21. Sayı
Laplace, ünlü Gök Mekaniği adlı kitabını Napolyon'a sunduktan bir süre sonra
onun tarafından şöyle eleştirilmiştir: "Fakat Mösyö Laplace, ben bu kitabın
içinde Tanrı'ya rastlamadım." Laplace'ın buna yanıtı ise ünlüdür: "Bu
kitabı yazarken böyle bir hipoteze ihtiyacım olmadı."
Akıl hep kazanmak ister. Haklı olmaya, doğru yöntemi seçtiğine inanmaya çabalar.
İnsanlık nesnel evriminin yokuşlarını akıl sayesinde aşmıştır. Bilim, felsefe,
sanat ve toplumsal tarihin yol gösterici ışığıdır akıl... Ama çıkışı olmayan
yollar vardır. Dönüp dolaşıp aynı noktaya gelir insan. Yürürsünüz ama hiçbir
yere varamazsınız. Bir çıkmazda olduğunuzu sezseniz bile içinizden gelen bir dürtü
ileriye doğru iter sizi. Belki bir kapı aralayıp çıkabilirsiniz de, ama çıkış,
çıkışsızlıktır. Çıktığınız yer başladığınız yerdir. Son,
başlangıçtır... İşte bu aporia'dır (çıkmaz). Akıl yürütme yetimizin birdenbire
şaşırıverdiği bir an.
Şaşkınlıktan olacak geçmişten günümüze aklın duyarlı olduğu, ince eleyip sık
dokuduğu noktadır, aporia. Paradokslar, metafizik problemler, çatışkılar (antinomi)
ve trajik karşıtlıklarla yüklüdür insanlığın akıl tarihi; aporialarla...
Yenilgiyi kabullenmez bir yapısı var insanoğlunun. Gerek mantıksal çıkmazlar gerekse
toplumsal tarihin pratik çıkmazları içinde debelenip durur. Kafa patlatır. Aklın
iflas ettiği noktalarda bile hüznün, üzüntünün kırıklığından kurtulup bir
çıkış arar. Teslimiyet, akla ihanettir... İnsanoğlunu başlangıçtan bu güne
taşıyan, inançlar değil akıl(lar) olmuştur. İnanç, aklın henüz yetmediği
noktada belirir. Garip olan, aklın egemen olamadığı bilgi nesnelerinin evrenin uzak
bir yerinde çok uzak bir gelecekte dahi varlığını sürdüreceği gerçeğidir. İşte
en önemli aporialardan biri.
Akıl ve inanç; tüm sorun bu galiba. Tanrıyı reddetmek ya da kabul etmek aklın
şaşkınlığını önleyemez. İnanç, aklı erteler. İnançsızlık ise aklın
şaşkınlıklarına kapı aralar. Sonsuzluk, içinden çıkılmaz bir girdap oluverir.
Akıl yetimiz "ilk neden" aramaya mı yatkın gerçekte, yoksa
kullanabildiğimiz beyin hücreleriyle başka bir yöntem boyutu algılayamıyoruz da
ondan mı hep ilklere yönelişimiz? Kör inanca saplanmadan neden-sonuç bağlantısı
dışına çıkamayışımızın gerekçesi aklın çaresizliği mi acaba? Evrendeki
herşeyi bilmek olanaksızken, durmaksızın artan bilgi yığını, pratik yaşam için
mutlak bir gereklilik ancak bu durum bilim adamının algıladığı sonsuzluğu
çoğaltmaktan öte de kalmıyor. Bilmemek ise insanı diğer varlıklarla benzer
kılmaktan başka bir sonuca ulaşmıyor. İki gözlü iki kulaklı bir bitki topluluğu
olmak da vardı. Tüm soruların yanıtlandığı bir evrende yaşamanın önemi yok
aslında. Akla gereksinim duyulmayan bir evren tasarımı ayyaşlık gibi bir şey olurdu;
bir "sonluluk" sarhoşluğu... Aklın yittiği bir evren ise insan
uygarlığının ulu bir çınar gibi devrilip çürüyüşüne tanık olacak sanırım.
