20. Sayı
"Sizin düzenli bir yaşantınız var." Bu yüzden de "kıçınızda güneş parlıyor. "
Sabah kalkmanız, işe, okula koşturmanız, akşam eve gelip yemek sırasında ve sonrasında televizyon seyretmeniz, hafta sonunun "boş zamanlarını" size gösterilen, öğretilen yer ve şekillerde -büyük alışveriş merkezlerinde, hızlı tüketim içersinde- "doldurmanız" bir düzenliliği ifade etmiyor mu? Boş zamanların kendisi de; iş, yemek sonrası, hafta sonu, dini ve milli bayramların alışılmış döngüsü içinde elde edilebilir değil mi?
Arada sırada akraba ziyaretlerinin sıkıcı atmosferine katlanmanız, fakat bunu da bir filozof edasıyla, geleneksel değerlerimizin yüceltilmesi edebiyatına dahil etmekten sakınmayışınız, önünüzdeki 350 gün boyunca muhabbetlerinizin ana konusu olacak -aslında "hikayelerinizin" muhatapları olanların da bir benzerini yaşadığı- harika anıları edineceğiniz 15 günlük tatili, yaşamınızın tek değişikliği olarak standartlaştırmanız ve benzeri bir çok şeyle beraber, düzenli bir yaşantınız yok mu? Parlamıyor mu?
Her ay başında maaşınızı alıp her ay sonunda faturalarınızı ödediğiniz kuyruklarda aynı kişilerle rastlaşmıyor musunuz? Eğlenmeye gittiğiniz yerleri ne kadar sıklıkla değiştiriyorsunuz, evinize ulaşmak için kaç kez güzergâh değiştirdiniz?
Aslında düzensizliklerden şikayet ediyorsunuz fakat bunlar bile o kadar düzenli ki. Otobüsün hiçbir zaman aynı saatte geçmediğinden ya da duraktan zamanında kalkmadığından "saçmalık, saygısızlık, düzensizlik" olarak şikayet edersiniz fakat hep aynı saatte ve aynı durakta! Hatta şikayetiniz bile dertleştiğiniz aynı kişiler için "düzenli" hale gelmiştir. Her ekmek zammından sonra artık "gelenekselleşmiş" halk röportajlarına çıkan muhabirin sıkıntısı bile aynılaşmıştır; dolayısla geçen röportajdan farklı cevaplar üretmek için "haberi kendisi yapar". Faturaların geç postalanması düzeninizi alt üst eder fakat işin içindeki başka bir "düzen"i de hemen sezersiniz; "geç postalıyorlar ki ödeyemeyelim de ceza yazsınlar" diye düşünürken faturaların son ödeme tarihinin neden aybaşından önceye rastladığını fark edemezsiniz?
Fakat yöneticilerin, bürokratların, daha genel olarak da herhangi bir işin sorumlularının bariz basiretsizliklerinden dolayı olan böylesi "ufak tefek" düzensizlikler sizi çılgına çevirse dahi yaşadığımız coğrafyada yine de bir "düzensizliğin düzenini" oluşturuyor. Bu durum çok düzenli bir tepkiyi de beraberinde getiriyor; modern toplumlar genel kategorisi içinde; "Avrupalı bunu çözmüş" ya da "Amerika'da yok böyle şeyler" cümleleriyle başlayan ve söyleyeni konunun uzmanı bir seçkin haline getiren toplumsal-siyasal analizlerin, dost muhabbetlerinde çok satmasını. "Yani oralarda otobüsler zamanında kalkıyor, faturalar düzenli geliyor, banka kuyrukları ve diğer bilumum kuyruklar yok", karşısındakini de şikayet ettiği düzensizliklerde suç ortağı olduğunu yüzüne vuracak bir yaklaşımla, "herkes vergi veriyor, ama" biraz önceki suçlamadan dolayı gerginleşen ortamı yumuşatacak, denge kuracak saptamayla "devlet de vergileri peşkeş çekmiyor canım, sana hizmet olarak geri dönüyor, insana değer veriyorlar". Televizyonların gece yarısı reyting savaşlarının ağır topları olan, bilgi kırıntıları depolamak uğruna uykusuz kalınarak izlenen tartışma programlarının 'ambiance'sının hakim olduğu bu tür sohbetlerin gelip dayandığı konu; gavur falan ama eloğlunun düzenliliklerinin en takdirle karşılananı sosyal devlettir. Belki bunun adının "sos"lu bir devlet türü olduğunu söylemezler ya da bilmezler ama sonuçta tam olarak onu kastederler.
