!ktphane.gif (4763 bytes)

19. Sayı

Bugünü Ararken*

Octavio Paz

       Diller, ulus diye tabir ettiğimiz politik ve tarihsel oluşumların sınırlarını aşan gerçekliklerdir. Amerika ülkelerinde konuştuğumuz Avrupa dilleri bunun bir göstergesi. Edebiyatımızın, İngiltere, İspanya, Portekiz ve Fransa'nınkiyle karşılaştırıldığında edindiği özel konum temelde şu olguya dayanmaktadır: Bu edebiyatlar yeşerdikleri yerden koparılıp başka bir yere taşınmış dillerde yazılmışlardır. Diller ana vatanlarında doğar ve ortak bir tarihle beslenerek gelişirler. Avrupa dillerinin kökleri kendi anavatanlarından ve geleneklerinden geliyordu ama daha sonra bilinmeyen ve adı olmayan bir dünyanın topraklarına taşındılar: yeni topraklarda kök saldılar ve Amerikan toplumlarının içinde büyüyüp değişime uğradılar. Bu, hem aynı, hem farklı bir üründü. Bizim edebiyatlarımız, bu taşınmış dillerin değişen zenginliklerini pasifçe kabul etmedi: onlar da sürece katıldılar ve hatta süreci hızlandırdılar. Kısa zamanda safi denizaşırı yansımalar olmaktan çıktılar: zaman zaman Avrupa edebiyatlarının reddi, daha çok da onlara bir cevap olarak var oldular. Bu sarsıntılara rağmen aralarındaki bağ hiçbir zaman kopmadı. Benim klasiklerim kendi dilimde yazılmış olanlardır ve kendimi, her İspanyol yazarının yapacağı gibi Lope ve Quevedo'nun mirasçısı olarak kabul ederim. Ama bir İspanyol (vatandaşı) değilim. Bence ABD'den, Brezilya'dan ve Kanada'dan gelen yazarlar gibi İspanyol Amerikası'nın çoğu yazarı da, İngiliz, Portekiz ve Fransız gelenekleri hakkında aynı şeyi söyleyeceklerdir. Amerika'daki yazarların özel konumlarını daha net bir şekilde anlayabilmek için, Japon, Çin ve Arap yazarların Avrupa'nın farklı edebiyatlarıyla aralarında kurdukları diyaloğa bakmalıyız: Bu diyaloğun içinde pekçok dil ve uygarlık yer aldı. Oysa bizim diyaloğumuz aynı dil içinde kuruldu. Avrupalıyız ama aynı zamada Avrupalı değiliz. O halde kimiz biz? Kim olduğumuzu tanımlamak güç fakat çalışmalarımız bizim adımıza konuşuyor. İçinde yaşadığımız yüzyılın edebiyat alanında yaşadığı en büyük yenilik Amerikan edebiyatının ortaya çıkışı oldu. Önce ortaya çıkan İngilizce konuşan bölümdü, onu 20. yüzyılın ikinci yarısında iki büyük koluyla Latin Amerika izledi: İspanyol Amerika ve Brezilya. Bu üç edebiyat birbirlerinden çok farklı olmalarına rağmen ortak bir özelliğe sahipler: edebi olmaktan çok ideolojik olan bir karşıtlık bu, kosmopolitanla yerelci eğilimler arasındaki, Avrupacılıkla Amerikancılık arasındaki karşıtlık. Bu tartışmanın bıraktığı miras nedir? Polemikler ortadan kalktı, geriye kalan eserler oldu. Bu genel benzerlik dışında, bu üç edebiyat arasındaki farklar çok yönlü ve karmaşıktır. Bunlardan biri edebiyattan çok tarihe aittir: Anglo-Amerikan edebiyatının gelişimi, ABD'nin dünya çapında bir güç olarak yükselmesiyle aynı döneme denk düşer, oysa bizim edebiyatımız, uluslarımızın politik ve sosyal şanssızlıkları ve çalkantılarının olduğu bir dönemde gelişmeye başlamıştır. Bu, sosyal ve tarihsel determinizmin sınırlarını bir kez daha ortaya koyuyor: imparatorlukların çöküşü ve sosyal rahatsızlıklarla