!ktphane.gif (4763 bytes)

21. Sayı

Metis Yayınevi İle Söyleşi

Semih Sökmen ile yayın politikaları, 'kitap'ın oluşumu, kitap-okur ilişkisi üzerine: Semih Sökmen, Bozkurt Leblebicioğlu, Olcayto Art.

Bozkurt LEBLEBİCİO/LU: Metis Yayınevi'nin kuruluşu ve izlediği yayın politikası hakkında bilgi alabilir miyiz?
Semih SÖKMEN: Metis Yayınevi 1982 yılında üniversiteden yeni mezun olmuş bir grup insan tarafından kuruldu. Bu girişimin ardında yatan niyet hakkında şunları söyleyebilirim: Üniversitedeki yıllarda sol muhalefet hareketlerinin içinde yer alan bizler 12 Eylül sonrasında her anlamda sudan çıkmış balığa dönmüştük. Sorgulanacak, düşünülecek yığınla şey vardı. Dönemin kaygılarından, sıkıntılarından, düşünce ve tartışmalarından hareket ederek kitaplar yapmak, çevirmek üzere kitaplar aramak, kendi adımıza toplumsal olarak çok uygun bir faaliyet olarak göründü.
Kitap yayıncılığının kendi bünyesinden gelen bir avantajı da var: küçüklüğünden ötürü özgür ve özerk kalabilmek mümkün. Örneğin gündelik basın ya da televizyon yayıncılığı gibi irilikten gelen bağımlılıklar söz konusu değil. Diğer yandan bu küçüklüğü, başarılı kitaplarla son derece etkili bir mecra haline çevirmeniz de mümkün: çünkü kitapların başarısı aslında sadece okur ve satış rakamları değildir, daha çok zihniyetler dünyasına yaptıkları etkidedir. Yani bu dünyayı kuran ve üreten yazar, sanatçı, bilimci, gazeteci, oluşturduğu topluluğu nasıl etkilediğinde, onların önüne hangi soruları getirdiğinde, getirebildiğindedir.
Yayın politikasına en benzer şey bu galiba: Sorular sormak, önyargıları sarsmak, değişmez doğrular sanılanları sorgulanabilir, tartışılabilir kılmak. Bana inanç toplulukları hiç cazip gelmemiştir; tam tersine eleştirel akıl ve bunun sanat yoluyla ifade bulması hep ilgimi çekmiştir. Sanıyorum 16-17 yıldan sonra hâlâ işimi severek yapıyorsam, bu işin bana bu olanağı sağlamasındandır.
Kitaplarımızın sayısı arttıkça bazı diziler ayrışmaya başladı. Genelde hem edebiyat hem edebiyat-dışı kitaplar yayımlayan bir yayıneviyiz. Ancak Yaşadığımız Dünya (dünyadan güncel olgular etrafında araştırma, inceleme kitapları ya da deneyime ağırlık veren anlatılar) Siyahbeyaz (Türkiye konulu güncel inceleme, araştırma), Kadın Araştırmaları (sosyal bilimler içinde kadın konusunda uzmanlaşmış bir dizi) Ötekini Dinlemek (Psikiyatri ve psikanaliz kuramına uzmanlaşmış bir dizi) vb. alt bölümlemeler de var.
Olcayto ART: Daha çok çeviri ekseninde mi yayıncılık yapmayı düşündünüz?
S.S.: Yayınevinin ilk zamanlarında öyleydi. Bildiğiniz gibi o dönem kültürel üretim açısından hayli durgun bir dönemdi. Onu takip eden beş altı yıl gibi bir dönem için de aynı şey söylenebilir. Sonra giderek çeviri kitaplar bize yetmemeye başladı. Çünkü sonuçta dünyada üretilmiş her türlü metin kendi mekânlarına, kendi coğrafyalarına bağımlıdır. Dolayısıyla çeviri kitaplardan duyacağınız yayıncılık zevkinin bir sınırı var. Bu yüzden telif kitaplara ilgimiz arttı, bunları aramaya, peşinde koşmaya başladık, ama elbette aradığımızı her zaman bulamadık, ya da bulduklarımız bizi tatmin etmedi. Ama sonuçta çeviri olsun, telif olsun çok sevmediğimiz, heyecanlanmadığımız hiç bir iş yapmadık.
O.A.: Metis kelimesi bildiğim kadarıyla Fransızcada, kırma, melez anlamlarına geliyor. Bu anlam sizin yayımcılık anlayışınıza da denk düşüyor sanırım. Çeviri yayımcılığında önemli başarılara imza attığınızı görüyoruz. Aynı başarıya yerli ürünlerde de ulaşılabildiniz mi?
