20. Sayı
Özgürlük de insanın mutlu olma acelecileğindeki birçok hedef kavram gibi baştan çıkarılmaya zorlanmıştır. Ona yönelik ayartma çabalarından hep yenilgiyle çıkılması, insanın özgürlük fikriyle olan ilişkisine zaman-üstü bir otoriterlik kazandırmıştır. Bu otorite iki kutupludur: İlki ayartıcıların zoraki hoşgörüsü-zoraki saygısı ki bu zoraki saygıyı da bizzat özgürlük fikrinin kendisi değil, onun yanında güç oluşturabilmiş, örgütlü yığınlar belirler. Özgürlüğü bir otorite olarak yaşayan ikinci öge ayartıcıların tarihsel düşmanları olan özgürlükçülerdir. Onlar içinse özgürlük hem aşılması gereken bir şey hem de ayartıcıların uzlaşma vaatlerine uyarlanmaması gereken bir düşüncedir. Özgürlük O'nu otorite olarak yaşayan bu iki kutup için de yıkımı engellenemeyen bir güçtür. O'nu engelemeye çalışanlar, ona ulaşmaya çalışanlarla aynı kaderi paylaşırlar; ölümü. Özgürlükse, onun için ölündükçe daha da güçlenen bir fikirdir.
Özellikle, şu son aydınlık iki yüzyıl O'nun en çok düşünüldüğü ve bu düşüncelerin uygulamaya girişildiği dönemdir. Ancak bu uzun dönem sonrası özgürlük düşüncesi büyük bir krize girmiş ve arkasından tarifi olanaksız acılar bırakmıştır. ?u yaşadığımız günlerse acılara kalındığı yerden devam edilememesinden kaynaklı gericileşmenin izleriyle doludur. Dönemin acılarına sahiplenmek özgürlük mücadelesi bayrağının devralınması anlamına gelir ki günümüz bu durumun tam da aksine sahne olmaktadır. Unutulmak istenen tarih özgürlüğü geçmişe oranla yaşamın dışında bir yerlere itmiş, ona duyulan ihtiyacı adeta bastırmıştır. Eğer bir gelenek sürdürülecekse bunu acıların etrafını dolanıp ona değmeme anlayışıyla gerçekleştirme olanağı yoktur. Kendi kendini ayartma, yenilgiyi kabullenememe erkekliğine özgü bir reflekstir. Böyle bir mecredan özgürlük düşlemine yeni bir anlam kazandırma, açıklama yapılamayacağıda açıktır. Çünkü özgürlük, tarihin hiçbir döneminde ele avuca sığmamıştır. O'nun tarifini yapmaya çalışan kimselerin 'özgürlük imkansızı yaratmaktır' demeleri boşuna değildir. Henüz özgürlüğe başka bir isim bulunamamıştır. Özgürlük, kendisine konan-konmaya çalışılan adları benimseyememiş bunu da her defasında ortaya koymuştur. Mesela şu son iki yüzyılın demokrasi (burjuva zoru-halk yapımı) diye adlandırılan şeyi de özgürlüğün bedenine dar gelmiştir. Bu yönüyle de özgürlük çok nankör ve vefasızdır; bir nevi atalarını doğrayan bir cellat gibidir. Zamanında özgürlüğü demokraside bulacaklarını sananların da akibetleri ölüm olacak, yine özgürlük tarihin önüne geçecektir.
Özgürlükten bahseden, onu bulmaya, ona bir ad koymaya çalışan her kimse bu yolda ölmezse zaten sonu yine özgürlüğün elinden gelecek ibretli bir ceza olacaktır. Özgürlük azrailin gezegenimizdeki yegane yoldaşıdır. Kılıcını ve adaletini azrailden ödünç almıştır. Onun ismini anmak bile günahtır ve günah işlemek cesarete esir olmaktır. "Sakın ha kişi düşünmezse esir olur cesarete... " (Hüsnü Can'ın 'Merhum' adlı şiirinden).