Şimdi şu saptamayı yapmakta yarar var: Akıl bir yandan 'inanç'a karşı duruşunda
kendini haklı kılacak bir temellendirme formu ararken, diğer yandan kendi içindeki
çıkmazlarla (aporia) uğraşır durur. Bu yazıda akıl-inanç karşıtlığına da
kıyısından köşesinden değinmekle birlikte, asıl olarak, aklın 'aporia durumu' nu
yansıtan örneklerin serimini yapmaya çalışacağız.
Paradoks:
Felsefe tarihine baktığımızda -ve mantık tarihine- inanılmaz bir biçimde, ikibin
yıl varlığını koruyabilmiş paradokslarla karşılaşıyoruz. Paradoksların felsefe
tarihindeki açılımına Elea'lı Zenon'la (M.Ö. 490-430) başlamak olası. Zenon,
hocası Parmenides'in arkhe (ilk neden) kavramını savunmak ve temellendirmek adına
kıvrak zekasını kullanarak ünlü paradokslarını oluşturur. Parmenides'e göre, bir
varoluş olarak evrenin, ilk nedeni "Bir" dir. "Bir" kendi başına
olan, değişmeyen, hep aynı olmuş olan ve aynı kalacak olan başlangıçtır ve
dolayısıyla da 'son'dur. Parmenides'in "Bir" kavramıyla kastettiği evreninin
bütünlüğüdür ve bu bütünlük duyu algıları yoluyla hiçbir zaman kavranamaz.
İşte Zenon, Bir'in kavranmazlığını kanıtlamak için "hareketin olurluğu ve
olmazlığı"na ve "nesnelerin sonlu ve sonsuzluğu"na ilişkin
paradokslarıyla duyuların ve aklın acizliğini gösterip, şaşırtıcı problemler
ortaya koyar. Nesneler, der Zenon, sayıca hem sonludurlar hem de sonsuz. Sonludurlar
çünkü, ne kadarlarsa o kadardırlar; ne daha fazla ne daha az... Yani önünüze bir
kazan koyun ve içine sürekli "nokta" atın; sonsuz sayıda nokta
atabilirsiniz, ama kazan önünüzde durmaktadır işte. Sonsuzdurlar da çünkü, her
nesne bir diğerini sınırlar, başka deyişle bir nesnenin varolma ya da algılanma
koşulu başka bir nesnedir. Bir nesne varsa sonsuzluk vardır. Hareketin var
olup-olmamasına ilişkin ise çok bilinen paradoksunu öne sürer: Dönemin ünlü
koşucusu Akhilleus ile bir kaplumbağayı yarıştırır. Kaplumbağa kısa bir süre
önce yarışa başlarsa Akhilleus hiçbir zaman ona yetişemeyecektir. Çünkü önce
kaplumbağayla arasındaki mesafenin yarısını koşması gerekecektir. Bu mesafenin
yarısına gelmek için yarı mesafenin de yarısını koşmalıdır ve tabiki yarı
mesafenin yarısının yarısını da... İşte bu sonsuza kadar bölünebilen bir
mesafedir gerçekte ve aslında Akhilleus yerinden kıpırdayamayacaktır bile. Şöyle
bir şey: Bir kağıda çizgi çizin, gördüğünüz bu çizgi üzerinde sonsuz sayıda
nokta düşünün. Zenon'un hareket konusundaki diğer kanıtı da şudur: "Uçan ok
aslında durmaktadır"; aslında ok yaydan çıkamaz bile. Bir okun uçması demek
yolu üzerindeki her noktada bulunması demektir; yani hareket bir noktadan diğerine
geçiş olarak düşünülür ki işte o vakit şu sorun karşımıza çıkar: sonsuz
küçüklükteki sonsuz noktalar dizisinde bir noktadan diğerine geçmek olanaksızdır.
Dolayısıyla ilk noktada kalıverirsiniz.
