!ktphane.gif (4763 bytes)

19. Sayı

Sınıf Mücadelesi

Mehmet Arif

       Giriş        Toplumsal dönüşümleri anlayabilmek için yapılan analizlerde farklı yöntemlerin uygulanması sadece tarafların isteklerine ve arzularına bağlı değildir. İdeolojik konumlanışın farklı oluşu her alanda olduğu gibi olgulara yaklaşımda da kendini gösterir. Toplumsal kurumların birbiriyle veya toplumla girdikleri ilişkiler üzerinden toplumları anlamaya çalışan kişiler, sağlıklı bir analiz yapma imkanından yoksundur. Her zaman bir günah keçisi bulmak ihtiyacı içinde olan bu yaklaşım, tarihi iyi insanlarla kötü insanların mücadelesi olarak görür. Dolayısıyla toplumların gelişmesinin sebebi X yöneticisinin basiretsizliği Y devlet adamının cahilliği vs.dir. Böyle bir bakış açısının gidebileceği en ileri nokta; tek tek yöneticilerenin değil de tamamının yukarıda sayılan özelliklere haiz olma(ma)sıdır. Bu bakış açısının en büyük handikapı ise toplumlar arası farkların açıklanması konusudur. Niçin bir toplum diğer bir toplumun önüne geçebilmektedir? Veya bakış açısının çerçevesinden, niçin akıllı yöneticiler o toplumdan değil de şu toplumdan çıkmaktadır? Toplumları sınıflar bağlamında ele alan çalışmalar, tarihin ilerleyişinde sınıflar arası mücadeleninin belirleyici olduğunu iler sürerler. 1980'li yıllardan beri 'entelektüellerin' ve 'toplum bilimcilerin' afaroz ettikleri sınıf mücadelesi kavramlaştırması, böylesi bir yaklaşımın sinyallerini de bünyesinde taşımaktadır. Bu perspektiften yapılan çalışmaların akıbeti iki şekilde olmaktadır. İlki en etkili yöntem olan görmezden gelme yöntemidir. Çalışmanın muhatapları, sanki çürütülen kendi görüşleri değilmiş gibi, hiçbir tepki vermemektedirler. Böylece zaten dar bir çevreye seslenen yazar kendi sesinde boğulacaktır; nasıl olsa tüm iletişim kanalları aykırı seslere kapalıdır. İkinci metod ise daha dürüstçe gözükse bile en az birincisi kadar çirkindir. Eleştiri mekanizmasının yerini bu defa küçümseme ve aşağılama alır. Aşağıda ele alınacak çalışmanın görmezden gelindiğini söyleyebiliriz, Yöntem sorunlarının tartışıl(a)mayacağı(1) bu çalışmanın amacı bir yazar (Sungur Savran) ve bir kitap (Türkiyede Sınıf Mücadeleleri) üzerinden Türkiye'nin yakın tarihini anlama çabasıdır. Resmi İdeoloji ve Gayrı Resmi İdeoloji Kitap iki düşünce tarzıyla hesaplaşmak için yazılmış. Bu düşünce tarzları sol kemalizm ve sol liberalizm. Sol Kemalizmi anlayabilmek için Kemalizmin doğasını araştıran yazar, gerici bir ideoloji olduğunu şu dayanaklara dayandırıyor: Kürt ulusunun tüm haklarını ayaklar altına aldığı için, her türlü çoğulculuk girişimini şiddetle bastırdığı için (Serbest Fırka deneyimi kastediliyor), işçi sınıfının tüm haklarını kısıtladığı ve sosyalist örgütlenmelerin önünü tıkadığı için ve her şeyden önce resmi ideolojisi ile gericiydi. Tüm bu uygulamaların, yerleşme aşamasında olan burjuvazinin çıkarları doğrultusunda yürütüldüğü açıktır. Kemalizmin kapitalizm öncesi formasyonların kalıntılarına karşı her zaman burjuvazinin yanında yer alması kendi doğasında bir ikiliği barındırdığının kanıtıdır. Bu düalist yapı Kemalizmin kitlelerle