S.S.: Metis kelimesi birbiriyle uzak yakın bağları bulunan bir dizi anlama sahip. Bütün Latin kökenli dillerde "melez", "piç" anlamına geliyor. Metis mitolojide bilgelik tanrıçası; ama aklı biraz şeytani, kurnazlığa çalışan bir bilgiyi taşıyan, yani iktidarda olan bilgiyi değil, tersine onunla başetmeye dair bilgiyi taşıyan bir bilgelik tanrıçası. Ama işin ilginç yanı Zeus, karısı Metis'i yer ve mitolojide bilgelik tanrıçası olarak bildiğimiz Athena'yı doğurur; bir yorumla, ilksel bilgi iktidar tarafından soğurulmuş, evcilleştirilmiş, denetim altına alınmış halde Athena olarak yeniden doğurulmuştur. Bu ismi ulvi anlamlar atfederek seçmemiştik; ama doğrusu bir tür sezgiyle, biraz da farkında olmadan, kendimize çok yakışan bir isim almışız. Çünkü yıllar geçtikçe ve yeni yeni kitaplar yaptıkça bu isimle yayınevinin kimliği arasında şöyle bir çakışma oldu ki doğrusu bundan bahsetmek hoşuma gider. Türkiye'de dikkat ederseniz birbirinden çok farklı çevreler hep bir öze, değişmeyen, başkaları karşısında dirençli bir özgünlüğe atıfta bulunuyorlar. Aslında bütün dünyada da belli bir yaygınlık taşıyan kültürcülük, sanki Türkiye'de daha da dirençli bir varlığa sahip. Yani İslamcısı da öyle yapıyor, Milliyetçisi de; sol düşünce içerisinde de böyle güçlü bir zihniyet yapısı var. Şeylerin, kavramların, kurumların sanki geçmişte saf altından bir özü varmış da, onu diyelim ki yabancı müdahalelerden, çeşitli bozucu etkilerden korumak gerekiyormuş gibi davranılıyor; çok güçlü, çok savunmacı bir duygu bu... Dolayısıyla böyle bir zihniyet bloğuna dönüp, düşünce melezdir, edebiyat melezdir, saf hiç bir bütünlük yoktur, saf ırk yoktur, başkalarından etkilenmemiş tarih ve kültür yoktur demek hoşumuza gidiyor. Metis isminin bu düşüncemizle örtüşmesi bence çok güzel.
Sorunuzun ikinci kısmı, telif kitapların nasıl karşılandığı. Sanırım yayınladığı başlık sayısına oranla en etkili olan yayınevlerinden biriyiz. Hemen aklıma gelen örnek Ruşen Çakır'ın Ayet ve Slogan ve Nilüfer Göle'nin Modern Mahrem kitapları, siyasal İslam'daki olağandışı gelişmeyi ve ilgili problemleri çok erken bir zamanda öngörmüş olan araştırmalarıdır.
O.A.: Siz aynı zamanda Metis Yayınevi olarak, on iki yıllık bir geçmişi olan Defter dergisini de yayımlıyorsunuz. Defter dergisi kanaatimce yayımladığı bütün yazılarda özellikle soru soran, iğneleyen, gıdıklayan, yani meselenin tartışılan haline dışardan bakabilen anlayıştaki ürünlerden oluşuyor. Az önce çizdiğiniz genişlik içinde Defter dergisinin de önemli bir yeri olduğunu söyleyebilir miyiz? Defter dergisi, sizin hedeflerinizden biri miydi?
S.S.: Başlangıç olarak bir buluşmaydı, tam bir Metis projesi değildi. Ama sanırım Defter dergisini var eden kişilerin tümü demin sözettiğim kaygı ve düşünceleri paylaşır. Şöyle söyleyebiliriz: Karşısında onu bozmak, dağıtmak, bütünlüğünü parçalamak için soru sorulamayacak hiçbir şey yoktur hayatta. Dolayısıyla Defter dergisi inançlı bir dergi değildir, bütünlüklü, kesin doğrular zikretmez. Yani inançlı olmak değil, bütünlüklerin ya da sözümona bütünlük olduğu varsayılan şeylerin, ideolojilerin, düşünce kalıplarının karşısında soru sorarak, onu bozarak yeniden anlamlandırarak, nefes aldırmaktır meselesi...
O.A.: Yayıncılık günümüzde aşağı yukarı belirli ticari hedeflere de yönelmiş durumda. Bu durum çoğunlukla okur zihninde yayınlanmış olan ürünün önüne geçen olumsuz bir etken, işte vitrin düzenlemeleri, dağıtım pazarlama sorunları da kaliteli ürünlerin-kitapların istenilen nitelikteki okura ulaşmasına engel olabiliyor. Gerçi siz biraz araladınız bu konuyu ama, yayıncılığın siyasal anlamda da bir yüklemi var mı?