sanatsal va edebi yükselişler bazen aynı döneme denk düşebilir. Li Po ve Tu Fu, Tang hanedanının çöküşüne tanık oldular; Velazquez Felipe IV için çizdi, Seneca ve Lucan, Nero'nun çağdaşlarıydılar, aynı zamanda kurbanı oldular. Diğer farklılıklar edebi niteliklidir ve her edebiyatın karakterinden çok belirli eserler için geçerlidirler. Ama edebiyatların bir karakteri olduğunu söyleyebilir miyiz? Kendilerini Diğer edebiyatlardan ayıran bir takım ortak özelliklere sahip midirler? Bu konuda şüpheliyim. Bir edebiyat bazı hayali, elle tutulup gözle görülemez bir karakterle tanımlanmaz; zıtlık ve benzerlik ilişkileri ile birleşmiş biricik çalışmalar topluluğudur. Latin Amerikan ve Anglo-Amerikan edebiyatının arasındaki temel farklardan ilki kökenlerindeki başkalıkta yatar. Her ikisi de Avrupa'nın projeksiyonu olarak başlar: Kuzey Amerika için bir adanın projeksiyonu; bizim durum için bir yarımadanın projeksiyonu. Coğrafi, tarihsel ve kültürel olarak kendine özgü iki bölge. Kuzey Amerika'nın kökenleri İngiltere ve Reformlara dayanır; bizimkilerse İspanya, Portekiz ve karşı-reformlara. İspanyol Amerikası'na gelince, İspanya'ya, kendine özgü tarihsel bir kimlik kazandırarak onu diğer Avrupa ülkelerinden ayıran şeyin ne olduğuna kısaca değinmeliyim. İspanya'nın kendine özgülüğü İngiltere'ninkinden az değildir ancak farklıdır. İngiltere'nin kendine özgülüğü adanın içine kapalıdır ve kendi köşesine çekilişiyle karakterize edilir; dışlayan bir egzantirklik. İspanya'nın kendine özgülüğü yarımadaya aittir ve farklı uygarlıkların ve geçmişlerin aynı anda varolmalarına izin verir: kapsayıcı bir kendine özgülük. Sonradan Katolik İspanya olacak yerleşimde, Vizigotlar, dinsel topluluğu öğretmişti ve biz Arap uygarlığının baskın olduğu yüzyıllardan da, Musevi düşüncesinin etkisinden de , Reconquest ve diğer karakteristik özelliklerinden de söz edebiliyoruz. İspanya'ya has kendine özgülük, Amerika'da, özellikle antik ve muhteşem uygarlıkların yaşadığı Meksika ve Peru gibi ülkelerde yeniden üretildi ve çoğalarak yayıldı. İspanya kökenliler Meksika'da coğrafyayla olduğu gibi tarihle de karşılaştılar. Bu tarih hala yaşıyor: bir geçmiş olmaktan çok bugünü yansıtıyor. Pre-Colombian Meksika'nın tapınak ve tanrıları bir harabe yığınına dönüştü fakat o dünyaya hayat veren ruh yok olmuş değil; bizimle mitoloji, efsane, sosyal olarak birlikte var olabilmenin biçimleri, popüler sanat ve geleneklerin hermetik diliyle konuşuyor. Meksikalı bir yazar olmak o devrin bugününün var oluşunun sesine kulak vermek demektir. Onu dinlemek, onunla konuşmak, onu çözmek: onu ifade etmek... Bu kısa hatırlatmadan sonra bizi aynı anda hem Avrupa geleneğine bağlayan hem de ondan ayıran garip ilişkiyi algılayabiliriz. Bu ayrı oluş bilinci, ruhani tarihimizin değişmez bir özelliğidir. Ayrılma, bir iç bölünmeyle, öz-incelemeyi davet eden acı dolu bir farkındalıkla kendini gösteren bir yara olarak yaşanır; bazen öne çıkıp diğerleriyle ve dış dünyayla çarpışmak için bir sınav, bizi harekete geçiren bir kıvılcım şeklinde kendini gösterir. Ayrılık hissinin evrensel olduğu, sadece İspanyol