21. Sayı
1-Roman ve Tarih Bozumu
"... Ancak tarih hiçbir zaman gerçekleri en anlamlı sırasıyla kaydetmez ve
estetik bakımdan en hoş biçimde düzenlemez..."1
Tarihin, birçok biçimde 'formüle' edilişine şaşmamak gerekiyor. Mutlak bir tanım
buyurmak elbette mümkün değil. Fakat buna rağmen tarih yazma ya da tarih hakkında
yazma zorluğunun genelde yöntem sorununa indirgendiğini görüyorum. Aksine tarih bana
daha çok yöntem dışı anlatılarla, refaranslarla oluşur gibi geliyor. Ben, yöntem
sorununu tarihin dışında ama tarihe de uygulanan bir şey olarak görüyorum. Bugün,
bir edebi-tarihi metinden bir tarih metnine oranla daha gerçekçi-olgularla örülmüş
bağlamlar yakalandığını, yakalanabildiğini görmek mümkün. Tarih hakkında yazan
bir kimse yazmaya başladığı an herhangi bir yönteme başvurmaksızın belki hatları
dışarıdan çizilebilecek bir 'yaklaşımda' karar kılmıştır zaten. Ne yazarsa
yazsın tarihçiye dışarıdan bakan gözün kendisine yapacağı yakıştırmadan
kurtulamayacaktır ve kendisini karar anını yazdığı şeyin toplamından
bağımsızlaştıramıyacaktır. Bu paralellikle, yazarın da belli bir yönteme
başvurduğunu söylemek de doğru olmayacaktır. Bir tarih metni yazmanın da
başlıbaşına bir edebiyatçılık işi olduğunu herkes bilir. Mesela tarih yazımı,
klasik anlamda olay-olgu dolayımından ibaret değildir. Günümüzde tarihin ilgi
alanları toplumsal olandan özel olana, tümelden tikele genişlemiştir. Yine buna
koşut olarak tarihçinin edebi üsluba gereksinimi de artmıştır. Roman ve diğer edebi
türler daha çok olgularla değil de olaylarla ve kişilerle tarihi anlatmaya
giriştikleri için tarihçinin herhangi bir edebi metinde görmek istediği form (yöntem
ve üslup, buna bağlı olarak da tarihin kendisi) romanda zor bulunan birşeydir herzaman
için. Bilimsel disiplinlerle sosyal olanın bu derece içiçeliğinde yöntem konusunda
sabit hükümler verebilmek neredeyse olanaksızdır.
'Geçmişi', kesinlikle ve olduğu gibi öğrenme, onu ele geçirme çabaları çoğu
zaman sonuçsuz kalmıştır. Yöntem gibi ideolojik bir argüman öne sürülerek bu
açmazı daha amansız bir mecraya kaydırmak sofistike bir bunamaya işarettir. Bu tip
formel akıIlar, tarihi moda bir fikir faliyeti haline getirmeye yararlar. Çağrışım,
imgelem, hikayeleştirme, (edebi dil, üslupla yazma) namına ne varsa herşeyi yöntemin
kılıcından geçirirler. Aslında tüm sıkıntıları, tarih yöntemi denilen şeyi
adeta bir mikroskop camı kesinliğinde yapılandırıp elde edilen bu nesne ile
'geçmişe' (tarih demiyorum!) egzotik ve turistik seyahat turları düzenlemektir.
Geleceği bastırmak için geçmişe zorlama keşiflerde bulunmak, dedelerimizin hangi
renkte ve kumaşta don giydiklerini anlamak, dünya ne kadar güzel ve renkliymiş
diyebilmenin zorlama bir yoludur. Bu yaklaşım tarihin kendisine birşey katar mı? Yani
ne kadar tarihi ayrıntı bilirsek "şimdiki bizi" (rengini yitiren, ideal dona
ulaşmış) zenginleştirmiş oluyoruz gibi birşey. Odamızda ne kadar eski eşya, tablo,
kitap olursa o kadar yaşanası hale geliyor dünya; bizim evimiz komşumuzun evinden daha
derinlikli insanı tarihiyle huşu içinde buluşturan bir mekân oluveriyor.