S.S.: Tabii ki var. Şöyle kuruyorum ben bu ilişkiyi: Sıklıkla kitapların satış rakamlarının düşük olduğu söylenir. Bu da kitapların etkisini şaibeli kılar. Ama şöyle de düşünebiliriz. Sosyal bilimler, felsefe, tarih gibi alanlarda yayınlanan kitapların yayıncılığın ve okuma oranlarının yüksek olduğu Batı toplumlarında da satış oranları bizimkinden yüksek değildir. Bu kitaplar yine 2000-3000 civarında kalıyorlar. Ama asıl tuhaf olan bir şey var; Türkiye'de asıl, popüler kültür öğesi sayılabilecek, daha geniş nüfusların okuyabileceği kitapların tirajları çok düşük. Mesela polisiye bütün dünyada popüler bir edebiyat türüdür. Metis Yayınevi olarak polisiye yayımlıyoruz. Ama polisiye diğerlerinden daha iyi bir tiraj yapmıyor. Dolayısıyla bir Avrupa ülkesi, -diyelim bir Belçika gibi- bir çekirdek var Türkiye'de. Okuma işi onun içinde dönüyor. Bir de onun dışında, daha okumayla bağ kuramamış, ya da kurmasına izin verilmemiş veya okumaya yatkınlık kazandıracak nitelikte eğitim almamış/alamamış çok daha geniş bir nüfus var. Bu açıdan bakıldığında Türkiye'de kitaplar hiç de az satmıyor. Bu konudaki olumsuz kanımızı değiştirebiliriz. Kitapların toplum üzerinde yarattığı etki, gazete okurunun gazete satışı ile orantısı-etkisi gibi değerlendirilmemeli. Kitapların bir ülkenin fikir dünyasına şekil veren ya da en azından anahatlarını çizen kesime hitap ettiği düşünülürse gerçek potansiyellerini daha doğru saptayabiliriz. Kitaplar bir vuruşta hayatlarımızı değiştiremez. Ama toplumda önyargı haline gelmiş bir bakışı, zihniyet tarzını yerinden oynatabilir, kımıldatabilir. Ama aniden değil, yavaş bir etkiyle... Onun tartışılmasını sağlayarak, soru sordurtarak bunu yapabilir diye düşünüyorum.
O.A.: Metis Yayınevinin yayınlandıktan kısa bir süre sonra yankı bulan kitaplar yayınladığını da görüyoruz. Max Horkeimer'in Orhan Koçak'ın çevirisi ve önsözüyle yayınlanan Akıl Tutulması kitabı aklıma geliyor. Sizin söylediğiniz gibi kitabın az ya da çok satması kitabın niyetiyle, kendi maksadıyla karşılaştırılmamalı. Benzer örnekler verilebilir mi?
S.S.: Verdiğiniz örnek, bizim çok titizlendiğimiz bir yaklaşıma işaret ediyor. Biz "kültür" olsun diye kitap yayımlamıyoruz. Gerçek bir sorudan, bizi doğrudan ilgilendiren problemli bir alandan hareket ederek kitap yayımlıyoruz. Yani önce sorular, sorunlar var. Orhan Koçak'ın Akıl Tutulması'na yazdığı önsöz, benim için çeviri bir kitabı Türkçe'de sunarken uygulanacak doğru yaklaşım açısından çok iyi bir örnek. Çünkü bu önsöz sahici bir önsöz. Gerçekten kitapta yazılanları mesele edindiği için, kitaba öyle yaklaştığı için daha anlamlı bir önsöz. Okur da bunu cevaplamıştır. Sizin de hatırladığınız gibi, kitabın kendisi kadar önemsenmiş, okunmuştur.
O.A.: Neticede konuyla ilgili başka kitaplarda da bir çok önsöz yazılmıştı. Sanırım bir kitabın daha doğrusu çevirinin yayınlanmasında önsöz ciddi bir gerekçelendirme olmalı.
S.S.: Tabii şu da var, yazarın belirli kaygılarla yarattığı ürün başkalarını da aynı şekilde o kaygıya davet ediyor, kaygının içine sokuyor, hakikaten kitabın anlamlanmasına neden oluyor. Bizim için "çok" yayımlamak, "parlak" şeyleri yayımlamak bir anlam taşımıyor. Biz düşünmeyi gerçekten seven okurla, insan deneyimlerine karşı duyarlı ve meraklı olan insanlarla konuşabilmek istiyoruz.
Son 10-15 yılın kültürel havası içerisinde yaygınlaşmış bir hata var: Düşünce başkalarına gösterilecek, sergilenecek bir eda, üslup ya da niyet değildir. Severseniz düşünürsünüz, problem edinirseniz düşünürsünüz. Mesela entelektüelliğe karşı, düşünceye karşı nerdeyse faşizan bir vurgu da içeren "entel" lafıyla kendini açığa vuran bir zıtlaşma var ya, aslında bunu davet eden karşı bir jest var ortada. Yani her önüne gelen şeyi boşyere entelektüelize etmek gibi. Ama teori bir jest değildir. 'Başka insanları, ancak gerçekten sorgulayan bir kafa kışkırtabilir' diye düşünüyorum.
O.A.: Yayınladığınız kitapların okur üzerindeki etkileri ve eleştirileri size ulaşıyor mu? Böyle bir kanal var mı? Yayınevi olarak okurun tepkilerini gözlemleyen bir organizasyonunuz var mı?