kaynaşmasını her zaman için engelleyecektir. Yönettiği toplumdan bu kadar korkan ve ona bu kadar az insiyatif veren iktidar belki de yoktur. Kapitalizmin gelişmesiyle birlikte Kemalizm artık bir engel niteliğini almıştır. Sol hareketin de gelişmesiyle aynı döneme denk düşen bu süreçte sol Kemalizm, 'sol' adına ortaya çıkmıştır. Sol Kemalizmin belli başlı tezleri şöyle sıralanabilir: Türkiye'de temel sınıflardan bağımsız bir sivil-asker aydınlar katmanı vardır. Bu kesim milli mücadeleyi yürüttüğü için doğası gereği ilericidir. Anti emperyalist, anti kapitalist(!) ve anti feodaldir. Dolayısıyla devlet sınıflar üstü bir varlıktır ve her türlü tehlikeye karşı korunmak zorundadır. Cumhuriyetin ilk yıllarında devrime bir ideoloji oluşturma sevdasıyla hareket eden Kadro Çevresi ve 1960'lı yıllarda etkin olan Yön hareketinin devamı niteliğindeki sol Kemalistler, resmi ideolojiden farklı olarak halihazırdaki iktidarları eleştirir ve devrimleri tamamlayacak bir iktidarın geleceğine dair bir inanç beslerler. 1980 Sonrası ortaya çıkan Kemalizm eleştirileri de tam karşı bir tezle ama aynı bakış açısıyla olgulara yaklaşıyordu. Sivil toplumculuk olarak da bilinen sol liberalizme göre ise tarih, devlet ile devletten özerkleşmeye çalışan bir sivil toplumun mücadelesiydi. Böyle bir analizin mantıksal devamı toplumun homojen bir bütün olduğu, ülkedeki her antidemokratik uygulamadan işçi sınıfı kadar burjuvazinin de etkilendiği, tüm olumsuzlukların baş müsebebinin ordu olduğu dolayısıyla ordunun sınıflar üstü bir niteliği olduğudur. Görüldüğü gibi iktidarın kolluk güçleri sınıf mücadelesinden soyutlanmakta ve sınıflar üstü bir konuma yükselmektedir (Sol Kemalizm ile benzerliğe dikkat edilmeli). 1923 Devriminin Niteliği Türkiye tarihinde çok önemli bir yere sahip olan 1923 devrimini sol Kemalistler Osmanlı İmparatorluğu'ndan köklü bir kopuş olarak nitelendirdirler. 1923'ün Osmanlıdan kopuş olduğu elbette doğrudur; fakat daha öncesinde gelişen Jön Türk hareketinden koparma çabası tarihin yanlış yorumlanmasına yol açar. Sol Kemalistlerin, tarihi, 1923 Devrimiyle başlatma hastalığının tam tersi bir hastalık sol liberallerde kendisini gösterir. Sol liberallere göre ise 1923'le birlikte hiç birşey değişmemiş ceberrut devletin devamı niteliğindeki devlet, tepeden inme zorunlu yenilikler dayatmıştır. Oysa tarihsel süreci, iç çelişkilerin ışığında ve uluslararası etkilerin süzgecinden geçirerek yapan bir çalışma çok farklı bir panorama ortaya koyacaktır. Herşeyden önce ülke topraklarında kapitalizme geçişin ilk adımları 19. yy'da 1838 Ticaret Anlaşması ile, özel mülkiyetin oturtulması konusunda 1839 Tanzimat Fermanı ile, devletin koşullara ayak uydurması meselesinde 1808 Senedi İttifak ile atılmıştı. Böylece emperyalizmin coğrafi olarak en yayılmacı döneminde Osmanlı İmparatorluğu da sömürüye açık hale getirildi. Bu noktada bürokrasinin niteliğinden bahsetmek gerekiyor. Osmanlı İmparatorluğu'nda toplumsal çelişki iki kesimin karşı karşıya gelmesi sonucunu doğuruyordu. Bunlar merkezi bürokrasi-tımarlı sipahiler ve reaya yani köylü üreticiler idi. Bu noktada