!ktphane.gif (4763 bytes)

21. Sayı

Şıh Nâsır'ın Ölümü

A. Nedim Neccar

1
Bundan çok uzun yıllar önce, her yere çok uzak bir köyde Şıh Nâsır yaşardı. Köylülerin hepsi Şıh Nâsır'ı çok sever, büyük saygı duyarlardı. Dini meseleler konusundaki engin bilgisi dışında, sözgelimi bir tavuk için birbirini boğazlamaya kalkan komşuları barıştırma, hemen her konuda akıl verebilme gibi yetenekleriyle de köyün meşru lideri, civarın en gözde bilgesiydi.(1)
Şıh Nâsır çok yaşlıydı. Bir iki yıl içinde öleceği kesindi ve herkes bunu hissederek hüzünleniyor, onsuz köyün ne kadar eksik, köylülerin ne kadar yalnız kalacağını düşünüyordu. Gerçi son yıllarda Nâsır'ın garipleştiğini herkes görüyor, bunadığını

düşünüyordu. İyice sessizleşmiş, bir köşeye çekilmiş, bakışları değişmişti. Öte yandan içine kapandıkça Şıh Nâsır'ın hoşgörüsü de artmış, tepedeki eski kilisenin alışılageldiği gibi kenef olarak kullanılmasına kızar olmuştu. Hatta çocuklara bir kaç kuruş verip temizletmişti. Şıh Nâsır kesinlikle değişmişti; ama yine de herkesin gözünde, geçmişi mermer bir sütun gibi duruyordu. O iyi yaşamın timsaliydi. Şıh Nâsır beklenenin tersine bir iki yıl içinde ölmedi. Sonraki üç dört yıl içinde de ölmedi. Şıh Nâsır ölmek nedir bilmiyordu. İnsanlar ölmesini bekliyorlardı, fakat işte o ölmüyordu. Sevmiyorlar mıydı onu? Hayır tam tersi... Az önce de söylediğim gibi çok seviyorlardı. Ama niye kabul etmiyordu? Ölmesi gerekiyordu ve işte o ölmüyordu. Zaman geçtikçe insanların onun ölümüne ağlama konsantrasyonları bozuluyor ve yerini bir sitem, hatta neredeyse dile getirilmeyen bir öfke alıyordu. Burada, bu köyde insanların hayatlarına anlam veren şey ölümdü. Bu körler ülkesini ölümden başka hiçbir şey badem gözlü yapamıyordu.(2)
Oysa Şıh Nâsır neredeyse insanların ölümlü olduğu konusundaki sağlam sayılabilecek bir teze gölge düşürüyor, bütün hayatların başına bir anlamsızlık tehlikesi musallat ediyordu.
Bu köyün gördüğü en yağmurlu günlerden birinde Şıh Nâsır öldü.
Cenazede civarın meşhur dilencilerinden Ebu Said de vardı. Ebu Said başının üzerinde kara bir hâle taşır gibi gittiği her yere bela getiren bir adamdı. O geldiğinde mutlaka köyde kötü bir şeyler olurdu. Bu yüzden pek sevilmezdi. Bir kaç kez böyle talihsiz olaylara tesadüf ettiği için adı uğursuza çıkan bu talihsiz adam, o gün hayatında almadığı kadar sadaka aldı, şefkat gördü. Bilerek değil... Herkesin içinden geldi.
Şıh Nâsır öldü... Allah rahmet eylesin. Şu cenazene bak ve Allah aşkına doğruyu söyle, Şıh Nâsır, memnun musun? İyi mi yaptın şimdi? Bak, insanlar içten ağlayamıyorlar. Az önce söylediğim gibi, senin ölümüne ağlayacak konsantrasyonlarını tamamen yitirmiş durumdalar. Ağlayabilmek için geçmişteki -ve seninle alakalı olmayan- acılı olaylardan hüzünler ödünç alıyorlar. Ya da kim bilir, başlarına hiç gelmemiş, belki de hiç gelmeyecek felaketler kurgulayıp gelecekte çekebilecekleri acıları tasavvur ederek; ama sonuçta yine borçlanarak hüzünleniyor ve gözyaşı duasına çıkıyorlar. Ya geçmiş için, ya gelecek için; ya çocukları için, ya sevgilileri için. Ama şimdi için değil, senin için hiç değil. Hepsini borçlandırdın. Üstelik bu sahtekarlıklarının farkında olmaları da ek bir vicdan azabı yaratıyor. Vaktinde ölmeyen, hemen başka diyara taşınmalıdır. Batırdın ortalığı Şıh Nâsır.

