20. Sayı
Feminizm 80 sonrası ortaya çıkıyor. Neden 80 sonrası? Ana hatlarıyla dönüm noktaları neler oldu? Seksen sonrası, anti-feminist havada şöyle yorumlanıyor zaman zaman: Darbenin getirdiği muhalefet boşluğundan yararlanıp bir tür eylülist hava içinde ortaya çıkan burjuva ya da anti-sosyalist ya da non-sosyalist iklimin bir parçası olarak görülebiliyor feminizm. Ben çok farklı düşünüyorum. Seksen darbesinin, solun bir tür yenilgi sonrası kendine dönüp kendine bakması anlamına da geldiğini görmek gerekiyor. Feminizm biraz böyle bir solun kendi geçmişini değerlendirme imkanını bulduğu noktada çıktı. Genellikle erkekler daha çok cezaevine girmişlerdi birlikte çalıştıkları ya da yaşamlarını bir şekilde paylaştıkları kadınlar dışarıda kalmıştı. Geçmişte sol örgütler içinde çalışmış olan kadınlar ya da hayatlarını tamamen bir sol örgütlülük içinde örgütlemiş olan kadınlar kendi geçmişlerine dönüp o örgütlerde nasıl bir iş bölümü içinde olduklarını, cinsiyetçi işbölümünün orada da nasıl olduğunu gördüler. Paylaştıkları hayatlarını nasıl yaşadıklarını gördüler. Dolayısıyla sol içinden belli kadınların bu kendi geçmişlerini değerlendirme süreci çok yakından ilişkili -benim için- seksen sonrası ortaya çıkışıyla. Bir başka yanı sol üzerindeki, benim Stalinist diyeceğim, başkalarının başka biçimlerde adlandırabileceği ama her halükarda dünyayı sadece ve sadece emek-sermaye çatışması ekseninde açıklamaya ve anlamaya çalışan bir hareketin sonuçta bir darbe yemesiyle daha teorik ve politik anlamda da kendini yeniden değerlendirmesiyle de ilgili. Bir başka boyutu da daha özel tarihçeler açısından biz birtakım insanlar, YÖK'ün çıkışıyla üniversiteden ayrıldık. Bu ilk bir araya gelip de feminizmi ortaya çıkartan küçük dar ekip içinde de ?irin Tekeli'yle ben vardım. Bizim üniversite dışına çıkmamız, akademizmin dışında bir kanalın önümüze açılmış olması yine seksenle bağlantılı olarak düşünülebilir. Soldan bağımsızlaşma nasıl bir dönem oldu? Soldan bir tür kadın örgütlenmesi açısından bağımsızlaşma anlamını taşıdı ve bu olumlu birşeydir bence. Kimileri için ideolojik olarak soldan kopma anlamına da geldi, ama bu bütün feministler için söz konusu değil. Bu bağımsızlaşma-sorgulama sürecinin bir olumlu tarafı var bir anlamda... Çünkü sol örgütlerin yan örgütleri biçiminde çıkmış kadın örgütleri vardı seksen öncesinde. Özerk örgütlenme anlayışı sonradan gelişti. Bu anlamlı, önemli ve olumlu bir bağımsızlaşmaydı. Ama sosyalizmden, soldan gerçek bir biçimde kopup geçmişini inkar anlamına gelmedi pek çok feminist için. Tekil durumlar bunun dışında olabilir ama feminist olamayan pek çok insan da bu süreç içinde soldan koptu. Dolayısıyla da bu bir yenilgi döneminin kayıplarıydı diye nitelendirilebilecek birşey bence. Geçmişinizi yadsımadığınızı söylüyordunuz ama soldan tepkiler geldi... Çok tepki geldi. Hareketi bölmek gibi eleştiriler geldi, ama sanıyorum oldukça kısa bir sürede 81-86 arası epey uğraştık bununla. Yani feminizmin meşruiyetini daha yaygın bir çevreye kabul ettirmekle. 86-87 civarında solun çok çeşitli örgütleri tarafından artık daha farklı bir şekilde algılanmaya başladı. Aslında buradan o dönemlere de geçebiliriz. Bu çok kişisel bir bakış tabii. Herkes böyle dönemler çizmeyebilir ama ben şöyle düşünüyorum: 81'de çok küçük gruplar biçiminde başlayan ve başlangıçta özellikle bir tür elitist, üniversite mezunu ya da akademisyen kadınların bir araya gelmesiyle oluşan bir takım küçük gruplar vardı. Çeşitli meslek sahibi kadınlardı bunlar. Ya da doğrudan akademisyen kadınlardı. Bu küçük gruplarda bir yandan bir tür bilinç yükseltme yapılıyordu, bir yandan feminizmin klasikleri Türkçeye çevrilmeye çalışılıyordu. Bir yandan da politik tartışmalar yapılıyordu. 