemen tüm fabrikaya, bölgeye, ülkeye, dünyaya yayılma potansiyeli ve bunun bir gerçeklik haline gelmesindedir devrimciliği.. Bu ancak aralarındaki birliğin sağlanması ile mümkün olur. "İşçilerin mücadelelerinin gerçek meyvası, hemen o anda elde edilen sonuçta değil, işçilerin durmadan genişleyen birliğindedir" (KM) Sınıfın birliğinin -niceliği ve niteliğinin- sağladığı savaşımın sonuçları, din, milliyet, ırk v.b sınırlamalara bağlı olmaksızın tüm dünyada işçilerin durumunu belirler. Bugünkü demokrasi dahi bu birliğin sonucudur. İster "halk ittifakları" ile isterse başka stratejilerle sağlanmış, sınıf mücadelesi dışında başarıya ulaşmış bir örnek var mı?
Bir takım istatistiksel "savaşlara" girmeksizin söylenmesi gereken, işçi sınıfının iktidara gelmesine ve sosyalizmin kuruluşu için acemi adımlar atmasına olanak veren etmen, onun toplum içindeki niceliği ve nüfus içindeki oranı değil, -işçi sınıfının inşa edeceği birliğini sağlamaya yönelik özünde sadece potansiyel bir imkân olarak- toplumsal üretimin ne kadarının içinde yer aldığı ve ne kadarını denetleyebileceğidir. Fakat böyle olmasının doğrudan doğruya işçi sınıfına devrimci bir nitelik kazandırmayacağını tekrar belirtelim. Yeni üretim teknolojilerinin işçi sınıfının sayısını azaltması, işçi sınıfının sınıf olarak toplumsal üretimdeki önemini azaltmaz aksine çoğaltır. Köylü nufusun ezici çoğunluğa sahip olduğu Çarlık Rusya'sında sadece iki-üç milyon işçi, devrimi gerçekleştirerek iktidara geliyor ve "proleterya diktatörlüğünü" inşa ediyordu. Hem seksen yıl önce hemde "öğrenebilecekleri", "ders alabilecekleri" bir Ekim Devrimi deneyimi olmaksızın. ?u an herhalde dünyanın herhangi bir ülkesindeki işçi sınıfının, sayısı ve toplam nüfus içindeki oranı bir yana, toplumsal üretimdeki rolü/ağırlığı seksen yıl öncesinin Rus işçi sınıfından daha az değildir. Devrimin olanaklılığı (fakat sadece bu) bakımından nesnel şartların verili durumu bugün işçi sınıfını 1917 Rus İşçi Sınıfı'ndan daha güçlü kılar ve devrime daha yakın olmasını sağlar.
Sonuçta, "üzülerek" belirtmeliyiz ki; proleteryaya "elveda" demek olanaklı değil.
"Sentez"leri kim yapacak?
Zihnî emekten, muhtemelen büro işçileri kastedilmiyordur. Çünkü büro işçileride önceden rutin hale getirilmiş bir takım basit işleri ve işlevleri, düzenlenmiş bir süreç içinde yerine getirir ve bu anlamda onun zihnî kapasitesine ihtiyaç duyulmaz. Aksine zihnî kapasiteleri dumura uğratılmıştır, kendisinden sadece programlanan işi yapması istenir. (Muhasebecilerin, sigorta ve banka çalışanlarının, bürokrasideki memurların v.b. durumunun göz önüne getirilmesi yeterlidir.) Bu anlamda da kol işçisinin zihnî emekten kopması kadar kötü bir durumdadırlar. Orta kademede, şef ve yönetici olanlar ise çalışanlar üzerinde kapitalistlerin işlevlerinden biri olan denetim ve gözetim işine, kapitalistler adına vekalet ederler. Bu anlamda da sermayenin işlevini "görürler". Fakat emek üzerindeki denetim ve gözetim işlevi sermeyenin üretim sürecindeki en önemli işlevi değildir. Fiziksel üretim araçları üzerindeki ve yatırımlar ve kaynak dağılımı üzerindeki denetimi ise kapitalistler, doğrudan sahiplenir. Orta kademenin emek üzerindeki bu denetimi, ona, zihnî kapasite açısından yaratıcı bir nitelik vermemiz için yeterli bir neden değildir.
Labaratuvarlarda çalışan teknisyenler, eczacılar, kimyagerler, tıp alanında çalışan fakat işlerinin türü daha çok teknolojinin sağladığı araç gereçleri kullanmak ve araçlardan elde edilen verileri okumak, anlamlandırmak olan âtıbbi görüntüleme gibi) kişiler v.b ise emek süreci bağlantılarından koparılmış, sürecin kendisinden ve bilgisinden soyutlanmış, depoladıkları bilgileriyle haşır neşir haldedirler.
Sonuçta zihnî kapasite açısından elimizde yüksek yöneticiler, medyada ve reklam sektöründe "creative"* departmanlarda, borsa ve benzeri kuruluşlarda çalışan "yuppi"lerden başka yaratıcı zihnî emek sahibi kalmaz. Laçiner'e sentezlerinde hayırlı işler dilemekten başka bir diyeceğimiz yok. Bunlar, gerek toplumsal konumları ve çıkarları, gerekse de -işçi sınıfı ve diğer zihnî emek "sahipleriyle" kıyaslanamayacak ücretler alırlar- sömürüden pay almalarıyla farklı bir sınıfı oluştururlar.
