21. Sayı
Bir şeyi güzel olarak görmek,
onu zorunlu olarak yanlış görmektir.
Nietzsche
Görmek, insanın en önemli algılayış biçimidir. Belleğimiz diğer algılama
biçimlerine göre, daha çok görme ile oluşur. Görmenin önemi bize, çocukluğumuzda
gözümüz keskinleşsin diye havuç yememiz öğütlenirken de çokça anlatılmıştır.
Görmek, yalnızca gözün retinasında görüntü oluşmasıyla mı gerçekleşir? Eğer
öyle olsaydı, körlerin belleğinin çok geniş olmasının nedenini açıklayamazdık.
Kör birinin belleğinin oluşması, gözün yerini alan ve keskinleşen diğer duyular
sayesinde gerçekleşir.
Biz baktığımız nesneleri, görünümleri tanımak, anlamak ve adlandırmak isteriz.
Bunun için de bir belleğe sahip olmamız gerekir. Görmek belleğimizin oluşmasına
etki ederken, belleğimiz de görmenin kendisine etki eder. Örneğin, bir fotoğrafta
tanıdığımız birini gördüğümüzde, gözümüz ilk önce o kişiyi seçer ya da
ilgilendiğimiz bir nesne veya konunun görüntülerini diğerlerinden daha çabuk fark
ederiz.
Belleğin görmeye olan etkisi bilinç yoluyla gerçekleşir. Bilinç, belleğimizde
durağan bir şekilde biriken bilgi ve duyumların pratik yaşamdaki kullanımını
yönlendirir; belleğin aktif halidir. Görmenin önemi, bu bilincin görmeyle olan
ilişkisi doğrultusunda, insanın toplumsal faaliyetlerini yönlendirdiği noktada
başlar. Görüntülerin öneminin giderek artması da fotoğraf makinasının
bulunmasıyla başlayan bir süreçtir.
"Fotoğraf makinası 1839'da icat edildi. Bu sıralarda Auguste Comte, 'Pozitif
Felsefe Üzerine Notlar'ı (Cours de Ppilosophie Positive) henüz tamamlamaktaydı.
Pozitivizm, fotoğraf makinası ve sosyoloji birlikte büyüdüler."1
İlk yıllarında fotoğrafın gerçeğin birebir ifadesi, fotoğrafçının da tarafsız
bir gözlemci olduğu düşünülüyordu. Bütün yapılanların tarafsız ve adil bir
gözlemci tarafından kaydedildiği düşüncesi ve bu kayıtlar sonucunda
gerçekleşeceğine inanılan ilahi adalet duygusu, fotoğrafın gerçeklik içinde çok
önemli bir yer edinmesine neden oldu. Ancak daha sonra, her fotoğrafçının aynı
konuyu farklı biçimde çektiği fark edildi. Böylece fotoğrafın masum bir tanık
olmadığı anlaşıldı. Pozitivizm ise, tüm içerdikleriyle birlikte, gerçeğin ve
dünyanın doğru tasvirinin gözlemlenebilir, ölçülebilir şeylerde olduğu
idealleriyle ortaya çıkmıştı. Ama onun da fotoğraf gibi dünyanın tarafsız ve
bütünsel bir açıklaması olamayacağı anlaşıldı. Bütün bu gelişmelere rağmen,
fotoğraflanan görüntülerin belli bir zaman diliminde ve belli bir yerde varolduğu
düşüncesi, fotoğrafa bakışı derinden etkileyen bir bilgiydi. Bu yüzden, onun
gerçekliğine duyulan sarsılmaz inanç da varlığını korumaya devam etti.
Fotoğrafçıların, kendi görme biçimlerini yükleyerek aynı konuyu farklı biçimde
ve tek gerçeklikmiş gibi yansıtabilmeleri, fotoğraf makinasını bir iktidar aletine
dönüştürür. Fotoğrafın ilk yıllarında kadın fotoğrafçının olmayışı ve
daha sonra da yok denecek kadar az oluşu bu yüzdendir. Erkeğe yeni bir iktidar
olanağı sunan fotoğraf makinasını kadının kullanması, yerleşik düzenin
gereklerine aykırı bir durumdur. Reklamcılığın gelişimiyle fotoğraf, bu iktidar
oyununda sistemin gereklerini yerine getirmek üzere en uygun rolü oynayacaktır.
Fotoğrafın bu değişik etkileri gerçekliğin anlamını ve görme eylemini de
dönüşüme uğratır.
"Fotoğraf gerçekliği kaydetmekle kalmamış, aynı zamanda nesnelerin bize
görünme biçiminin ölçütü haline gelmiş, böylelikle de gerçeklik ve gerçekçilik
düşüncesini değiştirmiştir...