Amerikanlarına has bir duygu olmadığı doğrudur. Doğduğumuz andan itibaren bizimle birliktedir: bütünden kopartılırken yabancı olduğumuz bir toprağa düşeriz. Bu deneyim hiç kapanmayacak bir yaraya dönüşür. Bu her insanın sonsuz derinliğinde yatar; tüm girişimlerimiz ve araştırmalarımız, tüm hareketlerimiz ve rüyalarımız, ayrılığın üstesinden gelebilmemiz ve bizi dünyayla ve diğer insanlarla tekrar bir araya getirmek için kurulmuş köprülerdir. Bu yüzden her insanın hayatı ve ve insanoğlunun kollektif tarihi (orjinal) durumu yeniden yapılandırma çabaları olarak görülebilir; parça parça olmuş durumumuz için bitmez tükenmez bir iyileştirme çabası. Fakat benim niyetim bu duygunun bir tarifini daha yapmak değil. Sadece bizim için bu varoluşsal durumun kendisini tarihsel terimlerle ifadelendirdiği gerçeğine vurgu yapıyorum. Böylece tarihimizin bilincine varıyoruz. Bu duygu nasıl ve ne zaman ortaya çıkar ve bilinçliliğe nasıl evrilir? Bu iki uçlu sorunun cevabı bir teoriyle veya kişisel tanıklık biçiminde verilebilir. İkincisini tercih ederim: Pekçok teori var ve hiçbiri tamamen ikna edici değil. Ayrılma duygusunun, en eski ve belli belirsiz hatıralarımda yeri var: İlk çığlık, ilk korku. Her çocuk gibi ben de hayalimde beni dünyaya ve diğer insanlara bağlayacak duygusal köprüler kurdum. Mexico City'nin eteklerinde bir kasabada, el değmemiş bir bahçesi ve kitaplarla dolu devasa bir odası olan eski köhne bir evde yaşadım. İlk oyunlar ve ilk dersler. Bahçesi kısa zamanda dünyamın merkezi haline gelmiş; kütüphaneyse bir mağaraya dönüşmüştü. Orada okur ve kuzenlerim ve okul arkadaşlarımla oynardım. Bir incir ağacı, meyva ağaçlarından bir tapınak, dört tane çam, üç tane dişbudak, bir it üzümü, bir nar ağacı, yabani otlar ve mor sıyrıklara neden olan dikenli bitkiler vardı. Tuğladan duvarlar. Zaman esnekti; mekan, kendi etrafında dönen bir tekerlek. Tüm zamanlar, geçmiş veya gelecek, gerçek veya hayali, safi bugün demekti. Mekan hiç durmadan kendini dönüştürüyordu. Öte yer burdaydı, herşey burdaydı:bir vadi, dağ, uzak bir ülke, komşuların bahçesi. Büyük bir şevkle sayfalarını çevirdiğim resimli kitaplar, özellikle tarih kitapları, çöllerin, balta girmemiş ormanların, sarayların ve kulübelerin, savaşçıların ve prenseslerin, dilencilerin ve kralların imgelerini veriyordu. Sinbad ve Robinson'la gemimiz battı, D'Artagnan'la savaştık, Cid'le Valencia'yı aldık. Sonsuza dek Kalipso Adası'nda kalmayı nasıl da isterdim! Yazın incir ağacının yeşil dalları, bir korsan gemisinin yelkenleri gibi sallanırdı. Gemi direğinin tepesinde, rüzgarla savrularak adaları ve kıtaları, görüldüğü anda ortadan kayboluveren toprakları farkedebilirdim. Dünya sınırsızdı ama her zaman ulaşılabilendi; zaman kırılmaz bir bugünü işleyen esnek bir cisimdi. Ne zaman bozuldu bu büyü? Birden değil yavaş yavaş. Bir dostun ihanetine uğramayı, sevdiğiniz kadın tarafından aldatılmayı veya özgürlük fikrinin diktatörlüğün bir maskesi olduğunu kabul etmek zordur. "Farkına varmak" dediğimiz şey yavaş ve hileli bir süreçtir çünkü biz kendi yanlışlarımızın ve kandırmacalarımızın suç ortağıyız. Yine de, her