83 yılında yine bu ilk dönemin bir parçası olarak ?ubat -Haziran ayları arasında o zamanlar Yazko'nun dergisi olan Somut dergisinde bir sayfamız oldu. İlk kez feminizm, adıyla sanıyla savunuldu, açıklandı, anlatıldı. Yazılar yazıldı. Fakat Yazko yönetimi değişince o sayfa bizim elimizden gitti. Bu bize şunu gösterdi. Bir yere sığınmak, yamanmak çok da güvenli birşey değil; her an elinizden alabiliyorlar o imkanı. Yazko'dan böyle bir öneri gelmemiş olsaydı yine böyle bir şey o dönemde ortaya çıkar mıydı sizce? Bir şekilde çıkardı, belki daha geç çıkardı. Çünkü ardından gelenler bunu gösterdi. Yazko bizi çabuklaştırdı, motive etti. Nasıl olsa birşey olacaktı, belki başka bir yerde başka bir biçimde olurdu. Ama daha gecikirdi. Çünkü sonuçta orada bir kurum ve bir erkek bize hadi hadi diyordu. Bunun etkinliği ve telaşı bizi biraz itekledi, kendimize kalsa biz daha ince eleyip sık dokuyorduk, daha güvensiz davranıyorduk hatta. Somut'ta böyle bir macera yaşayınca farkettik ki bizim özerk, kendimizden ibaret bir yapımız olması lazım. Tek güvence bu! Dolayısıyla 84 yılında Kadın Çevresi kuruldu. Kadın Çevresi'nde başlangıçtaki sosyolojik bileşim de değişti. Sol gruplar içindeki daha az elitist, daha genç kuşak militan kadınlar bu dönemde katıldılar bize. Çünkü ilk kez bir kurumsal yapı oluşturuyorduk. İnsanların anonim biçimde katılmaları mümkün olmuştu, çünkü ondan önce tanışıklıklar aracılığıyla oluşmuş gruplar söz konusuydu. Orada iki tür iş yapıldı: Bir, kitap yayınları bir de o dönemlerde toplanılamadığı için bir anonim şirketin kitap kulübü kılıfı altında 50-60 kadına varan toplantılar yapmaya başladık. O toplantılarda da ilk kez bir sürü feminist tema işleniyordu: anne-kız ilişkisi, feminizmin türleri, kürtaj, cinsellik, ev emeği gibi. . bugüne kadar tartışmaların hâlâ sürdüğü konularda geniş tartışma toplantıları yapılıyordu. Bu şekliyle bir iki yıl sürdü. Hâlâ ilk dönemdeyiz; hâlâ feminizmin bir hareket olarak ortaya çıkmadığı bir tür mayalanma dönemi... Ve kendi meşruiyetini kabul ettirme dönemi... 81-87 arası dönem. O dönemin belirleyici bir başka kilometre taşı da BM'in kadınlara karşı her türlü ayrımcılığı önlenmesine ilişkin 85'de Türkiye'nin de imzaladığı metin üzerine, 86'da 4000 ya da 6000 kadar kadının imzasıyla meclise bir dilekçe verildi. Türk yasalarının bu ayrımcılığa karşı metnin ruhuna uygun bir biçimde değiştirilmesi talebi vardı bu dilekçede. Birşey olmadı ama bu, şu anlama geldi: 6000 kadından imza toplamış olmak bir tür feminist söylemin meşruiyet kazanması anlamına geldi. O kadınların her biri kendine feminist demese bile feministlerin topladığı bir imzaydı bu büyük ölçüde. Böylelikle 86 yılına gelmiş oluyoruz. Ağır adımlar ilk dönemin adımları. 87 yılında Dayağa Karşı Kampanya başlatıldı ve yürüyüşle birlikte bir ikinci evreye sıçramış olduk. Bu, ilk kadın yürüyüşüydü. İlk kez bir "özel olan politiktir" lafını politikte eyleme dönüştüren bir iş yapılıyordu. Ev içindeki dayak, kamu alanına çıkarılıyordu. Bu açıdan önemliydi. Bu dayak kampanyasıyla birlikte bir tür hareketlilik dönemi olan ikinci dönem başlamış oldu. Buna kampanyalar dönemi diyelim. 87-90 arası dönem. Kampanyanın başka ayakları da vardı. Bir kadın sığınağı fikri vardı. Bu sığınağın hazırlık aşamaları olarak da önce bir kitap yapıldı: Bağır Herkes Duysun. Bu kitap dayak yemiş kadınların tanıklıklarına dayanan bir kitaptı. Yani başka kadınlara da ulaşmış olduk ve onları hemen aktif bir şeklide işin sözcüleri haline getirmiş olduk -ki bu feminist hareketin bir özelliğiydi; kadınlar adına birşey yapmadık, onlar kendi tanıklıklarından bir kitap oluşturmuş oldular. Bu kitap 87 yazı boyunca kahvelerde evlerde yapılan görüşmelerle oluştu. 