!ktphane.gif (4763 bytes)

21. Sayı

Matematiğin Paradoksal Yaşantısı

Ayşe Gül

Bir Giritli "bütün Giritliler yalancıdır" demiş. Bu Giritli doğru mu söylüyor yalan mı? Matematikçilerin matematiği sevdirmek ve "matematiksel düşünce"nin ne olduğunu kavratabilmek için en çok başvurdukları, en eğlenceli matematik konusu, paradokslardır.
Matematiğin bu sevimli konusuna şöyle bir örnek verilebilir:
Fransa'nın ünlü hukukçularından biri on kadar öğrenciye özel öğretim vermeye başlar. Fakat bu özel öğretim belli bir ücrete tabidir. Ücretin yarısı öğrencilerden öğretimin başında alınacak, kalan yarısı ise öğretimin sonunda mezun olan öğrencilerin kazandıkları ilk davadan aldıkları para ile ödenecektir. Öğrenciler eğitimlerini tamamlayıp diplomalarını aldıktan sonra avukatlık mesleğini icraya başlarlar. Sırayla her biri kazandıkları ilk davadan aldıkları ücretle borçlarını öder. Bir öğrenci hariç. "Bu çocuk ya dava kazanamıyor ya da kaba tabirle paranın üzerine yatmaya bakıyor" şeklinde düşünmeye başlayan eski kurt, kendinden emin, oturup acemi avukata bir mektup yazar. "Sevgili öğrencim, tarafımdan aldığın eğitim sonucunda şimdiye kadar mutlaka bir dava kazanmış olmalısın. Aksi takdirde hukuk bilgimden ve kariyerimden şüpheye düşmem gerekirdi. Herhangi bir davayı kazanmış olduğuna göre aramızda yaptığımız anlaşma gereğince, eğitim ücretinin kalan kısmını şimdiye kadar bana ödemeliydin. Senin kasıtlı olarak parayı göndermemenden dolayı hukuki bir sorunla karşı karşıyayım. Bunun bir dava konusu olacağı gayet açık. Sonucu ise daha baştan belli. Şöyle ki; sana karşı açacağım davayı kazanırsam hukuk kuralları gereğince bana parayı ödeyeceksin. Yok eğer davayı kaybedersem bu durumda sen kazanmış olacağın için aramızda yaptığımız eğitim anlaşması gereğince yine parayı bana ödemek zorunda kalacaksın." Mektubu alan "acemi" öğrenci hocasına ne kadar iyi bir eğitim aldığını kanıtlar. "Sevgili hocam. Buraya gelir de bana dava açıp davayı kaybederseniz hukuk kurallarına göre size parayı ödemem, yok davayı kazanırsanız ben hala bir dava kazanamamış olduğum için aramızda yaptığımız anlaşma gereğince parayı yine size ödeyemem".
Bu hikaye tam bir paradoksu ifade etmese de aynı mantıkla biraz daha mizahi bir dille ifade edilmiştir. Metin üzerinde biraz düşününce kim haklı sorusuna nasıl bir cevap verebiliriz? İşte bir örnek daha:
Köyün birinde bir berber varmış. Bu berber, o köyde kendini traş etmeyen herkesi traş edermiş, kendini traş edenleriyse traş etmezmiş. Soru şu: Bu berber kendini traş eder mi, etmez mi? Kendini traş etmezse, kendini traş etmeyen herkesi traş ettiğinden, kendini traş etmeli. Aksi halde kendini traş edenleri traş etmediğinden, kendini traş etmemeli.
Ali Nesin (Matematik Dünyası Dergisi, Haziran 93) in paradokslarından birini soralım:
Yamyamlar bir mantıkçıyı yakalarlar ve şöyle derler mantıkçıya:
- Biz her yakaladığımız yabancıyı yeriz. Kimini haşlayıp, kimini kızartıp yeriz. Avımıza bir soru sorarız. Avımız soruyu doğru yanıtlarsa haşlarız, yanlış yanıtlarsa kızartırız.
Dedikleri gibi de yaparlar. Mantıkçıya bir soru sorarlar. Mantıkçı bir süre düşündükten sonra soruyu yanıtlar. Yanıtı duyan yamyamlar ne yapacaklarını şaşırırlar. Yanıt öyle bir yanıttır ki yamyamlar mantıkçıyı ne haşlayabilirler, ne de kızartabilirler. Yamyamlar mantıkçıya ne sormuşlardır ve mantıkçı soruya ne yanıt vermiştir?
