20. Sayı
"Her sanat eseri zamanının çocuğudur."1 der Kandinsky. Hiç bir sanat üretimini, tıpkı bilim ve felsefe gibi içinde yeşerdiği koşullardan ayrı tutmak ve bu çerçevede incelemek mümkün değildir. Bireyin kendi yaşamını algılayışı nasıl sürekli bir gelişim halindeyse, diğer bir deyişle bugünün algısı dünden farklı olduğu gibi, yarının algısı da bugünden farklı olacaksa, sanatçının kendi sanatsal üretimini bu bağlamda ele alabileceğimiz gibi sanatın tarihini de aynı biçimde ele alabiliriz.
İlkel insan doğanın gücü karşısında eziklik duyarken, uygar insan da bireyin 'aynılaştığı' bu hız çağında, modern çağda 'kendini bilememenin' sıkıntısını çeker. Böylece bu çaresizlikten, yitiklikten kurtulmak için bir arayışın peşine düşer. Aradığı 'mutlak'a, 'töz'e dair bir şeydir. Sokrates'in "kendini bil" sözü, Edmund Husserl'de "kendimden başka hiçbir şeyin bilincine varamam. Evreni kavrayabilmek için önce kendimi kavramalıyım"a döner.3 İnsanın kendini yığınlar ve kargaşa içinde yitirdiği bu zihin karışıklığı çağında sanatçı aradığını, 'töz'ü soyut sanatta bulur.
Maddenin salt gerçeği, statikliği ifade ettiği çağların sanatı, nasıl 'obje'nin, 'madde'nin sanatı idiyse ve o dönemde tuval üzerindeki yapıtı belirleyen nasıl 'obje' ise; maddenin statikliği düşüncesinin yalanlandığı, yaşamın özünün sürekli hareket (dinamizm) halindeki elektronlara bağlı olduğunun ve madde kavramının bir yanılsamadan ibaret olduğunun anlaşıldığı modern çağda 'nesne'ye karşıt bir sanat eğiliminin doğması kaçınılmazdı. Artık gerçeklik, idealizme dönen bir başkışla arayışına girilen 'mutlak'tır. Kandinsky 'mutlak'ı, maddenin ve objenin karşısına koyduğu 'ruh'ta bulur, sanatta egemen olması gerken artık 'obje' değil, 'süje'dir.
Sanatçı, materyalist bilginin sağlamlığına güveninin kaybettiği yerde 'tin'e döner. Görünür, rahat algılanır bir obje yaratmak amacından uzaklaşarak, 'düşünsel' obje yaratımının peşine düşer. Görme sanatı olan resim, çağın felsefi ve bilimsel değişimleri uyarınca ve bunlarla etkileşimi sonucunda, bir düşünme sanatına döner. (Burada, sanatın her çağda felsefe ve bilimle paralellik içinde ilerlediği unutulmamalıdır.) Sanatçı artık 'sanatın' farkına varmıştır. Kendini bilmek, evreni bilmenin koşuluysa ve "bir sanat yapıtı yaratmak bir evren yaratmak"4 ise, bu yaratım süreci kişinin, kendini analiz ederek ortaya koyması anlamına gelir. Kandinsky, "sanatçı üretmek zorundadır, bunun için hem topluma hem de sanata borçludur"5 düşüncesinin savunurken, sanatçının toplum içinde 'önder bir zihin' olması gereğini de işin içine katıyordu. Sanat, ister Tanrı vergisi bir yetenek olsun, isterse kişinin bilinç ve bilinçaltı ilişkisi inşa edilirken dünyayı algılama biçiminin belirlenmesi sırasında ortaya çıkan bir olgu ya da genetik yapının bir getirisi olsun, sanatçının anlayışındaki ve yorumlayışındaki farklılık, onun doğal olarak "ileriyi bilici"6, sezgisel kimliğini ortaya koyar. Bu bağlamda, Kandinsky'nin sözleri ile ifade edersek; "Genellikle kafa (bilinç elemanı) ile kalp (bilinçsiz eleman; sezgi) arasındaki ideal denge, yaratmanın biryasasıdır. Bu insanlık kadar eski bir yasadır."7 Bu yasaya bağlı olarak sanatçı üretmek zorundadır ve nihayet asıl zorunluluğun "içsel zorunluluk"8 olduğunun farkına varır. "Derinlik sanat yapıtının kaynağıdır"9 ve sanatçı kendi evreninin derinliğine kapılmıştır. Onu yöneten bilinçaltı eğilimleri, aklın ve duyguların kuyusunu eşelemeye başlar. Burada sanat dalı olarak, sadece resim, felsefe ve bilime paralel olarak hareket etmez; müzik ve edebiyat da bu değişimin içindedir. Müzik her zaman, soyut sanat gibi doğrudan ruha işleyen, onu etkileyen bir sanat olmuştur. Nasıl müzikte ruhumuzu acıtan ya da bize sevinç veren şeyin ne olduğunu bilmezsek; soyut sanat da bizi bilgimiz haricinde etkiler. Kandinsky, kendi sanat üretimini anlatırken "burada eser büyük ölçüde ya da bütünüyle 'sanatçının içinden çıkarak' oluşur, müzikte yüzyıllardan beri olduğu gibi. Resim bu açıdan müziğe yetişti, her ikisinin de gittikçe artan bir 'mutlak' (absolut) eserler yaratma eğilimi vardır"10 der. Müzikteki bu 'mutlak' arayışının son noktası, resmin 1900'lerde bulduğu soyut anlayışın, 1960'larda müzikte belirdiği biçim olan 'psychedelic'tir. Kandinsky müzikle resmin paralelliklerinin ortya koyarken, farklarını da belirtiyordu. "Müziğin elinde zaman, zamanın içinde yayılma imkanı vardır. Resimse buna karşı, bu üstünlüğü olmamakla birlikte, yapıtın bütün içeriğini bir an içinde seyircinin gözü önüne serer ki bu da müziğin elinde değildir."11 Ancak, kanımca müzik resmin elindeki bu anlık etkiyi yakalayamasa da, psychedelic müzik buna yaklaşmıştır. Nitekim Kandinsky'nin sanatında "hiçbir şeyi imlemeyen, tanımlamayan, bize hiçbir şey anımsatmayan biçimler, ruhu, ancak bir müziğin notalarının etkileyebileceği denli derin ve güçlü olarak etkiler. Kandinsky'nin sorunu, renkte müziğe koşut olan bir uyum yaratmaktı."12 Müziğin kendi içindeki uyumunu izleyerek, Kandinsky sanatçı bakışıyla algıladığı nesnelerin kendi içindeki uyumunun peşine düşer.
Bu değişim ya da etkileşim aynı biçimde edebiyatta da, yaklaşık Kandinsky'nin soyut sanat üretimine girdiği yıllarda, André Breton, Paul Eluard; Tristan Tzara ve arkadaşları tarafından 'Gerçeküstücü Manifesto'nun yayınlanması ile ortaya çıkar. Nasıl resimde 'içsellik' öne çıkıyorsa, edebiyatta da aranan, 'mutlak' olana dair bir üretim biçimiydi. Kandinsky, 'Doğaçlamalar' adının verdiği eserlerinin üretim sürecini şöyle açıklar. "İçsel nitelikteki olayların genelde bilinçsiz olarak, büyük çoğunlukla birdenbire oluşmuş ifadeleri, yani 'içsel tabiat'ın izlenimleri. Bu türe 'Improvisationen' (Doğaçlamalar) adını veriyorum."13 Gerçeküstücü şairler de aynı çabayla, bilincin ve yazı üzerindeki denetimin asgariye indiği bir biçimi 'otomatik yazı' olarak adlandırılırlar. Doğrudan 'tin'den kaynaklandığını düşündüklerinden, bu biçimi saf sanat üretimi sayarlar. Sözcükler, edebiyatın nesnesi ise önemli olan, sözcüklerin ruhun bir çığlığı kadar saf bir biçimde ortaya çıkarken gösterdikleri uyumdur.