88, 8 Martında bir geçici kadın müzesi yapıldı. Kadınların her gün kullandıkları çeşitli objeler, pedten tencereye kadar, süpürgeden sütyene kadar, kadınların bedenlerini emeklerini belirleyen onların sembolü olan objelerin sergilenmesiydi. Ve geçici kadın müzesinde, Bağır Herkes Duysun kitabı tanıtıldı. Yalnız özellikle İstanbul'u anlatıyorum ben, bunu vurgulamakta yarar var. Ankara'da da çok çeşitli işler yapılıyordu, kadınlar parklara gidip alternatif anneler günü örgütlüyorlardı mesela. Bu arada 87 martında Feminist dergisi çıkmaya başlamıştı. Bu dergi Kadın Çevresi'nden beri bir arada olan bir takım kadınların çıkardığı bir dergiydi. 88 Mayısında da yine bir kısmı Kadın Çevresi'nden olan, bir kısmı daha sonradan katılmış olan Kaktüs dergisi çıktı. Bu derginin farklılığı kendisine sosyalist feminist demesiydi. Feminist dergisi kendine radikal ya da devrimci feminist diyordu. Bu dayak kampanyası sırasında bir takım tartışmalarda bir tür feminizm-içi ayrılık çıktı. Ama bu farklılık bizim birlikte kampanya sürdürmemizi hiç engellemedi. Bu bence çok olumlu bir yanıdır. İki farklı dergi çıkarıyorduk ama bütün eylemlerde birlikteydik, bütün platformlarda ortak söz söyleyebiliyorduk. Bugüne sıçradığımızda Pazartesi'nin bir bölümü Kaktüs'ten bir bölümü Feminist'tendir, tabii başka kadınlar da var şu anda ama sonuç olarak bu, sınırları iyi çizmemizle ilgili diye düşünüyorum. Farklılıklarımızla birlikte çok ortak iş yapabiliyoruz. Bu erkek egemen politikaya da bir alternatif, örnek oluşturuyor değil mi? Valla öyle ve bir şekilde birlikte iş yaparak farklılıklarımızın o kadar belirleyici olmadığı da ortaya çıkıyor. Çok derinliklerde yatan bir ideolojik farklılık söz konusu. Bir tür geleceğe ilişkin bir farklılık söz konusu. O yüzden bugün özellikle Pazartesi dergisi çerçevesinde çok ayrı sözleri söyleyebiliyoruz. Daha sonra bir başka önemli köşetaşı olarak 89 ?ubatı var. Ankara'da feminist bir haftasonu yapıldı. İzmir'den, İstanbul'dan, Ankara'dan kendine feminist diyen kadınların bir araya geldiği 80-90 kişilik bir toplantıydı bu. Bu toplantıda çok çeşitli şeyler tartışıldı. Bu toplantının ürünü bir feminist manifesto çıktı ortaya. Bu önemliydi, çünkü metni ortak yazdık ve bir tür slogan çıktı: "Emeğimize, bedenimize, kimliğimize sahip çıkalım". Sloganın teorik olarak altının doldurulduğu bir metin vardı. Bütün farklılıklara rağmen -ki oldukça sert tartışmalar da oldu o haftasonu- sadece Feminist ve Kaktüs arasında değil başka kadınlar da vardı, münferitler vardı, başka Ankara'da küçük gruplar oluşmuştu, bu ortak metni çıkardık. Metin, ondan sonra yapılacak eylemlere bir tür politik kılavuz oldu, yapılacak politik işlerin teorik temelini oluşturdu. Emeğimize, bedenimize, kimliğimize el koymayın deniyor ve el koymanın ayrıntılı tahlili yapılıyordu, oradan çeşitli kampanya konuları, yazı konuları, faliyet konuları çıkıyordu. Nitekim bunun arkasından 89 sonbaharında cinsel tacize karşa kampanya, kamuoyunda Mor İğne diye bilinen kampanya oldu. Bunu 3 evreli olarak kurguladık: İlk evrede sokakta, kamusal alanda cinsel tacize karşı çıkacaktık. İkinci evrede işyerinde. Üçüncü evrede de ev içinde. Bunun bir mantığı vardı: Sokakta yabancıların cinsel tacizine karşı çıkmak daha kolay. Buna isyan etmek ve bunun adını koymak daha kolay. Onun için kolayından başladık. Bu süreçte kendimiz de dönüşerek ev içine kadar götürmekti, kurgumuz buydu başında. İşyerinde de ev içinden daha kolay olmakla birlikte sokakta olduğundan daha zor karşı çıkmak, çünkü işini kaybetme tehlikesi var, tanıdık bir insanın taciziyle flörtü