Zenon, hocası Parmenides'ten önceki evren algısına (arkhe kavramına) karşı
oluşturduğu bu kanıtlarıyla mantık-matematik tarihinin problematik konularından
birini de başlatmış olur. Ta ki 19.yüzyıla kadar sürer bu durum. Sembolik mantık ve
bilim felsefesi alanındaki çalışmalar Zenon paradokslarına bir çözüm
getirebilmiştir. Bu konuda George Cantor'un kümeler teorisi işe yaramıştır. Buna
göre sonsuz kümeler dikkate alındığında parça-bütün ilişkisi Zenon'daki
anlamından farklılaşır. Çünkü sonsuz küme, herhangi bir bölümünde kendisinde
olduğu kadar eleman bulunan bir yığın olarak tanımlanır. Ama paradokslar yalnızca
Zenon'un tekelinde değildir tabi ki. Şimdi bir de felsefe tarihi içinde ortaya
çıkmış ve nedense bir 'açmaz' olarak algılanmamış bazı paradoks örneklerini ele
alalım:
"Değişmeyen tek şey 'değişme'nin kendisidir." Bu önerme Herakleitos'tan
günümüze değin "diyalektik" kavramının tarihinde hep bir sav slogan olarak
anılsa da bir mantık sorununu içinde barındırıyor gibi geliyor bana. Bu önermede
birlik ve çokluk (ya da bütün-parça) olarak bir ayrım var. Çokluk değişmekte ama
birlik değişmemektedir. Ama paradoksal olan durum şudur ki; 'birlik' çokluğun
birliğidir. 'Birlik'in içindeki 'çokluk' değişmekte olduğuna göre 'birlik' de
değişmiş olmaz mı?
Bilgi ve erdemi özdeşleştirme çabasındaki Sokrates'in ağzından çıkıveren
"Bildiğim tek şey hiçbir şey bilmediğimdir" sözünü yorumladığımız
zaman bilginin yüceliğini vurgulaması gibi bir sonuca ulaşıyoruz ve bu hiçbir sorun
yaratmıyor. Oysa bu önermeye salt anlamsal açıdan baktığımızda şunu görüyoruz:
hiçbir şey bilmeyen Sokrates 'bir şey'i nasıl bilebilir?
David Hume'un bilimlerin nedensellik ilişkisini bile bir alışkanlığa indirgediği
"İnsanın Anlama Yetisi Üzerine Bir Soruşturma" adlı yapıtında dile
getirdiği ünlü önermesi "Yarın güneş doğmayacak" ta geçen 'yarın'
sözcüğü 24 saat sonrası bir yarını mı ifade ediyor yoksa bilinmez bir geleceği
mi? Dolayısıyla, "Yarın" sözcüğünün anlamındaki belirsizlik bile bir
kuşkuya ve paradoksa yol açabilir.
Görüldüğü gibi paradokslar, ileri sürülen savların doğru ve yanlış bir biçimde
kanıtlanmasının aynı oranda olası olduğunu ortaya koymaktadır.
Metafizik:
Bir ağacın gövdesine tutunmuş bir sincap düşünün. Ağacın çevresinde de bir
adam, ağacı merkeze alarak dönmekte olsun. Adam döndükçe sincap da, ağaç, adamla
kendi arasında kalacak şekilde ağacın gövdesine tutunarak dönüyor olsun; öyle ki
adam sincabı hiç göremesin. Şimdi bu durumda, ağacın çevresinde dönmekte olan bu
adam sincabın çevresinde de dönmekte midir? İşte metafizik bir tartışma. Yani adam
sincabın çevresinde hem döner hem de dönmez; ya da ne döner ne dönmez. Bu açmazdan
kurtulmak için baktığınız açı önemlidir. Bu örnek durumun dile getirdiği
açmazlar (aporia), pratik sonuçları bakımından William James tarafından Pragmatizm
(metafizik tartışmaların yatıştırılması yöntemi-uzlaşımcılık-arabulucu
felsefe) ile çözülse de/çözülmek istense de metafizik tartışmaların
çıkışsızlığını gösteren bir mantık olgusu olarak kalmıştır.