Özgürlük açıklanabilenin ötesinde bir şey olmaktır ki, bu yönüyle de ölüme yakındır. Ölümü açıklamak insana bir ikna olmuşluk yaşatmadığı gibi özgürlüğü açıklama şekilleri de insanı ikna etmez; her defasında aynı şeyi yaşar insan: sonuçsuzluğu. Bu sonuçsuzluk tamamen pratiktir. İnsan tarih boyunca kovaladığı, bu uğurda can verdiği şeye yani özgürlüğe bir türlü kavuşamamıştır. Yüzyıllar boyu insanı yanıltmış ama insan yine de ölümsüzlüğe duyduğu hayranlık gibi, ona gizli de olsa bir hayranlık duymaya devam etmiş, onu bulma serüvenine yeni halkalar eklemiştir. Ne var ki özgürlük, onu kovalayanlardan çok unutanları, onu bağımlı, hiyerarşik, içtenliksiz hayatlara indirgeyenleri tarifi güç duyguluarla cezalandırmıştır. Bu duyguların en başta gelenleri, ihanet ve korkudur. Bu günün "ayrıcalıklı" hayatlarını yaşayanların, özgürlük uğrundaki kavgaları macera ve bu yöndeki düşünce uğraşılarını fikir jimnastiği sayanların en korkulu rüyaları özgürlük olsa gerektir. Çünkü özgürlük ayrıcalık değil aksine toplumsallıktır, sınıfsızlıktır, yaşamı ölümün elinden almak için verilen ölümcül kavgadır. Haliyle özgürlük ölüm gibi hayatın sınırında olan şeylerle temas halindedir her zaman.
Ölüm bastırılmayı hak eden bir düşüncedir, özgürlük de baskıcı bir yaşamda, kendini imkansızlaştıran bir yaşamda bastırılmayı hak eder kuşkusuz. Bu bir hakikattir. İnsanın ölümsüzlük arayışı, özgürleşmesi adına bir fayda sağlamayacaktır, ancak özgürlük mücadelelerinin hepsi ölümü yadsıyıştır; bu yönüyle özgürlük düşüncesi ölümü bastırmanın bir yolu değil onu açıklama yolundaki en büyük girişimdir.
Özgürlük bastırılması imkansız yegane istemdir demiyorum, ama onun bastırılmasına yol açan ölüme çare bulabilmek kadar imkansız oluşu değil; ayrıcalıklı ya da katlanılabilir bir hayatı koruyabilme kaygısıdır.
Kapitalist toplum, modern çağ, içinde sayısız tahakküm olanakları barındırmaktadır. Bu tahakküm olanakları insanın kullanımına sunulmuştur. En üstte yer alan devlet hukuku bir kral edasıyla diğer hukuki alanları da bönce düzenlemektedir. Özgürlük bu çerçevede anlaşılabilir, yani hukuki olarak tanımlanabilir bir pratik olmak zorundadır. Siz kalkar da özgürlüğü bu hukukun dışındaki bir pratik süreçle açıklamaya çalışırsanız yasa koyucu size "çıldırmış olmalısınız" diyecektir. Hele bir de bu düşüncelerinizi eylem sürecinde sınadığınızı görürse başınıza geleceklerden kimse sorumlu değildir; şayet bu maksadınızda çok ciddi olduğunuzda ayak direrseniz azrail avınıza çıkacaktır. Demek ki, eğer bir özgürleşme projemiz olacaksa bunu bizden ve yakınlarımızdan başka kimse bilmemelidir. Aksi takdirde Azrail'e fuzuli iş yaptırmış oluruz. Özellikle projemizi pratiğe geçirme sürecimiz çok sancılı olabilir. Bunun için herşeyden önemlisi yeni bir dil, düşünce ve davranış bütünlüğü yaratmamız gerekecektir. Oluşturacağımız bu yeni dil, ölümü bastırmamızı ve yasa koyucunun özgürlük vaatleriyle ilişkimizi tamamen kesmemizi sağlayacaktır. Yani özgürlüğü savuşturmamızı değil, bizzat onunla rahat yatıp kalkabilmemizi. İnsan önce yaşadığı zaman-mekan ve verili koşullar içerisinde en başta özgürlüğü değil onu düşünebilmenin olanaklarını yaratmaya çalışmalıdır. Bu yöndeki arayışların başarıya ulaşması özgürlüğü ölüm getiren bir fikir olmaktan çıkaracaktır.
Özgürlüğü düşünebilme olanaklarının yaratılması yönünde başarı göstermiş iki örnek geliyor aklıma. Bu iki örnek de toplumdan bir şekilde uzak kalmış iki ayrı tekil: Robinson Crusoe ve İkarus. Ama her şeye rağmen toplumu içinde taşıyan, toplumun yazgısından uzaklaştığı oranda özgürlük mekanı yaratmakta ufku toplumdan öteyi gören iki kahraman. Bu iki örneği seçmemdeki maksat, özgürlük fikrini bireysel ölçekte bir kurtuluş programına dönüştürme yolunda kendi mutlak koşullarından çıkmaya kalkışanların trajik sonlarını anlayabilmektir. Ayrıca bu iki örnek arasında bireyin oluşumu bağlamında tarihsel bir dolayım vardır; topluma rağmen ve toplumla giriştiği.