bürokrasinin metamorfozu ile karşılaşıyoruz. İlk olarak gerici ve ilerici olarak ayrılan bürokrasinin ilerici kanadı kendi çıkarlarını yeni sisteme bağlamışken gerici kanat halen eski sistemde diretiyordu. İkinci bir bölünmeyi ise Jöntürklerin ortaya çıkması ile yaşayan bürokrasi artık farklı görüşleri bağrında taşıyordu. JönTürkler hürriyet proğramı adı altında burjuva devrimini savunuyorlardı. Bürokrasiye ileride dönmek üzere bir başka alana (burjuva devrimlerine) eğilmek durumundayız. Burjuva Devrimleri Burjuva devrimlerinin ortak çekirdeği, kapitalizm öncesi formasyonları yıkarak kapitalizmin yeşerebileceği uygun ortamı hazırlamaktır. Bu görevi yerine getirebilmek için her topluma özgü dönüşümlerin yanısıra temel olarak üç değişiklik içerir. Mutlakiyetçi devlet yapısını parçalayıp yerine burjuva demokrasisini inşa eder. Tarımsal alanlarda mülkiyetin ortaya çıkmasını ve tüm üretim alanlarında meta üretimini artırmak. Toplumları ulus devletler çerçevesinde birleştirmek. Diğer bir deyişle ulusal bağmısızlığı olmayan ülkelerin ulusal bağımsızlık kazanması. Burjuva devrimlerin farklı yapılarda ve farklı zamanlarda ortaya çıkması, aralarında bazı benzerlikler olsa da, bir çok fonksiyonun farklılışmasına yol açar. İki farklı kategoriye ayırabileceğimiz burjuva devrimlerinin ortak yanlarını yukarıda gördük. Farklı yanları ise sınıf kompozisyonunun gösterdiği değişimdir. İlk kategorideki devrimler geniş halk kitlelerinin, burjuvazi önderliğinde feodal artıklara karşı savaşımından oluşurken ikinci evredeki devrimlerde kitlelerin hareketliliğinden sözedemeyiz. 1640 İngiliz, 1776 ABD, 1789 Fransa devrimleri kitlesel hareketliliğin aşağıdan devrimleri dayattığı devrimler iken; daha sonraki Almanya, Avusturya, İtalya, Rusya devrimleri kitlesiz devrimlerdir. İkinci tür devrimler eski düzenin hakim sınıfları ile yeni düzenin hakim sınıflarının bir uzlaşmasına dayanır. Çünkü bu toplumlarda burjuva devrimini proleter devrime taşıyabilecek bir işçi sınıfı oluşmuştur. Devrim sürecinin ne kadar karmaşık bir süreç olduğunu gözönüne getirirsek burjuvazinin kaygısı daha iyi anlaşılabilir. Toplumsal ilişkiler üretici güçlerin gelişiminde artık ayak bağı olmaya başlayınca bu tıkanıklığı önleyecek bir değişim süreci kaçınılmaz olur. Kapitalizmin görece gelişmiş olduğu toplumsal formasyonlar da bu olgunun istisnası değildirler. Bu şekilde bir tıkanıklığı aşabilmek için artık tek sınıf burjuvazi değildir. Fakat burjuvazi dediğimiz sınıf, bu gibi toplumlarda zaten daha önceki toplumsal formasyonun hakim sınıflarının dönüşüm geçirmiş halidir. Bu sebeple burjuva devrimi demokratik niteliğini kaybetmiştir; burjuvazi ilerici değil gericidir. Böyle bir devrim formülasyonununda bürokrasinin gücünün abartılması kaçınılmazdır. Devlet tüm azgelişmiş formasyonlarda olduğu gibi burjuvaziye karşıt bir güç değildir. Tam tersine devlet, eski düzenin hakim sınıfları ile burjuvazinin uzlaşmasının çimentosunu oluşturur. 