20. Sayı
2000'e bir yıldan az bir zaman kala tüm dünya gibi biz de ekonomideki krizle yatıp krizle kalkıyoruz. Dünya ekonomik sistemine iyiden iyiye entegre olduğumuzun göstergesi oluyor günlük konuşma dilimizin içine bu kadar kolay giren kriz sözcüğü. Siftah yapmadan kepenklerini indiren esnaftan, okul taksitleri ödenemeyen öğrencilere, evlilik düşünü bir başka bahara erteleyen gençlerden işvereninden hakettiğini düşündüğü zammı alamayan çalışana kadar herkesin derdi kriz. Toplum düzeyinde durum böyleyken dünya sisteminde ülkelerin rollerinde de pek bir değişiklik yok. Krizlerde nasıl sabit gelirli kesim en ağır faturayı ödüyorsa, ülkeler arasında gelişmekte olan ve azgelişmiş ülkeler de dünyayı kasıp kavuran krizlerin sebebi olarak gösterilmeye çalışılıyor. Gelişmiş ülkeler güdümleri altındaki kurumları (IMF, Dünya Bankası, OECD vb.) ile krizlerin olası etkilerini dışarıya ihraç etmeyi pekala becerebiliyorlar.
Peki, söylenildiği gibi yaşanan krizler birkaç hükümetin mali konulardaki beceriksizliğinden mi kaynaklanıyor yoksa daha derinlerde, çağdaş iktisat yaklaşımlarının erişemediği (ya da erişmek istemediği) yerler de mi aramak gerekiyor 1980'lerden bu yana artan sıklıkta yaşanmaya başlayan mali piyasalardaki krizlerin sebebini?
Başlamadan evvel belirtmek gerekir ki son derece küresel düzeyde hissedilen bu krizleri salt iktisadi değişkenlerle açıklamaya çalışmak kadar safdillik olamaz. Böylesi bir yaklaşımın tek bir amacı olabilir o da gerçekleri örtbas etmek. Yani 1994'te Meksika'da ardından Türkiye'de yaşanan krizleri salt cari işlemler açığına, aşırı değerlenmiş döviz kuruna, ekonomideki yapısal sorunlara, mevzuat eksikliklerine v.b. bağlı olarak açıklamaya çalışmak gerçeğin çok küçük bir kısmına değinmek olacaktır.
Adı krizle birlikte sık sık anılan "sıcak para"nın kaynağı Batılı finans şirketlerinin kontrol ettiği paranın boyutları bugün birçok ülkenin yıllık üretimlerinin toplamından fazla. Muazzam bir güce sahip bu şirketlerin, spekülatörlerin gelişmekte olan ülke piyasalarına girip çıkarken izledikleri davranış modellerini son derece basit "sürü psikolojisi" (herding behaviour) kavramı ile açıklamak, ülkeden bir anda çıkmalarıyla harabeye çevrilen ekonomilere son derece teknik modellemelerle suçu yüklemek batının kendi çıkarına hizmet eden politikalarını rasyonelleştirme gayretinden başka nedir?