ne kadar kısa sürede unutulmuş olsa da ilk işaret olan bir olayı oldukça net hatırlıyorum. Sanırım altı yaşlarındaydım, benden biraz daha büyük olan kuzenim, bir Kuzey Amerika dergisinde büyük olasılıkla New York'un geniş bir caddesinde uygun adım yürüyen askerlerin fotoğrafını göstermişti. "Savaştan dönüyorlar" dedi bana. Bu birkaç kelime sanki dünyanın sonunun geldiğini veya İsa'nın dünyaya dönüşünü haber vermişgibi rahatsız etti beni. Çok uzaklarda bir savaşın bittiğini ve askerlerin zaferlerini kutlamak için yürüdüklerini belli belirsiz biliyordum. Benim için o savaş burada ve şu an değil başka bir zamanda meydana gelmişti. Fotoğraf beni yalanlıyordu. Gerçek anlamda bugünden koparılmış gibi hissettim. O andan itibaren zaman gittikçe daha fazla kırıldı ve mekan çokluğu vardı. Bu deneyim gittikçe daha sık aralıklarla kendini tekrarlamaya başladı. Herhangi bir haber, zararsız bir cümle, gazetede bir manşet: herşey dış dünyanın varlığını, benimse gerçek dışılığımı kanıtlıyordu. Dünyanın parçalandığını, kendimi bugünün içine oturtamadığımı hissediyordum. Bugünüm parça parça oluyordu: gerçek zaman başka bir yerdeydi. Benim zamanım, bahçenin, incir ağacının, arkadaşlarla oyunların, öğleden sonra üçte güneşin altında çiçeklerin arasındaki uyuşukluğun, yarılmış -kor halinde bir kömür gibi siyah ve kırmızı ama tatlı ve taze- bir incirin zamanı: kurgu gerçekte var olmayan bir zamandı. Hislerimin bana söylediklerine rağmen uzakta ve başkalarına ait olan zaman gerçekti, gerçek bugünün zamanıydı: Yetişkin olmuştum. Bugünden kopuşum böyle başladı. Bugünden dışlandığımızı söylemek paradoksal görünebilir ancak hepimizin hayatının bir noktasında hissettiği birşeydir bu. Bazılarımız bunu önce bir tutuklu olarak yaşadık sonra bilincimize çıkartıp harekete dönüştürdük. Bugünü aramak ne dünyevi cenneti ne de zamansız bir sonsuzluğu kovalamaktır. "Gerçek" bir gerçekliği aramaktır. Biz İspanyol Amerikanlar için gerçek bugün kendi ülkelerimizde var olan birşey değildi: başkaları tarafından yaşanan zamandı, İngilizler, Fransızlar ve Almanlar tarafından New York'ta , Paris'te, Londra'da olan zamandı. Gidip onu arayıp bulmamız ve eve geri getirmemiz gerekiyordu. Bu yıllar aynı zamanda edebiyatı keşfettiğim yıllar olmuştu. ?iir yazmaya başladım. Onları yazmama sebep olan şeyin ne olduğunu bilmiyordum: Açkılaması zor içten gelen bir dürtüyle yazıyordum. ?imdi anlıyorum ki bugünden kopuşum diye tarif ettiğim şeyle şiir yazmaya başlamam arasında gizli bir ilişki varmış. ?iir, an'a tutkundur ve dizelerinde ona yeniden hayat vermeye çalışır, böylece onu süreğen zamandan ayırıp sabit bir bugüne döndürür. Ama o zamanlar bunu neden yaptığımı hiç düşünmeden yazıyordum. Bugüne açılan kapıyı arıyordum: Kendi zamanıma ve kendi yüzyılıma ait olmak istiyordum. Bir süre sonra bu saplantı sabit bir fikre dönüştü: Modern şair olmak istiyordum. Moderniteyi arayışım böylece başlamıştı. Modernite nedir? Herşeyden önce belirsiz bir terimdir: Ne kadar çok toplum varsa o kadar çeşit modernite vardır. Hepsinin kendi modernitesi bulunur. Kelimenin anlamı ondan önce gelen Orta Çağ'ın