Hele son zamanlarda ki haliyle bizdeki Sosyal Sigortalar Kurumu ile Avrupa'nın sağlık ve sigorta hizmetlerinin karşılaştırması, gerçekten de tedavi edilememe korkusuyla kâbuslar görenler için yaşamsaldır. "Orada" sağlık sigortası olmadan üniversiteye kaydın yapılmazken burada 20 yıldır sigortalı olanlar kuyruklarda ölüyor. Hocanın okuyup üflemesi doktor muayenesinden daha ucuz, koruyucu hekimlik olmadığından insanlar ancak son tahlilde hastahaneye gidebiliyor. Bunları da bıraktık insanlar sadece sürünebilecekleri bir ücretle çalışabilmek için sigortasızlığa mahkûmlar. Bu mahkûmiyet, sigortalı iş bulabilenleri de hallerine şükretmelerine, herhangi bir hak gaspına ses çıkarmamalarına yol açıyor. Bu durumda Avrupa'nın sağlık sistemine hele hele işsizlik sigortası uygulamasına, her türlü sosyal yardım programına, hatta mültecilerin dahi aynı sosyal haklardan yararlanma olanağına hayran olmamak elde mi?
Ken Loach'ın son filmi "Benim adım Joe" filmi işte bu hayran olunan sosyal devlet kavramına eleştirel bir bakış getiriyor. Sosyal devletin, "sosyal"liğinin işçi sınıfının uzun mücadele geleneği içinde nice savaşımlarda döktüğü kanla elde edilmiş hakların, kapitalist devlet aygıtı tarafından anlamının dönüştürülmesinden geldiği filmde verilmiyorsa da -ki bu filmin bir eksikliği değil- "devlet"liğinin ne olduğu oldukça iyi işlenmiş.
Filmin tanıtımlarında ya da eleştirilerinde Joe'dan "37 yaşında hayatta hiçbir şeyi olmayan biri" olarak söz ediliyor. Oysa filmdeki kişilerin, "düzenli bir yaşantısı" olanların da hiçbir şeyi yok. Yani nüfusun büyük çoğunluğunun olduğu gibi. Külüstür bir otomobil, standart ev eşyası, birkaç elektronik alete "çok şey" diyorsanız, evet "varlıklı" olduklarını kabul edelim. Aslında Joe ve çevresindeki kendisi gibi olan diğerlerinin -yani "düzenli yaşantısı olmayanların- hiç birşeyi olmaması, bir işlerinin dahi olmadığının ifadesidir. "Hayatta hiç bir şeyleri yoktur", çünkü "Onlar" işsizdirler, sadece devletin sağladığı sosyal yardımlarla yaşamda geçici olarak istihdam edilmektedirler. Bir işte çalışamamaktadırlar; alkolik, fahişe, uyuşturucu kullanıcısı ya da satıcısı oldukları bir "özgeçmiş"e sahip olduklarından kimse onları işe almamaktadır. Kendileri unutmak isteseler dahi devletin kayıtları -dolayısıyla toplum- "geçmiş"lerini unutmaz. Gerçekte özgeçmişlerinde yer alan nitelikler doğuştan sahip oldukları değil, işsiz kaldıkları için yapmak zorunda oldukları "meziyetler"dir. Yaşamlarındaki döngüsel kurgu "pis işlerin" üstadları olmalarından değil yaşamlarını idame edebilecekleri bir işlerinin dahi olmamasındandır. Devlet, sanki kendi icadıymış gibi, "yüce" kurumun lütfu olarak onları, ancak yaşamda tutacak maddi yardım sunmaktadır; sadece bir pamuk ipliği. Devletin, milyonlarca işçiden topladığı verginin küçük bir kısmıyla elde ettiği ve şu sıralar tamamen vazgeçmek istediği "sosyal"lik, işsiz kalan işçilerin karşısında şimdi bir şantaj aracı olarak durmaktadır, hâlâ bir işi olanlara karşısında nasihat alacakları bir musibet olarak. "Ya 'cici' vatandaş olup uslu durun, ya da ipini keserim".
