21. Sayı
Bahçesinde palmiyeler, iri gövdeli, kozalaklı çam ağaçlarının bulunduğu o eski
eve girmeye hiçbir zaman cesaret edememiştik. Artık bakımsızlıktan neredeyse
yıkılmak üzere olan bu evin, kime ait olduğunu, neden kimsenin kullanmadığını her
zaman merak ederdik.
Şimdi perdelerinin hiçbirini açmadan, koltuklarda bile oturmadan, gözlerimize o eski
gümüş sürmeliklerden çıkardığımız sürmeleri çekiyoruz. Eski, tozlanmış
aynada yüzümüz kadar açtığımız silinmiş, ışıltılı bölümde gözlerimize
bakıyoruz. Eskimeye çalışıyoruz, bu eve her girişimizde. Kimin olduğunu biliyoruz,
neden kullanılmadığını da. Ama eve girdiğimizi kimseye söylemiyoruz. Yalnızca o ve
ben biliyoruz o eski geçidi. Bir gün birilerine yakalanmaktan da ölesiye korkuyoruz.
Yine de haftada en az üç kez bu korkuyu göze alıp giriyoruz. Ben en çok kütüphaneli
odada yerde oturmayı seviyorum. Perdeleri hiç açmadığımızdan gündüzleri dahi mum
yakıyoruz. Gece girdiğimizdeyse -bu yalnızca bir defa oldu- mum yakmayı göze
alamadık, dışardan birileri ışığı farkedebilirdi çünkü. Bir süre sonra ona
alıştık. Öyle ki artık tek tek gittiğimiz bile oluyordu. Kütüphaneli odada
otururken o eski ciltli kitaplardan alıyor, şiirler okuyorduk. Tabii dilimizde
yazılmış şiir bulabilirsek. Gözlerimize mutlaka sürme çekiyorduk, artık gümüş
şamdanlardan mumlar sarkıtlar biçiminde akıyor, aktıkları yerde dikitler
oluşturuyorlardı. Onları hiç bozmuyorduk.
Her defasında bizi büyüleyen bu ev, yaşamımızın bir parçası haline gelmişti.
Bahçesindeki palmiyelerin altında oturmayı o kadar çok istiyorduk ki... Fakat hiçbir
zaman bunu yapma cesaretini kendimizde bulamadık.
İki sevgiliyiz biz, şimdi o oldukça uzaklarda. Bahçede palmiyelerin altında
oturmamız gibi artık birlikte olmamız da imkânsız. Yine de her gün eve giriyorum,
yeniden kütüphanenin tozlu raflarından bir kitap alıyorum. Hep aynı kitap ve aynı
şiir.
"Işıktan harelerdi gözlerin
parafin kokulu odaların
aymaz karanlığında
ve kuşların kanatları kirpiklerinden
sürmelerin akıyordu, ışıktan
harelerin hüzünlü gülüşleriyle
sürmeler çekiliyordu gözlerimize
hüzün, sevinç, aşk coştukça
coşuyordu
parafin kokulu okumalarda
sürme çekili gözlerin ışıltılı
harelerinde."
Uzanıp uyumak gelmiyor şimdi içimden hiç kirlenmemiş çarşafların üstüne. Ben
yine kütüphaneli odada uyuya kalıyorum. Okuduğum şiirlerin bir de Rumca'sı var
yanıbaşımda. El yazısıyla birileri Rumca'ya çevirmiş. Okuyamıyorum. Hekimlerin
yazısını okumak her zaman zordur zaten.
Artık bu eve böylesine alışmışken, her girişimde, korkudan kendimi birkaç dakika
toparlayamıyorum. İlk geldiğimiz günden beri dört koca yıl geçti. Ev her an
yıkılıp yerle bir olacakmış gibi geliyordu önceleri, ama şimdi biliyorum bu evi
neyin ayakta tuttuğunu. O da sizin gibi kaçtı. Sizinki bir zorunluluktu, onunki bir
tercih. Mahzendeki mumları, sürme şişelerindeki sürmeleri hâlâ tüketemedim. Ara
sıra mahzenden çıkardığım birkaç şişe şarabı sokağımızdaki bakkala
satıyorum. Ama bunu yaparken oldukça geriliyor, utanıyorum. Bakkal bu eski şaraplara
çok para veriyor. Her defasında bunları nereden bulduğumu öğrenmek için binbir
türlü yol deniyor.
