!ktphane.gif (4763 bytes)

20. Sayı

Gündelik Hayata Görsel Tuzaklar

Derya Kalan

       Neden güne başlamak pek kolay değildir? Dişimizi fırçalarken kullandığımız macunun kaç florürlü olduğu, karbonatın dişlerimize neler neler katacağı, yıkanırken kullandığımız şampuanın saçımızı nasıl ahenkle dans ettireceği ve hatta kullandığımız şampuanın nasıl bir hayatı seçtiğimizi önemle yansıtacağı hemencecik gelir aklımıza. Ama bununla da kalmaz, evden çıkmak kolay değildir, buzdolabındaki margarinin ve içtiğimiz pastorize sütlerdeki "mutlu pazar sabahı aileleri" anılarımız var sırada. Hele bir de işe giderken giyeceğimiz kıyafetlerin markaları taşımamız gereken imajı tamamlıyorsa, eh ona uygun bir de parfüm ve deodorantta da kusur etmememiz gerekir. Yoksa nasıl kalkarız"o yorucu anların, en zor zamanların "altından. Bu yorucu, sinsi birikimler evimizden işimize giderken yolda, işyerinde masamızın üstünde, öğle tatilinde yemek diye yenilen şeyde ve yenilen yerde, iş çıkışı gidilen sinemada, içilen içkide, kullanılan havluda karşımıza çıkar.
       İşte bunlar o kadar ömür törpüsüdür ki bizler için, ikinci mesai gibidir. Değmeyecek bir ücret için çalışırken, onu nasıl tüketeceğimizin planlanmasıdır. Sinsice içimize işlemiş, bilinç altımızı ele geçirmiş ve tam yerken, içerken, yıkanırken, uyurken hücüm etmesine bile gerek kalmadan, bizlerin sarıldığı kodlamalar olmuşlardır. Bunlardan sıyrılmak için ciddi ciddi uğraşırken buluveririz kendimizi. Zaman harcayıp deşifre etmeye çalışırız. Dışlanır, yorulur ve nice zorlukla karşılaşırız. Bunun bedelinde "benden olan beni anlar"misali en fazla üç - beş bin kişiyle paylaşırsak bunları ne alâ. Tüm bu tüketim çılgınlığının planlanmasında, bu manasız hafıza işgalinde destekleyici görsel unsurlara ihtiyaç duyulmuştur. Bu unsurlar ya grafik bir etki yaratmak amacıyla kullanılan desenler ve bunların vurgularını belirleyen renk, ya bire bir görsel malzeme olarak değerlendirdiğimiz, anlatımı en açık şekliyle ortaya koyan bir unsur olarak fotoğraf ya da bu anlatımların sürekli, hızlı bir devinimle yapıldığı, klip, t. v. ve multivizyon panoları gibi unsurlar olmuşlardır. Tüm bu görsel medya, işlerinde yetkin, uzun süreli eğitimlerini muhtelif İstanbul üniversitelerinde tamamlamış, hayatlarının bir devresinde hasbelkader sol hareketin duvarlarına çarpmış ama hiçbir zaman bir duvar olamamış, geçmişleriyle yaşayan insanlar tarafından yaratılmakta. Ofislerinde estirdikleri "beyin fırtınaları" ile niteliksiz malları insanların "nasıl olur da ediniriz"diye kuyruklara girdikleri hallere sokmanın ip uçlarını yaratır dururlar. Bu yaratımda sloganlar kadar önemli yeri tutan unsur görsel malzemedir. Fotoğrafın önemi bu aşamada iyice belirginleşir. Ve sonuna dek kullanılır, sonuçlarını kendi hayatlarında dahi görene dek. Yıkım başlar. Barbarlığa doğru bir kareyi de fotoğraflarıyla onlar çeker. Fotoğraf hiçbir zaman nesnesinden bağımsız bir anlatıya sahip değildir. Bu yüzden bire bir etki için önemlidir. Çünkü anlamını, önce çekilen objenin kendisi yaratır. Hatırlar mısınız, çocuk yuvalarında onlar için yapılan fişler vardır. Ufak dikdörtgen kağıtlar çizilir, iplere dizilirler. Örneğin çocuklar kedi imgesine ulaşmak için önce onun kendisini görürler o fişlerde, sonra yerini harflere bırakır şekiller. En sonunda kediye dair imgeler başlar. Üçer telli bıyık, minik bir burun veya sadece bir yün yumağı. İşte buna benzer bir bakış