Son günlerde kopan tarihi roman furyası, tarihin kendisinden ziyade onun içindeki
popüler unsurlara yönelmiştir. Bu tarz, günümüzde "satabilmenin"
yönteminden başka bir şey değildir. Burada yaptığım yöntem süpekülasyonu
öncelikle 'tarih'i yalnızca esin verici hazine kutusu olarak gören yaklaşımlara
yöneliktir. Sonuçta bu noktaya kadar ayırmak istediğim iki şey var: Birincisi,
herhangi bir metni (tarihten yararlanan ya da bizzat tarihi olanın üzerinde duran) ciddi
kılan şeyin yazarın konuya yaklaşırken uyguladığı yöntem değil o metin hakkında
vermiş olduğu 'karar', ikincisi ise tarihi olan ya da onunla ilgili olan şeye
yaklaşımındaki 'niyet'idir. Dünya yazın ve tarih literatüründeki başyapıtlara
bakıldığında, aslında bu eserleri önemli kılan şeyin başvurdukları ya da
kullandıkları yöntem olmadığı pekala görülebilir. Bu eserlerde yöntem, çoğu
zaman olmuş bitmiş ve genel özellikleri, kuralları olmayan bir şeydir. Yani yöntem
bir farkındalık değildir. Analitik, eleştirel aklın gelişimiyle geneleksel tarz ve
üsluplar yerini yine ana hatları belli olan yönteme bırakmıştır. Ancak görüyoruz
ki Modernist yazınla birlikte geleneksel ile çağdaş olan biraraya gelmiştir.
Modernizmde yöntem sadece araçlardan, anahtarlardan biridir. Ama bu anahtar hiç de
maymuncuk kullanışlılığında değildir. Akılalmaz oranlarda genişleyen bilgi
birikimi karşısında "gerçek anlamda yöntem" sorunu belirir. Fakat 'şimdi'
yöntem bir ve tek değildir. Bu yönüyle modern aklın sürekli idealize ettiği bir
araç olan yöntem (ki hep böyle değil miydi?) yazarın metne tahakkümünü
arttıracaktır. Özellikle 19. yy'ın ikinci yarısı ve 20. yy'ın birinci yarısında
ortaya çıkan bazı sanat akımları, sanat ürününün içeriğinin, sanatçının
kendisini baskı altına aldığı, sanatçıdan bağımsızlaştığı düşüncesinden
haraketle yeni bir sanatçı tanımlamasına girişmişlerdir: Sanatçı, ürününün
istediği etkiyi yaratamamasını bir yerde kendi işlevsizliğine borçludur. Bu durumda
sanatçı ürününü kendini gerçekleştirmenin yegane aracı olarak görecektir. Sonuç
olarak hem yazar hem de entellektüel ya da fikir insanı için döneme özgü benzeri
sıkıntılar sözkonusudur. Vurgulamak istediğim, karmaşanın kendisi değil
sorunların önem sırasının degişkenligindeki tarihsel belirleyenler üzerine daha
çok düşünme gerekliliğidir. Biraz geriye dönersek, günümüzde, tarih hakkında
yazılmış herhangi bir metni anlaşılır, düzeyli ve başarılı kılan şeylerin
sıralamasında yöntem çok sonra gelir diye düşünüyorum.
Tarihi olayları anlatan metin bir roman da olsa o metne önemli bir tarihi belge
niteliği kazandıran öncelikle yazarın yazdığı metinde gerçekleştirdiği karar ve
niyetlerdir. Yazarın karar ve niyetleri, kastettiği ya da kastettiğimiz yöntemle
sürekli çakışacak, onu bozuma uğratacaktır. Ancak şöyle bir açıklık her zaman
vardır: herhangi bir metinde yazar, herhangi bir biçimsel tekniği zorlamaksızın
metnin herhangi bir yerinde yapmak istedigi şeyi yapıp, söylemek istedigi şeyi
söyleyebilir. Yani, yöntem (araç) adına kendini sınırlamak, kasmak yerine kendini
rahat bıraktığı metnin bir noktasında (yöntem anı) amacını billurlaştırabilir.