...Şu açıklık kazandı ki, görmek basit, bölünmez bir etkinlik olarak değil, hem
insanlar için yeni bir görme yolu, hem de onların icra edeceği yeni bir etkinlik olan
'fotoğrafik görme' olarak vardı."2
Dünyayı tanıyıp adlandırmak yalnızca görmeyle değil 'fotografik görme' ile
gerçekleşir olmuştu.
"Fotografik görme herkesin gördüğü, ancak çok sıradan diye önemsemediği
şeylerdeki güzelliği keşfetme anlamına geliyordu."3
Bir şeyi görmenin anlamı, o şeyi yakalamaya dönüştü. Yakalamaya ve tüketmeye
dayanan bu macera Doğu'nun "gizemli", "büyülü" ve bir o kadar
Batı'ya yabancı yaşamına görüntülerle sahip olmaya kadar vardırıldı.
Yakın plan çekimlerle birlikte, fotografik görmenin anlamı daha da uç noktalara
kaydı.
"Artık yalnızca gözün görmediği ya da göremediği şeylere güzel denir
olmuştu; bir tek fotoğraf makinasının sağlayabildiği o parçalanan ve yer
değiştiren görmeydi bu."4
***
İçinde bulunduğu şartları, herhangi bir etik değer gözetmeksizin kendi çıkarları
doğrultusunda değerlendiren kapitalist burjuva kültürü, herşeyi bir gösteriye
dönüştürür. Böylece herşeyi satılır ve daha çok satılır hale getirir. Burjuva
kültürünün çılgın tüketim anlayışını yaymaya en uygun araç olan
görüntüler, reklam sektörünün de vazgeçilmez parçasıdır. Bulunuşundan çok
kısa bir süre sonra gerçekliğin ve görmenin anlamını değiştiren fotoğraf, ileri
sanayi toplumunun nihai hedefi için gereken yapay gerçekliğin oluşturulmasında da en
kullanışlı araç olacaktır. Görüntülerle kendi fikirlerini benimsetmenin ve
bunları dokunulmadan kalması gereken bir gerçekliğe dönüştürmenin bulunmaz bir
yöntemidir reklamlar. Sahip olamadığımız şeyleri, sanki istesek her an
ulaşabilecekmişiz gibi önermektedir. Bunu önerirken, tek bir nesnenin bizi,
yaşamımızı ve ilişkilerimizi mucizevi bir şekilde değiştireceği vaadini de verir.
O bize "Hayat bir yolculuksa, yeriniz en önde olmalı"5 derken, yine hayatı
bir gösteri gibi tanımlar. Ama biz, ne boş protokol koltuklarına oturabiliriz, ne de
önlere yakın bir yerlere. Şansımız varsa arka köşelerden birinde yer buluruz ya da
bilet alacak paramız olmadığından gösteriyi kaçırırız. Tabi eğer, kapitalizmin
'gösteri' diye sunduğu sahte yaşam temsillerinden kaçırdığımız bir şey varsa.
Yine de bu vaatler belleğimizi çeşitli beklentiler yoluyla uyarırlar.
Görüntülerle yazıların yaşamımıza dahil oluş biçimleri farklıdır. Yazıyı
okumak bir seçimdir. Görüntüler ise bizim iznimiz olmadan, bir anda yaşamımıza
dahil olurlar. Böylece daha ne olduğunu anlayamadan, kendimizi bir takım mesajlarla
uyarılmış halde buluruz. Fotoğraflarla birlikte kullanılan sözcüklerin
kısalığı, sözcüklerin de görüntülerin belleğe dahil olma hızına ulaşma
çabasıdır. Bu anlamda, görüntüye dönüşmeye çalışan yazıları, diğer
yazılardan ayırmak gerekir.
Görüntüleri, yazıyı okumak gibi bir seçime dönüştürmek için onların okunması
gereken yanlarını görebilmeliyiz. Görüntülerin okumayı gerektiren kısmı,
yaşamımıza hızla ve izinsiz dalan açık iletisinin yanıbaşında, daha bulanık ve
belirsiz şekilde durur. Asıl anlamı oluşturan da ikisinin bu yanyana, içiçe
duruşudur. Birbirini keskinleştirirken birlikte bir anlam oluştururlar. Bu iki ayrı
iletinin birlikte kavranması ise, onları bize sunanların dünyayı adlandırma
biçimini görmemizi ve eleştirmemizi sağlar. Böylece bu yapay dünyanın, çoğu zaman
çok çarpıcı bir biçimde gerçeklikle çelişen varlıklarını açıkça görmemiz
mümkün olur.
John Berger, görünümlerin bu bulanık iletilerini, tarihsel-toplumsal koşullarını
bütün yönleriyle gözler önüne sererek irdeliyor ve böylece görmeyi eleştirel bir
bilinç eylemine dönüştürüyor. Bunu yaparken, okuyucuyu da kendisiyle beraber sorular
sormaya itiyor.
