!ktphane.gif (4763 bytes)

20. Sayı

Fotoğrafın Cinleri

Sine Boran

       Fotoğraf, geçmişe ait bir görüntü ile bize bir şeyler iletirken, şimdiki zamanın kipini kullanır. Yani, bir 'an' olarak 'şimdi'ye tanıklık ederken, fotoğraflanan anın, ona her bakışımızda yinelenmesini sağlar. Fotoğrafı şaşırtıcı kılan da budur.
       Örneğin, yarıdaki fotoğrafta adamların ne yaptıklarını anlatırken 'tokalaşıyorlar' deriz. Her ne kadar buna geçmiş zaman kipini ekleyerek 'tokalaşıyorlardı' demek mümkün gibi gözükse de bu, görüntüyü anlatı diline çevirmemizden kaynaklanıyor. Çeviri yapılmadığında fotoğrafta kullanılan zaman şimdiki zamandır. Anahtar kelime ise 'yinelenme'dir.
Bütün bunlarla kastettiğim, fotoğrafın bir dil olduğu değildir. Görünümler, bir dil oldukları için değil, belli kodlamaların çağrışım etkileri nedeniyle anlaşılır hale gelirler. Yukarıdaki fotoğrafta içiçe geçmiş iki kodlama görüyoruz. Kıyafetlerin kodu ve fotoğrafın kodu. Bu fotoğrafta birbirlerinin anlamlarını kuvvetlendiriyorlar. Biri diğerinin çözümlenmesine yardımcı oluyor. Bu çözümlemeye kimi zaman yardımcı olabilecek, kimi zaman da çözümlemeyi zorlaştırabilecek diğer bir etken de fotoğraftaki kişiler hakkında bildiğimiz şeylerdir. Bu fotoğrafta söz konusu olan bilgiler ise tarihsel deneyimlerimizden elde ettiklerimizdir. Tarihsel olayların, başlangıcından bugüne ulaşan birer ışık olduklarını varsayalım. Fotoğraflar da bu ışıkları anlara bölen kesitler olsun. Fotoğrafın kendisi bize o olayla ilgili bir takım iletiler sunarken, ışığı, önüne bir plaka konmuş gibi kesintiye uğratır. Böylece, olayın tamamını içeriyormuş gibi, tüm süreçleri tek bir ana indirger. Kullandığı şimdiki zaman kipinin bizde yarattığı şaşkınlıkla, fotoğraftaki anın, olayın kendisinden daha önemli olduğu hissine kapılırız. Bunun sonucunda tüm süreçler fotoğrafın arkasında saklı kalır ve fotoğrafın sunduğu ileti belirsizleşir. Bu belirsizliği azaltmak için, önce fotoğraftaki kişiler ve olay hakkında herhangi bir bilgimiz yokmuş gibi davranalım. Çünkü, bu bilgiler fotoğrafa dolaysız bakışı engeller ve fotoğrafın bir önyargının parçasına dönüşmesine neden olur. Yalnızca fotoğrafta var olan kodlamaların çözümlemesini yaptığımızda, her fotoğrafın anlamı, içerdiği ipuçlarının miktarıyla sınırlanacaktır. Kodlamaların bize verdiği ipuçları ne kadar çoksa fotoğrafın anlamı da o kadar genişler. Daha sonra, yok saydığımız tarihsel bilgilerimizi hatırlayıp çözümlemesini yaptığımız kodlarla birleştirdiğimizde fotoğraf saydamlaşır. Kaydedilmiş anın öncesini ve sonrasını görmemiz mümkün olur. Böylece bu tarihsel bilgiler ve fotoğrafın kendisi, bir önyargının parçası değil, öncesini ve sonrasını görebildiğimiz bir bütünün parçası olurlar. Bu yüzden, hepimiz bu fotoğrafı masum bir dostluk fotoğrafı olmaktan çıkaran tarihsel deneyimlere sahip olsak bile, bir an için bu deneyimlere sahip olmadığımızı varsayarak bakalım fotoğrafa. Fotoğrafta, iki adamın candan, samimi bir duyguyla el sıkıştıklarını görüyoruz. Birbirlerinin gözlerinin içine bakıyorlar. Bakışlarında derin bir ilgi ve samimiyet okunuyor. Üniformalı adam yüksek rütbeli bir asker. Sivil kıyafetli adamın mesleğine dair kesin bir bilgi yok ama yüksek düzeyde bir bürokrat olduğunu tahmin edebiliriz. Fotoğrafın çekildiği mekân belirsiz. Yerdeki otlar ve arkadaki çit de bize kesin bir bilgi vermiyor. İlk dikkati çeken şey üniforma-sivil kıyafet karşıtlığı. Üniformanın ve sivil kıyafetin kodları farklıdır. Sivil kıyafet, her yıl yenilenen bir anlayışın ürünüdür. Bu yenilenme, oluşturduğu çağrışımların da sürekli değişmesine neden olur. Bu yüzden sürekli bir kimlik tanımlaması yapmak mümkün değildir. Üniforma ise, belirgin ve standart bir rol