S.S.: Doğrusu özel bir şey yok. Ama elbette fuarlar, tepki ve değerlendirmeler, mektuplar, yüz yüze görüşmeler var. Ben yayıncılığın, herhangi bir yayınevinin kendi kitaplarına özgü bir okur hazırlama işi olduğunu düşünüyorum. Yani yavaş yavaş çeşitli kitaplarla, kendinize has bir okur oluşturuyorsunuz. Kimi kitabımızda daha daralan, çekirdek bir okurla, kimi kitaplarda liselilere kadar genişleyen bir halka... Bu halkanın toplamına bakıp 80-85 yılları arasıyla, bu günü karşılaştırdığımızda bugün çok daha iyi durumda olduğumuzu düşünüyorum. Bizim dilimizi anlayan çok sayıda insan olduğuna inanıyoruz. Çabamıza böyle bir cevap alamasak gönül rahatlığıyla bu işi yürütemezdik. Bir misyon işi değil bu, yani bir aydınlatma misyonu değil. Etkileşimle kurulabilecek bir iş bu... Kuşkusuz aynı zamanda bir ticaret konusu. Konuşmamın başında özerklikten söz etmiştim. Bir özerkliği ayakta tutmanın ilk koşulu, kendi iktisadi bünyenizi kurabilmektir. Dediğim gibi, okurdan bu cevabı alamasaydık devam etmezdik.
O.A.: Reklam ve tanıtım sektöründe, vitrin manipülasyonunun kitabın niteliğinin önüne geçtiğini görüyoruz. Bu durum okurun tercihlerini sınırlandırmanın yanı sıra, onu vitrinde önde duran ya da iyi tanıtılan kitaplara yöneltiyor. Siz bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
S.S.: Bu fikir genelde doğru olmakla birlikte mutlak değil. Piyasalaşmış "kapitalist" bir sektör olarak Türkiye'de henüz kitap yayıncılığından bahsedemeyiz. Bunun işaretleri ve hevesleri var, bu yönde girişimler var. Açıkçası kitap yayıncılığı geniş çaplı kâr olanaklarına sahip bir niteliğe gelse, önemli sermaye gruplarının anında bu işe seferber olacaklarını düşünüyorum. Bu gerçekleştiğinde, tabii eğer gerçekleşirse, aynen Amerika ve Batı Avrupa'da olduğu gibi çok daha net bir meta-kitap algısıyla karşılaşacağız. Yani şu anda gördüğümüz fotoğraf aslında habercisi olduğu şeyin başlangıcıdır ya da değildir. Doğrusu bundan emin olamayız. Belki de yeni elektronik iletişim ortamları nedeniyle, yeni malumat ve bilgi yayıcılar nedeniyle kitap yayıncılığı hep bu haliyle, biraz güdük kalacak.
Buna rağmen sorunuz yine de anlamlı. Kendi açımızdan değerlendirirsem; biz de kitaplar için ilan veriyoruz, tanıtmaya çalışıyoruz. Elbette vitrinde bulunsun istiyoruz. Bilinsin, görülsün ve seçilsin istiyoruz. Ancak bildiğiniz gibi bunlar kapitalizme özgü şeyler değil, basit pazarcılıkta, esnaflıkta zaten varolan şeyler. Yine çok açık ki reklamcılığın altında bir çarpıtma var. Yani tanıtım yaparken ürün hakkında bilgi verdiğiniz gibi bir büyüleme işi de yaparsınız. Gerçekleri çarpıtırsınız. Bu konuda biz şöyle bir dikkat gösteriyoruz: Kitaplıkta durması için kitap satmıyoruz. Bir kitabın arka kapağını düşünün. Kitapla hiç alakası olmayan şeyleri yazarak okuru kandırabilirsiniz. Yani kitabı olduğundan farklı tanımlayarak satabilirsiniz, ama okutamazsınız. Ve eğer bunu bir kaç defa yaparsanız, insanların güveni kalmaz. Sorun doğru ilgilerle doğru kitapları buluşturabilmekte. Tanıtım, kitabı eline alan okura hakikaten o kitabın kimliğini yansıtmalı.
Şu nokta bence çok önemli. Yazarın yazdığı şey kitap değildir, yayınevinde hazırlanan şey de kitap değildir. Bir kitap ne zaman kitaptır? Onu okuyan, okuma işiyle kitaba katıldığı zaman kitaptır. Yani sizin kitabı yayınlamakla işiniz bitmez. Ama onu okuyanlar da aktif birer öznedir, okuyarak onu yeniden anlamlandırıyorlar ya da okumamakla, rafa atmakla belirleyici oluyorlar. Dolasıyla kitap dediğiniz şey okur okuduktan sonra olan şeydir. Elbette kapitalizm mallara bu gözle bakmaz. Bu yüzden de bir körlük taşır. Kapitalizm için satın alan yalnızca bir tüketicidir, şöyle veya böyle bir tercihte bulunmuş, malı satın almıştır.
Kitabın üretiminde yazarı var, çevirmeni var, sonra ben varım yayıncı olarak, verdiği reklamla, sunduğu tarzla, kapak tasarımıyla, özenliliği ya da özensizliliği ile yayıncı var. Ondan sonra okur var. Ancak okurun katılmasıyla ortaya bir anlam çıkıyor, kitap gerçekten kitap oluyor. Dolayısıyla reklama, ben kendi açımdan daha masum bir anlam yüklemiş oluyorum. Sonuçta reklama, okura kitapla ilgili mesajımı, onu neden önemsediğimi aktarmanın bir yolu olarak bakıyorum.
B.L.: Konu açılmışken okuyucu profiliniz hakkında neler söyleyebilirsiniz? Daha çok üniversite öğrencileri, akademisyen çevreleri mi?