Yamyamlar mantıkçıya şu soruyu sormuşlardır:
- Seni haşlayıp da mı yiyeceğiz, yoksa kızartıp da mı yiyeceğiz?
Mantıkçı şöyle yanıtlamıştır:
- Kızartacaksınız!
Bu soru ve yanıtla, mantıkçı ne haşlanır, ne de kızartılır. Biz soruyu da cevabını da verdik. Siz "niye" sini bulun.
Bu paradokslar nasıl çözülür? "Çelişkiler" nasıl halledilebilir?
Örneklerini arttırabileceğimiz paradokslar herkese ilginç, çoğu kez de anlamsız gelebilir. Fakat eğlenceli olduklarını kimse inkar edemez.
Bildiğim kadarıyla Türkiye'de sadece birkaç kişi matematiği sevdirmek amacıyla kitap yazıyor. Benim bu konuda ilk okuduğum matematikçi ise Ali Nesin; Matematik ve Korku. Ali Nesin'i anarken Nazif Tepedenlioğlu'nu da hatırlamak gerekir. Kim Korkar Matematikten isimli kitabı unutamadığım kitaplardan. Bu çalışmaların ortak özellikleri matematiği sevimli kımaları ve ulaşılmaz olmadığını kanıtlamalarıdır. Matematik, çocukluğumuzdan beri çok önemli olduğu söylenen bir derstir. Öğrenciler, matematik dersinden geçer not almayı, liseden mezun olmanın, daha sonra da üniversiteye girebilmenin bir koşulu olarak görür. Öyle ki, okulda sınavlardan yüz üzerinden elli almak oldukça başarılı bir durumu ifade ederken, yetmiş/seksen almak inanılmaz bir sonuç olarak kabul ediliyor. Hele arada bir tam not alan öğrenci büyük olasılıkla ya kopya çekmiş ya da tüm defteri ezberlemiş olmalı diye düşünülür. Çünkü "matematiği anlamak çok zordur", bunun için "normalden daha üstün bir zekaya ya da matematik zekasına sahip olmak gerekir" gibi kalıplaşmış düşünceler hakimdir.
Üniversiteye hazırlanan lise öğrencilerine matematik hakkındaki düşüncelerini sorarsanız çoğunluğunun matematiği hiç sevmediklerini, hatta nefret ettiklerini, çünkü bir sürü formülü ezberliyemediklerini ve başarılı olamadıklarını söyleyeceklerdir. Azınlıktaki ikinci bir grubun da matematiğin çok eğlenceli olduğunu söylemeleri, matematiğin ne işe yaradığını bildiklerinden değil, matematik sorusu çözmenin hazzını keşfetmelerindendir.
Bu durum sadece orta öğretimde değil, üniversitede de aynıdır. Yüksek öğretim programında, matematik mühendisliği gibi bölümlere yerleşen öğrenci için bile matematik, ne işe yaradığı bilinmeyen fakat mezun olduğunda öğretmen, bilgisayar programcısı veya sistem analisti olmalarını sağlayan etiketten başka bir şey değildir. Matematiğin bilim dalı olmasıyla övünülürken, okulda kalıp araştırmacı/matematikçi olmak fazlaca tercih edilmez.
Eminim ki aramızdan birçok kişi "okullarda matematiği sevdirecek aynı zamanda yaşadığımız hayatla ilişkisine dair ipuçları verecek kitaplar niye okutulmuyor?" diye düşünmektedir. Üstelik bu konu üzerine bir çok dergi ve kitap yayınlandığı halde... Bu çalışmalar orta ve yüksek öğretimde değerlendirilmemekte, tanıtımı dahi yapılmamaktadır. Şu an mevcut olan eğitim sistemi, öğrencileri hem matematikten soğutmakta hem de korkulu rüya haline getirmektedir. Gerek öğretmenlerin tutumu, gerek devletin eğitime yeteri kadar imkan tanımaması, durumu çözümsüz hale sokmaktadır. Okullarda, araştırmacı yönü geliştirecek bir eğitim olmadığı gibi, sınıfların alabildiğine kalabalık olması, yeterli ücret verilmediği için öğretmenliğin meslek olarak tercih edilmemesi, tercih edilse dahi öğretmenin verimli çalışabileceği şartların sağlanmaması, öğretmen başına düşen öğrenci sayısının çok fazla olması, okul, derslik, laboratuar, kütüphane, jimnastik salonu gibi mekanların yaratılmaması eğitim kalitesini düşürmektedir. Ayrıca müfredatın ve ders programlarının vakit kazandıracak şekilde düzenlenmemesi bir yığın gereksiz bilgiyle öğrencinin yüklenmesi, öğrencide yılgınlık yaratmakta, ödevlerle başa çıkamamakta, dersleri sevebilecekken korkup kaçmasına neden olmaktadır. Tüm bu nedenler, ezberci eğitimi dayatırken, şabloncu mantıkla düşünmek zorunlu hale gelmekte, genç yaşlarında insanları bir çemberin içine yerleştirmektedir. Biz bu mantıkla "ders"lerle yaşam arasına çekilen kalın çizgiyi silmeye çalışalım ve matematiğin gündelik hayatla ilişkisini, gerçek bir örnekle ifade edelim.