Evet doktor, herşeyi biliyorum. Senin gidişin de onun gidişi de beni şimdi daha
derinden sarsıyor. Resimlerinden artık yüzünü tanıyorum. Onun yüzünü hatırlamak
için resimlere bakmama bile gerek yok. Herşey öylesine karışık ki, yine kendileri
gibi olmayanı, kendileri gibi düşünmeyeni ortadan kaldırmak için ellerinden geleni
yapıyorlar. Yeryüzünde kendilerinden olmayana tahammül edemiyorlar. Oysa bu kasabada
ne çok insanı yeniden yaşama döndürdüğünü biliyorum artık. Hiç kimse bu evin
kime ait olduğunu hatırlamak istemiyor sanki. Sorduğunda tek yanıt alabilirsin:
"yaşlı bir doktordu, göçtü. Ev böylece duruyor". Oysa bu eve bir zamanlar
ne çok insan geliyordu kimbilir. Karısı doğum yapacak olan, gecenin bir vakti nasıl
uyandırıyordu seni, ya da çocuğu zehirlenen... Şimdi, tırnaklarına taş değsin
istemediğin bu insanlar senden söz etmiyorlar.
Evine girdim ve bugün dört yıl oldu. Bir şişe şarap içiyorum. En güzelinden,
gözlerime sürme çektim, gece olmasına rağmen bir de mum yaktım. Çünkü o, parafin
kokusunu çok severdi. Bir senin bu eve duyduğun özlem için, bir de ona duyduğum aşk
için içiyorum. Bu dört yıl, bu ev bana çok şey verdi. Hüzün, coşku, sevinç ve
şimdi nefret... Neden mi? Belki de en çok yaşamak istediğin bu evde şimdi
sessizliğin yaşatılıyor olmasından. Sen ve senin gibi güzel insanlarla bizlerin
birbirine düşman edilmesinden. Biliyor musun, ben senin yaşadığın yerleri
bilmiyorum. Ama biliyorum ki bu ev kadar güzel bir yerde yaşıyorsundur. Çünkü
güzellikleri her zaman senin gibi insanlar yeşertiyor. Kasabadaki en güzel ev hâlâ
seninkisi. Bahçesindeki palmiyeler inatla çığlıklar savuruyorlar. Biraz sarhoşladım
galiba. Yine gözlerimin sürmesi akıyor, mumdan parafin akması gibi.
Bu ilk mektup doktor. Senden alacağım ilk mektupla birlikte perdeleri açıp güneşi
davet edeceğim içeri. Ve içerden parafin kokulu acılar savuracağım bu kasabanın
insanlarının yüzüne. Gözlerime sürme çekip, bahçeyi temizleyip kasabanın tüm
çocuklarına çam fıstıklı helva dağıtacağım. Gözlerine sürme çekip
çocukların, seni anlatacağım. Bana göndereceğin ilk mektubun aynısını ona da
gönder doktor. Belki perdeleri açmama yardım eder. Beraber temizleriz çevreye
saçtığımız hüzünleri, parafin kokulu okumalardan arta kalan sözcükleri yerli
yerine yerleştiririz. Belki gece yorgunluktan hiç kirlenmemiş çarşafların üzerinde
yatarız. Kuşların kanatları kirpikleri, iç içe girer ve uykuya dalar, uyurken
gözlerine sürme çekerim belki.
Belki mektup yerine sen gelirsin doktor, belki utanırlar, Rumca şiirler okuruz beraber,
onlar da bize türküler söyler. Gözlerimize sürme çeker gibi halaylar çekeriz.
Sirtaki yaparız, hadi doktor sen gel, o da gelsin. Kimseler gelmese de biz...