Böylece yazar, yararlandığı ya da açıklamaya giriştiği tarihsel verilerin
doğruluğunu ya da yanlışlığını okuyucuyu uzaklaştırmadan tartışabilir. Bu
yaklaşım yazara, metin içerisindeki olay örgüsü ile bizzat tarihin kendisini de
tartışan ve bunu dışarıdan (yani metinde konuşan karekterlerle) değil de gerçekten
kendi düşüncelerini metindeki karekterlerin dili ile ifadelendiren bir etkinlik
olanağı sağlar. Romandaki karekterler, çoğu zaman yazarın onlara çizdiği hatlardan
dışarı çıkamazlar. Her ne kadar, bildiğimiz tanıdığımız ya da
bilip-tanıdığımızı düşündüğümüz kişiliklerle, olaylarla karşı karşıya
olsak da yazar, (tıpkı tarih yazarının-tarihçinin yaptığı gibi) bildiklerimizi
bozar, yeniden yapılandırır. Fakat bunun tersi de yanlış degildir: yazar, gerçek
hayattaki karakterleri kurgusal mekana taşıdığında onların gerçek hayattaki
anlamlarını ve görüşlerini gizleyemez, çarpıtamaz.
Şimdi içine girmeye çalışıcağım metin, yukarıda anlattıklarımın karşılığı
olarak düşündüğüm bir roman-deneme olarak gördüğüm Azizler ve Alimler adlı
roman. Bu bakımdan kitap hakkında söyleyeceklerimin tesadüf olmadığını vurgulamak
isterim.
Terry Eagleton, tarihe, 20. yy'ın düşünen insanı olarak kendi istediği yerden
başlıyor. Bu çok önemli! Yani, tarihi durdurulması gereken yerde durdurup hoşuna
gitmeyen şeyleri çıkararak onu yeniden yazıyor, başka bir şekilde düzenliyor.
Tarihe dalarken de onu değiştirmeye en az geleceği değiştirmeye duyduğu ihtiyaç ve
özlem kadar girişiyor. Gerçi birçok farklı 'yaklaşımla' da tarihin böylesi bir
girişime maruz kaldığını biliyoruz. Geçmişi yeniden kurmak, şimdiki zaman kipinde
yüzen insanın en keyfi davranışlarından olsa gerek. Ve bu davranış tarzının
karşısında yaralı bir hayvan gibi böğüren ve dimdik ayakta durmaya çalışan
diyalektik...
Neden mi dersiniz? Çünkü, diyalektik sürekli elden çıkıcı ve çok parçalı...
Hiçbir zaman, var olana hapsolamayacak, hapsedilemeyecek bir asilik. Tek tek disiplinlere
karşı, disiplinler arası manyetik bir alan. Pratiğe uygulandığında, metafizik,
kaos. Ondan kurtarıldığında, vazgeçilmez, gözkamaştırıcı uzak ufuk.
2- Azizler ve Alimler'e Giriş
(Roman, Karakterler ve Tarih) *
Ludwig Wittgenstein ve Nikolay Bahtin, yazar tarafından İrlanda'nın kuzey sahilinde
bulunan bir kır evine gönderilirler. Bu iki filozof, yaşadıkları kentin
sıkıcılığından ve akademik ortamların tekdüzeliğinden kurtulma isteğiyle dolu
oldukları için bu fırsatı iyi değerlendirmeye çalışacaklardır.
Bunlar bizim, tanıdığımız, başka kaynaklardan bildiğimiz karakterler. Şimdi
gelelim, tanımadıklarımıza; kaçtıkları, kır evindeki hizmetçileri Donal ve onun
dünyasında en çok yeri olan babası Finbar.