Rönesans öncesi Avrupanın önemli matematikçilerinden biri de Pisa'lı Leonardo Fibonacci'dir. O dönemde Avrupalılar Roma rakamları ile işlem yaparlarken, Hintliler Roma rakamlarına göre daha kolay bir ondalık sayı sistemini geliştirmişler ve onluk düzendeki rakamları (0,1,2,3,...,9) kullanmışlardır. Bu sayede ticari işlemler daha hızlı yapılabilmiş, gerekli zaman tasarrufu sağlanabilmiştir. Para değişimi, kar hesabı, faiz, miras bölüşümü, muhasebe problemleri doğru olarak hesaplanabilmiştir. Fibonacci o dönem "çörkü"yü (Roma rakamları ile hesap yapmanın zor, belki de imkansız olması, dört işlemin çörkü denen hesap aletiyle yapılmasını gerektiriyordu) kullanmayı bırakıp yerine Hint sayılarını öğrenmeye başladıktan sonra, kendine şöyle bir soru sorar: Dört yanı duvarla çevrili bir yere, yeni doğmuş bir çift tavşan konmuştur. Tavşanların erginleşmesi bir ay sürüyor ve bu bir ayın sonunda dişi tavşan hamile kalıyor. Hamilelik dönemi tam bir ay sürüyor ve her ay tekrarlıyor. Hamilelik sonucunda daima bir çift tavşan (bir dişi bir erkek olmak üzere) doğuyor. Tavşanların ölmediği varsayılırsa, bir yıl sonunda dört duvarın arasında kaç çift tavşan olur?
Fibonacci bu soruyu kendine sorarak, dört işlemini, Hint sayılarını kullanarak geliştirmeyi hedeflemiştir. Sorunun sonucu ise bugün hala bizleri bile şaşırtmaktadır. Gereken hesap yapılırsa tavşan çiftleri aylara göre şöyle dağılıyor: (Y: yavru tavşan çifti, E: erişkin tavşan çifti, T: toplam tavşan çifti)

1.ay 2.ay 3.ay 4.ay 5.ay 6.ay 7.ay ............... 12.ay

1Y 1E 1E 2E 3E 5E 8E 89E
+ 1Y 1Y 2Y 3Y 5Y 55Y
1T, 1T, 2T, 3T, 5T, 8T, 13T, ............ 144T

Yani her ay bir önceki ayın erişkin tavşan çifti sayısı kadar yavru çift tavşan ürerken, toplam tavşan çifti sayısı kadar erişkin tavşan çifti olacaktır. Sonuç olarak toplam tavşan çiftlerinin oluşturdukları sayı dizisi (1,1,2,3,5,8,13,......,144...) Fibonacci'nin ismiyle anılmaktadır. Bu dizinin terimleri arasında o kadar çok özellik bulunmuş ki, bu dizi hakkında yeni bir özellik keşfedildiğinde kimse şaşırmıyor. Dizinin özelliklerinden biri de dizinin iki ardışık sayısının birbirine oranının??=1,61... sayısına yaklaşması. ? (=fi olarak okunuyor) sayısı çok daha önceleri Yunanlılar tarafından bilinen bir sabittir. Aynı ? (=pi) sabiti gibi. Bu sayıyı zamanının bir çok ressamı, heykeltıraşı, mimarı kullanmıştır. Özellikle ressamlar bu oranın "ideal oran" olduğunu söylemişlerdir. Büyük heykeltraş Fidyas da bu sayıyı kullanmış, ismi de bu harfle başladığı için bu sayıya ? adı verilmiştir. Çeşitli sanat yapıtlarında ilk göze çarpan, genelde bu orana sadık kalınarak yapılmış kompozisyonlardır. Öne çıkması istenilen ana temayı temsil eden figürlerin bu oranda yapılmış olması sizce rastlantı mı? Bu oran mekanlarda olduğu gibi kapı ve pencerelerde de kullanılmıştır. Bunun nedeni; en boy arasındaki oranın ??ye, insan gözünün en iyi algılayabildiği orana eşit olmasındandır. "Altın oran" olarak da anılan ? sayısını sıklıkla kullanan sanatçılar arasında Salvador Dali'yi de saymak mümkün.