tanımlaması yapar. Kimliği, hiç bir kuşkuya yer bırakmayacak kesinlikte belirtir. Giyen kişiyi simgesel olarak yüceltir. Üniformanın tek başına bunları ifade etmesinin yanısıra, bu fotoğraftaki bütün görünenler de askeri üniformanın yüceliğini işaret eder. Üniformalı adamın şapkası, üniformanın doğası gereği başında. Diğer adam ise şapkasını elinde tutuyor. ?apkanın işlevini düşündüğümüzde, 'şapka çıkarma'nın karşıdaki kişiye duyulan saygıyı ifade ettiğini, onun kimliğini ve konumunu, kimi zaman da üstünlüğünü onaylama anlamına geldiğini biliriz. Sivil kıyafetli adamın karşısında üniformalı, yani asker kimliği taşıyan birinin duruyor olması da, şapkasını üniformanın üstünlüğünü onaylamak üzere başından çıkardığı sonucuna varmamıza neden oluyor. Aynı tutumun sürekliliğini yüz ifadelerinde de görebiliriz. Her iki adam da birbirlerine aynı bakış düzleminde olmasına rağmen ışığın etkisi bu izlenimi bozar. ?imdi, fotoğrafı yalnızca sivil kıyafetli adamın yüzünü görebileceğiniz şekilde kapatın. Yüzündeki ışık ve gölgenin dağılımı, onunla aynı bakış düzleminde olduğunuz ve yüzüne tam karşıdan baktığınız hissini verir. Aynı deneyi üniformalı adam için de yapın. Onun yüzüne düşen ışık ise sizden yüksekte durduğu ve ona aşağıdan baktığınız izlenimini vermektedir. Üniformalı adamın yere dik duran ve sağlam bir sütunu andıran kolu, bu yüceltmenin ona verdiği kuvveti vurguluyor. Kolundaki rütbenin geometrik şekli, askerliğin hiyerarşik düzenini çağrıştırıyor. Üçgenin tepesinde komutanlar, tabanında da erler bulunmaktadır. Yine sivil olan adamın ağzının çevresindeki koyuluk ona bir suskunluk yüklüyor. Bu adamla aynı bakış düzleminde olduğu için, fotoğrafa bakan kişiye de bu suskunluk yükleniyor. Tüm bunlara rağmen, askeri üniformanın yüceliğini işaret eden asıl şey, tokalaşmayla vurgulanan 'uzlaşmadır'. Bu uzlaşma, fotoğrafın çekildiği ana sığdırılmış bir yoğunluk olarak fotoğrafa bakan kişiyi de etkisi altına alıyor. Kesitin, yani fotoğrafın detaylarını inceledikten sonra, tarihsel deneyimlerimizi hatırlayarak onu saydamlaştırabiliriz. Artık bu adamları isimlendirebiliriz. Onlara Adolf ve Benito diyebiliriz. Böylece, bu anın hemen sonrasında Adolf Hitler ve Benito Mussolini'yi karşılıklı dimdik dururken görürüz. Tokalaşma sona ermiştir. Buna rağmen, iki adamın bakış düzlemine paralel olan ve adamları birleştiren arkadaki çitin etkisiyle uzlaşmayı hatırlar ve tokalaşmanın sürdüğü izlenimini elde ederiz. İki gövdenin fotoğrafta kapladıkları alanın büyüklüğü onları zaman ve uzam düzlemlerine yayar. Artık ikisi de bu dünyada değildir ama sürekli yinelenirler. *** Tesadüfen elime geçen kantindeki erlerin fotoğrafına her bakışımda beni etkisi altına alan ve dakikalarca bakma isteği doğuran bir duyguyla yüklenirim. Önceleri belirsiz olan bu çarpıcı etkinin nedeni, daha sonra gazetede Hitler ve Mussolini'nin fotoğrafını görünce ortaya çıkıverdi. Bu iki fotoğraf birbirinin iletisini tamamlıyor. Kantinde çay içen tanımadığımız erler. İlk bakışta onların çay içtiklerini görmeyiz. Öncelikle göze çarpan şey, erlerin bizim bilmediğimiz bir şeye gülüyor olmalarıdır. Buradaki karşıtlık, bu 'gülme' ile askeri disiplin ve üniformanın gerektirdiği ciddiyet arasındadır. Fakat bu karşıtlığın açığa çıkması için yalnızca bu fotoğrafın iletileri yeterli olmaz. Bu yüzden, erlerin fotoğrafını incelerken sık sık Hitler ve Mussolini'nin fotoğrafını ve temsil ettiği 'uzlaşma'yı hatırlamalıyız. Bu uzlaşma, Hitler ve Mussolini'nin kendi toplumsal deneyim ve tavırlarının ifadesidir. Uzlaşma, tarafların ortak bir çıkar için karşılıklı ödünler vermesiyle gerçekleşir. Bu ödünlerin fazla olmaması için, uzlaşanlar birbirine olabildiğince eşit olmalıdır. Bu yüzden üçgenin