arasındaki çizgiyi çekmenin zorlukları var. Eve geldiğimizde ise bunu hâlâ çoğumuzun ne kadar yapabildiği konusunda kuşkuluyum ben. Ev içinde rızasız sevişmelerin çok yaygın olduğunu düşünüyorum. Ama bunun adına tecavüz demek çok az insanın yaptığı birşey. Aşkı, sevgiyi, şefkati yitirmemek için seviştiği çoktur kadınların. Bunun adını koyup karşı çıkmak, "ben canım ne zaman isterse o zaman sevişirim" demek en zoruydu bu süreç içinde. Onu en ileri erteledik ve zaten hiçbir zaman o evresine gelemedik. Ama sokakta taciz konusunda ve ev içinde şiddetin ve tecavüzün adının konması konusunda o kampanyanın çok önemli olduğunu düşünüyorum. Hatırlıyorum 89, 8 Martında Alman Kültür'de bir panel yapılmıştı ve ev içinde tecavüz, aile içinde tecavüz kavramı ilk kez orada kullanıldı. Yine 89-90 arası ünlü 438. madde Ceza Yasası yani fahişelere tecavüzde, tecavüzcünün cezasını indiren yasa maddesine karşı bir kampanya ve yürüyüş yapıldı. Bu kampanyada da anlamlı olan şuydu: Biz gündeme getirdik bunu, insan hakları çerçevesinde çeşitli kuruluşlar karşı çıktılar. Geniş bir kamuoyu oluşturuldu. "Fahişelere özel indirim, eşitliğe, insan haklarına aykırıdır" dendi. Bizim feministler olarak tezimiz farklıydı. Yasada iffetli kadın- iffetsiz kadın ayrımı yapılıyordu. Bizim gerekçemiz şuydu: İffetli kadın olmak istemiyoruz. Çünkü bizim adımızın iffetli kadın olması, bizim eve kapanmamız evde karşılıksız ev emeğimize el konması, bizim karılık görevine mahkûm edilmemiz anlamına geliyordu. Fahişelere karşı böyle bir cezada indirim öngörüldüğünde şiddet meşrulaşmış oluyor, tecavüz meşrulaşmış oluyor ve bu bütün iffetli denen kadınlara karşı bir tehdit. "Sokağa çıkarsanız başınıza geleceklerden biz sorumlu değiliz" demeye getiren bir yasa maddesi. Bu kampanyadan sonra 90 yazında hiç ses getirmeyen fakat belki de kampanyaların en radikali olan bir kampanya başladı. Medeni Kanuna karşı çeşitli imza toplama, kanun değişikliği girişimleri oluyordu, ama yine feministlerden bir boşanma kampanyası oluştu. "Bu Medeni Kanun altında evli kalmam. Çünkü bütün mantığı Medeni Kanunun aslında evlilik sözleşmesini ve çeşitli uzantılarını (gayrimenkul alım satımında, çalışma izni, çocukların velayeti) erkeğin aile reisliğine dayandıran bir mantık" denmişti. Fakat kötü gitti bu kampanya. Artık 90 sonrası dönemin ön belirtileri ortaya çıkmaya başlamıştı. O kampanyada ne yeterince dayanışma gösterilebilmişti, ne de kampanyayı gerçekten ses getirebilecek bir hale dönüştürebildik. Bir tür eylemlilikte geri çekilme başlamıştı. Böylece üçüncü evreye girmiş olduk. 90'dan bu yana bir hareketlilikten söz etmek çok kolay değil. Feminizm çok yaygınlaştı. Hem sayısal olarak pek çok kadın kendini feminist olarak nitelendirmeye ve bir şekilde birşeyler yapmaya başladı, hem de ulaştığı yerler açısından çok yaygınlaştı; devlet katına kadar çıktı. Yaygınlaşma ve kurumsallaşma oldu ama bu aynı zamanda bir tür massedilme, kendi sesine yabancılaşma anlamına da gelmeye başladı. Bunun çeşitli belirtileri var, bir yandan KADER'in cumhurbaşkanına dantelli kürsü sunmasına kadar uzanan bir olaylar zinciri var. Kadından Sorumlu Devlet Bakanı denen kurum, adının kadınlardan sorumlu olmasından tutun, aileyi koruma yasası -bu yasanın çok olumlu yanları var, ev içindeki şiddete karşı iyi yaptırımlar getiriyor- çıkarmasına kadar aslında feminizmin tam kendine yabancılaşması, kendi karşıtına dönüşmesi biçiminde var oluyor. Bir yandan da olumlu yaygınlaşma sürüyor; ama dağınık, küçük küçük gruplar halinde bir görüntü çiziyor. Bunun nedenleri neler sizce? Bir, genel politik iklimle ilgili nedenler var. Sadece feminist hareket için değil , sosyalist hareket için de söz