1997 de Güneydoğu Asya ülkelerinde başlayan ve kısa sürede bölgeye yayılan, ardından Rusya'yı sallayan derken dünyanın öbür ucunda Brezilya'yı vuran son krize kadar pekçok iktisatçı yaşanan krizlerin sebebi olarak ülkelerin izlediği yanlış politikaları, eksik kurumsal yapıyı ve hukuki yetersizlikleri yani daha çok içsel bileşenleri suçlamayı bir adet haline getirmişti. 1994 Meksika ve Türkiye krizlerini açıklamaya yetebiliyordu bu içsel bileşenler ancak dünyanın en hızlı gelişen ve sağlıklı büyüyen bir bölgesinde meydana gelen böylesi bir deprem krizlerin sebebi olarak dış faktörlerin ağırlığını ortaya çıkardı. Ekonomilerini dış dünyaya açmış gelişmekte olan ve azgelişmiş ülke yönetimi küçük kayığını Pasifik'in azgın dalgaları arasında hedefine ulaştırmaya çalışan bir denizcinin (biraz da nafile) çabasına benziyor. Denizcinin tecrübesi, kayığı kullanmadaki mahareti ne olursa olsun okyanusta transatlantikle gezen gelişmiş ülkelerin dalgası onu alaşağı etmeye yetecektir. Meksika, Türkiye zaten kayığını doğru dürüst sürmekten acizdi, ya Asya ülkelerine ne oluyordu? Bölge 1997 ye kadar makroekonomik göstergelerindeki sağlamlıklarıyla, kesintisiz istikrarlı büyüme oranlarıyla Batılı kurumlarca "Asya Mucizesi" olarak taltif edilmişti. IMF Başkan Yardımcısı Stanley Fischer krizin patlamasından birkaç ay önce bölge ekonomilerinin performanslarını öven demeçler veriyordu.
Ancak ne olduysa oldu ve Tayland'ın para birimi Baht'ı Temmuz 1997 de maruz kaldığı baskılara dayanamayarak devalüe (yabancı paralar karşısında değerini düşürme) etmesiyle bölge ekonomileri birer birer çökmeye başladı. ?imdi bu sürece yakından bakalım.
Başarılı ekonomik göstergeler spekülatörlerin kısa vadeli kar amaçları için çok iyi fırsatlar yaratıyordu. Bir sürü halinde hareket eden finansal sermaye 1990 larla birlikte sermaye hesabını serbestleştiren bölge ülkelerine akmaya başladı. Sermaye hareketlerini serbestleştirmekle hükümetlerin gelen giden sermaye üzerindeki denetimi ortadan kalkmıştı. Böylesi büyük bir tavizin dışarıdan gelecek paraya gerçekten ihtiyacı olmayan bölge ülkelerince veriliyor olması çok şaşırtıcı bir durumdu. Türkiye ve Meksika ve diğer birçok gelişmekte olan ülkeler gibi cari işlemler açığı vermiyordu bölge ve yatırımlarını, vadesi gelen borçlarını pek alâ ortalamanın çok üstündeki tasarruf oranlarıyla finanse edebilirdi. Bölge dışındaki birçok ülke bu tavizleri 1980 lerde kapıldıkları neoliberal politikalara kapılmanın diyeti olarak 1990 ların başında ister istemez vermişlerdi. Zira ilk olarak serbestleştirdikleri mal hareketleri kısa sürede büyük bütçe açıklarına ve borç dağlarına sebep olmuştu. Dünya sisteminden dışlanma korkusuyla ne moratoryum ilan edebiliyorlar ne de kararlarından geri dönebiliyorlardı. Önlerindeki tek seçenek olarak mali hareketleri serbestleştirip borçlarını sıcak para ile ödemeyi görüyorlardı. Ancak bu koşullar altında ekonomiyi yönetmek Pasifik'te bir kayığı yönetmekten farksızdı. Oysa yukarıda da bahsettiğim gibi bölge ülkelerinde durum çok farklıydı. Tamamiyle kendilerine özgü bir gelişim modeli izleyen ülkeler "Asya Mucizesi"ni yaratmışlardı. Devlet-Banka-?irket dayanışmasıyla açıklanan bu model pekala 2000 li yıllara başarılı bir şekilde taşıyabilirdi ülkeleri. Ancak OECD ye üye olmak adına G.Kore'nin mali piyasalarında denetimini kaldırma kararı diğer ülkelerce de uygulanınca, üçlü sacayağının en önemli bileşeni devlet ortadan kalkıyor ve en ufak bir çalkantıda ülke ekonomilerinin krizlere karşı kırılganlıkları artıyordu. Böylesi bir politika değişikliğinin salt iktisadi açıklaması yok. Ancak Wade ve Veneroso (1998b) komplo teorilerini aşan bir kesinlikle G.Kore'de bu kararların altına imza atanların Batılı ülke ve şirketler tarafından cömertçe ödüllendirildiğini(!!!) yazıyorlar.