Yani muhtaç durumdadırlar ve her an aldıkları yardımın kesilmesi tehlikesiyle karşı karşıyadırlar. Devlet bu yardımı hak edip etmediklerini sürekli olarak denetlemektedir. Bu iş için birilerini işe almıştır ve onlara "düzenli bir yaşam" sağlamıştır. Joe'nun boyacılık yaparken fotoğraflarını çeken, işi bir tür ajanlık ve ispiyonculuk olan adam, Joe'nun yardım aldığı kuruluştaki -ispiyoncunun raporlarını değerlendiren- müfettiş, sosyal yardım kuruluşunda aile planlaması, çocuk bakımı ve eğitimi v. b. veren Sarah ve diğerleri sosyal devletin "düzenli" elemanlarıdır. İşleri yardım olduğu halde bu yardımın hak edilip edilmediğni denetleyen ve bunu her an engelleyebilecek kişilerdir.
Sosyal yardım parasıyla geçinmekte olan Joe, bir alkoliktir. Tedavi sonucunda 10 aydır içki içmemektedir. Bir zamanlar uyuşturucu işine bulaşmış ve hapis yatmıştır. Kendisiyle aynı sosyal çevreden olan işsiz gençlerin oluşturduğu bir futbol takımının antrenörlüğünü yapmaktadır. Hayatlarındaki tek iyi şeydir bu takım. Almanya'nın dünya şampiyonu oldukları rüya takımının formalarını giymeleri de hiç başarıya ulaşmamış insanların bir başarıya dahil olma, onu paylaşma çabalarıdır. Almanya ya da Brezilya rüya takımlarıyla kendilerini özdeşleştirme çabaları ülkeleri İngiltere'ye küskünlüklerinden olsa gerek.
Sarah'ın "yardım" elini uzattığı Sabine, uyuşturucu bağımlılığından kurtulması için yapılan tedavi sonucunda çocuğuna kavuşmuş bir kadındır. Sarah ve sosyal yardım kuruluşundakilerce sürekli denetim altında tutulmasına rağmen uyuşturucuya tekrar başlamış ve uyuşturucu parası için arada sırada fahişelik yapmaktadır. Tekrar uyuşturucuya başladığı anlaşılırsa çocuğu elinden alınacaktır ve bu da Sarah'ın görevlerindendir. Aynı zamanda Joe'nun antrenörü olduğu futbol takımında oyuncu olan kocası Ian, muhtemelen uyuşturucu satıcılığından hapis yatmıştır ve işsizdir. O da sosyal "yardım" müptelası olmuştur. Yaşamlarında aksilikler peşlerini bırakmadığında ailesine bakıp "keşke hapiste olsaydık, biz içerdeyken daha iyi durumdaydılar" diyebilecek kadar çaresizdir ve tüm kötü gidişin sorumluluğunu kendinde görmektedir. Aslında herkes sorumluluğu kendinde görür; Sabine, Ian'ın çocuğa karşı olan ilgisi ve duygusallığı karşısında bu kısmi mutluluğun, uyuşturucu alışkanlığı yüzünden bozulacağını öne sürerek "tüm suç benim" demekte, Joe da daha sonra, aşkı için arkadaşlarına yardım etmekten vazgeçtiğinde kendisini suçlu olarak ilan edecektir.
Joe ve Sarah birbirlerine aşık olurlar. İlişkileri Sarah için "düzenli yaşantısında" yeni bir deneyim, bir katkı, Joe için, o yaşından sonra yaşama tekrar bağlanması, belki de "düzenliliğe" geçişe umutlanmasını sağlayacak bir vesiledir.
Sabine'in yörenin mafya babasına 2000 paundluk uyuşturucu borcu olduğu ve arada sırada fahişelik yaptığı ortaya çıkar. Bu borç karşılığında Sabine'in fahişelik mesleğine tam mesai devam etmesi istenmektedir. Yoksa Ian'ın bacakları kırılacaktır. Joe araya girer, arkadaşlarının daha da beter olmasını önlemek için borcu üzerine alır. Ödeme, mafya adına iki parti uyuşturucu sevkiyatını Joe'nun üstlenmesiyle yapılacaktır.