konusu. Seksenli-doksanlı dünyaların, sosyalizmin geri çekilmesi, denebilecek bir fenomeni bu. Bütünlüklü, radikal dönüşüm projelerine inanç azaldı. Toplumsal öznelere, kollektif öznelere inanç azaldı. Ve köklü, devrimci dönüşümler yerine parça bölük reformlara, yerel mücadelelere dayalı kimlik politikası adı altında bir anlayış hakim oldu. Solda da bu çok etkili oldu. Dolayısıyla da feminizm de ilk başta ezilen bir toplumsal grubun hareketi olarak görülürken yer yer bir kadın kimliği politikasına dönüştü. Bu bir yandan feminizmin bozguncu, dönüştürücü devrimci özüne aykırı, onun içini boşaltan birşey oluyor çünkü kadın kimliği anlayışında erkek egemen cinsiyetçi kapitalist düzenin bize dayattığı bir kimlik var ve kadın kimliği altında bunun çeşitli boyutlarının yüceltilmesi söz konusu olmaya başladı, yumuşak başlılık, politika yaparken farklı bir tonda olmak, kadınsılığın, anneliğin yüceltilmesi gibi. Yani bir üslûp haline geldi feminizm yani. Bu feminizmin o saldırgan, köktenci, devrimci yanını törpüledi. Ayrıca tek bir kadın kimliği tanımlamak mümkün değil. Kadın sayısı kadar kadın kimliği vardır. Eğer feminizmi ortak ezilmişliğimiz etrafında bir mücadele olarak görmezsek, feminizmi bir kimlik mücadelesi olarak görürsek , Türklerin feminizmi, Kürtlerin feminizmi, çocuklu kadınların, çocuksuz kadınların feminizmi ayrı olur. Bu parçalanmışlığın temelini hazırlayan birşey. Oysa feminizmin başlangıçtaki radikal içeriğindeki kadın dayanışması anlayışı, farklı kadınlık durumlarının nasıl birbirini beslediğini görüyordu. Yani fahişe fahişe olduğu sürece ben eve kapatılacağım, ben eve kapatıldığım sürece fahişe fahişe kalacak. Lezbiyen kadınların velayet hakları teslim edilmedikçe ben heteroseksüel kadın olarak boşandığımda "ahlaklı" olduğumu kanıtlamak zorunda kalacağım. Demek ki bizi bölen bu farklı kimliklere sarılıp kalmaktansa bu kimlikleri aşarak birlikte kadın politikası yapmanın temeli sarsılmaya başladı bir ölçüde. Bu Batı'da da Türkiye'de de geçerli. Bu dağınıklık dolayısıyla da düzene hapsolma ağır basmaya başladı. Burada şöyle konjonktürel bir şey de var Türkiye açısından. Siyasi İslama karşı çağdaşlık meselesinde birinci-ikinci cumhuriyetçiler ayrımı giderek ortadan kalkmaya başladı. Bu ölçüde de bizim liberal ve devletçi feminist diyebileceğimiz kanatlar da birleşmeye başladı. Onları birleştiren çağdaş, politikaya katılan, iş kadını, haklarını savunan kadın anlayışı hakim olmaya başladı. Oysa feminizm bu kalıba sığdırılabilecek birşey değil. Politikaya katılıyorsak kimin adına neyi savunmak için ve nasıl bir politikaya katılıyoruz? Hangi programla katılıyoruz, kadınlar adına ne diyoruz? Kadınları ne kadar temsil ediyoruz? Onları temsil etme kanalları var mı? Onların bizi denetleme imkanı var mı? Bu sorular sorulmadan kadınları politikaya katmanın feminizmle birebir bir ilişkisi yok diye düşünüyorum. Ama sonuçta feminizm de varlığını sürdürüyor. Feminizme haksızlık etmemek lazım; sosyalist hareket de bugün dağınıklık içinde. ÖDPtoparlayıcı bir parti olarak çıktı ortaya ama ne kadar somut boyutta faliyet yapabiliyor? Demek ki hepimiz -feministler de sosyalistler de- düzenin bastırması altındayız. Yalnız bu dağınıklığa neden olan bir de feminizmin iç sorunu var. Feminizm örgütlenme sorununu halledememiş bir ideolojik akım. Tabii ki feminist örgütlenme sosyalist örgütlenmeden farklı olacak; merkezî, bütün kadınları temsil ettiğini iddia eden bir örgüt biçiminde olamaz. Dolayısıyla kaçınılmaz olarak parçalı, yerel, somut sorunlar etrafında olacaktır, fakat süreklilik ve iletişim sorununu çözememiş -ne dünyada ne Türkiye'de. Koordinasyon sorunu çözemediği için birlikte- anında hareket