Metafizik, M.Ö. I. yüzyılda Rodos'lu Andronikos' un Aristoteles'in metinlerini
düzenlerken doğa üzerine yazdığı notlardan sonraya aldığı ve varolanların
düşünsel çözümlemesini yaptığı notlara verdiği addır. 'Fizikten öte' anlamına
gelen metafizik, Aristoteles bağlamında 'ilk felsefe' (prote-philosophia) olarak
nitelenmiştir. Antik çağ felsefesinde metafizik kavramı deneyin dışında olma ve
durağan olma gibi bir anlam içerir. Başka deyişle düşünce yoluyla, mantıkla
kavranan "varlık" üzerine yapılan akıl yürütme biçimlerini kapsar. Bu
anlamıyla da Antik dönem felsefesine eşdeğer olduğu görülür.
Skolastik dönem, yaklaşık bin yıllık Ortaçağ Avrupasının İncil'deki önermelerin
gündelik sorunları çözebileceği umuduyla Aristoteles'in kıyas yöntemini kullanması
çabaları içinde geçmiştir. Deney ve gözlemin ötelendiği ve metafizik düşüncenin
şahlandığı bir süreçtir bu. İncil'deki savlar, postulat (zorunlu bir biçimde
geçerli sayılan önerme) olarak alınıp, Aristoteles'in tümdengelim formundaki kıyas
yolunu kullanarak tek özel durumları açıklama ve kanıtlama amacı güdülmüştür.
Böylece akıl ve inanç uzlaşımının da gerçekleşebileceği düşünülmüştür.
Çünkü gerek başlangıçtaki Patristik dönemde ve gerekse özellikle 11.yüzyıldan
sonraki Skolastik dönemde bu karşıtlığın oluşturduğu yoğun tartışmaları
görüyoruz. Augustinus'un (354-430) ortaya attığı ve daha sonra da Anselmus'un
(1033-1109) savunduğu "anlamak için inanıyorum" ile Aquino'lu Thomas'ın
(1225-1274) savunduğu "inanmak için anlıyorum" görüşleri arasındaki
tartışma Hristiyan Kilisesi çerçevesinde gelişen başat gerilimi yansıtır.
İlginçtir, ortada absürd bir durumun söz konusu olduğu hiç fark edilmemiş belki
de... Uzun yıllar kiliselerin loş duvarlarına sinmiş akıl ve inanç çatışmasının
çözümü kendi içinde saklıydı oysa. Nasıl mı? Şöyle, anladığınız vakit
inanmaya gereksiniminiz olmaz; inandığınız vakit ise anlamaya... Katı bir yaklaşım
olarak görünse de, problemi, Demokles'in kılıcı gibi çözüyor.
Buna bağlı olarak gelişen bir başka açmaz (aporia) ise "tümeller
sorunu"nda ortaya çıkar. Gerçek olan kavramlar mıdır yoksa nesneler mi? Daha uç
bir soru olarak "Tanrı'nın varlığı mı öncedir yoksa kavramı mı?" Bu
tartışmanın bir yanında Anselmus ve Aquino'lu Thomas 'gerçekçilik' düşüncesiyle
tümellerin nesnel olduğunu yani kavramından önce varlığının olduğunu ya da
kavramın, varlığın içinde olduğunu savunarak Kilisenin gücünü korumaya
çalışırken, diğer yanda Ocham'lı William (1300-1349) 'nominalizm=adcılık' ve Duns
Scotus (1270-1308) 'voluntarizm=istençcilik' düşünceleriyle önce kavramların
varolduğunu ve iradenin bilgiye götüren anahtar olduğunu savunup Kiliseyi
temellerinden dinamitliyorlardı.
Ortaçağın bu ayrıcalıklı tartışmaları metafizik düşüncenin boyutlarının
genişlemesine bilimin ve özgür düşünceye dayalı felsefenin ikircikli kalmasına yol
açmıştır. Binlerce yıl kapalı kapılar ardında olagelen akıl ve inanç
savaşımı, insanın toplumsal tarihine sefaletten başka birşey katmamıştır.