1923: Kitlesiz Burjuva Devrimi 1920'li yıllarda ve özellikle 30'lu yıllarda yaşananları sosyal devrim olarak adlandırmak mümkündür. Sosyal devrimler politik alanın ötesine geçerek toplumsal ilişkileri yeniden düzenleyen, üretim ilişkilerine varana dek toplumun yeniden üretim tarzını kökünden sarsan devrimlerdir. Bu dönemde burjuva toplumuna ve eşgüdümlü olarak kapitalist üretim biçimine geçilmesi yolunda köklü reformlar yapılmıştır. Bu sosyal devrimin önünü açan 1923 politik devrimidir. Politik devrim ise düzene karşı düzenin olağan kanallarının dışından hareket ederek eski devletin yıkılması ve yerine yeni bir devletin kurulması sürecidir. Bu noktada belirtilmesi gereken çok önemli bir tespit vardır: 1908 Meşrutiyetin ilanının da bir burjuva devrimi olduğu. 1923 Yılında yaşanan kitlesiz, tepeden ve antidemokratik bir burjuva devrimidir. Demokratik olmaması sebebiyle toplumsal görevlerini tamamlayamamıştır. Ancak bir sosyalist devrimle tamamlanabilecek bu görevlerin başında demokrasi sorunu gelmektedir. Devrim ile bir çok alanda köklü dönüşümlerin yaşandığını yukarda belirtmiştik. Bu alanlarda yerine getirlen değişiklikler kapitalizmin yerleşebilmesi için yapılmış değişikliklerdir. Cumhuriyet iktidarının saltanat iktidarından kopuşunun en açık kanıtları olan bu değişiklikleri sol liberaller görmezden gelir. Çünkü böyle bir kopuşun varlığını kabul etmek süreklilik teorilerinin çökmesi demektir(2). Bu dönemde hukuk alanında, ideoloji/kültür alanında, kapitalizmin gelişmesi konusunda devletin bizzat işe karışması (devletçilik) ve burjuva toplumuna geçişin aşamalarında (inkılaplar) gösterdiği başarıları görmezden gelir. Sermaye Birikimi ve Devlet Türkiye'de toplumsal dönemeçlere ilişkin yapılan açıklamalarda sınıfların ve dolayısıyla sınıf savaşımının açıklayıcı olması tezi, en iyi şekilde askeri müdahalelerin açıklanmasıyla hayat bulur. Kapitalizmin gelişmesi ile birlikte tarih sahnesine çıkan proletarya her toplumda olduğu gibi Türkiyede de dengeleri alt üst etmiştir. Sol liberalizmin askeri müdahaleler analizinde yukarıda kısaca özetlediğimiz bakış açısı egemendir. Toplum üzerinde denetimini yitiren bürokrasi yeniden hegemonya kurabilmek için askeri müdahalelere başvurur. Böyle bir açıklama burjuvazi içinde kabul görür. Devleti tüm bağlarından kopararak ele alan bu yaklaşım her askeri müdahaleden zararla çıkan işçi sınıfını ve darbe ertesi yoğun bir sermaye birikim süreci yaşayan burjuvaziyi aynı kefeye koymaktadır. Devletin sınıf savaşamında Cumhuriyetin kuruluşundan beri üstlendiği rollerin taranması bizi doğru sonuca götürecektir. Yaygın kanının aksine Türkiye'de devletçilik uygulaması Cumhuriyetin ilk kuruluşundan itibaren değil 1930'lu yıllardan sonra başlamıştır. Yeni rejimin kapitalist birikime yöneldiği zaten İzmir'de yapılan İktisat Kongresi'nde (1923) açıkça belirtilmişti. Cumhuriyetin daha sonradan yabancı sermayeyi dışladığı tezi tamamıyla ideolojik bir yanılsamadır. Siyasi iktidar her zaman için çekmeye çalıştığı yabancı sermayeyi bir türlü ülkeye yatırım yapmaya ikna edememiştir. Sadece Türkiye değil o dönemde hiçbir az gelişmiş ülkeye yabancı sermaye akımı olmamıştır. Çünkü 1929 ekonomik bunalımı ile uğraşan gelişmiş ülkeler kendi sorunları ile boğuşmaktan doğrudan sömürü faaliyetlerine