Bu Sabine ve Ian için gerçek bir yardımdır. Sosyal devletin yardımı bir şantaj aracı olarak kullanması gibi değil gerçekten bir dostluk ifadesi olarak yardım. Joe için bu yardım iki türlü şantaja karşı gelmektir; hem devletinkine hem de aynı zamanda bir devlet görevlisi olan sevgilisinin aşk şantajına. Sarah, uyuşturucu işini öğrenince Joe ile ilişkisini keser. Aşk ile dostluk arasında kalan Joe, -muhtemelen hayatında ilk defa- arkadaşlarına yardım etmekten vazgeçer. Bu kez tercihini kendi yaşamından, kendini bu yaşama bağlayan aşkından yana koyar. Ian'a biraz para vererek karısıyla beraber Londra'ya kaçmasını söyler; "Bu kez ben yokum, tek başınasın". Ian'ın cevabı çaresizliğin ifadesidir; "ne değişecek ki, gidemem". Bir şeyin değişmeyeceğini Joe da bilir; başka bir yerde de aynı şeyleri yaşayacaklar, hem bu sefer neden yer değiştirdiklerini açıklayamayacakları için "yardım"dan da çocuklarından da mahrum kalacaklardır. Bu durumda fahişelik ve uyuşturucu satıcılığından başka onları ne bekleyebilir ki? Fakat bu kez Joe, yardım edemez, yaşantısındaki mutlu bir değişikliğe sarılmak istemektedir. Bu kez kendini düşünmelidir. Düzenli bir hayat ihtimalini gerçekleştirmek ister. Kendi kıçında da güneş parlayabilmelidir. Parlayabilmesi için dostluğa sırtını dönmelidir, gerçekleri, başkalarının gerçekleri olarak görmelidir.
Sarah, Joe'nun neden Ian ve Sabine'e yardım için pis işler yapması gerektiğini, niye kendini riske attığını anlamaz. Salt para kazanmak için yaptığını düşünür. Joe mafyadan "iş" için ayrıca -ki daha sonra kaçması için Ian'a verdiği- 500 paund almıştır. Oysa Joe bu tür bir gelir kaynağını en "ihtiyaç duyduğu" anda dahi tercih etmemiştir; Sarah'a ilk çıkma teklifini güvenlik görevlisi olan arkadaşının verdiği parayla yapabilmiştir. "İşi" para için değil dostuna yardım için yapmaktadır. Sarah için bu anlaşılmazdır, onun için "yardım" bir iştir, meslektir ve bunu ancak, kendi düzenli hayatını da sağlayan devlet yapar. Devletin dost olmayacağını bilmez. İşte Joe o zaman haykırır; "sen anlamazsın onun neden fahişelik yapmak zorunda kaldığını ve benim neden yardım etmem gerektiğini, çünkü senin düzenli bir yaşantın var ve kıçında güneş parlatırsın". Gerçekten anlayamaz, çünkü yaşantısında, düzenli yaşantısında bir değişiklik olmuştur; hamiledir. Çok sevinir; çünkü işi ve mutluluğu olan biri için, sırada kıçında güneş parlatacak yeni bir aşama olarak çocuk sahibi olmak vardır. Sonra çocuğun ilk adımı, ilk konuşması, okula başlaması, mezuniyet, emeklilik, torunlar... Joe bütün parıltıyı bozmuştur, şantaj açıktır; ya "işi" bırakacak ya da aşkını.