Eagleton, bizim tanıdığımız karakterler ile tanımadıklarımızı konuşturur ve
karşılıklı düşündürür. İki filozofun geldiği kır evi, öyle kentten 'çok da
uzak bir yer' değildir. Yanlızca, kentin 'uzağındadır' o kadar. Filozoflar,
geldikleri bu yeni yerin kültürel atmosferini ve tanıdıkları tek kişi olan Donal'ı
pek de dikkate almazlar. Fakat, yazar bir parantez açarak bize bu dünyanın genel
hatlarını, gerçekliğini çizmeye girişir; Donal ve Finbar'ın hayatlarına
başvurarak yapar bunu.
Bu iki karakter, baba-oğul olmalarına rağmen yaşam tarzları ve anlayışları
bakımından birbirlerinden oldukça farklı tiplerdir. Donal, rahip ile ilişkisini
diğer insanlar kadar sağlıklı ve ölçülü yürüten fakat aslında din ve Tanrı ile
ve ona inananlarla teğet bir yaşamı olan bir eleştiri öğesi gibi
Anglo-İrlandalıların kültürel atmosferine bir mayın olarak yerleştirilmiş gibidir.
Hayat da edilgen bir konumda, yani kendi dünyasında kendini adeta koruma altına almış
bir antika gözüyle gören nesne-insan. Ama dış dünya Donal'e bir anlam yüklemiştir
ister istemez; Başrahip, Donal'in saygısını, lütufkar tavrını, işbilirliğini ve
itaatkarlığını kendine özgü bir üslupla kutsamıştır hep. Yazarın affına
sığınarak onun Donal'e anlatmakla ne söylemek istediğini ben biraz açmaya
çalışabilirim:
Tanrıya inanmamak, ona kul olmamak, pratikte Donal'e hiçbirşey sağlamıyordu, çünkü
hayat her zaman yeni bir kul üretmekteydi kendine. Donal da bunlardan yanlızca biriydi
ve romanın ortasına paldır küldür düşmemişti. Metnin dışından bakıldığında,
bir boyun eğme abidesiydi Donal, ama normal hayatta bir çoğumuzdu, hepimizdi. Herşeye
evet diyebilen ve nesnel olana karşı bireysel içselliği yine kendisiyle paylaşan
biri, buyurganlığı içselleştiren, elbette bu işin Aziz'i olan biri. Finbar ise
aşırı içip körkütük sarhoş olarak adeta hayata boşvermişliğin romandaki
temsilcisi olarak Baba-Oğul-Kutsal Ruh'un tamamlayıcısı.
Kır evindeyiz...
Geldikleri dünyada el üstünde tutulan ve bazı kusurları bile yüzlerine söylenemeyen
bu alimler, kır evine geldiklerinde kelimenin tam anlamıyla dumura uğruyorlar. Şehir
yaşamlarında, asgari gündelik ihtiyaçlarını tamamen hizmetçilerle karşılayan
Wittgenstein, kırevinde Donal'e (Hizmetçiye) gerçekte ne kadar bağımlı olduğunu ve
bu bağımlılık ilişkisinin daha çok kendi hayatı açısından olumsuz olduğunu fark
ediyor. Donal'in ev işlerinde gösterdiği başarı terk edilmiş kır evinde temaşada
bulunan Wittgenstein'a sanki daha önce kabul etmediği ya da korktuğu bir gerçeği
yüzüne vuruyor gibidir. Hatta bir süre sonra Wittgenstein açısından durum öyle bir
raddeye geliyor ki Donal'a 'Yazdığım her şeyi yak, çöp yığını bunlar! Ben
hiçbirşey bilmiyorum' der. Çünkü Donal, evdeki hayatı efendilerinin ihtiyaçlarına
göre öyle mükemmel ve hassas bir şekilde düzenlemiştir ki Alimlerimize sadece yazmak
gibi, konuşmak gibi usandıkları şeyler kalır. Herşey kusursuz, yemekler mükemmel,
çiçekler zamanında sulanıyor; neredeyse yıkanıp istiflenmiş elbiseler bile Donal
tarafından giydirilecek. Tek çare var, Wittgenstein ve Bahtin için kırda da kentte
olduğu gibi yazmak ! Çünkü, onların başka bir çareleri yok, yanlızca yazarlar,
alimler için yazmak dışında herşey yaptırılan, ettirilendir.