Robinson, İkarus'un 17. yy versiyonudur. İmkansızcı İkarus, akılcı Rob'a dönüşmüştür. Kapatıldığı ada hapishanesinden sınırsız özgürlük nidasıyla fırlayan İkarus'un 17. yy daki hayatı, paraya çevirmeye düşündüğü kölesi ve biriktirdiği paralar üzerine kuruludur. Tarih İkarus'un hakkını saklı tutmayı başaramamış, O'nu köle sahibi bile yapmıştır.
Önce İkarus'u Robensinlaştıran tarihe bir göz atalım. Biliyoruz ki, İkarus da Robinson da tasarımsal kahramanlardır. İkisi de kendi toplumsal-zamansal gerçekliklerindeki ideale denk düşen özgürlük tutkunları olmalarıyla yaşadıkları dönemdeki bilinci temsil ederler. İkarus, mitolojideki özgürlük tahayyülünün ilk örneğidir; İnsanoğlunun sınırsız (mutlak) özgürlük arzusunun ilk girişimcisi, dolayısıyla da gizli kalmış bireyin ilk temsilcisi.
Sözlü kültür bilinci içerisindeki İkarus'un bireyci özgürlük anlayışı söylenceden öteye geçmemiştir. Bireyi ilk tanımlama girişimiyle ünlü Platon O'nu "Polis'te yaşayan, topluma faydalı yetenekli tanımlamıştır. Platon, mitoloji kahramanlarının yeteneklerini Polisteki bu unsurlara kazandırmak ister. Devlet böyle bireylerin organizasyonuyla oluşacak, böyle bir zümre tarafından yönetilecektir. Platon bu projesiyle görülüyor ki bireyi nesnelleştirmekte ustalık kazanmış, henüz olmayan burjuvazinin zamane ustasıdır. Platon'un mitolojiye getirdiği bu pragmatik yorum İkarus'u da kaçınılmaz olarak avlamıştır. Artık mitoloji geleceğin esin kaynağı öğelerini yitirmiş, yalnızca edebiyata lezzet katan süslemeye, dekora dönüşmüştür. Bireyin farklı kulvarlarda değerlendirenlerde sonuçta İkarus fenomeninin değere kavuşmasına etki edemeyecektir. Platon'un aksine bireyi öznel bir içsellik olarak tanımlayan Sokrates'in vardığı nokta soyut bireyselliktir. Sokrates, bu sona kendi yaşamının tercümesiyle varmıştır. Sorun şudur ki, bireyin kendi isteklerini gerçekleştirmesinin önünde toplumsal erk vardır. Haliyle birey kendini gizleyecek, içsel alanda kuracaktır hayatı.
Birey hem kendi hem de toplum adına yaşadığı çıkışsızlıklarla nereye doğru gidiyordu, kendine nasıl bir yer bulmalıydı? Yüzyıllardır kendini var etme uğraşı bireyi çilekeş, iktidarsız yapmış, onu silikleştirmişti. Bu durumda bireyin de toplum gibi hesapçı (akılcı) muhafazakâr bir tutarsızlıkla daha çok sancılar çekeceği belliydi. Hristiyan Batı'da bu durum, kilisenin baskıcı ve din dışına çıkan bir otorite unsuru olarak eleştirilmeye başlanmasıyla ilk çatlaklarını alacaktı. Bu çatlaklar bireyi sonsuz özne sıfatıyla kutsayan hristiyan anlayışının reddine kadar genişleyecekti. Bunun ilk örneğini Hamlet'in ölüm olgusunu hristiyanlık dışı bir metafizik anlayışla tartışmasında görüyoruz. Ancak gelişen kapitalizmle birlikte birey, ağır ağır metafizik düşünüşten de bağlarını koparıp aklın egemenliğine girecek ve uzun bir süre onun savunucusu olacaktır. Bu akılcılık bireyin topluma bağlılığının yeni ifade ve faaliyet biçimlerinin ideolojisini oluşturacaktır. Bu kez birey kendisini günlük hayattaki maddi kazanımlarla elde edilen toplumsal refah standardında bulacaktır. İşte daha sonraki burjuva liberalizasyonunun girişimci birey tasarımının ilk örneğini tanımlayan, kendine esin veren Shakespeare'in toplumsal faydacılığını eleştirerek bireysel refahı öne çıkaran Defoe olmuştur. Defoe, 17-18. yy'larda geleceğe talip burjuva faydacı, akılcı bireyinin