2
Şıh Nâsır'ın cenazesinde sırf onun için içten ağlayan, şu soğuk rüzgardan, yağmurdan değil de, sevilen birinin ölümünden dolayı üşüyen bir kişi olsun kimse yok muydu? Doğrusunu söylemek gerekirse orada yoktu. Ama çok uzakta biri vardı ki sırf Şıh Nâsır için üşür: Günahın havarisi Beşir.
Beşir haberi alınca kamyonu kenara çekti. Konvoy halinde gitme alışkanlıkları olduğu için bütün kamyonlar sağa yanaştılar. Bütün motorlar durdu, Beşir'in gözleri doldu. Kimseye hiçbir şey söylemedi, ama kulaktan kulağa yayıldı.

Ölüm karşısındaki tutumumuz bir serinkanlılığı
koruma meselesidir. Ölüm gelince söz biter.
Birisi öldüğünde susulur. Ağlanır da... Ama bu, ağlamak zaten susmanın müziği olduğu içindir.

Beşir kontağı çevirdiğinde herkes yeniden kontağı çevirdi.
Şıh Nâsır'ın oğlu Beşir babasının negatifiydi... renk olarak da öyle. Beşir sarışın bir ailede nedense esmer bir çocuk olarak doğmuştu, ama kimse buradan yola çıkarak muzır düşüncelere kapılmadı. Kapılmamakta haklılardı da! Çünkü Şıh Nâsır ve karısı gibi iki insandan böyle esmer bir çocuğun doğması genetiğin kurallarına aykırı ise, genetiğin kurallarının yeniden gözden geçirilmesi gerekirdi. Ancak bir mesele daha var ki, bu meselede Şıh Nâsır'ın karısıyla arasındaki ilişkisini yeniden gözden geçirmesi gerektiği düşünülebilirdi. (Zaten her şeye rağmen Şıh Nâsır da, aradan yıllar geçtikten sonra, bu çocuğun gerçekten kendisinden mi olduğunu en az bir kere şüphe ile düşünmüş olduğunu utanarak hatırlıyordu.) O mesele de şu: Beşir gerçekten babasının ve annesi Zahide hanımın tam tersiydi. En azından herkes öyle görüyordu. Şıh Nâsır erdemin havarisi ise, Beşir de günahın havarisiydi.
Beşir de babası gibi Müslümandı. Başka türlüsü de düşünülemezdi zaten, ama nedense o, Hıristiyanlığa merak salmış, Hıristiyanlıkla ilgili ne bulursa okur olmuştu. Müslümanlık onun için saygı değer bir şeydi ve daha ciddi, daha başka bir aleme aitti. Ama ilginç değildi...
Birisi hariç: Herkesin nefret ettiği Yezit. Bak işte Yezit ilginçti, farklıydı... Neden mi? Çünkü Beşir, herkesin lanetle andığı Yezit'in büyük bir şair olduğunu öğrenmişti. Öyle ki, ona küfretmeyi ibadet sayanlar bile sözlerini genellikle şöyle bitiriyorlardı: "...ama iyi şairdi it" Beşir'i asıl çarpan ise Yezit'in şarap için yazdığı şu sözcüklerdi:

"Muhammed'in dinine göre haramsa
Ben İsa'nın dinine göre içeceğim"