Ayrıca Fibonacci dizisinin artışının, ağaç dallarının artışı ile benzer oluşu, yaprakların çoğalmasının yine bu diziye endekslenmiş gibi artması nasıl açıklanabilir ki?
Bu soruya cevap vermem bekleniyor. Ama ben cevabı bilmiyorum. Cevap bulunabilir mi ? Bunu da bilmiyorum. Yanlız bildiğim bir şey var ki hiçbir soru, hiçbir cevap masa başında saatlerce düşünülerek oluşturulmuyor. Maalesef genel kanı ise matematikçilerin veya bilim adamlarının ve bilim kadınlarının dertleri, bu tür sorular yaratmak ve bunlara cevap aramaktır şeklinde algılanıyor. Oysa tam tersine, bu sorular hayata kendini dayatıyor. Ticaretin gelişimi, değerlerin bölüşümü gibi nedenler nasıl dört işlemi kolaylaştıracak rakamları bulmayı dayatıyorsa, nehir yataklarının değişmesi de arazi sınırlarının yeniden bölüşümü için alan hesabını dayatıyor. Dolayısıyla matematiğin hayatın içinden çıktığına nasıl itiraz edebiliriz?
Matematik bilimi, belli bir düzeye ulaştıktan sonra, yalnızca uzmanların kapsamında olan bir meta haline gelmiştir. Bilgi tekeli başlamış, bu birikimi elinde tutanlar için bir güç haline dönüşmüştür.
Günümüzde uzmanlaşmanın artması, kaçınılmaz olarak bilimlerin de birbirinden uzaklaşmasına/yabancılaşmasına neden olmuştur. Bunun asıl nedeni, pratik ile teorinin birleşmemesidir. Örneğin, "X, Y nin iki katının 3 fazlasıdır" yerine "benim boyum kardeşimin boyunun iki katının 3 cm. fazlasıdır" desek daha iyi olmaz mıydı? Dili doğru kullanabilmenin önemi tam da bu noktada ortaya çıkıyor. "X, Y nin iki katının üç fazlasıdır" ile "X, Y nin üç fazlasının iki katıdır" aynı şey midir? İsterseniz bu iki soruyu etrafınızda temel matematik eğitimi almış kişilere sorun, iki soruya da aynı cevabın verilmiş olması mümkündür. Oysa öznenin ne olduğu sorusu burada önem taşır. İlk sorunun öznesi 2Y, ikinci sorunun öznesi Y+3 tür. 2Y+3 ? 2(Y+3)
Dilin verimli ve doğru kullanımı matematiğin anlaşılmasını kolaylaştırırken, matematikteki düşünce sırası (algoritmik düşünce sistemi), analiz yeteneğini geliştirecek, bilimsel metodu kullanmayı öğretecektir. Matematik ve edebiyatın ortak yönü aynı kaynaktan beslenmeleridir. Bu kaynak insan yaşamıdır. Edebiyat ve sanat kültürüne sahip bilim adamlarının sosyal ilişkilerinde daha aktif oldukları, fen bilimlerinden en az birini biraz bilen edebiyatçıların da daha mantıklı düşündükleri bir gerçektir. "Alice Harikalar Diyarında" ve "Tılsımlı Ayna" gibi eserlerin yazarının, Lewis Carroll takma adıyla bilinen İngiliz yazar Charles Lutwidge Dodgson'ın, bir matematikçi olması bunun bir örneğidir.
Fizik ile matematiğin, matematik ile kimyanın, birlikte hareket etmesi herkese daha anlaşılabilir görünse de, müzik ile matematik arasındaki ilişki de farklı değildir. Bestelerdeki nota dizeleri, matematikteki belirli serilere denk gelmektedir. Müzikteki sekizli ve dörtlü aralıklardan oluşan ses dizilerinin, Sisamlı ünlü matematikçi ve filozof Pythagoras'ın adıyla (Pythagoras gamı) anılması bu ilişkinin kanıtı gibi görünüyor. Pythagoras (İ.Ö.5-6) yaşadığı çağda müziksel uyumu matematik formülleriyle dile getirmiş, farklı büyüklükteki çanları kullanarak bir skala düzeni yaratmıştır. İnsan kulağı için en uyumlu aralığın 8/5 frekans oranındaki majör 6'lı olduğu biliniyor. Bu oranın yine daha önce Fibonacci dizisinde bahsettiğimiz altın orana çok yakın olması ilginç bir örnektir. Matematikçi F.Fourier, müzik aletlerinin ve doğadaki seslerin matematiksel ifadelerle tanımlanabileceğini söylemiş ve bunun periyodik sinüs fonksiyonları ile gösterilebileceğini ispatlamıştır. Kuyruklu piyanodaki eğri kenarın, üstel bir fonksiyon grafiğine denk düşmesi, piyanonun yapımında bu eğriye ne kadar sadık kalınırsa o kadar iyi bir ses kalitesine ulaşılması, seçilen ağacın cinsi kadar önemlidir.