tabanındakilerle tepesindekiler hiç bir zaman uzlaşamazlar. Tabandakiler, tepedekilerin koyduğu kurallara uymak zorunda bırakılır. Ama bu zorunluluk onlara sahte şeyler sahici gibi gösterilerek, seçtikleri bir şeymiş gibi sunulur ve benimsetilir. Böylece, tepedekilerin uzlaşması, tabandan tepeye kadar olan bir yığın küçük uzlaşmayla desteklenir. Onları tepede tutan asıl güç de bu küçük uzlaşmalar yığınıdır. Toplumsal uzlaşmalar, uzlaşanlar tarafından ebedi doğrular olarak korunurlar. Bu yolla bir değerler sistemi oluşturulur. Bu değerler sistemi de simgeler aracılığıyla onaylanır ve yeniden üretilir. Erlerin fotoğrafı ise bu uzlaşmayı ve değerler sistemini aynı simgelerle reddederek, değerlerin yeniden değerlendirilmesini sağlar. Fotoğrafı yakından inceleyelim. Kantin kapalı bir mekân, buna rağmen kapalı mekâna özgü solgun ışıklı ampuller görmeyiz. Işık, muhtemelen duvarın tavana yakın kısmında bulunan, bodrum katlarına özgü yarım pencerelerden gelen gün ışığıdır. Olağan bir ışık değil. Bunun nedeni, tek ışık kaynağı olması, parlak bir ışık olması, yukarıdan gelmesi ve kapalı mekâna özgü olmayan bir ışık olması. Bu fotoğrafta ışığın etkisi o denli çarpıcı ve belirgindir ki, sanki bu ışık olmasa şapka düzelecek, demlik semaverin üzerine dönecektir ve askerler ciddi bir şekilde çaylarını içiyor olacaklardır. Fotoğrafta, olağan görünen ve gerçeklik duygusunu vurgulayan iki şey var. Bunlardan biri, masanın üzerindeki yansımanın belirsizliğidir ki bu, yazının başlangıcında anlatmaya çalıştığım, fotoğrafın doğasında varolan, fotoğrafın sunduğu iletinin belirsizliğini hatırlatır. Diğeri ise fotoğrafın tam ortasında duran sütundur. Bütün sağlamlığı, işlevini yitirmeyen duruşu ve ağırlığıyla fotoğrafı taşır. Üniformalardan ve askerlerden daha fazla askerliği simgeler. Daha doğrusu, bir an için askerlerin bile unuttuğu askerliği ve onun ciddiyetini hatırlamamızı sağlar. Benito Mussolini'nin kolundaki üçgenin yüksekliği ve hatta kolunun kendisi gibidir. Öndeki erin şapkası yana çevrilmiş. Bu, alışık olmadığımız bir asker görüntüsü. Alışık olduğumuz asker görüntüsünü hatırlayalım. Ütülü üniformasının içinde dimdik ayakta, bütün düğmeleri iliklenmiş, şapkası düzgün bir biçimde başında. Omuzunda tüfeği ve son derece ciddi edasıyla hazırolda duruyor. Bu asker, her an cephede savaşmaya hazır. Adolf Hitler, I. Dünya Savaşına katılmasının öncesinde üniformasını ve hislerini şöyle anlatıyor: "Bir kaç gün sonra ise, altı yıl süreyle sırtımdan çıkarmayacağım üniformamı giydim. İşte benim ve her Alman için şu ölümlü hayatın en unutulmaz ve yüce anı böylelikle başladı." Fotoğraftaki asker ise hazırolda değil, savaşmaya hazır halde değil veya herhangi bir şiddet imasında bulunmuyor. Aksine, kahkahayla gülüyor. Masadaki demlik, çay bardağının üzerindeki duruşuyla bütün alışkanlıklarımızı tersine çeviriyor. Bu duruşa anlamlı bir neden yakıştırıp da normalleştiremeyiz bir türlü. Belki de "Acaba bu demlik aslında sihirli bir lamba mı?" diye sorabiliriz. ?apka ve demliğin olağan işlevlerinin dışındaki bu duruşları, onların alışılmış ve olağan sayılan, yani toplumsal olarak uzlaşılmış işlevlerini yeniden düşünmemize neden oluyor. Böylece bu fotoğraf bir yanıyla kurallarla belirlenmiş bir alanın içinde, bir yanıyla da bütün kuraldışılığıyla bu alanın ötesinde kalarak Hitler ve Mussolini'nin temsil ettiği uzlaşmayı ve onları tepede tutan küçük uzlaşmaları reddediyor. Paylaşmayı ve dayanışmayı simgeleyerek reddediyor.
       Birden, masadaki demlik Alaaddin'in sihirli lambasına, erlerin dayanışması da lambanın cinine dönüşüyor ve cin lambadan çıkıp sesleniyor, "Dileyin benden ne dilerseniz!".
       Siz olsanız ne dilerdiniz?

İçindekilere geri dön