"Yeni orta sınıf" olarak adlandırılan bu ücretlilerin yaşam biçimleri ve zihnîyet dünyasının durumu ise ortada. Bunlar, kendilerini kol işçilerinden ayrı bir sınıf olarak görürler ve daima sınıf atlamanın eşiğinde yaşarlar. Yaşam tarzları, bir öykünmeden fazlasıyla burjuva tarzından ayrılamayacak kadar benzerdir. Toplumsal yaşamın düzeninden memnun değillerdir ve bu konuda teknokrat ve otoriter düzenlemelerin gerektiğine inanırlar. Mevcut politikacıların değil, "işi bilen"lerin yönetimine ihtiyaç olduğunu savunurlar. Yaşamlarını belirleyebilme -aslında yine kendileri gibi birileri tarafından nesnel olarak düzenlenmiştir- ve "kolaylaştırma" olanaklarına sahip olmaları ve çalışma hayatında, sürekli -sınayabildikleri- doğru kararlar alabilme yetenek ve bilgileri, yüzlerce, binlerce çalışana ve milyonlarca dolara hükmetme pozisyonları onlara bu inancı sağlar. Fakat L&M ikilisinin savunduğu gibi bir "radikal demokrasi" taraftarı olduklarına şüphe yok. "İşi bilen" profesyonellerin yönetimini ve kararların radikal olmasını istemek, geleceği ihtiyaçlara göre değil kendi "radikal" tasavvurlarına göre biçimlendirmek, sınır tanımayan "yaratıcılıklarının" doğal sonucudur.
Evlerinde kullanacakları mobilyanın tasarımından, üyesi oldukları klüplerin, derneklerin -ki sadece onların ulaşabilecekleri kurumlardır- yönetimine, -çalıştıkları şirketler dolayımıyla- sponsoru ve/veya organizatörü oldukları sportif ve sanatsal faaliyetlere kadar "herşeye" yetenekli görünürler.
Bütün "bilmiş" tasavvurlarına rağmen yine de zihnî yaratıcılıkları kısırdır. Bu durum onların yaşamlarında bile gözlemlenebilir. Tel örgülerle sınırlandırılmış, girişinde özel güvenlik ekiplerini kimlik kontrolü yaptığı, kapıcı ve yönetici işlerinin dahi "uzman" taşeronlara -yani başka tür "zihnî emek" faaliyeti erbabına- verildiği, yaşam alanları olan lüks "getto"larında, kol emeğinden ve benzeri yaşam biçimlerinden sterilize edilmiş hayat sürerler. Çocuklarını özel okullara, okuldan kalan zamanda yine özel kültürel ve sportif kurslara, yazında yaz okullarına göndererek onlara zaman ayıramadıklarını örtbas ederler. Çocuklarının eğitiminde ve geleceğinde sadece maddi bir rol oynarlar. Yemek ve yemek kültürü konusunda birer uzmandırlar fakat yemek yapmaya zamanları olmadığından ya dışarda lüks lokantalarda lezzet ararlar ya da lezzeti sürekli akıl öğrettikleri bir aşçı olarak evlerinde istihdam ederler. (Çinli bir aşçının senaryoya dahil edildiği Siemens reklamlarını hatırlayın) Çoğunluk ise bu konudaki bütün "bilgisine" ve "hassasiyetine" rağmen sabahları poğaça, akşamları ise yemek kültürünün en tekdüze ve sıradan biçimi olan McDonalds ve Pizza Hut'lar da karınlarını doyurur. Tatillerini yazın standart zamanlarda ve yerlerde geçirir, her ay, 15 günlük bir tatili geçirecekleri yerin tesbiti için bir iki "gezi dergisi" almayı ihmal etmezler. Hem bu dergilerden öğrendikleri yerlere giderler hemde kalabalıktan ve kabalıktan şikayet ederler. Kentte, çok kısa mesafeleri bile yürümeyip, bir parçası oldukları trafikten yakınırlar fakat her hafta sonu günü birlik "tracking" turlarına katılmayı ihmal etmezler. ?ehrin kalabalık ve gürültüsünden kaçmak için yazlık ya da devre mülk alarak şehirdeki site hayatının sıcak versiyonunu yaşarlar, fakat doğanın betonlaşması onları çok rahatsız eder. Değişiklik olsun diye gittikleri çok yıldızlı otellerde ya da tatil köylerinde zihnî yaratıcılıkları kendilerini bile eğlendirmekten acizdir; eğlence "uzmanı" olan "ceyo"ların şaklabanlıklarına katılmaktan başka bir "yaratıcılıkları" yoktur. Giyinmeleri, yemekleri, tatilleri, çocukları aile ziyaretlerinin ve yemeklerinin neredeyse tek mevzusudur.
Bu tür zihnî emeğe güvenmemizi sağlayacak ne var, "kendisine hayrı" yok ki.
"Yol verilme" sırası zihnî emekte
Bugün bütün uluslararası şirketlerde çalışanların yaklaşık dörtte biri, Laçiner'in tanımladığı zihnî emek sahipleridir. Üretim araçlarının, teknolojinin ve bilimin tüm yeniliklerine rağmen kol emeğinin ağırlığı hissediliyor.
Kapitalizm alınyazısı olarak taşıdığı krizleri aşmada her zaman "yaratıcı" olmuştur. Üretim sürecini parçalara ayırmak yoluyla riski azaltmak ve işçilerin birliğini en azından mekansal olarak bozmak, kapitalizmin krizleri aşmak için bulduğu mucizevi bir çözümdür. Onbinlerce işçiyi bir fabrikada istihdam etmek yerine, sendikal haklardan yoksun bir kaç işçinin çalıştığı küçük işletmeler olan "yan sanayiler" yaratmak, işçilik maliyetlerini düşürdüğü gibi işçilerle ilgili sorunları da azaltmıştır. Ayrıca şirketlerde, üretimin ana konusundan bağımsız, fakat üretim sürecinin devamını sağlayan ve üretimin bazı bölümlerini oluşturan bir çok işi (temizlik, güvenlik, yemek, ulaşım v.b) de oluşturulan taşeron firmalara devretmek işçi sayısını ve maliyetini düşürmüştür. Kol emeği ile ilgili işlerde teknoloji ve bilimin "yardımı" bu süreci desteklemiştir.