edebilme sorununu halledememiş. İkincisi de ideolojik hatlı bir sebep. Bir yandan "çağdaşlaşma" adı altında devlet politikalarına ve sermaye politikalarının dümen suyuna girmiş bir kadın hareketi var. Buradan ayrımımızı iyi çizmemiz gerekiyor. Bir yandan da geçmişte "özel olan politiktir" dedik -bunu doğru da yaptık- ama özel alanla kamusal alan arasındaki köprüleri iyi kuramadık. Ev emeğine, ev içinde şiddete karşı çıktık, ama kadınların ücretli iş imkânlarına ve işteki koşullarına yeterince eğilmedik. Örneğin ev işine karşı çıkarken kadın ve erkek bütün emekçiler için işgücünün ücret sabit kalmak koşuluyla indirilmesi gibi bir talep, marksist olduğu kadar feminist bir taleptir de. Ancak bu, ev içindeki işleri paylaşmanın maddi koşulunu oluşturur. Günde sekiz-on saat çalışan bir adama eve geldiğinde iş yaptıramazsın. Bunlar ahlaki iyi niyetlerle olacak şeyler değildir, maddi koşulları vardır. Bu köprüler yeterince kurulmadı. Kadının ev içindeki konumuyla kamusal alandaki konumu çok bütünlüklü bir şey. Bu bağlamda somut politikalar geliştiremedik. Gerek ÖDP'nin kadın poiltikaları, gerekse Pazartesi'nde yazılan bazı yazılarda bu bakış giderek daha çok öne çıkıyor. Ama şimdi de dağınız. Önümüzdeki dönemde bu soruları tartışmamız gerekiyor. Aslında hareketin tarihini anlatırken soracağım sorulara değindiniz. Ama bazı noktaları biraz daha açabilmek için geriye dönmek istiyorum. Hareketi başlatan eğitimli, dil bilen, meslek sahibi; belirli bir çevre oldu. Sizce bu çevre ne kadar açılabildi, bu kapalılık ne kadar aşılabildi ? Dediğim gibi bir aşama 84'te Kadın Çevresi'yle oldu. İkinci bir aşama dayak kampanyasında oldu. Bu kampanyayı başlatanlardan belki çok azı evde dayak yemişti ama bu süreçte, dayak yemiş ve bunu açık etmeye hazır kadınlarla tanıştık ve bu kadınlar bizim olduğumuz anlamda dil bilen, meslek sahibi kadınlar değillerdi. Ondan sonra da halka halka yayıldı. Ben ÖDP'deyken Türkiye'nin çeşitli yerlerinde, özellikle kıyı şeridinde; Mersin, Adana, Antalya, İzmir, Kocaeli biraz Karadeniz'e doğru; Ankara civarında, Antep'te, Eskişehir'de çok dolaştım. Buralarda çeşitli kadın grupları var -kendilerine feminist diyen, demese bile ki bu çok da önemli değil, feminist işler yapmaya çalışan kadınlar var. Bu kadınların çoğu kentli ve en azından lise eğitimi görmüş kadınlar. Bunun sosyolojik bileşim olarak şaşırtıcı olmadığını düşünüyorum. Feminizm zaten kentli kadın hareketi olacaktır, köylü kadın hareketi olmayacaktır. Onlara ulaşmanın yolu feminizm değildir. Bazı kadınlara başka kanallarla ulaşılabilir. Feminizm kendini bir uç hareket olarak kursun, bunun etkilerini gerek meslek örgütleriyle, gerek kooperatifler aracılığıyla, gerek partiler aracılığıyla (gerçekten kadınların sorunlarını da toplumsal sorunlar olarak gören sosyalist partiler varsa -ki ÖDP'nin bu noktaya geldiğini düşünüyorum) ulaşılabilir. Biraz kademeli birşey olarak görmek lazım kadın kurtuluş mücadelesini. Sayıca çok gelişemedik ama ilk kabuğu kırdık. "Özel olan politiktir" derken bu alana girmek ne kadar mümkün olabilir ya da kadınlar hayatları hakkında nereye kadar konuşmak isterler? Örneğin cinselllik konusunda... Doğru, cinsellik konusunda konuşmak çok mümkün olmuyor. Ama şunu da gözden kaçırmamak lazım. Bu tip şeyleri konuşmak üniversite eğitimi görmüş, kentlerde yaşayan, özellikle meslek sahibi kadınlar arasında çok zor. Biraz daha taşraya gittiğinizde, ev kadınlarına doğru uzandığınızda bu konuların çok konuşulduğunu görüyorsunuz. Bizim cinselliği konuşmakta zorlanıyoruz derken kafamızdaki imge "nezih" kadınlar. Eğitimli, meslek sahibi, dolayısıyla erkeklerle aşık atma derdinde olan, kendi kadın zaaflarının dalgasını