ara vermişlerdi. Bu tarihsel kesitte ülke içinde yatırım yapacak tek kuvvet devlet olarak gözüküyordu. Ülke içinde bir burjuva sınıfın olmayışı bu konuda adım atılmasını gerektiriyordu. Zaten o dönemde bir çok azgelişmiş ülkede devlet kapitalizmi denilen olgu kapitalizmin yerleşmesi sürecinde uygulanıyordu. İkinci Dünya Savaşı ertesinde gelişmiş ülkelerde yaygınlaşacak olan devletçilik uygulaması, azgelişmiş ülkelerde kapitalizmin kuruluşunun önkoşulu oluyordu. Bu sürecin bu şekilde işlemesinde ekonomik bunalımda diğer ülkelerin de içe kapanması, oldukça büyük bir verimlilik artışı sağlayan sosyalist ülkelerin olması gibi çeşitli etkenler rol oynadı. Devletçilik uygulamalarının ertesinde dünya sistemi ile bütünleşmeye aday bir ülke görüyoruz. Çok partili sisteme geçiş ile birlikte artık sermayeninin içinde sivrilmeye başlayan sanayi sermayesi iktidarını kaybetmeye başladı. Sermayenin bütününün çıkarlarını korumaya çalışan CHP'nin yerine kırsal kesimden büyük miktarda oy alan ve bunun karşılığını vermeye çalışan DP'nin iktidara gelmesi kendisine akan devlet olanaklarının durması anlamına geliyordu. Ülke içinde etkinliği her geçen gün artan sanayi burjuvazisi ve oy oranı bakımından büyük bir potansiyel sahibi tarım kesimi... Bu güç dengesinin farklı bir ayağı da sanayi burjuvazisinin gelişimiyle birlikte kaçınılmaz olarak genişleyen proletaryaydı. Sanayi sermayesinin en güçlü kozu silahlı kuvvetlerdi; ve onu onayladı. Yani 27 Mayıs, siyasi iktidarın el değiştirmesidir. Siyasal üstyapının tarımsal sermaye birikiminden sınai sermaye birikimine geçişin ihtiyaçlarına uyarlanmasıdır. Daha sonraki iki askeri müdahale ise burjuvazinin hegemonyasının tehlikeye girdiği noktalarda can simidi işlevi görmüştür. Darbelerin açıklanmasında etkili olan bir açıklama tarzı da iktisadi olaylar/politikalar bağlamında yaklaşmaktadır. Oysa iktidara yapılan müdahaleler sadece ekonomik boyutun veçhesi değil siyasi gelişmelerin neticesidir. Kısacası 12 Eylül ve 12 Mart müdahalelerinin esas amacı sanayi burjuvazisinin düzenleme mekanizmalarının gereklerinin yerine getirilmesinde engellerin kaldırılmasıdır. Sınıf mücadelesi dediğimiz süreç bir çok faktörün birbirini etkilemesi ile birlikte yürümekte. Bazen en sert ve açık biçimde cereyan ederken bazen de belli belirsiz bir şiddet içermekte. Burjuvazinin Truva Atı: Sosyal Demokrasi Sosyal demokrasi kavramının tarihsel bir perspektiften ele alınması bizleri yanlış değerlendirmeler yapmaktan alıkoyacaktır. Liberalizmin etkinliğini artırdığı dönemlerde birileri çıkıp, piyasanın kendi haline bırakıldığında sadece eşitsizlik ve kriz yaratacağını ileri sürdü. Toplumsal mülkiyet, eşitsizliklerin ortadan kaldırılması, gerçek demokrasi gibi kavramlarla yola çıkan sosyal demokrasi, liberal demokrasinin en ciddi rakibi oldu. Sadece sınıfların birbirini sömürmesine değil; aynı zamanda toplumların da birbirleri üzerinde gerek siyasi gerek ekonomik tahakküm kurmasına karşı çıktı. Daha sonra toplumsal dönüşümlerin evrim yolu ile değil de devrim yolu ile olacağını savunan kesimler yollarını ayırdı. Artık kendilerini sosyalist olarak