Günümüzde tercih edilen mesleklerden, işletme ve iktisat alanlarında, istatistik, olasılık ve analiz hesabının önemi bilinen bir gerçektir. Bilgisayar çağında yaşadığımız düşünülürse bu örnekleri arttırmak mümkün.
Bilimler arasında yaşanan parçalanma, herhangi bir bilim dalının kendi içinde de yaşanmaktadır. Biyolojinin bitki bilimi, fosil bilimi, genetik bilimi gibi bölümlere ayrışması, matematiğin kabaca uygulamalı matematik ve saf matematik olarak ikiye bölünmesi, uzmanlaşmayı ve yabancılaşmayı getiriyor. Okullarda matematik ile geometri öğretmenlerinin farklı branş öğretmenleri sayılması, matematik ile geometrinin birbirini tamamladığı görmezden gelinirken, kişiyi geliştirici bir unsur gibi gösteriliyor. Fabrikalardaki emeğin bölünmesi de zamanında aynı olumlu yaklaşımla değerlendirilmiştir.
Yaşadığımız toplumda Aristoların, Eulerlerin, Pythagorasların çıkmaması benzer yetenekte ve kapasitede insanların olmamasından değil, bu kişilerin bizzat kendilerinin ve ürünlerinin -üstelik- "kişisel tercih"leriyle, uluslararası şirketler tarafından gasp edilmesindendir. Günümüzde teknolojik icatlar için grup çalışmaları gerekli görülürken, bilgi tekeli bu grupları finanse eden uluslararası şirketlere ait oluyor. Alternatif enerji kaynakları ile ilgili kapsamlı araştırmaları, dünyanın en güçlü şirketleri olan uluslararası petrol devlerinin finanse etmesi ve telif haklarını ellerinde bulundurmaları tesadüf mü? Gelecekte kullanılacak enerji kaynaklarının tekel altında olacağı ve denetlenemeyeceği şimdiden çok açık değil mi? Bugün dünyadaki petrol rezervleri tüketilmeden yeni teknolojik gelişmeler kullanılamıyorsa, tek nedeni vardır; "kâr". Sorulması gereken soru, yüzyıllardır süren bu bilgi birikiminin nasıl ve niçin kullanıldığıdır? Güncel bir konu olan genetik alanındaki kopyalama çalışmalarının, nasıl ve kimin denetimi altında yürütüldüğü bilinemezken, bizler gelişmeleri sadece medyanın spekülatif haberleri ile öğrenebiliyoruz. İnsanlık için büyük aşamaların kaydedildiği söylenirken yaşantımızda bu ilerlemelerin yansımalarını göremiyoruz. Yıllardır devam eden kansere karşı çalışmalar hala bir sonuç vermedi mi? Tedavi edici bir yöntemin gelişememiş olması, piyasaya sürülen ilaçların kendilerini finanse etmesi gibi bir "zorunluluk" taşımalarından dolayı mı? Sağlık gibi ulaşım için de ucuz ve pratik yöntemler bulunabilir. Mevcut teknoloji, zamandan ve ekonomiden tasarruf edilebilecek şekilde kulanılabilir. Hava kirliliğini oluşturan nedenlerden biri olan egzoz dumanını solumaya daha ne kadar devam edeceğiz? Bugün teknolojik ilerlemeler sayesinde röntgen filmi çöpe giderken ses dalgaları ile organların kesitlerine kadar görüntülenmesi mümkün hale geldi. Diğer yandan, bu teknolojinin denizaltılarında çok uzun zamandan beri kullanıldığını bilmek, bu gelişmenin insan hayatı için şimdiye kadar niye uygulanmadığını düşündürüyor. Sizce tüm bu sorular yaşadığımız sistemde bir paradoksu oluşturmuyor mu?

İçindekilere geri dön