Tıpkı Gerçeküstücü şairler gibi Kandinsky'nin de dile getirmek istediği şey, sanatın objesinin duyularla kavranmayan tinsel varlık olduğu düşüncesidir. Artık sanatta (soyut sanatta) biçim vermenin ontolojik bir anlamı vardır. Bu bağlamda, kişinin kendini tanımasıyla ortaya çıkacak olan kendiyle uyumu, sanatında, yani yarttığı evrende yakalanan bir uyum olacaktır. Bu, içsel olanla dışsal olan arasında kurulacak bir denge yani akıl-sezgi dengesidir. Burada, sanat üretiminde amaç duygularla algılanmış dış gerçeği, sanatçının içindeki gerçekle kaynaştırmaktır. Sanatçı, dış dünyadan birktirdiklerinin yanında, iç dünyasında olgunlaştırdıklarının uyumunu arar. Orantılar ve dengeler sanatçının içindedir ve böylece içsel dünyanın uyumu yarattığı sanat evreninin uyumunda belirir. Önemli olan dışsal gereklilik değil, içsel zorunluluktur. Rönesans'ta hakim olan kanı insan bedeninin yüceltildiği sanatın üstün sanat olduğu idi. Psikanalizle birlikte bilinçaltı gerçeğinin keşfedilmesi ile bu kanının değişmesi doğaldı. Böylece içsel varlığın ortaya çıkartıldığı ve yüceltildiği sanatın üstün sanat sayılması kaçınılmaz oldu.
Kandinsky, sanatçı için "Kendini eğitmek ve kendi ruhunun derinlerine inmek, bu ruhu herşeyden önce kollayıp geliştirmek zorundadır. O zaman dışsal yeteneği, etrafını sarmalayabileceği bir öz kazanmış olur ve - kimin elinden düştüğü bilinmeyen bir eldiven gibi - bir elin boş ve amaçsız bir görüntüsü olmaktan kurtulur."14 Kandinsky'e göre sanatçının, "görevsiz yaşamaya hakkı yoktur, çoğu zaman belini bükecek olan, ağır bir iş görmesi gerekmektedir. Eylemlerinden, duygularından, düşüncelerinden her birinin vereceği eserlerin dokusuna giren elle dokunulmaz ama katı malzemeyi oluşturduğunu, bunun için de hayatta özgür olmadığını, sadece sanatta özgür olduğunu bilmesi"15 gerekmektedir.
Sanatçı, yarattığı eserden bağımsız değildir. Ancak o, yaratısında mutlak (absolut) olana ulaştığında, eser yartıcısı karşısında bağımsızlık kazanacaktır. Belki de, sanat nasıl sanatçının ifade aracı ise, sanatçı da, sanatın ya da mutlak olanın, ruhtan kaynaklanan salt bilginin kendini varlaması için bir araçtır. Nihayet ölümsüz olmasa da, ölümsüzlüğe yakın olan, sanatçıya oranla sanat yapıtıdır, sanat yapıtlarındaki tinsellik ve zihinselliktir. Düşünce ve duyulanım hiçbir zaman sanat üretiminden bağımsız olmamıştır. Mağara duvarlarındaki ilk resimlerin zihnin algılama, ulaşma çabasının bir eseri olması gibi; bugün sanatı yaratan içsellik yüzyıllar boyunca her sanatçının kendi algısını, kavrayışını aktardığı bir alan olmuştur.
Çağına ait olmayan bir sanatçı olan El Greco'nun, yaşadığı dönemde anlaşılmamış ve 'ileriyi-bilici sanat'a dair ürünler vermiş olması gibi, sanatçı her dönem bir 'kâhin' olmaya devam edecektir. "Sanatın kesin inanlara ihtiyacı yoktur, nereye gittiğini bilmekle tasalanacak değil. Kendiliğinden ve kayıtsızca ereğine doğru yol alır, çünkü atılım yapmaya, yayılmaya eğilimi vardır." der Nietzche. Burada sanatçının görevi, ileriyi-bilici kimliğiyle, sanatı salt varoluşu, özgürlüğü içinde algılayarak içsel zorunluluğun buyruklarına uyarak, sanatının 'absolut'unu bulmak olmalıdır.
Kaynakça:
(1) Kandinsky. Wassily, Sanatta Zihinsellik Üstüne, s:21, 1993
(2) a. g. e. s:34
(3) Hançerlioğlu. Orhan, Mutluluk Düşüncesi, s:269, 1973
(4) Kandinsky. Wassily, Rückblicke, s:19, 1913 (Çeviren: Tunalı. İsmail, Estetik, s:234, 1979