S.S.: Şöyle bir profil olsa gerek; üniversiteli ya da üniversite mezunu kişiler. Bazı kitaplarla lise öğrencileri de katılabilir. Sonra "okumanın faziletleri" üzerine öğüt dinlemekten ziyade, anababalarını okurken görmüş insanlar; onların okumayı şahsen önemsediklerini, okumaktan zevk aldıklarını hissetmiş insanlar. Ağırlıkla kentli insanlar ve bunların içinde de eğitimin niteliğinin görece yüksek olduğu eğitim kurumlarından yetişmiş insanlar. (Burda yine önemli ve çetrefil bir noktaya geliyoruz: Nüfusla okuma oranını karşılaştırmanın yanlışlığı bir kez daha ortaya çıkıyor. Çünkü Türkiye'de eğitimle ilgili sayısal veriler gerçeği yansıtmıyor; sayılar standart bir eğitim kalitesini baz almıyor. Yani niteliksiz eğitim almış büyük sayılar kitap okuma alışkanlığı için bir şey ifade etmiyor. Türkiye'de yaygın anlamdaki eğitimin kişiyi okumaktan alıkoyduğunu, soğuttuğunu söylemek daha doğru olur.)
B.L.: Piyasa koşulları göz önüne alındığında yayımcılığın ticari kazanç açısından pek de tatmin edici bir iş olmadığını görüyoruz. Sizin yayınevinizin ticari durumu nedir?
S.S.: Yayıncılığın ticari açıdan tatmin edici olmadığı tam olarak doğru değil. Bugünkü yayınevleri kendi iktisadi yapılarını 2000-3000 tiraj rakamlarına uyarlamış haldeler. Dolayısıyla bu tirajın aşıldığı durumlarda, ki bu hiç de sanıldığı kadar ender değildir, yayınevinin gelirlerini artırması mümkün. Metis Yayınevi ticari bir işletme, herhangi bir dış kaynakla ayakta durmuyor. Tamamen kitap satışlarıyla hayatını sürdürüyor ve bunu becerebilen benim yakınen bildiğim bir sürü yayınevi var. Kuşkusuz bir sürü sorunumuz var, ama Türkiye'de sorunsuz bir üretim alanı biliyor musunuz? Ya da şöyle diyelim; paranın faizle daha fazla kazandığı bir ekonomide, herhangi bir üreticinin sorunsuz olması düşünülebilir mi?
Biz seksenli yıllarda kurulmuş bir yayıneviyiz. O zamanki iktisadi ortamda başlamış olmanın bir avantajı var. Mesela bizim başladığımız şartlar içerisinde bir yayınevinin günümüzde başlayabilmesinin ve hayatını sürdürebilmesinin çok zor olduğunu düşünüyorum. Çünkü, şimdi Türkiye daha çok para ekonomisine dönük bir iktisadi durum arz ediyor. Ayrıca o yıllarda toplumdaki bazı dayanışmacı, yardımlaşmacı anlayışların telafi edici yanı da giderek ortadan kalkıyor. Örneğin Metis için biz birçok insanın gönüllü, karşılıksız yardımını, desteğini aldık. O dayanışmacı ilişkilerin şimdi kurulması bugünün koşullarında daha zordur diye düşünüyorum. Bugün yarı amatör / yarı profesyonel başlayan bir yayınevinin başarılı olması sanırım daha zor.
Yayıncılıkta lokomotif kitap dediğimiz kitaplar vardır; onlar yayıncıya mali kaynak oluşturur. Lokomotif kitapların satışı, yüksek kitapların kazancıyla daha dar satışlı kitaplarınızı finanse etme olanağına kavuşursunuz. Bu yolla sevdiğiniz fakat satışından emin olamayacağınız kitapları da yayımlayabiliyorsunuz.
B.L.: 82'den bu yana kaç kitap yayınlayabildiniz?
S.S.: Yaklaşık 350 başlık. Ancak bu rakamın neredeyse %95'i aslında 1988 sonrasıdır.
O.A.: Sizin tahmin etmediğiniz ölçüde yankı bulan kitaplar da oldu mu?
S.S.: Evet. İlginç bir örnek Peter Handke'nin Solak Kadın'ı. Handke çok saygın, nitelikli bir yazardır. Yılda 3 tane oyun, 5 tane öykü kitabı, 2 tane şiir kitabı bir de film senaryosu yazan üretken bir yazardır. Ama hiç bir zaman tirajı yüksek bir yazar değildir. Yani bu kitapları okuyanlar belirli bir kümeyi oluştururlar. Yaygın okunan bir yazar değildir. Solak Kadın'ın Türkiye'deki satış rakamları Alman yayıncısını çok şaşırtmıştı. Çünkü Almanya'dan çok daha fazla bir satışı vardı. Sanırım nedeni o dönemde kadınların hayatına dair veya kadınların toplumdaki yerlerine dair kitapların genelde yoğun ilgi görmesi. Solak Kadın'ın da o dalgaya oturduğunu düşünüyorum...