Fakat kâr oranlarının düşüşünün bu "tedbir"lerle dahi engellenememesi sonucunda, artık şirketlerdeki zihnî emek maliyetlerinin azaltılması politikası gündemdedir. Bilgisayar yazılımındaki bir çok yenilik, muhasebe başta olmak üzere, pazarlama ve personel departmanlarında istihdamı "en aza" indirmiştir. Kullanılan bir diğer "çare", bu sektörlerde de taşeron oluşturmaktır. Birçok firma, örneğin muhasebelerini, konunun uzmanı uluslararası "mali müşavirlik ve danışmanlık" şirketlerine tutturarak, kendi bünyelerindeki ilgili departmanları kapatmıştır. Pazarlama elemanları için büro oluşturmak yerine evde çalışmak ve salt müşteri ziyaretleri yapmak, maliyetlerin ve personel sayısının düşürülmesini sağlamıştır. Aktarılan ve benzer diğer yöntemlerle şirketlerin çalışan sayısının %25-40 gibi bir oranını oluşturan zihnî emeğin istihdamında ciddi azalmalar gerçekleşmektedir. Sürecin hızla ilerleyeceğine de kuşku yok.
Kol emeğinden ayrışan ve Laçiner'in çözümlemesinde önem atfettiği zihnî emeğin, -en azından büyük bir kısmının- bırakın üretim sürecini, "büro"larda dahi istihdamına gerek kalmamıştır. Uluslararı şirketlerin zihnî emek içeren departmanlarında, artık çalışan sayısından daha çok müdüre rastlanmaktadır. Hatta bir çok uluslararası şirkette, -bu süreç o kadar ilerlemiştir ki- personeli olmayan onlarca "müdür" isthdam edilmektedir. Yukarıda değinilen nedenlerden dolayı işler öylesine standartlaşmış ve rutin hale gelmiştir ki tek bir çalışan ilgili departmana yetmektedir, onu da "müdür" olarak atamakta beis olmadığı gibi motivasyonu attırıcı bir "terfi" de sağlanmış oluyor.
Bu sürecin en aşina örneği bankalardır. Eskiden bankalar şube sayılarının fazlalığı ile övünürlerken, şimdi (telefon ya da modem hatları ile gerçekleşen) "?ubeSiz" bankacılığın "övüncünü" yaşıyorlar. Artık banka "personeli"nin yanında müdürlerin de işsizlik kapısını çalmıştır.
Zihnî emeğin yeni sektörlerinde ise istihdamın büyük kısmı, "zihnî yaratıcılığa" sahip değildir. Örneğin, software (yazılım) sektöründe çalışanların bir çoğu, satış sonrası destek ya da hardware (donatım) elemanıdır ve kol işçiliği yaparlar. Zihnî emek, "insanı insan yapan temel vasfaâüretici-yaratıcı zihnî etkinlikte bulunabilme)" sahip olmasına karşın, "toplum içinde sayılmalarının 'zorunlu' görülmeyeceği bir dönemin" açılışına, galiba kol emeğinden daha yakın.
Zihnî emek ile kol emeği ayrışması, ne şimdi ne de geçmişte birini diğerine yeğlememizi gerektirmemiştir. Biri, üretim sürecinin ve üretimin bilgisinden mahrum kalırken diğeri, üretimin kendisinden kol emeğinin işlevinden ve "yaratıcı"lığından ve hatta üretimin nesnesi ürünün, tüketimdeki işlev ve kullanılış biçiminden uzak kalmıştır. "Dâhi" mühendisler, tasarımlarının nerede ve nasıl kullanılacağını dahi bilememektedir. Kullanılacak ürünün ergonomisi daha yeni yeni üretim sürecinde hesaba katılıyor ve bu şekilde tasarımlar yapılıyor. Oysa emeğin bölünmesi gerçekleşmeden önce ergonomi ayrı bir şey değil üretilen şeyin kendisinde içseldi. Modern sandelyelerin, bir marangoz ustasının sandelyesine göre bel ve kıç ağrıtan tasarımlarını kim hissetmemiştir. Yunan tiyatrosunun taştan oturaklarının rahatlık sunan detayları bir kaç yıl öncesinin sinema koltuklarında bulunabilir miydi? Zihnî emeğin idareci/yönetici olmayan çok büyük bir bölüğü için üretim, üretimin nesneleri, çalışmanın toplumsal konumları açısından bir fikri olmadığı gibi niteliksel bir potansiyelleri de yoktur. Sadece kariyerinin (üniversite mezuniyeti gibi) ve rütbelerinin (şef, müdür gibi) ona sağladığı prestijin, ünvanlı uzmanlığıyla işini yapmaktır. Aynı kol emeği gibi nesnel şartlarla harekete geçeceğine kuşku yoktur ve örnekleri mevcuttur. Ücretli kölelik Marx'daki anlamıyla onun için kaderdir.
Laçiner, işçi sınıfının sosyalizm mücadelesinde toplumun geri kalanına önderlik edebileceği konusunda bir takım yapısal kusurlara veya elverişsizliklere sahip olduğu yönünde bir eğilim taşıyor. Kol emeği üzerine bunca durmasının nedeni de bu eğilimdir. Bu olumsuzlukları gidermek için ise başka önderliklerin oluşabileceğini ya da oluşturulabileceğini söylemenin alt yapısı, zihnî emek çözümlemesiyle sağlanıyor. Tam bu noktada işçi sınıfının tarihsel deneyimlerinin ve yaratıcılıklarının etrafından dolaşmakta kaçınılmaz oluyor.