Birinci bölümde her imgede bir görme biçiminin yattığını söylerken, geçmişin
sanatına bugünkü bakışın eskisinden farklı olduğunu belirtiyor ve yeni görme
biçimlerinin nasıl oluştuğunu gözler önüne seriyor. Yazar, kadının toplum
içindeki varlığını belirleyen koşulları ve bu koşullar doğrultusunda kadına
bakışı, Avrupa yağlıboya resim geleneğinden günümüzdeki reklam geleneğine uzanan
süreç içinde incelerken, kadının kendine bakışının da aynı gelenekler
doğrultusunda şekillendiğini belirtiyor. Böylece okuyucunun görmesini sağladığı
şey ise, kendi kendilerine olan bu yanlış bakışlarını değiştirmedikçe, dünyada
tek bir ezilen kalmadığında bile kadınların hâlâ eziliyor olacağıdır.
"Nedir sanat sevgisi denen şey?"
John Berger'in sorduğu bu soruya verdiği yanıttan önce, sanatın başlangıcından
bugüne dek değişen işlevlerinin altını çizmek gerekir.
Sanat, ilkel kabile topluluğunun yaşayışındaki zorunlulukların sonucunda;
kendilerini avda cesur kılmak, olası tehlikelere karşı hazır olmak, toprağı hasata
hazırlamak için gereken kollektif gücü ve enerjiyi sağlayan ritüellerde ve
büyülerde bir dil olarak ortaya çıkmıştır. Üretim ilişkilerinin değişimiyle,
kollektif bilinç yerini efendi-köle ilişkisindeki 'bilince' bırakmıştır. Sanatın
işlevi de bu ilişkiye göre şekillenmiştir. Efendi-köle ilişkisinde olduğu gibi
sanatta da 'sahip olma' kavramı belirleyici bir yer tutmaya başlamıştır. Böylece
'efendi', sahip olduklarının ve sahip olmak istediklerinin resimlerini yaptırıp
bunları duvarlarına asmıştır. Günümüzde de bir çok kişinin evinde asılı olan
kendi portreleri ve yatırım amaçlı resim koleksiyonları aynı tutkunun devamıdır.
John Berger, yağlıboya resimde görüntünün gerçeğe oldukça yakın olmasından
kaynaklanan etkisine ve oluşturduğu geleneksel görme biçimine değinirken, bu
geleneğin doğurduğu 'büyük sanatçı' tipinden sözeder.
"Büyük sanatçı yaşamını güçlüklerle geçiren birisidir. Maddesel
koşullarla, anlaşılmamakla, biraz da kendisiyle savaşarak yaşayan birisi... Çünkü
sanatçı, resmin maddesel mülkü, mülkle birlikte toplumsal sınıfı kutlamaktan
başka bir şey yapmadığını anladıkça içinde bulunduğu geleneğin yorumuna, kendi
sanatının anlatım diline ters düştüğünün de bilincine gittikçe daha çok
varıyordu."
Yazar, bu savı açıklamak için Rembrant'ın iki resminden yararlanıyor ve 'büyük
sanatçı'nın geleneği kendisinden yana nasıl çevirdiğini gösteriyor.
Son bölümde ise reklamları incelerken, reklamlarla yağlıboya resim pazarının
kıyaslamasını yapıyor ve reklam dilinin yağlıboya resim diliyle olan benzerliğinin
nedenlerini tespit ediyor. Bütün bu ilişkiler sürecini çarpıcı bir biçimde ortaya
çıkararak, okuyucunun 'görme'sini keskinleştiriyor ve gerçekliğin, insanların
insanlaşması yararına dönüştürülmesine katkıda bulunuyor.
Şimdi bu yazıyı iki şekilde bitirebiliriz. Ya sade bir biçimde ve özetle;
"Görme Biçimleri'ni okumanızı ve görme biçiminizi bir seçime
dönüştürmenizi öneriyoruz" diyerek, ya da reklamların o vaatler sunan ve
içimize işleyen diliyle;
"Çocukken gözümüz keskinleşsin diye havuç yerdik. Artık havuçlar hormonlu.
Siz en iyisi şimdi, Görme Biçimleri'ni okuyun."
John Berger, Görme Biçimleri, Metis Yayınları, 3. Basım, Kasım 1988, Çeviren:
Yurdanur Salman
(John Berger ile yapılan BBC televizyon dizisinden.)
(1) John Berger, O Ana Adanmış, Metis Yayınları, Birinci Basım, Ekim 1988
(2) Susan Sontag, Fotoğraf Üzerine, Altıkırkbeş Yayınları, Birinci Basım, Mayıs
1993
(3) A.g.e.
(4) A.g.e.
(5) Bir bankanın bilboard reklam sloganı.