Bir de değinmek istediğim bir nokta var: Kitabın bir çeviri kitap olması Türkiye'de yayıncının riskini görece azaltıyor. Okurun algısında Batılı yazar, çoğu zaman rüştünü ispatlamıştır, geçerlidir, iyidir, güzeldir, üstündür, baskındır, egemendir, hegomoniktir. Yerli yazar daha baştan böyle bir zihniyet bariyeriyle karşı karşıya... Çeviride yayıncı açısından daha kolay, daha hazır bir şey var. Çünkü çeviri kitaplar üstün, farklı, egemen bir dünyadan düşmüş oluyor bu coğrafyaya. Bu, içselleştirilmiş bir şarkiyatçılık olsa gerek.
B.L.: Haklısın. Mesela yabancı dil dersi veren yabancı bir hocanın aynı dersi veren yerli bir hocaya nazaran piyasa raici daha yüksek oluyor. Belki yerli hoca daha iyi öğretiyor ama daha dar piyasada daha düşük ücretle çalışıyor. Bir de korsan yayıncılar meselesi var. Korsan yayıncılar nasıl devreye giriyor? Daha ziyade çok satan kitaplarda mı oluyor?
S.S.: Demin söz ettiğim var olmamızda çok önemli olan, lokomotif kitap dediğim, satışları yüksek olan kitapları kopyalıyorlar. Okurun bir kısmı da bu kopyalama kitapların kalitesi düşük de olsa "daha ucuza alıyorum" diye düşünüyor. Fakat bunun bizler için inanılmaz öldürücü, yıkıcı bir yanı var. Yayınevleri iyi satışı olan kitaplarla ayakta duruyor ve bunlardan gelen gelir sayesinde yeni kitaplar üretebiliyor, bu sayede belirli riskleri alabiliyor. Dolasıyla bu kitaplardan elde edeceğimiz gelirin kaçması, yayınevlerinin son derece aleyhine olan bir şeydir. Bizim bu paraya ihtiyacımız var. Neden? Sonraki senemizi, ondan sonraki senemizi garantileyebilmemiz için.
B.L.: Yüzde olarak nasıl etkiliyor, korsan kitaplar? Tahmin etmesi zor tabi.
S.S.: Önceki dönemlerde, mesela 50'lerde, 60'larda belki 70'leri de dahil edebiliriz, kitap yayıncılığından para kazananlar bir süre sonra bu sektörden parayı kaçırıp başka yerlere yöneltmişlerdi. Yani güvenmedikleri için, diğer alanları daha kârlı, spekülatif buldukları için, kazançlarını yine bu sektöre yatırmak ve güçlü kuruluşlar oluşturmak yerine başka alanlara kaçmışlardı. Şimdi ilk kez bu dönemde yayınevlerinin kurumlaşması yönünde küçük de olsa kimi şanslar ortaya çıktığında korsancılığın da peydahlandığını, yaygınlaştığını görüyoruz. Bu durumda yayıncılığın beslenmesi imkânsız. Böyle olduğunda, korsancılığın önü alınmadığı için, tabii ki bu para sektöre yatırım olarak girememiş olacak. Önümüzdeki on yılda bu dönemin sağladığı imkanlarla daha geniş çaplı işler yapılabilecekken bu mümkün olmayacak. Ama tabii biz kitap yapamazsak korsanlayacak kitap da bulamayacaklar.
O.A.: Zamanla bir de korsan kitap arayıcısı oluştu.
S.S.: Tabii. Kendine bir talep de yarattı.
B.L.: Onların fiyatları, sizin fiyatlarınıza oranı ne oluyor? Yarı yarıya mı oluyor?
S.S.: Yarı yarıya oluyor aşağı yukarı. Tabii, şunun etkisi var; Mesela 5-10 yıl önce eğer yayın tarihleri çok yeni değilse çeviri bir çok kitapta uluslararası anlaşmalar gereğince copyright ödeme yükümlülüğümüz yoktu. Gelişmekte olan ülkelerde kültürel üretimi destekleme mantığıyla Bern Sözleşmesine dayanan bir haktı bu. Son dönemde yeni yasalarla bu durum ortadan kalktı. Ayrıca yazar teliflerinin ve çeviri ücretlerinin ödenmesi de daha disiplinli, daha düzgün bir hal aldı. Bu sayede giderek meslekte bazı normlar oluşturabilmeye başladık. Maliyetleri önemli ölçüde artırmasına rağmen, bu zaten bizim çok arzuladığımız bir şeydi. Nasıl olmasın ki? Çünkü yazar ve çevirmenlerle birlikte yapıyoruz biz bu işi. Kitap üretiminin en temel öğesi onlar. Bu sayede onların gelirleri de daha makul seviyelere geldi. Zamanla Tahtakale esnaflığı tarzı terk edilmeye başlandı ve bir takım mesleki normlar oluşmaya başladı. Bu süreç kitap fiyatlarına da yansıdı.
Yılda yüzde yüz enflasyon olan bir ülkede yaşıyoruz ve bu nerdeyse on yıldır devam ediyor. Şimdi kitap fiyatını bu maliyet kalemleri olmadan, kağıt ve basım giderleri olarak düşündüğünüz zaman hakikaten korsancılar gibi kitap üretebilir ve satabilirsiniz. Hatta rahatlıkla söyleyebilirim ki ben daha ucuza maledip satabilirim. Onlar bizim ödediğimiz kalemleri, ki bunlar döviz üzerinden ödenen kalemlerdir, ödemiyorlar. Vergi de ödemiyorlar. Sadece kağıt ve baskı parasıyla kitap imal ediyorlar.