ismi gibi belirsiz ve değişkendir. Orta çağla kıyasladığımızda modern kalıyorsak, gelecek bir modernitenin orta çağları olmadığımız ne malum? Zamanla değişen bir isim gerçek bir isim midir? Modernite kendi anlamını arayan bir kelimedir. Bir fikir mi, bir serap mı yoksa tarihte bir an mı? Biz modernitenin çocukları mıyız yoksa yaratıcıları mı? Kimse tam olarak bilmiyor. Çok da farketmiyor: onu takip ediyoruz, arıyoruz. O zamanlar benim için modernite bugünle kaynaşmıştı ya da daha doğrusu onu üretiyordu: bugün, onun son gözkamaştırıcı ürünüydü. Bu, ne sadece bana has ne de istisnai bir durum: Sembolistlerden beri tüm modern şairler kendilerini büyüleyen o çekici ve bulunmaz figürü aradılar. Baudelaire ilkti. Kadına ilk dokunan ve onun elinde ufalanan zamandan başka birşey olmadığını farkeden de ilk o oldu. Kendi maceralarımı modernite arayışıyla bağlantılandırmaya çalışmayacağım: diğer 20. yüzyıl şairlerininkinden çok farklı değiller. Modernite evrensel bir tutku haline geldi. 1850'den beri tanrıçamız ve şeytanımız oldu. Son yıllarda onu kovma çabaları oldu ve pekçok "post-modernizm" lafı edilmeye başlandı. Oysa post-modernizm daha modern bir moderniteden başka nedir ki? Biz Latin Amerikalılar için şiir dünyasındaki modernite arayışı tarihsel olarak, sürekli ülkelerimizi modernize etme çabalarımızla paraleldir. Bu eğilim 18. yüzyılın sonlarında başlar ve İspanya'yı da içine katar. ABDmodernitenin içine doğdu ve Tocqueville'in gözlemlediği gibi daha 1830'da geleceğe gebeydi; bizler, İspanya ve Portekiz moderniteden uzaklaşmaya başladığı bir zamanda doğduk. Bu yüzdendir ki; sürekli olarak ülkelerimizi 'Avrupalılaştırmaktan' bahsediliyordu: modern olan dışarıdaydı ve ithal edilmesi gerekiyordu. Meksika tarihinde bu süreç Bağımsızlık Savaşı'ndan hemen önce başladı. Daha sonra, 19. yüzyılda Meksika toplumunu ateşli bir şekilde bölen büyük ideolojik ve politik bir tartışmaya dönüştü. Sorgulanması gereken şey reform hareketinin meşruluğu değil uygulanış şekliydi: Meksika Devrimi. 20. yüzyıldaki benzerlerinin aksine Meksika Devrimi belirsizce ütopik bir ideolojinin ifadesi değil daha çok tarihsel ve psikolojik olarak bastırılmış bir gerçekliğin patlamasıydı. Bu, bir grup ideologun politik bir teoriden çıkardıkları prensipleri tanıtmak üzere yaptıkları bir çalışma değildi; saklı kalmış olanı su yüzüne çıkartan popüler bir uyanıştı. Tam da bu yüzden bir devrimden çok bir meydana çıkarış idi. Meksika bugünü içeride bulabilmek için dışarıda arıyordu, gömülü ama canlı. Modernite arayışı antikitemizi, ulusun gizli yüzünü keşfetmemizi sağladı. Bu beklenmedik tarihsel dersin herkes tarafından öğrenilip öğrenilmediğinden emin değilim: gelenek ve modernite arasında bir köprü vardır. Karşılıklı olarak ayrıştıklarında, gelenek durağanlaşır modernite buharlaşır; birleştiklerindeyse modernite geleneğe hayat verirken gelenek derin ve yere basan bir yanıt verir. ?iirde modernite arayışı kelimenin 12. yüzyılda alegorik ve alicenap anlamı bağlamında bir sorgulamaydı. Ayna şatolarında, hayaletli kabilelerin arasında kalarak çorak topraklardan geçmeme rağmen hiç Grail