4
Şıh Nâsır sabahın dördünde birdenbire nedenini bilmeksizin uyandı. Avluya çıkıp bir hava almak istedi. Gözünü yukarı çevirdiğinde karanlığı gördü. Çok uzaklarda parlayan yıldızları ve yıldızların ne kadar çok, gök kubbenin ne kadar geniş olduğunu gördü. İçi imanla dolmuştu... hemen içeri girip biraz Kur'an okuyacaktı. Şıh Nâsır Kur'an okuma ilhamını herhangi bir şeyden alabilen bir adamdı. Sanki bahane arar gibiydi ki bu, hayatta en kolay bulunan birkaç şeyden biriydi. İçeri girdiğinde bir kapının altından ışık sızdığını farketti. Kapıyı hafifçe ittiğinde Beşir'in huşu içinde şiir okuduğunu gördü. Beşir onu farketmedi bile. Farkedemezdi ki... Dalıp gitmişti o, çok uzaklardaydı, çok derinlerdeydi. İşte Şıh Nâsır, oğlu Beşir'i o gün sevdi. Bu esmer çocuk tastamam onun oğluydu.
O gün Şıh Nâsır Kur'an okumadı, eline kalemi alıp şunları yazdı:

"Ben seni anlayabilirim, Sen beni anlıyorsun
Bir dini olmasa da insanın, Bir tanrısı olmalı mutlaka
En az benim kadar ibadet ediyorsun.
Ben seni anlayabilirim,
Bir şiirin senin zihnine çizdiği testinin
Kulpundan tutabilirim. Aynı testiden,
Ruhunun mavi kadehine şarap
Ruhumun yeşil kasesine zem zem
Dökebilirim."

Bahanenin bu hayatta en kolay bulunan şey olduğunu bilirdi Şıh Nâsır, tutkunun en az bulunan şey olduğunu bildiği kadar. Onu bunca yıl koşturup duran, civarın en meşhur din alimi yapan içindeki korkunç iman gücü müydü, yoksa tutku muydu? Tutkuydu tabii ya! Tabii ki tutkuydu! Şu Beşir'in de kimyasında kaynayan, fokurdayıp duran şey... Acaba Şıh Nâsır hangi noktaya kadar bu tutkuyu takdir edebilirdi?

5
Beşir'in babası ile arasındaki ilişkinin dönüm noktası Şıh Nâsır'ın Beşir'in defterine karaladığı bir şiirini gizlice okuduğu gündü:

"Sen her türlü günaha tat veren yüce tereddütsün
Bizi sen büyütür, sen öldürürsün
En çok da, bir rahip gibi yaşanıldığında tadına varılır senin,
çünkü bu seni arttırır, sen de hazzı arttırırsın
Bir rahibim, çünkü en büyük günahı işlemeye soyundum
Bir rahibim, çünkü daha büyük,
çok daha büyük bir kefaret istiyorum
Havva'nın yüzündeki günahkâr kararlılığa değil,
Adem'in mütereddit bakışına vuruldum.
Bir rahibim, Romalılar çarmıha mı çaktılar İsa'yı
Beni köpeklere yedirsinler.
Haydi saklanın, haydi kaçışın. Çünkü infilak edeceğim
Ama hemen değil, tereddütteyim."

Şıh Nâsır bunu okumuş ve köpürmüştü. Aralarında geçen bir münakaşanın ardından oğluyla arası, Beşir'in köyü terkettiği güne kadar hep mesafeli oldu. Ama Beşir yazmaya, Nâsır da gizlice okumaya devam etti.

6
'İyi' olmak kolaydır. Biraz disiplin gerektiriyor, biraz da bazı iyilik prensiplerini bilmek: yalan söylememek, yardımsever olmak, ihanet etmemek vs... Ama bakın, şu sonuncusu çok ilginç aslında. İhanet etmemek! Peki ya kendi bedenimize karşı da bir sadakat borcumuz varsa? Hani şu hep bizi bir günaha kışkırtan, "hadi yapsana", "ne çıkar şuncağızdan" diyen ses... şu kurutulamayan bataklık, şu bedenimiz... Onunla anlaşma, barışma gibi bir derdiniz yoksa, iyi olmak kolaydır... hem de çok kolay. Sanki Turgut Uyar şu mısraları sırf bu tür durumlar için yazmıştır:

"kolaylığından sıkılıyorum,
kurtulmak elimden gelmiyor"

Yani tembellikten de iyi olabilir insan. Beşir için ise, asla tembel denemezdi. Nâsır bunu bir türlü anlayamadı. Oysa ne yazmıştı defterine Beşir:

"En çirkefi, en çamuru arıyorum
Mazbut bir hayat sürmek için içinde.
Değil mi ki erdemdi hayatımı mahveden
Demek ki ancak bir günahla çıkabilir bu leke"

Bir de şu vardı:

"Ne kadar da usluyum tanrım, ne kadar mülayim
Bana bir günah tasarla, hiç işlenmemiş olsun.
Çanın çalmasını bekleme alışkanlığını bırakmalıyım
Hayat kendisi sunmuyorsa kendiliğinden o şıngırtıyı
Bir yerlerde kafamı kırdırtmalıyım"

Nâsır, Beşir'in iyi bir çocuk olup olmadığına hiçbir zaman kanaat getiremedi. Hiçbir zaman bariz bir suç işlememişti ama, bariz bir suç işleyen kimilerini herkes dışlarken o dışlamamış, köylülere katılmamıştı. Bütün günahları, bütün suçları anlıyor, anlayışlı davranıyor ve insanları sanki zayıf düştükleri zamanlarda daha çok seviyordu. Bu kimsenin gözünden kaçmadı. İnsanlar kendilerine de gösterilebilecek bir anlayıştan çok, başkalarına gösterilmesi gereken şiddete ihtiyaç duyduklarından Beşir'i pek takdir etmiyorlardı.

7
Beşir aslında babasının korktuğu gibi Hıristiyanlığa meyilli değildi. Hatta tam tersi bile söylenebilir. O, İsa'yı, rahipleri, günah çıkartmayı ilginç bulmuş, bunların dolayımıyla kendini tanımak yolunda bir adım daha atabileceğini düşünmüştü. Hele hele rahipler... rahiplerden nefret ediyordu aslında. Dünyanın nimetlerinden ellerini ayaklarını çekmiş rahipler, Beşir için, hiçbir tanrının tasarlamamış olduğu iğrenç yaratıklardı. Ama tabii bu düşünceleri yalnızca 'iyi' rahipler için geçerliydi. 'Kötü', günahkâr, ikide bir tövbe edip yeniden yeniden o elmayı yiyen ve böylece ikide bir insanlığı yeniden yeniden yaratan rahiplere ise bayılıyordu. Aferin onlara... Tabii ki o elmayı yemeliler, tabii ki başlamalı insan soyu, tabii ki kovulmalıyız cennetten. Haydi bir daha, haydi bir daha... Nasıl olsa Tanrının bizden başka eğlencesi yok; o da bize mahkum. Oturmuşuz bir satranç tahtasının başına, o bir hamle oynar, biz bir hamle... Şu Nuh tufanı denilen şey var ya! "Beyaz terkeder!"den başka bir şey değil.
İsa'ya gelince, bu, Beşir için annesini anlamak bakımından paha biçilmez bir örnekti. Gerçekten de babasından çok daha muhafazakâr bir Müslüman olan Zahide hanım, Beşir'e göre, İsa'nın huylarını taşıyordu ve aslında yaşam biçimi açısından Hıristiyan sayılırdı (Şimdi ki Hıristiyanlık değil tabii, kitaplardaki Hıristiyanlık). Yalnızca bir yanağına vurulduğunda öbür yanağını çevirmesi bakımından değil, ayrıca 'Romalılara ikide bir çarmıhını hatırlatması', kaşınması bakımından. "Aman bir tatsızlık çıkmasın" ilkesinin yön verdiği hayatı, yükselip düşen mazoşistik hazlarla geçmiş ve İsa'yı aşmıştı. Ancak Zahide hanım, bu anlayışın zehrini oğluna da zerketmişti. Beşir bundan kurtulmayı çok denemiş ve sonunda 'gerektiğinde bencil olabilme' yeteneğini kazanmıştı. Üstelik hemen hemen tüm arkadaşlarının babalarının "Müslüman", annelerinin ise "Hıristiyan" olduğunu da farketmişti. Yıllar sonra Beşir, hep sırtını duvara dayayıp yaşamaktan sıkılıp, "işte burası... benim en zayıf tarafım burası... beni buradan kolaylıkla öldürebilirsiniz" diye zırhındaki en hassas yeri herkese gösterdiğinde; göstermeden duramadığını farkettiğinde annesini hatırladı. Bir zamanlar yazdığı bir şiirde dile getirdiği infilak etme isteğini Zahide hanımla bağlantılandırdı. İşte Beşir de annesini o gün sevdi.