Kant'ın "problem metafiziği" kavramı, metafiziğin günümüzdeki anlamına
en yakın bir açılımı yapar. Deney dışı sorular alanı olarak metafizik, Kant
felsefesinde kozmoloji (evren sonlu mu yoksa sonsuz mu?), teoloji (Tanrı var mıdır yok
mudur?) ve psikoloji (ruh ölümlü müdür yoksa ölümsüz müdür?) alanlarında ortaya
konup, "problem metafiziği" şeklinde şöyle ifade edilir: tüm bilimlerde her
zaman sonuna kadar çözülemeyecek problemler olacaktır; bilim adamı ne bunları
çözebilecek ne de sormaktan vazgeçecek... Nedir bu sorular? Yukarıda belirttiğimiz
temel sorulardır açıkçası: Tanrı'nın varlığı, ruhun ölümsüzlüğü ve
evreninin sonsuzluğu... İşte bilim gelecekte de bu soruları yanıtlayamayacak ve bu
konuda nesnesini tüketen bir bilgi ortaya koyamayacak. Aklın trajikliği işte.
Antinomi:
Metafizik kavramı bağlamında değindiğimiz gibi, 18.yüzyılın akıl eleştirmeni
Kant da payını almıştır aklın çıkmazlarından. Onun antinomilerinden söz etmeden
geçemeyiz. Aklın kendi içinde zorunlu olarak düştüğü açmazlardır antinomiler.
Pratik alanda, fenomenler dünyasında, deney alanında mutlak idelerle
karşılaşamayız. Ancak apostriori (deneysel) bir karşılığı olmayan teorik
idelerdir aklı şaşırtan. Salt aklın mutlak ve koşulsuz ideleri ruh, evren ve tanrı
gibi idelerdir. Bu kavramlara ilişkin yapacağımız akıl yürütmelerde birbirine
karşıt iki önermenin aynı oranda doğru sayılması olanağı vardır. Bu da aklı şu
antinomilere götürür:
1.Evren, sonludur/sonsuzdur.
2.Maddenin en küçük parçaları vardır/yoktur.
3.Evrende özgür biçimde gerçekleşen bir nedensellik ilişkisi vardır/yoktur.
4.Evrenin ilk nedeni olan bir varlık vardır/yoktur.
Kant, özellikle üçüncü antinomi üzerinde durur. Buna ilişkin bir örnek olarak
İoanna Kuçuradi'nin "Saf Aklın Eleştirisi"nden çevirdiği "Özgürlük
Antinomisi" metnini buraya almayı gerekli görüyorum.
"Tez: Doğa yasalarına uygun bir kausalite (nedensellik), bir bütün olarak
dünyanın görünüşlerinin çıkarılabileceği kausalite değildir. Bunların
açıklanması için, özgürlükten gelen bir kausaliteyi de kabul etmek gereklidir.
İspat: Doğa yasalarına uygun bir kausaliteden başka bir kausalitenin olmadığı kabul
edilsin; o takdirde, olup biten herşey, bir kurala göre tek istisna göstermeksizin
izlediği daha önceki bir durumu gerektirir. Şimdi bu önceki durumun kendisi de olup
bitmiş (daha önce olmadığına göre, zamanda olup bitmiş) bir şey olmalı; çünkü
her zaman (var) olsaydı, ondan çıkan da ortaya çıkmaz, hep (var) olurdu. Demek ki bir
şeyin olup bitmesini sağlayan nedenin kausalitesi, kendisi de olup bitmiş bir şeydir;
ki o da yine, doğa yasasına göre, daha önceki bir durumu ve kausalitesini, bu da daha
öncekini... gerektirir. Demek ki, herşey sırf doğa yasalarına göre olup bitiyorsa,
her defasında alt bir başlangıç vardır. Ama hiçbir zaman ilk bir başlangıç
yoktur; dolayısıyla birbirinden çıkan nedenler bakımından tam bir zincir yoktur.
Doğa yasasıysa tam 'yeterli olarak a priori belirleyen neden olmadan, hiçbirşey olup
bitmez' (düşüncesinden) ibarettir. Demek ki, her kausalitenin sadece doğa yasalarına
uygun olduğu cümlesi, sınırsız genelliğinde, kendisiyle çelişir ve demek ki, bu
kausalite, kausalite olarak kabul edilmez.