bulamadım ve modern geleneği keşfettim çünkü modernite şiirsel bir akım değil soydan gelendir, pekçok kıtaya yayılmış ve ikiyüzyıldır bir çok ani değişim ve felaketten sağsağlim çıkmayı başaran bir ailedir: halkın ilgisizliği, köşeye çekilmişliği ve dini, politik, akademik ve cinsel ortodoksi adına kurulmuş mahkemelerle... Bu bir doktrin değil bir gelenek olduğu için, aynı zamanda hem devamlılığı olan hem de değişebilen bir yapı oluşturmuştur.Bu kadar çok çeşitli oluşumun sebebi de budur: her şiirsel macera birbirinden ayrıdır ve her şair, konuşan ağaçların gözkamaştırıcı ormanında farklı bir fide ekmiştir. Peki çalışmalar çeşitli ise ve her yol birbirinden ayrı duruyorsa, tüm bu şairleri birleştiren nedir? Estetik değil, arayıştır bunu yapan. Modernite fikri bir serap, bir yansımalar toplamı olmasına rağmen benim arayışım hayali değildi. Birgün ilerleyeceğim yerde başladığım noktaya geri döndüğümü farkettim: modernite arayışı kökenlere geri inmekti. Modernite kendi başlangıcımın, kendi antikitemin kaynağına götürdü beni. Artık ayrılış tekrar bir araya gelmeye dönüşmüştü. Böylece şairin, kuşakların ritmik akışı içinde bir nabız atışı olduğunu farkettim. Modernite fikri, tarihi mirası biricik ve çizgisel algılayışımızın bir yan ürünüdür. Kökenleri Judeo-Hristiyanlıkta yatmasına rağmen, Hristiyan doktriniyle bölünür. Hristiyanlıkta pagan kültürlerinin döngüsel zamanı, tekrar edilemez tarihle, başı olan ve sonu gelecek olan birşeyle yer değiştirir. Ardışık zaman, tarihin kutsal olmayan zamanıdır, düşmüş insanların hareketleri için bir arenadır, yine de başı ve sonu olmayan kutsal bir zaman tarafından yönetilir. Kıyamet Günü'nden sonra ne cennette ne de cehennemde gelecek olacak. Sonsuzluğun alanında ardışlık yoktur çünkü herşey zaten öyledir. Oluşmakta olana karşı varlığın zaferi. Yeni zaman, bizim zaman kavramımız, Hristiyanlıktaki gibi çizgiseldir fakat sonsuzlukla ilintilenmeden sınırsızlığa açıktır. Bizimkisi düşmüş tarihin zamanıdır, sona değil geleceğe yürüyen geri döndürülemez ve hiç sonu gelmeyecek zaman. Tarihin güneşi gelecektir ve ilerleme geleceğe yönelen hareketin adıdır. Hristiyanlar dünyayı veya eski deyişle siecle'ı veya dünyevi hayatı, bir duruşma mekanı olarak görürler: dünya üzerinde ruhlar kurtarılabilir ve kaybedilebilirler. Yeni anlayışta tarihsel özne bireyin ruhu değil insan ırkıdır. Bu özne bazen bir bütün olarak bazense onu temsil eden seçilmiş bir grup olarak görülür: Batının gelişmiş ulusleri, proleterya, beyaz ırk veya bir başka grup. Pagan ve Hristiyan felsefe geleneği, insanoğlunun kendini bütünüyle tamamlamış değişmez bir mükemmellik olarak görüyordu; bizse ilerlemenin motoruyuz ve toplumlarımız için model olan Değişime tutkunuz. Değişim kendini iki ayrıcalıklı yolla gerçekleştirir: evrimle ve devrimle. Tırıs ve sıçrama. Modernite tarihsel hareketin ateşleyicisidir, ilerlemenin iki yüzü olan evrimin ve devrimin canlı sembolüdür. Son olarak, ilerleme, doğanın ve korkunç boyutlardaki kaynaklarının kullanımında uygulanan bilim ve teknolojinin iki taraflı hareketi sayesinde gerçekleşir. Modern insan kendini