Sonuçta, alim yine alimliğini yapar ve bu hayata mahkum olduğunu, aslında değersiz
bir adam olduğunu fakat birilerinin onda birşeyler bulduğunu ve peşini
bırakmadıklarını söyler Donal'e.**
Wittgenstein daha evvel de bu hayattan sıyrılmaya, kaçmaya kurtulmaya yeltenir.
(Norveç'de bir fiyort da bulunan kulübe'ye sığınır) Bu 'uzak', 'ayrık' yerde bir
balıkçı ona "beslenme yöntemini" (yaşamda kalabilme yöntemini) öğretir.
Ama yazgısı, Wittgenstein'ın bu oyununu boşa çıkarır.
Gelelim Bahtin'e...
Bahtin, yemeğe düşkünlüğü göbeğinden anlaşılan bir adamdır. Wittgenstein'in
onu eleştirmesine karşılık Japonlar'ı örnek vererek 'göbekli insan özgürdür,
kendisiyle barışıktır. Hiçbirşeyin önemli olmadığını bilir.' der. (Japonlar'da
göbek ruhsal seçkinlik işaretiymiş.) Wittgenstein buna karşı çıkar ve bir insanın
bunu düşünemeyeceğini ileri sürer. Hatta daha da ileri giderek "hiçbir şeyin
önemli olmadığını söyleyen domuzdur" diyerek son sözünü söylediğini
farzeder. Bahtin, adeta yedikçe açılır ve yemek sonrası yapılacak en güzel şeyin
konuşmak olduğunu bilerek kaldığı yerden devam eder.
Bahtin ile daha fazla konuşulamayacağını düşünen Wittgenstein da bile bile onun
kapanına girer. Uzun sözün kısası yine içki içip çerez tıkınarak hayatın
altını üstüne getirir bu iki alim.
Konuşacak o kadar önemli şey vardır ki! Filozofların en hazin düşmanı, uyku,
yorgunluk, yemek kaynaklı şişkinlik ve bildiğimiz türden fiziki rahatsızlıklardır.
Yani anlayacağınız bunlar olmadığında filozofların yemek yerlerken hatta
sıçarlarken bile konuştuklarını, en azından düşündüklerini tahmin etmek
hiçbirimiz için zor değildir. Belki bilmeyenleriniz vardır diye söylüyorum: Bazı
alimler, diyelim ki bir mecliste konuşurlarken birkaç kişinin sorduğu soruya aynı
anda cevap verebilirlermiş. Bazen tuhaf bir alayla, alimlerin durduk yere konuştukları
söylenir. Oysa zaten alim dediğin sorulabilecek soruları, daha siz söylemeye kalkmadan
yanıtlarını aramaya koyulan, çoğu zaman da daha soru olmamış şeyleri sizden önce
soru haline getirebilme yeteneği göstermiş bir tür Don Kişot değil midir?
Onlar ki en korkunç soruları üzerlerine alınmaktan kaçınmayıp en acımasız
cevaplar verebilmenin dinginliğinde vücut bulmuş şahsiyetlerdir. Tabii bir öncekinin
aklına gelmemiş sorular bir sonrakinin aklına gelmiştir. Şöyle de diyebiliriz:
Sorular kendilerini çok iyi saklamış, cevaplarını bir sonraki kuşağa
bırakmışlardır. Suç alimlerin değil, hayatındır. Çünkü hayat alimlerin de
önünde gider; o, sorularını alimlerden bile gizleyebilme şeytanlığına sahiptir.