Bu problemleri çözecek yasalar var. Ancak asıl sorun, başka konularda da olduğu gibi, yasaların uygulanması ve adli sonuçlar alınmasıyla ilgili. Yine de son yıl içindeki çabalarımızla korsancılığın önünü önemli ölçüde kesebildiğimizi düşünüyorum. Daha da önemlisi insanların önemli bir kısmına meselemizi anlatabildik, öncesine kıyasla okurun bu konuya çok daha duyarlı olduğunu düşünüyorum.
B.L.: Bilimkurgu dizisi piyasa ihtiyacından mı doğdu ve bunun okuyucusu ne oranda?
S.S.: Çok istikrarlı bir okuru var. Bu alanda önceki yıllarda daha kısmi anlamda yapılmış işler vardı. Bilimkurgunun edebi bir tarz olarak bir imkân yarattığını düşündük. Kitapların seçiminde de bize özgü bir yaklaşım fark edilebilir. Dizinin editörlüğünü Bülent Somay yapıyor. Bir çok kitapta bazı sosyal teorilerle, sosyoloji ve antropolojiyle uzak yakın bağlar var. Yani yazar ve kitap seçiminde temsil edici nitelikte kitaplara yer verildi. Sonuç olarak ortaya, Metis tarzı bir bilimkurgu koleksiyonu çıktı.
B.L.: Yayınevinizin yayımladığı kitap dizileri nasıl ve kimler tarafından seçiliyor, hazırlanıyor? Yayım politikanızda karar alma mekanizması nasıl işliyor? Örneğin piyasada belli konular etrafında oluşan ilgiye göre mi, yoksa kendi tercih ettiğiniz konulara göre mi?
S.S.: Biz bir süredir hoş bir şeyi hayata geçirebilmeye başladık. Kitapları ya da dizi kitapları üç-dört kişiden oluşan bir editör grubu içinde hayal ediyoruz, çalışıyoruz, tartışıyoruz. En az iki, mümkün oluyorsa üç dört kişi bunun etrafında bir bilgi ve düşünce alışverişine girmekle işin daha iyi yapılabileceğini düşünüyoruz ve bunu gerçekleştirebiliyoruz. Kitaplar bir zincirin halkaları gibi. Daha önce yayımladıklarımız yenilerin gerekçesini, mantığını oluşturuyor. Yani bazı düşünce hatları, araştırma konuları var.
B.L.: Başlangıçta daha çok çeviri ağırlıklı kitaplar yayımladığınızı söylemiştiniz. Son yıllarda ortaya çıkan Doğu yazını ya da Doğu düşüncesiyle ilgili kitaplar yayımlamayı düşünüyor musunuz? Yani Batı dışındaki, bu coğrafyaya özgü konularda.
S.S.: Bugün bir Mısırlıyla konuşmak, bir Mısırlı'yı anlamak maalesef Fransızca üzerinden geçiyor. Yani bir Mısırlıyla konuşmuyorsunuz. Bütün çevreler iletişimlerini merkezin üstünden, merkeze bağlı olan halkaları tamamlayarak kuruyorlar. Bu tabii felaket bir şey. Merkezin üzerinden geçmesi demek, merkezin aynı zamanda süzmesi, filtrelemesi ve bunun getirdiği gücü, hegemonyayı elinde tutması demek. Bu sözüm hiç bir biçimde milliyetçilik, Batı düşmanlığı ya da üçüncü dünyacılık olarak algılanmamalı. Bu toplumların birbirlerine bakabilmesi, birbirlerine el verebilmesi, konuşabilmesi, birbirlerini başkalarının dolayımı olmadan tanıyabilmesi anlamında söylüyorum. Mevcut durum tuhaf bir olanaksızlık yaratıyor. Doğu derken kastettiğimiz Ortadoğu Coğrafyası, Hint Coğrafyası, Japon, Çin Coğrafyası ile ilişki kurabilmek biz yayımcılar için de zor birşey. Diğer yandan ilginç bir gelişme de var. Merkezin hegemonyası farklılaşmaya, delinmeye başladı. Bugün edebiyatta olsun, sosyal bilimlerde olsun özellikle söz ettiğimiz coğrafyalardan gelen kişilerin üretimleri bizzat merkezin içinde, geçmiş dönemlere kıyasla çok daha sık ve etkili biçimde görünmeye başladı.
B.L.: Defter dergisinin son sayısında, Saffet Murat TURA ve Kemal SAYAR'ın aynı konu üzerinde farklı yaklaşımlardan oluşan iki ayrı makale vardı, psikanaliz üzerine. Kemal SAYAR Sufizme yaklaşırken, Saffet Murat TURA, daha çok Batı nosyonları ile konuşuyor.
Bu da demin sözünü ettiğin şeylerin bir örneği olabilir aslında.