tarihsel bir varlık olarak tanımladı. Diğer toplumlar kendilerini değişimden farklı olan değer ve fikirleri açısından tanımlarlar: Yunanlılar polise büyük değer verdiler ve çevre de ilerlemenin farkında değildi; tüm Stoacılar gibi Seneca da ölümsüzlük konusuna çok önem verirdi; Saint Augustine dünyanın sonunun çok yakın olduğuna inanırdı; Saint Thomas en küçük yaratıkla Yaratıcı arasında bağ kurarak canlılar arasında bir derecelendirme kurguladı, gibi... Bu fikirler ve inançlar ortadan kalktılar. Bana öyle geliyor ki aynı düşüş bizim ilerleme fikrimizi ve dolayısıyla zamanı, tarihi ve kendimizi görüşümüzü etkilemeye başlıyor. Geleceğin alacakaranlığına tanık oluyoruz. Modernite fikrinin düşüşü ve "post-modernizm" gibi şüpheli bir fikrin popülaritesi sadece edebiyatı sanatı etkileyen bir olgu değildir: iki yüzyılı aşkın bir süredir insanoğluna rehberlik eden temel fikir ve inançların krizini yaşıyoruz. Büyük ihtimalle bir tarihsel dönemin sonunda, diğerinin başındayız. Modern Devrin sonu mu yoksa bir mutasyonu mu? Söylemesi zor. Ne olursa olsun ütopik şemaların çöküşü büyük bir boşluk bıraktı, bu ideolojinin başarısızlığa terkedildiği ülkelerde değil ona heyecanla sarılmış ülkelerde oldu. Tarihte ilk kez, insanoğlu, daha önce olduğu gibi bizi rahatlatan aynı zamanda da baskı altında tutan o dini ve politik sistemlerin gölgesinde değil, bir çeşit ruhani bırakılmışlık içinde yaşıyor. Tüm toplumlar tarihsel olmalarına rağmen, her biri bir takım tarih ötesi inanç ve fikirlerin rehberliğinde ve ışığında yaşamıştır. Tarih ötesi doktrin olmadan yaşamaya hazır ilk dönem bizimkidir; dini veya felsefi, ahlaki veya felesefi olsun kendi değişmezlerimiz kollektif değil özeldir. Bu, tehlikeli bir deneyimdir. Geleneksel olarak kamusal alana ait olan fikir, yaşantılama ve inançların özelleşmesinde çözülmüş olan gerilim ve çelişkilerin sosyal dokuyu bozup bozmayacağını da bilemeyiz. Sonra insanlar birkez daha eski dini öfkelerinin veya fanatik milliyetçiliklerinin esiri olabilirler. İdeolojinin soyut idolünün düşüşü, kabile, cemaat ve Kiliselerin gömülü tutkularının yeniden uyanışı anlamına gelirse, bu korkunç birşey olur. İşaretler maalesef rahatsız edici. Tarihötesi olarak adlandırdığım ideolojilerin_ bununla tarihe bir amaç ve yön veren ideolojilerden söz ediyorum_ düşüşü küresel boyutta getirilebilecek çözümlerin sessizce ortadan kaldırılmasına işaret ediyor. Akla yatkın olarak somut sorunları çözebilmek için giderek daha sınırlı çözümler bulmaya yöneliyoruz. Gelecek hakkında kanunlar koymaktan kaçmak akıllıca olur. Yine de bugünün acil ihtiyaçları için ilgi görmekten çok daha fazlasına ihtiyacı var: daha güçlü bir global düşünme gerektiriyor. Uzun bir zaman, geleceğin alacakaranlığının, şu anın oluşmasını müjdelediği düşüncesine sıkı sıkıya sarılmıştım. ?u an hakkında düşünmek herşeyden önce eleştirel görüşü kazanmayı gerektirir. Örneğin, pazar ekonomisinin zaferi ( muhaliflerin hatasına dayanan bir zafer) sadece keyif vermek için bir sebep olamaz. İşleyişinde pazar verimlidir, ama tüm işleyişler gibi o da bilinç ve merhametten yoksundur. Onu, toplumsal