Durumu Soğuk Savaş kapsamında ele almak da mümkün. G. Kore uzun yıllar Amerika ve Avrupa'nın SSCB'ye karşı Asya'daki müttefikleri arasındaydı. Batı bu ülkenin ve dolayısıyla bölgenin gelişmesi için elinden geleni yapıyordu. GATT anlaşmalarına imza atmış olmalarına rağmen uzun yıllar dampingli (maliyetin altında) mallarla dünya piyasalarında büyük paylar kapmasına Amerika ve Avrupa göz yummuştu3. Ama 1990 larla birlikte durum değişmişti. Bölge hızla gelişmiş, dünya piyasalarında Batı ülkelerinin konumlarını fena halde tehdit eder duruma gelmişti. SSCB'nin dağılması bölgenin ipinin çekilebilmesini kolaylaştırıyordu. Japonya 1990 ların başında OECD ye üye oluyor ve son dönemlerin en büyük durgunluğuna sürükleniyordu. Bölgede ağırlığı günden güne artan Çin'in 1990 ve 1994'te yaptığı devalüasyonlar diğer ülke ihracatlarını daha pahalı hale getiriyor, ihracat gelirleri azalırken dış borçları ödeyebilme kapasitesini hızla düşürüyordu. Bu da sıcak parayı ülkeye getiren spekülatörlerde olası bir devalüasyon endişesini artırıyordu. Bir sürü halinde hareket etmeye alışmış spekülatörler Tayland'ın Temmuz 1997 de yaptığı devalüasyon yüzünden bölge ekonomilerinden olduğu kadar devalüasyon riski taşımayan tüm gelişmekte olan piyasalardan, Türkiye gibi, hızla kaçmaya başladılar. Borçların vadesi dolmadan paralarını geri istemeye başladılar. Ülkelerden bir anda çıkan sermayenin boyutları inanılmaz boyutlardaydı. Bunu izleyen dönemde ortaya çıkan gelişmeler bunun uzun zamandan beri beklenen ve sonuçlarına hazırlanılmış bir durum olduğunu gösteriyor. Krizin ilk aylarında IMF ve diğer kurumlar hiçbir şey yapmadan bekliyorlar. Meksika krizinde olduğu gibi acil önlem kredisi hemen verilmiyor, borçların vadeleri yeniden düzenlenmiyor, bölgenin Batı standardında bir ekonomik yapılanmaya gitmesi yardım için önkoşul olarak gösteriliyordu.
Bölgenin tamamen çökmesi bekleniyordu. Zira bir iktisatçının dediği gibi "dün Asya'da 50$ olan mal bugün 1$ a düşmüş durumda". Borç batağına saplanan dünya devi firmalara çözüm olarak önerilen borçları karşılığında hisselerinin büyük bölümünü sudan ucuz bir miktara Batılı firmalara devretmeleri. Yardım şartları ise son derece ağırdı. Böylesi bir felakete sebep olmuş serbestleştirmelere arttırılarak devam edilmesi, tamamıyla Batı standartlarında bir bankacılık, denetim sisteminin kurulması yani Asya Mucizesini yaratan ne varsa terkedilmesi gerekiyordu. Böylesine alenen izlenen politikalar haklı olarak bölge ülkeleri arasında büyük tepki uyandırdı. Malezya IMF parasını kabul etmeyeceğini duyurup IMF politikalarına sırt çevirirken para birimi Ringitt'in konvertebilitesini kaldırdığını duyurdu. Tayvan, Hong Kong, Japonya benzeri kontrollere gideceğinin ilk sinyallerini verdi. Bu tabii ki Batı dünyasında özellikle IMF, Amerika Hazinesi yetkililerince "oldukça kaygı verici" gelişmeler olarak görüldü.