S.S.: Doğru... ama özcülük demiştim ya, bundan sıyrılabildiğiniz zaman, toplumların farklı simgesel faaliyetlerinde, insana dair yeni bir evrensellik kazanabilmek mümkün. Aslında kendisi de bir yerellik, bir dar görüşlülük olan, Batı merkezli o bildik evrenselcilik yerine, buna maruz kalmış bu deneyimi yaşamış bir yerden, yani bunun getirdiği bir tür olgunlukla farklı bir evrenselcilik formüle edebiliriz. Bugün yaşadığımız zamanı bunun hazırlık dönemi, kozalanma dönemi olarak görüyorum. Yanlış anlaşılmasın; insanlığın simgesel faaliyetlerini hiç bir şekilde küçümsüyor değilim. Hele bir yayıncı olarak nasıl yapabilirim ki bunu? Hayatımızın önemli bir kısmını bu simgeler, diller, insan yaratıları, hayallerimiz, tavırlarımız oluşturuyor. Kitapların bizzat kendisi bunlar zaten. Ancak sözettiğim kültürcü, özcü bakış tarzından sıyrılmak gerekiyor. Böyle bir bakış açısıyla, Kemal SAYAR ile Saffet Murat TURA arasında ilk anda göze çarpandan çok daha fazla ortaklık olduğunu veya ilk anda düşündüğümüz karşıtlıklardan başka karşıtlıklar olduğunu görebilmek mümkün hale geliyor.
O.A.: Metis Yayınevinin yayımladığı yerli yazarların kitaplarından başka dillere çevrilen oldu mu?
S.S.: Evet. Latife TEKİN, Bilge KARASU, Murathan MUNGAN, Nilüfer GÖLE...
O.A.: Peki ciddi bir kontak var mı, Metis Yyayınevinin kurduğu? Ya da Batı da burayı gözlüyor mu, kim ne yayımlıyor diye?
S.S.: Yayınevinden yayınevine kurulan ilişkiler var. Şimdilik daha fazlası mümkün değil. Bu biraz da bizlerin bakışındaki çarpıklıktan kaynaklanıyor. Kültür Bakanlığı, Frankfurt Kitap Fuarı'na gidiyor. O fuarda fiziki olarak var olmak istiyor. Orada imza günleri yapıyorlar, Türkleri toplamaya, kitap tanıtmaya çalışıyorlar vb. Oysa Frankfurt kitap fuarı bir kitap borsası. Bunu anlayabilmiş değiller. İlişkilerin ve bütün bir faaliyet programının kültürden kültüre ya da kültürlerarası diyebileceğimiz bir mantıkla ele alınması gerekiyor. Yani başkalarına dönüp söyleyebileceğiniz anlamlı bir sözünüzün olması gerekir ki, dönüp size baksınlar. Frankfurt Kitap Fuarı'nda devletin standını görseniz ağlarsınız. Dolayısıyla biz yayıncılar Türkiye diye topluca bir varlık gösterme şansına sahip değiliz. Bu yüzden uluslararası ilişkiler ancak kişisel ve münferit bir nitelikte kalıyor.
Batılı yayımcılar, en azından bazıları dünyanın her ülkesine bakıyorlar. Ancak burada çok uğraşılması, çok dikkatli olunması gereken bir şey var: Şarkiyatçılık. Halı, kilim, otantiklik arıyorlar aslında. Bu müzikte de, sinemada da böyledir. Bu da kültürcülüğün tarzlarından birisi. Güya bu kültüre özgü olan, bu kültürü temel alan şeyler arıyorlar. Mesela "Türkiye'de Kadın Nasıl Eziliyor", "Türban", "Kilim " vb. temalara sahip öyküler... Bu bakış açısını kırmak, bununla mücadele etmek, yeni bir kapı açmak gerekiyor. Çünkü bu bakış sürdüğü sürece farklı toplumlarla diyaloğa girmenize imkân yok. Bu zaten kendi başına bir önyargının tescilidir.
O.A.: Batı kendini yayımcılık anlamında da tamamlamış gibi görünüyor. Toplumsal realizasyonun yerine oturmuş bir parçası gibi. Sizin bahsettiğiniz yönlenme, halı, kilim arayışı Batının kendi içindeki durağanlığını renklendirme anlamına da geliyor mu acaba?
S.S.: Herhalde. Kendi açılarından öyle geliyor. Kendi toplumlarından gelen bir talebe cevap veriyorlar. Ama dediğim gibi bu bizim açımızdan çok kötü. O yayımcılar, o tür kitaplarla iş yapabilirler, belki çok para kazanabilirler. Ama bir önyargının, bir bakış tarzının devam etmesine, yani toplumların birbirlerini gerçeğe yakın fotoğraflarla görebilmelerine engel olurlar. Şöyle söyleyeyim: Size böyle bakan birilerine Bilge KARASU'nun haklarını satamazsınız, zordur satması. Ama elbette Batı bu bakıştan ibaret değil. Bu yüzden son zamanlarda Bilge KARASU da birçok dilde yayımlanmaya başladı. Aynı şekilde Murathan MUNGAN da...

* Metis Yayınevi adına bizimle söyleşiyi gerçekleştiren Semih Sökmen'e ve Metis Yayınevine teşekkür ederiz.

İçindekilere geri dön