Buna göre, nedeni daha gerilerden, daha önce gelen başka bir neden tarafından zorunlu
yasalara göre belirlenmeden bir şeyin olup bitmesini sağlayan bir kausalite kabul
edilmelidir; yani doğa yasalarına uygun akan görünüşler zincirinin kendiliğinden
başlaması olan nedenlerin mutlak kendiliğindenliği (etkide bulunma), dolayısıyla
doğanın akışında görünüşlerin zincirlenmesinin nedenler bakımından onsuz hiç
tam olamayacağı transcendental özgürlük kabul edilmelidir.
Antitez: Özgürlük yoktur; dünyada herşey sırf doğa yasalarına uygun olarak olup
biter.
İspat: Dünyada olanların, ona uygun bir şekilde ortaya çıktığı özel çeşitten
bir kausalite olarak transcendental anlamda bir özgürlüğün olduğu; yeni bir durumu
dolayısıyla bunun sonuçlarının zincirini nasıl olsa başlatan bir imkan kabul
edilsin; o takdirde, bu kendiliğindenlik (etkide bulunma) ile yalnız bir zincir ortaya
çıkmayacak; bu zinciri ortaya çıkaran kendiliğindenliğin (etkide bulunmanın) da
belirlenmesi, yani kausalite, nasıl olsa başlayacak, öyle ki olup biteni bu hareketli
yasalara uygun belirleyecek hiçbir şey de daha önce olmayacak. Ama her harekete
başlama, henüz harekette bulunmayan sebebin durumunu; hareketin dinamik ilk
başlangıcı da, daha önce gelen tam aynı nedenle kausalite ilişkisi olmayan, yani
hiçbir surette ondan çıkmadığı bir durumu gerektirir. Demek ki transcendental
özgürlük kausal yasaya karşıdır ve ardarda gelen durumlarda etkileyen nedenlerin
zincirlemesi boş bir uydurmadır; dolayısıyla hiçbir tecrübe görülmeyen bu
zincirlemeye göre, tecrübenin birliği mümkün değildir.
Demek ki, doğadan başka, dünyada olayların bağlantılılığını ve düzenini onda
anlayabileceğimiz bir şey yoktur. Doğa yasalarından hür (bağımsız) olma,
zorlamadan bir kurtulmadır, ama aynı zamanda bütün kuralların ipucundan da
kurtulmaktır. Zira dünyanın akışındaki kausalitede, doğa yasalarının yerini
özgürlüğün yasaları alsın denemez; çünkü o yasalara uygun belirleniyorsa,
özgürlük olmaz ancak doğa olur. Demek ki, doğa ve transcendental özgürlük
arasındaki fark, yasallıkla yasasızlık arasındaki fark gibidir; yasallık ise
nedenler zincirinde olanların kaynağını hep daha yükseklerde aramağa zorlar;
çünkü kausalite her defasında onlara bağlıdır ama zararsız bir tutumla tecrübenin
tam ve yasalara uygun bir birliğini vaat eder. Oysa özgürlüğün gözleri örten
perdesi nedenler zincirini araştıran anlama yetisini, belirlenmeyen bir kausaliteye
götürmekle sükunete kavuşturur; bu kausalite, hareketi kendiliğinden başlatan bir
kausalitedir, ama kendisi kör olduğu için, kuralların ipucunu kaçırır; oysa ancak
böyle bir ipucuyla tam birlikli bir tecrübe mümkündür."
Görüldüğü gibi birbirine karşıt olan iki önermenin ikisini de doğru saymakla
çelişmeye düşülmüş olur. Deneyin dışına çıkmakla düşülen bu aporialardan
ister istemez kaçınamıyoruz der Kant ve fakat bu antinomileri çözme uğraşından da
geri durmaz.
Trajik:
"Tanrı'nın, kutsadığı insanı aynı solukla da lanetlediği doğru değil
midir?" diyordu Kierkegaard 'Korku ve Titreme' de.