Wade ve Veneroso (1998a) IMF-Hazine-Wall Street üçgeni olarak adlandırdığı oluşum tüm bu gelişmelerin baş sorumlusu olarak gösteriliyor. Amerika'nın IMF fonlarının en büyük finansörü olması kurumda kendi çıkarına uygun kararların alınmasında elinde tuttuğu en büyük koz. Kendi çıkarına uygun karar ise mal ve para piyasalarında serbestleştirmelerin duraksamadan devam etmesi. Malezya'nın aldığı kararlara ilişkin tepkinin büyüklüğü bu ülkenin olası başarısının diğer ülkelere örnek teşkil edebilmesinin yarattığı korkudan. Zira tasarruf oranları çok düşük bir Amerika aşırı tüketimini ucuz bir şekilde ancak ve ancak tamamıyla serbestleştirilmiş dünya piyasalarından finanse edebilir. Ayrıca Amerikan seçim sisteminin özellikleri, seçim kampanyalarında yapılan büyük harcamaların finansmanının Wall Street'ten yapılıyor olması hükümetlerin Wall Street'in çıkarlarına karşı duyarlı olmayı gerektiriyor. Dış piyasalarda reel %40 faiz geliri elde eden Wall Street şirketleri Malezya tipi kararların Amerikan hükümetince baskı yoluyla ortadan kaldırılmasını seçim kampanyalarına yardım için şart koşuyor. Zira kendi ülkesinde hazine bonolarının reel getirisi %5'i geçmiyor. Amerikan Hazine Bakanı Alan Greenspan'ın Wall Street'ten ayrılma eski bir yönetici olması dünyada yaşayan milyarlarca insanın kaderinin ne tür insanlar elinde şekillendirildiği gerçeğini açığa çıkartıyor. Bu da siyasi gücün mali ve medya gücünün gerisinden geldiği savını destekleyen çok önemli bir kanıt oluyor.
Aslında tüm bunlar mali piyasalarda olduğu düşünülen krizlerin nedeninin daha derinlere gittiğini gösteriyor. Aşırı kar hırsının ateşlediği aşırı üretim bunların rahatça tüketilebilmesi için uygun koşulların yaratılmasını gerektiriyor. Artık hiçbir ülke kendi başına buyruk hareket edemiyor, bunun bedeli sistemden tamamıyla dışlanmak, ambargo, yaptırımlar vb...
Son olarak sistemin kronik krizlerini ülkelerin beceriksiz yönetimlerine bağlamak başta da söylediğim gibi gerçeklerin üstünü tamamen örtmek amacıyla yapılıyor. Emperyalizmin çirkin yüzü neoliberal, özgürleştirici politikaların arkasında iyiden iyiye seçilmeye başlandı. Ocak ayında Davos'ta yapılan Dünya Ekonomik Forumu'nun "Sorumlu Küreselleşme" başlığı altında yapılması, iktisat alanında verilen Nobel ödülünün daha çok sosyal konular işleyen Sen'e verilmesi bir anlamda Batının korkusunu ortaya koyuyor.
1997 Asya Krizinin sonuçları önümüzdeki dönemde dünyamızın alacağı ekonomik ve siyasal biçimi çok yakından etkileyecek. Bunun nasıl birşey olacağı ya da olması gerektiği ise ayrı bir yazının konusu olacak kadar geniş.
Kaynakça:
(1) Robert Wade ve Frank Veneroso (1998a) "The Asian Crisis:The High Debt Model Versus the Wall Street-Treasury-IMF Complex", New Left Review, Mart-Nisan, Sf:3-32
(2)Robert Wade ve Frank Veneroso (1998b) "The Gathering World Slump and the Battle over Capital Controls", New Left Review, Ekim- Kasım, Sf:13-42
(3)Michel Choussodovsky "The G-7 Solution to the Global Financial Crisis:A Marhall Plan for Creditors and Speculators", Flora-Action Forum:320, ch2/2