şekli, fotoğrafı yorumlamaya yarar. Vaktiniz varsa eğer. Namümkün. Hızlı bir hayat yaşıyoruz. Yetişmek için yürümek yetmiyor artık, koşmalıyız. İşte bu bonbardıman o zaman başlıyor. Hayatın temposu belirliyor algımızın ne kadar derinlere inebileceğini. Ve görüyoruz billboardlardaki yüzleri, kullanmamız gereken şeyleri, yemeklerimizin üzerine hangi sosu koyacağımızı. İlk bakış, ilk algı, fazlasına gerek yok artık. Uzun laflar yazılamaz oraya, büyük canlı karakterler. Ve artık slogan direkt bir anlatıma dönüşür. 24 saat açık bir banka için, çeyreği ancak yenmiş bir simidin geri kalanını yemeğe fırsatı olmayan memurun bankasını düşlememize yarayan, yılların hakkı olan öğle tatilinin işgalini mağruz görmeye, bunu bizler için sözde hizmet anlayışıyla yapıldığına ikna eden fotoğraf ve slogan vardır karşımızda. Mesaj alınmıştır. Ne uzun ne de karışık. Dikkatle incelersek o afişi, mümkün değil simidin güzelliğinden bahsetmek, çünkü simit ne Eminönü'ndeki simitçinin simidi ne de karnımızı doyurduğumuz o eski tat. "Nesnesinden bağımsız değildir" dedik fotoğraf için, yanılmış olduğumuzu sanmıyorum. Ne var ki biraz eksik gibi. Salt böyle deyip bırakmak haksızlık olurdu. Bir dolmalık biber fotoğrafından ilk anda farklı bir şey beklemek de mümkün. Edvard Weston'un dolmalık biberi gibi bir örnek varsa hele elimizde. Lambanın cininin dediği gibi; fotoğrafın anlamını veren, çekilen objenin önüne geçebilen bir şeyler aramalı gözümüz. Bombardıman var olsa da sığınaklar içimizde. Önce hızlı yaşamak zorunluluğunu içimizden atmalıyız. İşte o zaman bir dolmalık biber bile, yeterince anlam katabilir kendisine. Yan anlamlar, fotoğrafın şifresini çözen, müziğini yaratan ve kokusunu veren asıl unsurlardır. Biraz gayret etmeyi, düşünmeyi gerektirir. Gölgelerine bakmayı, formunu incelemeyi, tanıdık şekillerin yaşantımızdaki karşılığını bulmayı gerektirir. Saflığımızla, çıplaklığımızla yüzyüze gelebilmeliyiz. O andır ki dolmalık biber, ilk halinden çok farklı bir yere oturur bilincimizde. Artık ne olduğu değildir bizi ilgilendiren, neyi nasıl anlattığına bakarız. Nargile içen adamın bir ayıbı olmazdı, eğer böyle görüntülenmeseydi. "Olmaz ki! Böyle de çekilmez ki!" dedirtecek kadar namussuz dolu etrafımız. Hangisinden dem vursak? Yıllardır yaratılan zengin ve tembel Osmanlı işadamı görüntüsünden mi yola çıksak, yoksa "yeni çağın işadamıyım ama kültürel değerlerime de pek sahip çıkarım" lakırdısını mı denesek? Hiç olmazsa şunu söyleyebiliriz; "çalışkan, modern ve yükselen değerlerin tümüne cayizim ama kendime zaman ayırmayı da bilirim". Ne var ki bu kadar çok 'çöplük' kullanılmış ve hâlâ mesaj tam verilememişse, durum vahim demektir. Tam 'kaos'. Yani; "sen keyif çatabilirsin, biz senin adına çalışırız. Bize güven duy. Zaten bizler de senin atalarına ve geçmişine uygun bir kuruluşuzdur" imajı ancak böylesine bir 'kör gözüne parmak' misaliyle anlatılırdı. Geçmiş olsun. Bu çözümlemeler neye yarardı diye sormayalım. Önce şunu kabullenmek lazım; 'bunun tersi hiç bir şeye yaramıyor'. Sorgulamayı bırakmak akıntının en hızlı kesimi olmak demek. Zaten akmaktayız hep birlikte. Ama akıntıyı, bir de attığımız kulaçlarla desteklemeye gerek var mı ki?
       Artık otobüslerde evinize giderken, gördüğünüz reklâm panolarında, şayet bir çaydanlık fotoğrafı görürseniz, çaydanlığın üzerindeki yansımada "fotoğrafçı nerede" diye oyun oynamanız dileğiyle...
Çaydanlığın Cini

İçindekilere geri dön