sözleşmeyi ifade etmesi ve adalet mekanizması haline gelmesi için toplumun içine işlemenin bir yolunu bulmalıyız. İleri seviyede demokratik toplumlar, büyük bir refah seviyesine ulaşmışlardır; aynı zamanda evrensel yoksunluk okyanusunda bolluk adaları halinde var olmaktadırlar. Pazar konusu, içten içe çevrenin bozulmasıyla ilintilidir. Kirlilik sadece havayı, nehirleri ve ormanları değil ruhlarımızı da etkiliyor. Daha fazla tüketmek için daha fazla üretmeye delicesine ihtiyaç duyan bir toplum, fikirlerini, duygularını, sanatı, aşkı, dostluğu ve insanların kendilerini tüketim maddelerine indirgemek eğilimindedir. Herşey satın alınacak, kullanılıp sonra çöpe atılacak birşeye dönüşür. Hiçbir toplumda bizimki kadar çok atık üretilmedi: maddi ve manevi atık. Bugüne bakmak gelecekten vazgeçmek veya geçmişi unutmak anlamına gelmiyor: bugün, zamanın bu üç yönü için bir buluşma noktasıdır. Kolaycı bir Hedonizmle de karıştırılabilecek birşey değildir.Zevk ağacı geçmişte veya gelecekte değil tam şu anın içinde yeşerir. Ölüm de bugünün meyvasıdır.Yok sayılamaz çünkü hayatın bir parçasıdır. Yaşam aynı zamanda ölümü de ima eder. Ölümle yüzleşmeyi öğrenmek zorundayız. Bugün, eylem ve düşünceyi bir araya koyan bir küre gibi hem aydınlık hem de karanlıktır. Bu yüzden, tıpkı geçmiş ve gelecek , sonsuzluk ve boşluk hakkında felesefelere sahip olduğumuz gibi gelecekte de bugünün felsefesine sahip olacağız. ?iirsel deneyim bunun kaynaklarından biri olabilir. Bugün hakkında ne biliyoruz? Hiçbirşey, veya hemen hemen hiçbir şey. Ama şairler birşeyi biliyor: bugün, varolanların kaynağıdır. Moderniteyi aramak için çıktığım bu uzun yolculukta pekçok noktada yolumu kaybettiğim oldu, her defasında tekrar kendimi bulmak için. Kaynağına döndüğümde modernitenin bizim dışımızda değil içimizde olduğunu öğrendim. Modernite bugündü ve en eski çağdı; yarındı ve dünyanın başlangıcıydı; binlerce yıllık bir geçmişi vardı ve henüz doğmuştu. Nahuatl dilinde konuşuyor, dokuzuncu yüzyıldan Çin ideogramları çiziyor ve televizyon ekranlarında görülüyor. El değmemiş olan bugün , son zamanlarda tozlarından silkinip yüzyılların tozunu üzerinden atıyor, bize gülümsüyor ve havalanıp pencereden uçup gidiyor. Aynı anda var olan hem bir zaman çoğulluğu hem de bugün: Modernite, yüzyıllar öncesine dayanan geçmişi geri kazanmak ve onu neolitik çağdan günümüze ufacık bir bereket simgesine dönüştürmek için yakın geçmişten kendini koparıyor. Moderniteyi, geçirdiği dur durak bilmez değişimleri içinde kovalarken yakalamayı hiçbir zaman başaramıyoruz. Her defasında elimizden kaçıyor: her denememizde ıskalıyoruz. Tam ona sarıldığımız anda yok oluveriyor: buharlaşıyor. O hem her yerde olan hem hiç biryerde olmayan bir kuş. Onu canlı kıstırmaya çalışıyoruz ama kanatlarını çırpıp heceler halinde ortadan kalkıyorlar. Ellerimiz bomboş kalıyor. Sonra algının kapıları yavaş yavaş açılıyor ve diğer zaman ortaya çıkıyor bilmeden aradığımız gerçek zaman: bugün, varoluş.

*TLS Aralık 21-27 1990 sayısında yayınlanmış, Octavio Paz'ın Nobel konuşmasının düzeltilmiş versiyonunun çevirisinden

İçindekilere geri dön