8
İçimizde öyle bazı gerçekler vardır ki onları görmek imkansız gibidir. İçimizdeki bu gerçeklere yönelen bakışımız, sırf bakışımızın kendisi onları ürkütür... gizlenirler. Onlara yönelen bakışımız suya atılan bir çakıl taşı gibidir... hemen kaçışır balıklar. Şıh Nâsır işte buna benzer bir dertten muzdaripti. Beşir için gerçekte ne hissettiğini, ne düşündüğünü bir türlü ortaya çıkaramıyordu. Sanki oğlu için hissettiklerini açıkça görebilirse, birdenbire kendi ile ilgili de bir çok şey öğrenecek, kendi suretini görecekti. Hissediyordu, bu sureti beğenmeyecekti. İşte Şıh Nâsır bir kez daha Beşir'in hep kaçındığı bir şeyi yapıyor:

"Üzerimde komik duruyor, hiç sevmiyorum giysilerimi
Kimi uzun, kimi kısa
-Bilgeliğin elbiseleri bol geldi mesela
Sığamadım hiçbir cahilliğe de-
Soru sordukça azalıyor bildiklerim
Ben de tutuyorum kendimi"

9
Nâsır aslında ömrü boyunca işin kolayına kaçmıştı. Şu sıralar en çok bunu düşünüyordu. Kolay olanı herkesten iyi yapma dışında ne yapmıştı ki? Tanrının önüne koyduğu ödevler onu hiç zorlamamıştı. Belki başkaları zorlanabilir. Ama işte o -yetenekleri itibariyle- zorlanmamıştı. Elbette buraya kadar ayıplanacak bir şey yok, ama Nâsır kendisi kendi önüne yeni ödevler koymuş muydu? Hayır. Peki Allah onu bilerek ve isteyerek ve kasten günaha meyilli olarak yarattığı halde, o neden buna pek yanaşmamış, erdemde birinci olmuştu? (Aklından geçen günahları elbette bir yana bırakıyoruz). İşte ömrünün sonuna geldiği şu zamanlarda iyi bir karne alacağı kesinleşmiş bir öğrencinin sevincinden çok, sokakta yeterince oynayamamış bir çocuğun hüznünü taşıyordu Şıh Nâsır. Şimdi geriye dönüp baktığında son derece sıkıcı bulduğu hayatını neden daha önce hiç sıkıcı bulmamıştı? Evet, pek eğlenceli değildi, bunu hissetmişti. Ama çok sıkıcı olduğunu hiç düşünmemişti. Kendi hayatının sıkıcılığını ve anlamsızlığını bir tek Beşir farketmiş ve adeta yeminliymişçesine babasının peşinden gitmemişti. Üstelik Beşir daha da kötüsünü yapmış, babasına tek laf etmemişti. Oysa Nâsır, Beşir'in 'herşeyi' bildiğini hissetmiş, hele hele onun yazdıklarını okuduktan sonra, kesinkes emin olmuştu. Başkası olsa bunun belki de bir kuruntu olduğunu düşünebilirdi. Ama o emindi. Zekasına, yeteneklerine ve tutkularına ihanet ederken bu çocuk onu görmüş, ama elevermemişti. Aralarındaki gerginlik bu yüzdendi belki de. Sanki yalnızca tebdil-i kıyafet dolaştığında kendisini güvende hisseden bir sultandı da, ne giyerse giysin bir tek bu çocuk onu görür görmez tanıyor ve "niye giydin bu saçmasapan kıyafetleri" der gibi bakıyordu. Konuşmuyordu.
Tanınmak, gizlenememek, bilinmek, yalan söyleyememek ya da söylense de inanılmaması... Bize inanmayan biri çeker bizi. Onu ikna etmek zorundayız. Onun bize inancı, bizim kendimize olan inancımız haline gelir. Sırtını dönüp gitse peşinden gideriz.(3) Peşinden gidemeyecek kadar gururlu ve unutamayacak kadar keskin hafızalı isek yavaş yavaş ölürüz. 'Ölüm' hayatımızın bir noktasından başlar ve ölene dek sürer. Çok yaşamışızdır... aşırı...