nitelendiren bu kesim farklı bir stratejik hat çizdi. Sosyal demokrasi ise yine temel politikalarını işçi sınıfının kısa ve/veya uzun vadeli çıkarları doğrultusunda belirledi. Zaten işçi sınıfı içindeki örgütlülük hacmi, uluslararası işçi örgütlenmelerine yaklaşımı, söylem düzeyinde bile olsa Marksizm'in kavramlarını kullanması sınıf doğası hakkında açıklayıcı olabilir. Kısacası sosyal demokrasi her geçen gün biraz daha sınıftan uzaklaşmasına rağmen yine de liberal partilerle aynı kefeye konamaz. Fakat aynı tahlilleri Türkiye'de kendisini sosyal demokrat veya demokratik sol olarak adlandıran hareketler için yaptığımızda farklı bir sonuçla karşılaşırız. Son dönemde iktidar ortağı olmalarıyla iyice açığa çıkan ikiyüzlü yaklaşımları kuruluşlarından beri içsel bir özelliktir. Siyasi yelpazede reformist burjuva partisi olarak adlandırabileceğimiz bir yerde durmaktalar. Sonuç Yerine Ele alınan dönem içinde (1919-1980) toplumu derinden etkileyen olayların ortaya çıkmasında belirleyici etkisinin sınıf mücadelesi olduğu tezi hemen başta ifade ediliyor. Çalışmanın tamamında bu tezin izini süren yazar bunu iki şekilde yapıyor. Bir yandan toplumda egemen olan ideolojik söylemlere karşı çıkıyor, bir yandan da kendi tezlerini inşa ediyor. Bu noktada yazarın kolay olanı, yani sadece eleştirilerini getirip çekilmeyi, seçmemesi çok zorlu bir alana girmesine de yol açıyor. Alternatif bir tarih taraması yapmak durumunda kalan yazar bu çabasına elbette ki Osmanlı İmparatorluğu'ndan başlıyor. Çok kısa yazılmış olan bu bölümdeki değinilerde bile yazarın birçok kalıplaşmış/yanlış önyargıyı sağlam dayanaklarla yıktığını görebiliyoruz. Tarih yazımında ideolojik yanılgıları kökünden söküp atabilmek için her zaman resmi tarih tezinin eleştirisi gerekmekte... Tarihi yeniden yazma sürecimizde ne kadar cesur davranırsak, tartışılmaz olarak kabul edilen yaklaşımların içeriğinin boş olduğunu o kadar çabuk görürüz. Tüm olgulara ve tanımlamalara yeniden ama bu defa eleştirel bir şekilde yaklaşmak durumundayız. Toplumları ve toplumsal dönüşümleri analiz ederken esas olanın sınıf mücadeleleri olduğunu gözönünüde tutmalıyız. 'Bu gelişim tarihinin bütün önemli dönüm noktaları (II. Meşrutiyet, Milli Mücadele ve Cumhuriyet, çok patili hayata geçiş, 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül, vb) ancak sermaye birikiminin verilmiş bir evresinde ve belirli bir uluslararası konjöktürde sınıfların karşılıklı mücadelelerinin ve mevzilerinin bir ürünü olarak kavranabilir'(3) Tarihin yeniden yazılması sürecinde dikkat edilmesi gereken en önemli nokta, kavramların yerliyerinde kullanılmasıdır. Birinin 'ak' dediğine 'kara' diyerek eleştiri yapanların gidebileceği bir yer yoktur.

Dipnotlar
1- Yukarıda kabaca değindiğim yöntem tartışmalarını ele alan bir çalışmayı tamamlamayı amaçlıyorum. Konuyu dağıtmamak ve kapsamı genişletmemek için erteliyorum.
2- Liberalizm konusunda bkz. Savran, Sungur (1986). 'Sol Liberalizm: Maddeci Bir Eleştiriye Doğru; Onbirinci Tez, sayı: 2, İstanbul.
3- Savran, Sungur (1992). Türkiye'de Sınıf Mücadeleleri, Kardelen, İstanbul.

İçindekilere geri dön