Joe pes eder; Ian'a öğütlerinin ardından mafyaya gider ve işi bıraktığını söyler. Fakat borç borçtur, anlaşma da anlaşma, verilen söz tutulmalıdır. Kavga çıkar ve artık mafya ile uzlaşma şansı kalmamıştır; hem kendisi hemde Ian ve Sabine tehlikededir. Her şeyi denemiştir dostluktan dahi vazgeçmiştir fakat kimse onlara üzerinde güneş parlamayan kıçların yaşantısından kurtulma şansı vermeyecektir. Umutsuzluğu ve çaresizliği o yaşantıya onu daha da gömer hem de daha beterinden. Arkadaşlarına ihanet etmesi yetmiyormuş gibi bu ihanetin de hiç bir şeyi çözmemesi hatta daha da katmerleştirmesi Joe'yu kahreder ve tekrar içmeye başlar. Ian'la son konuşmasında iğrençliğinde sınırsızdır; "siz pisliklersiniz kendi başınıza bir şey yapamazsınız, adi insanlar, toplumun yüz karaları, asalaklar, bir bok beceremezsiniz". Aslında bunlar Joe'nun sözleri değildir, bunları sarhoşluktan da söylemez. Bunlar Sarah'ın sözleridir aslında, ve onun gibilerin yani düzenli bir yaşamları olanların, ister ödedikleri vergilerle ister yaptıkları işle olsun bu insanlara "yardım" edenlerin sözleridir bunlar. Her zaman açık seçik tekrar etmedikleri fakat gizledikleri gerçek düşünceleridir. Sabine, Sarah'ın da çalıştığı o devlet kurumundan reçeteyi çaldığında doktorun ve sekreterin sözleri ve davranışları da aynıydı; Sabine'i bir bok çuvalı olarak görmüşlerdi. O, iflah olmazdı.
Joe, o sözlerin, düzenli bir yaşantıya geçme tercihinin mecburi repliği olduğunun farkındaydı. Kendi aralarındaki dayanışmayı ve bu dayanışmanın kazanımlarını devlete teslim ettiklerinde, kendilerine ait olmayan denetleyemedikleri bir kuruma dayanışma ihtiyaçlarını teslim eden insanların konuşmalarıdır onlar ve gerçekten artık replik olmuşlardır; bir suflör -devlet ve medya- onlara fısıldar ve konuşurlar. Çünkü kendi yaşamlarında da artık bir oyuncudurlar ve kendileri oynarken kendileri gibi olan başkalarının oyunlarını seyredenlerdir; hem oyuncu hem de seyirci. Dostluğun ve yardımın anlamını bilmezler ve Sarah gibi Joe'yu anlayamazlar. Birbirlerine destek olup aralarındaki dayanışmayı yaratacaklarına bunu bir kuruma devretmişlerdir ve artık bu kurumlarda, ancak bir görevli olabilirler.
Ian, yaşama bağlanması için devletin boynuna doladığı pamuk ipliğini koparır, bir ucu kalorifer borusunda bir ucu boynunda bir urganla pencereden atlar. Yaşama karşı son isyanıdır; son fakat yaşamın karşı koyamayacağı kadar kesin. Ölümüyle bu kez Ian, dostuna yardım etmiştir; bir seferlik olsa dahi. Dostuna yardım etmenin ölümü göze almak olduğu, dayanışmanın kurumlara hem de kendisinin olmayan, denetleyemediği kurumlara terk edildiği bir dünyada dostuna bir kerelik yardım etmek istemiştir, Joe'nun onun için ölümü göze alması gibi. Ian, Joe'nun söylediklerinin gerçek düşüncesi olmadığını bilir ve asla inanmaz o sözlere. O sözlerden dolayı değil, Joe'nun yaşaması için ölmelidir. Tıpkı kendisi hapisteyken dışardakilerin daha iyi yaşadıklarını düşündüğü gibi. Artık mücadele edememektedir, çünkü daima yenilmektedir
Ian'ın kendini öldürmeyi tek çare olarak, arkadaşları ve sevgilisiyle dayanışmanın biricik yolu olarak görmesi, Sarah ve onun gibilerin dayanışmanın anlamını kavrayabilmesi için bir vesile olmuş mudur acaba? Filmin bitimi böyle bir cevabı vermiyor fakat böyle olacağını düşünmemiz, umut etmemiz için bir engel yok. Aralarından birinin ölmesinden başka bir seçenekleri yoktu ve biri öldü. Fakat bu sorunların topyekün ortadan kalkması anlamına gelmiyor. Sorunların nedenleri ortadan kalkmadı. Sabine muhtemelen uyuşrucuya dönecek, çocuğu elinden alınacak, Joe, Ian'ın intiharıyla ilgili soruşturmada yardım parasından men edilen bir alkolik olarak kalacak, futbol takımındaki diğerleri Ian'ın yaşantısına benzer bir yolda yürüyecek... Fakat birileri dayanışma ve dostluğu devlet görevi dışında algılamaya, gerçek manâsını öğrenmeye başladıysa, farzedelim ki Sarah gibi. Ya artık parlamıyorsa...
Sizin ki parlıyor mu?