10
Dışarıda yağmur yağıyor. Daha önce bu köyün hiç görmediği kadar şiddetli bir yağmur... Nâsır artık düzenli olarak yazıyordu. Çoğu zaman oğluna hitap ediyordu. Hem de "dostum" diye...

"Dostum benim,
sevgili yerçekimim,
ne kadar yükselsem
o kadar hızla düşüp
çarptığım...
dağıldığım...
görmüyor musun üç yanım ateş
çok kederli bir akrebim ben
haydi tamamla çemberimi"

Kapı çalındığında Şıh Nâsır her zamanki titizliğiyle önce kağıdın altına tarih attı. Kalemin ucundaki mürekkebi bir kağıtla silip yana bıraktı. Kapı sadece iki kez vurulmuş, sonra da gelen misafir sanki Nâsır'ın titizliğini bilirmiş gibi beklemiş, bir kez daha kapıyı vurmamıştı. Nâsır kapıyı açtı. Bu gelen misafire şimdiye kadar gülümseyerek kapıyı açan tek kişi herhalde Nâsırdı: "Hoşgeldin Ebu Said, buyur geç." İşte Şıh Nâsır da Ebu Said'i o gün sevdi.
(1) Bu 'bir tavuk için birbirini boğazlama' meselesi şimdiki evliliklerdeki "bardağın yeri" temelli kavgaları ne kadar andırıyor değil mi? Galiba o zamanlar köylerde herkes herkesle zorunlu olarak evliydi de ondan. Küçücük bir kâinatları vardı ve burada mutlu olmak istiyorlarsa düzenli yaşamaları gerekiyordu. Yani tavuk durması gereken yerde durmalı; su, ölçülü akmalıydı. Bu düzen kusursuz işlerse herkes mutlu olabilirdi. Dolayısıyla bir öküzün haddini aşıp otlaması gereken yeri iki karış geçmesi, doğrudan doğruya köyün kolektif mutluluğuna yönelmiş bir tehditti. Yoksa insanlar bir tutam ot için kavga etmezler. Söz konusu olan son derece nazik evrensel bir uyumun bozulma tehlikesidir. Aynı 'bardağın yeri' gibi... "orada" değil de, kutsal uyuma bir tehdit abidesi gibi "şurada", üstelik dimdik duran o katil bardak... Şıh Nâsır'a dönelim...
(2) Körler ülkesiydi gerçekten. çünkü her birinin komşununkiyle karışabilecek bir sürü tavuğu ve yanlış yerde otlama ihtimali yüksek öküzleri vardı. Herkesin bir diğerinin yanındaki defteri kalabalıktı.
(3) Bazı uzun ilişkilerin biraz daha uzun sürmesinin sırlarından biri de budur. İki kişi de birbirinin yalanlarına inanmamaktadır. Birbirlerinden kaçacak bir delik kalmamıştır. Onları bir arada tutan bu suç ortaklığıdır. Ama mutlu da olmazlar. İki de bir ortaya bir "katil bardak" çıkar, kavga edilir, uzlaşılır.

İçindekilere geri dön