Nedir trajik? İoanna Kuçuradi, "Sanata Felsefeyle Bakmak" adlı kitabında Max
Scheler ve Friedrich Nietzsche'de trajik olanı ele alırken bu sorunun yanıtını
"değer" kavramı bağlamında veriyor. 'Değer' etik olarak düşünülüyor ve
gerek tek kişiyle ilgili, gerekse tek kişiyi aşan durumlarla ilgili olarak
tanımlanıyor. Burada trajik, kişi için olumlu sayılan yüksek bir değere aynı anda
hem evet hem de hayır demek durumunda kalmakla açıklanır. Başka bir bakışla,
trajik, yok edilen ve yok eden değerlerin aynı zamanda olumlu iki değer olması
durumunda ortaya çıkan çatışma durumudur. Faust'un Tanrılaşmak adına ruhunu
şeytana satması, İkarus'un balmumuyla omuzlarına yapıştırdığı kanatlarla
güneşe yaklaşması ve düşüp ölmesi, Sisyphos'un ve Promethus'un Tanrıların
cezalandırılması yüzünden çektikleri acılar, Oidipus'un yaşadıkları, işte tüm
bunlar trajik örnekleri olarak ele alınabilir. Ayrıca, gündelik yaşamda
karşılaştığımız pek çok trajik örneği bulmak olası. Ama burada başka bir şey
söyleyeceğiz. Yukarıda belirttiğimiz her iki trajik tanımı da birbirine yakın
anlamlar içeriyor. İkisini bir kavramda toplayacak olursak yine "aporia"
kavramını dile getirmemiz gerekir. Çünkü bir çıkmazdır trajik.
Trajik kavramının, yalnızca etik değerleri bakımından değil, akıl değerleri
sayılan 'doğru' ve 'yanlış' kavramları açısından da ele alınabilme olanağı var.
Çünkü gerek paradoksal durumlarda gerek antinomilerde ve gerekse metafizik
tartışmalar içinde akıl yürütmenin belli bir anında karşılaşılan durum, doğru
ve yanlışın aynı oranda kabul edilebilir olduğu bir çatışmayı yansıtır. Bir
aporia'yı yani... İşte aklın trajiği... Aklın kutsanması ve lanetlenmesi bir
bakıma...
Doğru akıl yürütme sürecinde ortaya çıkan biçimsel mantık çelişkileri ve
anlamsal tıkanıklıklar açısından ele aldık aporia'yı; herşey yolunda giderken
birdenbire ortaya çıkıveren, şaşırtan, duyarlı noktaları; aklın zırt dediği
yeri yani... Kavramların anlamları üzerinde yapılacak çözümlemelerle bazı
açmazlar aşılabilir elbette ama akıl yürütme yetisinin temel ilkelerini
kullandığımızda karşılaştığımız çıkmaz durumlarda yapılacak tek şey farklı
bir düşünme yöntemi geliştirebilmektir galiba. "Epokhe" (yargı vermeme,
yargısızlık tutumu) biçimindeki bir duruş biçiminin yani, aklın, aporialarla
karşılaştığında, bu durumu olduğu gibi kabul etmesi ve hiçbir yargıda
bulunmaması gibi bir özelliğinin de olabileceğini savunmak Antik Yunan' daki
septiklerin (kuşkucular) ekmeğine yağ süren bir alternatifi denemekten öte bir işe
yaramaz diye düşünüyorum; epokhe tutumu, sorunu çözmek yerine onun
ötesinde/karşısında beklemeyi öneren bir nitelik taşır çünkü. Gerçi ilk nedene
ulaşma konusunda alabileceğimiz "epokhe tutumu", sorunu, bizi bir daha
rahatsız etmeyecek şekilde ortadan kaldırabilir belki, ama sürekli yargı veren bir
akla sahip insanoğlunun yargı vermekten vazgeçmesini ummak boşuna bir çaba gibi
geliyor bana. O halde ne yapmalı?
"Akıl, yaşamın acımasızlığını önleyemese bile hafifletir." diyordu bir
düşünür. Haklı. Yaşam biyolojik anlamda bir aporia'dır; ölümü içinde
barındırır... Yaşadıkça ölüme yaklaşmakta oluşumuz her ne kadar nesnel bir
olguysa da, yaşamın içeriğini sonsuzlaştırmak ve "ölümü" öldürmek
olası... Nasıl mı? Bu belki de üçüncü yolu bulmaktan geçiyor. Nikos Kazancakis'in
"Zorba"sında geçen bir söz dizisinde saklı belki bunun yanıtı:
"Yaşamla ölüm arasında bir üçüncü yol daha vardır; o da dansetmek..."