bile geçemeyen kadınlar. Feminizm bence bizim gibi kadınlara böyle bir güç getirdi. Bize başka kadınlardan farklı olmadığımızı, bizim de cinsel mutsuzluk yaşadığımızı, rızasızca sevişebildiğimizi dile getirdi. Bu ancak kendini başka kadınlardan üstün görmeyince mümkün oluyor. Yalnız özel alana hapsolmuş politika yaparsanız bir çıkış yok. Yani ev içinde dayak olmasın derken, sığınma evi, dayanışma ağları kurmak, hukuksal, psikolojik yardım sunmak gerekiyor ki kadın hayır desin kocasına. İlk oluşan bilinç yükseltme gruplarında kendi hayatlarınız üzerinden konuşuyordunuz. Biraz önce köy kadınına ulaşılamayacağından söz ediyordunuz, ama kentte de çok farklı kesimlerden kadınlar var, farklı hayatlar yaşayan kadınlar var. Benzer sorunlar kent kadınlarına ulaşırken yaşanmadı mı? Bilinç yükseltme çok mutlaklaştırılmamalı. Bu biraz da Batı'da demin sözünü ettiğim özel alanını paylaşamayan kadınlar için ortaya çıkmış bir yöntem. Bizim toplumumuzda kadınlar zaten paylaşırlar sorunlarını. Bir tür biz kadınlar, onlar erkekler bilinci vardır. Bu bilinci taşımayanlar kamusal alanda eşit hale gelmiş, bu eşitlikte daha rekabetçi, daha erkekleşmiş kadınlar bir anlamda. Bilinç yükseltmeye takılmamak lazım çünkü hayatlar farklı. Bir örnek vereyim:Biz, Türk eğitimli kadınlar çekirdek aileyi sorunlarımızın temel kaynağı olarak görebiliriz, ama bugün Türkiye topraklarında yaşayan bir Kürt kadını kendi geniş ailesini sığındığı bir alan olarak görebilir. Dolayısıyla çeşitli kadın kesimlerine başka örgütlenmelerle ulaşmak mümkün. Bunlar aracılığıyla ev toplantıları yapılabilir. Ben ÖDP dolayımıyla çok ilişki kurdum kadınlarla. Ama ben feminist faaliyetim bundan ibarettir diyemem, oraya da hapsedemem. Örneğin dayağa karşı kampanya nasıl gerçekleşmişti? Bir telefon numarası verildi. Bu kadınlar böylece bize ulaştılar. Sonra ?işhane'de bir kadının kahvesinde bir toplantı yapıldı. O kahvede hafta sonları toplantılar yapılıyordu ve İstanbul'un çeşitli yerlerinden kadınlar geliyordu. Feminist örgütlenmeye dair birşey sormak istiyorum. Bu örgütlenme anti-hiyerarşik, bir başkanı olmayan, birebir ilişkinin gerçekleşeceği bir yapı amaçladı. Bu nereye kadar başarılabildi? Bence büyük sorunlardan biri de budur. Hiyerarşik, aşağıdan yukarıya örgütlenen bir yapıya gerek yok, çünkü böyle bir yapı iktidarı, devlet gücünü ele geçirmeyi hedefleyen bir yapıdır; feminizm böyle bir hareket değildir. Ancak olması amaçlanan yapı, bir tür yapısızlık, sorumsuzluk olarak yorumlandı. Bu başka türlü bir hiyerarşiyi getirdi. İşbölümüne çok tepki vardı ama edinilmiş yeteneklere bağlı bir hiyerarşi oluştu. Seçilmiş insanların başkanlığı değil, çeşitli birikimi olan, önder ruhlu kadınların doğal başkan gibi olmalarına yol açtı. Bu farkedilmedi mi? Farkedildi. Çok tartışıldı, önüne geçilmeye çalışıldı. Madalyonun öbür yüzü de şuydu: iş bölümü yapılmasın, istediğim zaman gelirim, konuşurum. Çalışan kadınlara karşı haksızlık da olmuş oldu. Konuşma sorunu toplantıyı biri yönetir, zamanı makul biçimde paylaştırırsa çözülebilir. Örneğin şimdi Pazartesi'nde toplantıyı biri yönetsin diyoruz. Yapısızlığa duyarlı olmak gerekiyor, bu soldan, katı yapılardan gelip buna karşı gösterilen bir tepkiden doğdu sanırırm. 