tasarımını Robinson'la ifade etmiştir. Bu bireyin daha anlaşılır adı "homo economicus" (ekonomik birey)tur. Yeni reşit olan burjuva iktidarı, bu bireye yakışır özellikler adapte edecektir. Bu özellilkler kahramanlardan, devrimcilerden, özgürlükçülerden ayartma özellikler olacaktır. Bu karşı eylemin günümüzdeki karşılığı fetişizmdir; karşıtların inanılmaz kardeşliği. Örnek, bir slogan "Özgürlüğü satın alabilir misiniz?" Örnek, bir espiri: "Yakında yapılması planlanan bir devrim için acele sponsor aranıyor!" Robinson, ayartılmış İkarus'tur. "Kötülük ayartılmış iyiliktir". (Lawrance Durrel'in bir romanından) Eğer sahipleneni yoksa tabii ki özgürlük de ayartılabilenin ötesine geçemeyecektir. Ama bizler, özgürlüğü tanımlama, anlama aceleciliğinde olanlar, O'nu imkansızlık ya da ütopya kavramıyla buluşturmakla ayartılabilir birey olmaktan çıkartabiliriz ancak. İkarus, bunu insanın en eski aklı olması itibariyle kendince yapmıştır. "Acaba İkarus'un sonu mu yoksa Robinson'un sonu mu trajediydi?" diye sorulursa, ben "İkarus" derim. İkarus'u kurtarmak diye bir şey olamaz ama sahiplenmek mümkündür. Kimse İkarus'a güneşe kanat çırpmakla akılsızlık etti diyemez, Robinson'un aklıyla yaşasınlar böyle diyenler; zaten de öyle yapıyorlar. İkarus'u tradejidisiyle birlikte kavramak ve sahiplenmek akılsızlık değil, başka bir akla ulaşmanın erdemidir. İkarus, kuşlara özenmekle, kendine kanat takmakla kuşları, uçucuları sinirlendirmiş olabilir. Hadi diyelim ki ona uçarken rastlayanları yanılttı, aldattı. Bu çok alçakça geliyor mu size? Peki ya Robinson, o kimi, kimleri yanılttı, aldattı? En başta doğayı desem... Fırtına sonrası yalnız başına olduğunu anladığı adanın bir süre sonra kendi dünyası haline gelmesini hepimiz benimsemiş, Robinson'a zor anlarında akıl vermek istemiş, onun hayatta kalmasını, bu adada yaşayabilmesini arzu etmiştik. Gelişmeleri seyrettikçe haklı çıktığımızı görmekten kendimizi alamamıştık. Hele Cuma'yla karşılaşmaları bizim içinde önemli bir umudun başlangıcına işaretti. Gelecek, artık korkusuzca düşlenebilecekti bu adada. Her şey daha da hızlanacak doğa nimetlerini Rob'a, Cuma'ya, bu vesileyle de bize daha kolay sunacak, daha az diretecekti. Balık daha kolay sıkıştırılacaktı gölete, fırtına daha olağan karşılanacaktı. Keçi yavrusu insan hasreti yüzünden sevilememişliğinin soğukluğunu atacaktı üstünden. Cuma geldikten sonra bizim için gemi beklemenin bir anlamı yoktu. Çünkü gemi, bizi hayatın uzağına götürecekti. Ufuk denizde değil, adanın üstüne doğan güneşteydi. Ama Rob, güneşe ve ufka umduğumuz gibi bakmıyormuş ki, bir gün o güneş uzaklardan adamıza yaklaşan bir geminin yelkenlerinde parıldadı. Bu parıltının Rob'un gözlerindeki yansısı bizim hayalkırıklığımızın karanlığı olacaktı. Rob, tasını tarağını topladı, bakışlarında ümitlerimizi boşa çıkarmışlığın en küçük bir utançı yoktu. Kölesini aldı ve bizi başka bir adada bıraktı. Kendiyse İkarus'un yüzyıllar önce terkettiği dünyaya doğru ibretli bir yolculuğa...
İkarus, geride bir hapishane ve türlü hapishanelerle dolu bir dünyayı terkederek tercihini sınırsız özgürlükten yana kullandı. Robinson ise tercihini ona insan olduğunu hatırlatan kölesini satmaktan yana. İkarus'un akibeti ölüm oldu ve O artık aramızda yok, ama ben ne yanıma baksam Robinson görüyorum. Peki Robinson'u nasıl sahipleneceğiz?