Zihnî emeğin genel hatları ile belirlediğimiz mevcut konumunun, sosyalizm mücadelesinde, salt zihnî emeğe değer ve önem verilerek yapılacak sentezler için, zengin bir "yaratıcılık" özelliğine sahip olmadığını vurgulamak istedik. Fakat bu tersine bir akıl yürütmeye varılmamalıdır. Yani incelediğimiz konumun, sosyalizm mücadelesinde bileşen olmayacağı ya da "ilerletici" bir rol üstlenemeyeceği düşünülmemelidir. Emeğin bölünmeleri, işçi sınıfının bölünmesinin mutlak olması anlamına gelmiyor. Aksine mücadelenin birlik ihtiyacı ve bunun gerçekleşmesi, kendisi için sınıf olma bilinci, işçi sınıfın kendi arasındaki rekabette dahil olmak üzere tüm bölünmelerin ortadan kalkmasıyla mümkündür. Kelimenin burjuva anlamı ile eşitlik sağlanmış olur. Fakat eşitliğin "kızıl" anlamında vuku bulması, ütopya sahibi sosyalistlerin değil, "onların" belirleyici bir rol üstlenecekleri ve bize öğretecekleri ayrı bir sürecin yaşanmasıyla mümkün olacaktır.
Kol emeğinin serüveni?
Kol emeğinin -yani üretim faaliyetinin yegane biçimi olarak fiziki emek harcamanın- insanlık dışı bir duruma tekabül etmesi, hemen kurtulunması mümkün olmayan bir durum olarak tarifleniyor. Kol emeğinin bu durumdan kurtarılmasını üzerine vazife görenlerinde -geleneksel/muhafazakâr sosyalistler- emeği bu konumunda kabul ettiklerini belirtiyor Laçiner. Vazife sahiplerininde devrim perspektifinde, "alttaki"leri, sadece üretimdeki bu rollerine dayanarak fiziki, yıkıcı elaman olarak algıladıklarını, "işin" zihnî yönünün parti tarafından karşılanacağını düşündüklerini eleştiriyor. Dolayısıyla zihnî emeğin bir bileşen olarak hesaba dahil edilmesi, oluşturulacak sentezlerde esas rolü üstlenmesi gerektiğini belirtiyor.
Peki kol emeği gerçekten "yıkıcı" özelliklerle anılmasından ve bunu barındırmasından gayrı niteliklere sahip değil midir? Laçiner'in analizinde böylesi bir nitelik atıfı bulunmuyor. Bu konunun açılımı konusunda sessiz kalıyor. Laçiner, "muhafazakâr/geleneksel sosyalistlerin", sadece "yıkıcı" yanına yaptıkları vurguyla, kol emeğinin, yaşanılan toplumdaki konumu ile gelecek toplum tasarımındaki yeri ve işlevini aynılaştırdıklarını belirterek, 'öncünün' zihinsel dünyası ile eylemini eleştiriyor. Fakat bunu yaparken kol emeği hakkında birşey söylemiş olmuyor. Bırakın bugünkü konumu ve geleceğini açılımlamayı, bir kurucu bileşen olarak tasarımlara bile dahil etmiyor. Sadece Marks'a göndermeler yaparak; "(...)ortak fabrika işçiliğinin şahsında kol emeği statüsünü kölelikten farksız, hatta daha ağır bir durum"(B.79 sy.14), "(...) kol emeği için tam bir mahkumiyet biçimi"ne ve "(...) tümüyle zihnî emek (bilim, teknoloji) alanındaki gelişmelere tabii(...)" (B.79 sy.13) insanlık dışı bir durum olarak nitelendiriyor.
Bu öncülün olduğu gibi kabul edilip bir açımlamaya gidilmemesi Laçiner'i eleştirdikleri ile aynı zihinsel dünyaya hapsediyor. Kol emeğinin, salt "insanlık dışı bir durum" olarak kabul edilmesi ve ona herhangi bir yaratıcı, dönüştürücü nitelik verilmemesi, en azından insanlık dışı bir konumda olmasından gayrı bir çözümleme yapılmaması, kol emeğine "kurtarıcılarını" beklemekten başka bir yol bırakıyor mu? Laçiner, eleştirdiklerinden "biraz" farklı olarak, "öncüler" yerine zihnî emeği içeren sentezlerin dinamiğine yani zihni emeğin öncülüğüne vurgu yapıyor. Kol emeği, gerçekten tasarım oluşturamayacak hatta zihnî emek içeren sentezlerin tasarımlarına bile dahil edilemeyecek, neredeyse düşünme yetisinden kopmuş, makina-insan yapısına indirgenmiştir. İdeallere sahip olamayacak, eylemini önceden planlayıp örgütleyemeyecek, böylece devrimci gücünden soyutlanmış, aslında sadece "yıkıcı" gücü "kullanılabilecek" bir güruh haline getirilip, öncelikle zihnî emeğin dahil edilmesiyle oluşan, diğer toplumsal muhalefet odaklarının eylemi ile "kurtarılabilecek" bir aşamada konumlandırılıyor. Sonuçta Laçiner'de kol emeğinin kurtarıcısı oluyor.
Chaplin'in "Modern Zamanlar"ı, Lang'ın "Metropolis"i, kol emeğinin Laçiner'in de bahsettiği durumunu anlatan bu filmler, acaba salt zihnî emek sahiplerinin kültürel ve sanatsal faaliyetlerine çerez olsun diye mi çekildi? "Potemkin Zırhlısı" filmi acaba hangi tür emeğin yaratıcı faaliyetinin anlatısı idi? Hokka ve divit ile çoğaltılan ve kendilerine ancak başkalarınca okunan, Komünist Manifesto'nun muhattapları kimdi? Kapital'de anlatılan "kimin hikayesi" idi?