90'lardan sonra bir durgunluk dönemine girildi dediniz. Bunun hakkında kurumsallaşma (Mor Çatı, Kadın Kütüphanesi gibi...) akademiye geçiş sokağa çıkmayı engelledi görüşü var. Bu konuda ne düşünüyorsunuz? Mor Çatı'yı buna katmayacağım, o yine sokağa çıkıyor. Kadınlara hizmet vermekle politika yapmak arasında bir gerilim oldu. Kurumlaşma devlet katına gittikçe problem yarattı. Akademi meselesine gelince; bu marksistler için de geçerli bir durum. Örneğin 80 öncesinde İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi'nde marksist bir odak vardı, bu da iyi birşeydir. Bu insanlar aynı zamanda başka politik aidiyetleri olan insanlardı. Orada marksizm öğretilebiliyordu. Aynı biçimde feminizmin, toplumsal cinsiyetin öğretilmesi olumlu birşey ama bu, feminizm bir akademik kariyer malzemesine dönüştüğünde problem oluyor. Bunun nedeni de güçlü bir hareketin olmayışı. Bu olsa ve bu hareketle o kadınların teması olsa çok olumlu olur. KADER'in meclise kadınları sokma amaçlı politikası hakkında ne düşünüyorsunuz? Kadınların toplumun her alanına girmesi lazım. Önlerinin açılması gerekli; bu anlamda kotadan yanayım. Fakat KADER'in meseleyi koyuşunda bir problem var: Programatik bir temeli olmaksızın hangi vaadlerle hangi işleri yapmak üzere gelecek o kadınlar, bununla yüzleşmeksizin, somut talepler üzerinden konuşmaksızın bunun pek bir anlamı yok. Oraya gelen kadınların ideolojisinden bağımsız bir parlamentoyu kadınlaştırma bir takım ayrıcalıklı kadınlara fırsat sağlamanın ötesinde birşey değil. İkincisi, kadınların, kadın kitlesiyle ilişkiye girmeksizin parlamentoya girmelerinin en iyi durumda onları profesyonel politikacılar yapacağını düşünüyorum. KADER'in kadınların politikadaki kirliliği temizleyecek söylemine de son derece karşıyım. Bir başka yerde daha söyledim, şimdiye kadar kadınlardan hep bulundukları yeri temizlemeleri beklendi. Siyasi görüşten bağımsız bir temizlik operasyonu olmaz. Belki üslup yumuşayabilir ama bu, Türkiye politikasında çok da fazla birşey değiştirmez. Hatta şu günkü meclisi meşrulaştırmak gibi tehlikeli bir yan ürünü olabilir bunun. Pazartesi'ne gelirsek, nasıl bir okur kitlesine hitap ediyor? Çok çeşitli. Hiç beklemediğimiz kadar ev kadını var. Gençler beklenilenden daha az. Banka çalışanı, hemşire kesimlerinden var. En elit kesim, örneğin pek çok eski feminist okumuyor Pazartesi'yi. Pazartesi daha çok, yeni insan katmanın bir aracı oluyor. Başından beri temel amacı bu mu oldu? Amacı feminizmi yaygınlaştırmaktı. Yani kadınlara kendi hayatlarıyla ilgili soru sormaları için malzeme sunmak, kışkırtmak anlamında. Bunu bir ölçüde yaptık. Yalnız müthiş bir dağıtım problemi var, dağıtım şirketlerine bağımlıyız. Çok çeşitli kesimlerden kadınlar okuyor ama sayısal olarak takılıp kalıyoruz. Başlangıçta popüler olmak adına yeterince politik olamadık, ama son 6-8 sayıdır bu açıdan gelişme kaydettiğimizi düşünüyorum. Politik derken de daha çok alana kadınlar açısından bakmayı öğrendik. İktisattan savaşa, Kürt meselesinden devlet politikalarına daha kadın açısından bakma güvenimiz oldu. Diğer muhalif gruplara nasıl bir bakış açınız var? Sempatiyle bakıyoruz. Kürt kadınların mücadelesini çok önemsiyoruz, sosyalist harekete olumlu bakıyoruz. Eşcinsellere de öyle. Ama bu çeşitliliğimizi kimlik politikası olarak adlandırmıyoruz. Toplumda çeşitli ezen-ezilen ilişkileri var ve en önemlileri ulusal-ırksal, sınıfsal ve cinsiyete dayalı. Eşcinsellik erkeklik imgesinin bir parçasıdır ve bu imgeye vurulmuş bir darbedir, böyle yakın bir ilişkimiz var. Herkes böyle düşünmeyebilir tabii Pazartesi'nde. Bunun dışında biz de çevreye duyarlıyız, barıştan yanayız ama örneğin çevrenin tahrip edilmişliğine karşı politika üretmenin çok fazla sosyalist hareketten bağımsız olduğunu düşünemiyorum. Benim anladığım anlamda bir marksist tahlil zaten bunu içermelidir. Zaten anti-kapitalist bir mücadelidir çevre mücadelesi. Son olarak örgütlenme sorunun nasıl çözümleneceğini düşünüyorsunuz? Pazartesi bir dergi olduğu için böyle bir örgütsel çözüm öneremez ama bir iletişim kanalı oluşturma, daha sürekli bir yapıyı oluşturmanın yollarını bulmak gerekir.