Marx'ın kafa ve kol emeği ayrımını açıklaması ve üzerinde durması hiçte birinin diğerine yeğ olması amacı taşımıyordu. Kafa emeğinin, kol emeğinden daha iyi bir durumda olması ve sosyalizm mücadelesinde oluşacak dinamiklerin bileşenlerinden asli unsuru olarak kabulü tam da -kapitalizmin "dini" olan- ekonomi politik kaynaklı bir akıl yürütmedir. Bilim-kurgu roman ve sinemasında, illüstrasyonlarında yer alan koca kafalı gelecek insan tasarımları, zihnî emeğin bugünkü kabulünden -vaıflı, düşünce yetisinin sahibi- kaynaklanmaktadır, yani Laçiner'in tasarımları ile aynı öncüllerden. Kafka'nın romanları ve hikayeleri, üretim sürecindeki zihnî emeğin konumunu, kapitalizmin zihnî emeğe ve Kafka'nın kendisine vurduğu darbeleri ve bu örsün biçimlendirdiği "değişim"in belki de en iyi anlatısıdır. Kafka'nın kendiside bu yeni biçimin/"formun" ızdırabını çeker ve zihnî emeğin bu durumundan dolayı umutsuz ve çaresizdir. Laçiner ise tam tersine...
Oysa durum, Laçiner'in kafa ve kol emeği için yaptığı çözümlemeden ve sonuçlarından farklı bir tutumu gerektirir. Kapitalizmde emeğin toplumsal gelişmesinin sağlanması ve böylece zenginlik ve kültürün kaynağı olması ölçüsünde, işçiler arasında yoksulluk ve perişanlık, işçi olmayanlar arasında zenginlik ve kültür artmakta olduğu aşikârdır. O halde "emek" ve "toplum" üzerine genel sözler sıralayacak yerde, bugünkü kapitalist toplumda işçileri bu toplumsal beladan kurtulmada yetenekli kılan ve onları buna zorlayan maddi v.b. koşulların, sonunda nasıl yaratılmuş olduğu üzerinde durmak gerekir. Ancak bu sayede işçi sınıfının zihnî ve yaratıcı faaliyetlerine güvenebilir ve bu faaliyetlerin tarihsel örneklerini kavrayabiliriz. Çözümlemelerimize ve "sentez"lerimize dahil etmemiz gereken esas yön budur. Yoksa sadece, sosyalistlerin iyi niyetli tasarımlarının ütopik kalacak yargılarına ve saptamalarına neden güvenelim? Laçiner, bu şekilde başarılı olmuş bir örnek bir yana, bir çabayı, arayışı dahi gösteremez.
Kafa kafaya verip bir "beyin fırtınası"nın sonuçları ve arayışlarına dayanarak bir sosyalist toplum ve bu hedefe varmak için mücadele yöntemlerimi geliştirelim? İşçi sınıfının kendi eseri olmayan "sosyalist hayat birimleri" ile ikameciler safına mı geçelim?
Komünistlerin görevi, tasarımlar üretmek, projeler geliştirmek, işçi sınıfna "örnek" olacak "hayat birimleri" tavsiyelerinde bulunmak değildir. İşçi sınıfının eyleminin taşıyıcısı, bu pratiğin eleştiricisi olmak, sınıfın tarihsel hafızasının bizahati kendisi, kuşaklara aktarılamamış derslerin, tüm dünyadaki örgütlenme ve mücadele biçimlerinin, deneyimlerin, kendisi için sınıf anlamında bilincin sahiplenilmesi ve taşıyıcısı olmaktır. Komünistler her türlü mücadele içinde sınıfın tarihsel çıkarlarının savunusunu üstlenirler. "Komünistler, işçi sınıfının dolaysız hedeflerine ulaşılması, işçi sınıfının geçici çıkarlarının elde edilmesi için mücadele ederler; ama bugünkü hareketin içinde, hareketin geleceğini de temsil eder ve gözetirler." (K.M sf.94)
Komünistlerin görevi dernek, sendika, aşevi, çatı v.b kurmak, sınıfın ve diğer mücadele bileşenlerinin ihtiyaçlarının 'kurumlarını' oluşturmak değildir.
"İktisatçılar, iyilikseverler, insanseverler, işçi sınıfının durumunu düzeltmeyi kendilerine iş edinenler, yoksullar için bağış kampanyaları açanlar, hayvanları koruma derneği üyeleri, içkiyle mücadelenin başını çekenler," ... (yaya hakları savunucuları, sokak çocuklarının hamisi kesilenler, v.b) ... "kısacası akla gelebilecek her cins sahte refomcu" dan (KM. sf.88), komünistler kendilerini ayırmalıdırlar.
Komünistler, sınıfın öncüsünün, sınıfın diğer örgütlerinden bağımsız olarak, kendisi için sınıf olma bilincine sahip üyelerinin örgütünün inşâsı için çalışırlar. Bu anlamda "öncü" ve "seçkin"cidirler. Dünyayı yorumlamaktan usanmayan çok bilmişlerin tavsiyeleri ile kurulacak ya da bunların düzenleyicisi oldukları örgütleri savunmazlar. Sınıfı ikame edecek her türlü örgütlenmeden ve mücadele pratiğinden uzak durular. 'Komünistler, proleterya hareketini biçimlendirmek ve kalıba dökmek üzere kendilerine özgü hiç bir sekter ilke koymazlar.(...) Komünistlerin vardıkları teorik sonuçlar, asla, şu ya da bu sözümona genel reformcu tarafından icadedilen ya da keşfedilen düşünce ve ilkelere dayanmaz.' (KM)
"Yirmi yılı aşkın işçilik hayatımda ez azından bir şey öğrendim; öncü olmakla "önde" olmak arasında çok fark var" diyen işçinin sözleri, ders almasını bilenler için çok şey ifade etmelidir. Bir zamanların "öncü"leri, fabrikalara gidip grev yapan işçilere, grevin nasıl örgütleneceğini ve savunulacağını anlatıyorlardı. İşveren ve devlete karşı fabrika kapılarını kaynaklayan, savunma için orada bulunan her türlü malzemeden yararlanarak binbir türlü icad yapan -bu anlamda işçilerin zihnî yaratıcılıkları ne "öncü"lerin ne de Laçiner'in ki ile kıyaslanamaz- işçilere "destek" vermek için giden dünün "silahşör"leri, 12 Eylül'den sonra çıkamadıkları Taksim'e gitmek için toplandıkları yerde, bügünün Beyoğlu Sosyalizmini ve onun "mücadele yöntemler"ni yarattılar. "Yaşasın zihnî emeğin sentezleri, yaşasın sosyalist hayat birimleri"...
Ellerini kollarını sallayarak geldikleri Taksim'e, geçmişte yüzbinlerin arasında, onların itelemeleri ve meşruiyetiyle geldiklerini unutan sosyalistler, diğer toplumsal muhalefet aktivistleri gibi şimdilerde, tüm eylem potansiyellerini medya için, medyanın sürekli nöbetçi ekip bulundurdukları Beyoğlu'nda basın açıklaması yapmaya, imza toplamaya indirgediler. "Zihnî emek sahibi" bu zatlar, bir yandan sürekli hareket halinde görünerek rahatlıyorlar, bir yandan da toplumun, bu sayede "birşey yapmalı" diye düşünmesini, bir şeyler yapacağını umud ediyorlar.
Geçmişte işçi sınıfını ikame ettikleri yönünde özeleştiri veren ya da bu yönde eleştirilere muhattap olan eskinin "işçi sınıfı öncüleri", şimdi de işçi sınıfının, depolitize olduğu ve konjonktürün uygun olmadığı "teorik" saptamalarının eşliğinde, işçi sınıfının kendilerini dinlemediği, bu yüzden de "o"na ulaşılamadığı sakızını dillendirdiler. Tabii hem "öncü" hemde zihnî emek sahibi olununca da rahat durulmuyor, keşif ve ithalat yapılıyor. Sınıf "öncü"leri, bu sefer de oturup çevrenin, kadın haklarının öncülüğüne soyundular. İlk motivasyonların medya desteğindeki canlılığının, ekranlarda aşinalık kazanıp sönümlenmesinden ardından şimdi de oturup "çevre ve kadın 'hareketlerinin' dinamiğine" ne olduğunu düşünüyorlar. Aslında bu hareketlerin, "öncülerin" kendilerinden menkul olduğunu, ortada bir hareketten çok hareket halinde birilerinin -kendilerinin- olduğunu göremiyorlar. Birikim sayfalarında da yer aldığı gibi ÖDP içindeki kadınların, partinin kurulması ile feminist kimliklerinden sonra sosyalist kimliklere dönülüp dönülmemesi konusundaki tartışmaları aslında bu gerçeği dile getiriyor.(B.83 sf.14)
Kızıldan yeşile geçip mor olan bu "öncü"ler, ikame yeteneklerini ve "zihnî yaratıcılık"larını gözden geçirseler büyük sevap işlemiş olacaklar.
"Hizayı bozan muhalefeti", zihnî yaratıcılığın başarısı olarak kutsayanlardan, Bergamalıların, memurların kameralar onları çekecek ve akşam yemek masasında oturan seyircilerde bunu seyredecek diye binbir şaklabanlık yapmalarını savunacaklarına, mücadelenin tarihsel deneyimleri üzerine düşünmelerini istemekle, acaba çok büyük "zihnî" beceri mi talep etmiş oluruz. Medyayı çağırmadan eylem yapamayanların tarihsel başarıları göz ardı edip zihnî yaratıcılığın savunusunu yapmaları akıl almaz görülse dahi, geçmiş sosyalizm mücadelelerinde bu tür örneklerin yaşanmış olduğunu fakat bunları eleştirip işçi sınıfının birliğine ve mücadele yeteneğine güvenenlerin daima kazandığını da görüyoruz.
"Göğü fethetmeye" çıkmak "zihnî yaratıcılığın" en uç noktası olarak görülebilecekse de göğün fethinde işçi sınıfının gücüne öncülük verenlerin "cesaret ettim" dediklerini duyabilirsiniz.
Bu övgülerin yazarı-üstelik sosyalist hayat birimlerinin yaratıcıları Alman Sosyal Demokratların eliyle öldürülen- Rosa Luxemburg ile aynı tür ölümü paylaşan Metin Göktepe'nin* devrimciliğini ikincil hatta önemsiz bulanların "arayış" çabalarını paylaşmak yerine, pratiğin sınavından geçmiş işçi sınıfı mücadelerinin savunusunda ısrar edilmelidir. Toplumsal muhalefetin dikkatini çekmek gibi "yumuşak" amaçlar uğruna, öldürülen yoldaşın devrimciliğinden çok ölüm şekline vurgu yapan Birikimcilerin sol gözüken sağ "arayış"larını ve "sosyalist hayat birimlerini" zihnî becerilerin ütopik sonuçları olarak değerlendirmemizin bir haksızlık olmayacağını düşünüyoruz.
Bugün insanlara sorun, "acaba neden işgünü/çalışma saati 14-16 değil de 8 saat"? Eğer işçi sınıfının tüm dünya da aynı zamanda olan mücadelesi olmasaydı 8 satlik işgünü hakkı elde edilebilir miydi? Ütopik sosyalistler "hayat" birimlerinin" hayır kurumu cinsinden inşaa ederken, komünistler henüz emeklerken, işçi sınıfı greve çıkmadan önce zor mücadele günleri için dayanışma fonları oluşturmayı akıl edebiliyorlardı. Oysa bugün, sosyalistlerin greve çıkan işçilerle olan dayanışması, kalem, çakmak türünden promosyon ürünlerinin satışını organize etmeye indirgenmiştir. İşin tuhaf yanı, kimse sendikalara bunca zamandır ödenen aidatları akla getirmemektedir.
Bugün demokrasiye içrek olan değerler, haklar acaba hangi mucit filozofun zihnînin ürünüdür. "Bir tür zihnî emeği temsil eden" burjuvalarda insafa gelip bu değer ve hakları onaylamışlar mıdır? Fransız devrimi sırasında genel oy hakkı v.b. burjuvazinin devrimci barutu sayasinde değil proleterlerin mücadelesiyle kazanılmıştır. Kadınların seçme ve seçilme hakkı için mücadele veren, bu uğurda ölen1789 "feministler"i kimdi, 8 Mart'ın anlamı, bugün zihnî emeği temsil eder görünen "yeni orta sınıfın" kadınlarına çiçek verilmeye indirgenen, "anneler günü" türünden bir tüketim çılgınlığı mıdır? Sivil toplum kuruluşları olarak ilk akla gelen meslek örgütleri ve sendikalar acaba hangi filozofun zihnî emeğinin ürünü idi?
İşçi sınıfının dünyayı ve kendini değiştirmek, kendi eseri olacak bir toplum oluşturma potansiyeli onun kafa ve kol emeği olarak iş bölümüne tabii olmasından bu emek türlerinden birinin belirleyiciliğinde ya da her ikisinin senkronunda değildir. İşçi sınıfının emeği temsil etmesinde ya da üretimden gelen gücünde de değildir. Sınıfın birliğindedir asıl güç. Yaratılmış olduğu maddi koşulların ona verdiği tek devrimci ve yaratıcı güç; "birlik"tir. Bir fabrika ya da mahalle içinden başlayıp tüm ulusları kapsayan çıkar birliğinin döküldüğü potanın ürünü olan birlik. İşte burjuvaziye kendi mezarını kazdıran bu güçtür.
İşçi sınıfının, kendisi için sınıf olması, birliği dahilinde fiziki ve zihnî yaratıcılığının zirvesi Komün ve sovyettir. Eleştirel pratik faaliyetin ta kendisidir komün. Bunlar işçi sınıfının nihayetinde icad ettiği iktidar ve geleceğin kuruluşunun yolunu açacak olan organlardır. Bu icad ne öncüye ne de Marx'ın kendisine aittir. Aksine 1871 Paris Komününün başarısızlığı üzerine nedenler konusunda Marx tümüyle yanılmıştı.
İşçi sınıfının ya da "emeğin" zihinsel yaratıcılığının kanıtı olarak kendisi için sınıf olma bilincinden daha iyi bir örnek varsa açıklasın Laçiner. İşçi sınıfı, zihinsel yaratıcılığının kapasitesini göstermek için maalesef -Laçiner'i utandırarak- II.Sanayi Devrimine kadar beklemedi. Ayrıca işçi sınıfının bu faaliyetinde komünistlere de ihtiyacıda olmadı.
Laçiner'in bahsettiği "eşitlik ve özgürlüğün sentezine giden yolu açacak olan yaratıcı zihnî faaliyet" acaba kendi zihnindeki bir takım tasarımlar olmasın? Tasarımlar tam da dediği "yeni arayışlar" kavramına cuk oturuyor.
Sonuçta, Laçiner'in önerdiği "sosyalist hayat birimleri" ve bu birimlerin temelini öreceği mücadele, örgütlenme ve bunun yol açacağı "yepyeni bir siyaset ve siyasal düzen" sosyalizmde devrimden çok, Marx'ın da belirtiği gibi gerici bir ütopyadır.
Birikim, eski sorulara yeni arayışların sağlayacağı cevapları arıyor gözükse de aslında, ütopik sosyalistlerle, II.Enternasyonalin zihinsel dünyalarının ürünü olan çok eski cevaplar veriyor. Cilanın yeni ve bir hayli "birikim"le elde edilmiş olduğuna şüphe yok. Birikimciler için, ÖDP ile birlikte, onyılların rehavetinden kendilerini kurtaracak ve 'sosyalist hayat birimleri' ile pratiğe dökülecek, 'kaygı' duyulsada, "umut" edilebilen bir "imkân" doğmuştur.
Yazısının (B.113 sf.18) sonunda "hissetirdiği" gibi Yeni İkaryalar'a yolculuğunda Laçiner'e eşlik edenlerin de olacağına eminiz. Fakat "geri kalanların" bu konudaki sessizliğinin ve meydanı boş bırakmalarının da "yeni arayışlar" konusunda bir "acaba"larının olduğundan kaynaklanıyor olmasın. Çünkü bu kesimlerde işçi sınıfının tarihsel deneyimlerinin ve mücadele yöntemlerinin en azından bir kısmını unutmuş görünüyorlar. Sürekli olarak birşeyler yapmak derdinde olmak, asıl yapılması gerekene enerji bırakmıyor, bu yönde bir örnek oluşturulmasına engel oluyor.
Aksine dair örneklerin yokluğunda da sosyalizmin en temel önermeleri dahi telef ediliyor; "(...)Birikimciler sosyalisttir ve sosyalizmin eksen değeri olarak eşitliğe inanırlar(...)" (B.113 sf.14) Aksine eşit olmayanlara eşit davranılamaz; "eşit olmayanlara eşit davranmak en büyük eşitsizliktir." Tamam burjuva eşitliği sizin olsun; ne diyordu "peygamberiniz" Laclau; "demokratik idealler olan özgürlük ve eşitlik, modern kapitalist devletlerin egemen gruplarının retoriğinde mevcut ideallerdir."
İslamcılara olduğu kadar sosyalistlere "eşit" davranmayan Birikimciler, iş pratiğe gelince de çuvallıyorlar. Milliyetçilik konusunda ciltler dolusu muhabbet edenler, milliyetçiler ve faşistlerin de bulunduğu 'Siyaset Meydanı' TV "show"una önceden "dut" yiyerek katılıyorlar. Fakat Erdoğan Aydın, Hüsamettin Çetinkaya ve diğer 'muhafazakar sosyalistler' karşısında pek feveran olabiliyorlar. Herhalde zihinsel dünyaları, sosyalizmle olan mesafeleri kadar "ahlâk"la da olan mesafelerini de belirliyor.
"İnsanların büyük bir çoğunluğunun zihnî-yaratıcı emek ve faaliyetten kısıtlanmış bir üretim ve hayat tarzına 'mahkûm' oluşu..." (B.103 sf 9 vurgu bana ait) veri alındığında ister "sosyalizmin bugünden inşâ perspektifi", isterse "yeniden" sosyalizm perspektifi olsun sosyalizm bir imkânsızlık olacaktır. "Sosyalizm yaratıcı/üretken emek" demekse ve insanların büyük çoğunluğu bundan yoksunsa, o halde sosyalizm kimin eseri olacaktır? İşçilerin olmayacağı kesin. Geriye kalan küçük bir azınlık, "sosyalizmi fikir, eylem ve alternatif hayat olarak somutlaştıracak..."(B103 sf.8) -ÖDP bu konuda kavşak noktası olacak- büyük çoğunlukta "a, ne güzel olmuş" diyecek ve sosyalizme geçilecek. Peki, bu büyük çoğunluk "çobanın" yaptığı güzel şeyi kavrayacak yetiden yoksunken bu kararı nasıl verecek? "Ayaktakımı" bu halde ise o zaman, şimdiye kadar bir sınıf mücadelesi verdikleri de yalan bir öncüldü. Çünkü onlar, zihnî-yaratıcı emek ve faaliyetten kısıtlandıkları için bilinçli aktörler olarak bu savaşımı veremezlerdi. Gerçekte sınıf mücadelesinin de hiç olmadığı sonucuna varmamız gerekmez mi? Başarıya ulaşmış olsun ya da olmasın şimdiye kadar yaşanmış tüm devrimler de, bir takım "elebaşıların", büyük çoğunluğu güruh olarak değerlendirdiği ve aldattığı anarşik ve mantıksız girişimler miydi? Kesinlikle !...
Oysa şimdi Birikim, sosyalizmi birileriyle beraber "yeniden" tanımlayacak, "yeni arayışlar" içinde olacak, sonra "nasıl oldu, bir bakalım" diyerek alternatif hayat tarzları kuracak, eğer bu zihinsel "mayaları" tutarsa sosyalizm oluverecek. Tutmazsa, tekrar istişareye yatılacak, nede olsa "gerçeklikte gizil bir imkânın, bir ihtimalin zihnen kavranması, uygulanabilir bir fikir haline getirilmesinin", bu tür deneylerin yapılmasının sonu yok, Birikimcilerde zihnî emek gani gani ya.
Dünyayı yorumlamakla yetinmeyip, değiştirmenin önemli olduğu vurgulanırken, Birikimcilerin tarzı önerilmiyordu. Kaldı ki bu tarz, eleştirdikleri "muhafazakâr sosyalistlerinkiyle aynıdır; birileri yapar, zihnî-yaratıcı emek ve bu faaliyetten kısırlaştırılmış çoğunluk buna uyar.
Geriye tek bir soru kalıyor; Ne için Birikim?
*Kimin Birikimci olduğunu Laçiner sürekli yazar olma özelliğine bağlıyor. Yani sürekli yazarların Birikimci olarak kabul edilibileceğini ve ancak onların söylediklerini üzerinden Birikim'in eleştirilebilecekleri gibi bir sonuc çıkıyor. Fakat okurlurın sürekli yazarı nasıl belirleyebilecekleri belirtilmiyor. Biz de bu yazıda kimin Birikimci olduğunu yargısını okurlara bırakıyoruz.
**Tanıl Bora'da Birikim'in 103. sayısındaki yazısında, ikilinin Birikim yayınlarından çıkan, Hegemonya ve Sosyalist Strateji adlı kitabına atıfla bazı görüşlerine katıldığını belirtiyor. Ayrıca yazının sonunda ikilinin perspektiflerinden olan "devletin demokratikleştirilmesi" mücadelesinin verilmesi gerektiğini savunuyor.
*Endüstri Devrimi sonrasında yaşanan ve günümüzde hız kazanan mikro teknolojiler bilgisayar donanımlı endüstriler, robotlar, bilgi teknolojisi, iletişim ve bilgisayar devrimi vb. gelişmeleri Laçiner'in verdiği genel tanım. Başkalarınca bilgi çağı ya da III. Sanayi Devrimi olarak adlandırılan dönem.
** "İnsanlığın ortak çabasıyla oluşturulmuş miras ve birikim" gibi yumuşak anlatımlar da hiç eksik değil Birikim sayfalarında. Bütün bu miras ve birikimin üzerinden "insanlık" örtüsünü kaldırdığınızda çıplak sınıf savaşımı ile karşılaşmıyor muyuz? Bütün bu miras ve birikimin mürekkebi sömürülen sınıfların kanından oluşmuştur. Hangi mirası sahipleneceğiz, tüm dünyayı kapitalizmin bataklığına çevirmiş kapitalist kültürü mü, demokrasi adına ne biliyor ve yaşıyorsak bize sağlamış olan işçi sınıfının mücadele geleneğini mi?
*Kapitalistlerin üretim sürecindeki asli işlevi olan sermaye yatırımları ve üretim kararları almalarında analizleri ve raporlarıyla çok önemli bir işlevi yerine getirirler. Fakat son sözü söyleyen olamazlar.
* (B.82 sf.5'teki Metin Göktepe için yer alan yazı/ilanda "Metin Göktepe, .. Onun görevi, mesleği, statüsü, geçmişi, siyasi kimliği özel bir anlam taşımıyor." denmekte.)
İçindekilere geri dön