Gerçi alimler-filozoflar da az kurnaz değildirler ama onların her zaman tanrıları
olduğundan tanrıtanımayan hayat karşısında hep geride kalmışlardır ve
kalacaklardır. Hazin olan şey, roman kahramanlarımızın başına da gelecektir. Ama
burada tuhaf bir durum söz konusudur ki bizim kahramanlarımız durumun böyle olduğunu
bilirler ve alim olmanın kendilerine yüklediği fetiş kimlikle boğuşurlar.
Alimlik, onlara, masum geçmişlerinde vurulmuş kara bir damgadır. Ama o damganın
silinmez izinden kurtulabilmenin yolunun da yine onun alışkanlıkları üstünden
geçtiğini bilirler. Diyeceğim o ki, kendilerine sunulmuş tahtı yıkıp kendi
kendilerine yeni bir taht belki de bir kule yapmak isterler. Artık, düşün- konuş,
konuş-düşün-yaz, yaz-düşün-tartış kabilinden bir hayat 20. yy filozofuna
aykırıdır.
İşin aslı, onlar da artık bu hayatı düşüne düşüne bizler gibi
sıkılmışlardır. Çoğu zaman bizden daha fazla, iyi bildikleri konusunda bile endişe
duyarlar kendilerinden. Bu, bizlerin de alim olduğu anlamına gelmez ama onların artık
bizler gibi olmaya başladıkları anlamına gelebilir. Artık alimler de türlü
imkansızlıklar yaşarlar;bu imkansızlıklar onları hayatın içine, aşağı çeker.
Onları diğer insanlardan ayırmak bugün çok daha zor bir iştir.
Ben yine romanın ilerleyen sayfalarında gezinmeyi sürdürebilirdim ama bir ihtimal de
olsa bu yazıdan sonra kitabı okumak isteyenler olur düşüncesiyle metnin en güzel,
çarpıcı, okuru içine çeken ve tartıştıran bölümlerini es geçiyorum. Neden
derseniz, bu kitap içerik olarak klasik romanın dışına çıkan bir yapıya sahip.
Neredeyse, bu " Roman" değil başka bir tür dedirtecek kadar farklı
meseleleri içeriyor. Eh zaten iki filozof bir araya gelmiş, bulundukları kenti terk
etmiş, bir kırevine kaçmışlar. Hizmetçileri ile kır evinde yaşadıkları bile
başlı başına bir roman konusu. Bir de daha sonra İngiliz askerlerinin, aramakta
olduğu İrlanda Yurttaşlar Ordusu'nun kurucusu ve baş komutanı James Connolly
katılıyor bu filozoflara (Connolly'de romanın başında idam edilecigi sıra yazar
tarafından kurtarılıp bu eve gönderilmiştir). Bu da yetmiyormuş gibi James Joyce'un
Ullysses adlı romanından kaçıp gelen kurmaca kişi Leopold Bloomm bu karmaşa ve esrar
dolu evin adeta orta yerine düşüyor.
Gerisini siz düşünün!
(1) Terry Eagleton, 'Azizler ve Alimler' ,Çev: Osman Akınhay, Ayrıntı Yay., İstanbul
1992, Birinci Basım
*Eagleton'ın bu romanını okuyan herhangi bir okur romanda adı geçen kişilerin
gerçek hayattaki görüşlerini bilsin ya da bilmesin bu önbilgilerden edindikleri
sonuçlarla romandaki diyaloglar çakışmayacaktır. Sonuçta Azizler ve Alimler
romanını okuyan Wittgenstein hayranı birini metnin geri kalan bölümleri
bağlamayabilir. Aynı şey James Connolly'i tanıyan biri için de söz konusudur.
Kanaatimce, kurgusal bir çalışmayı gerçeğe yaklaştıran en önemli şey yazarın
gerçek hayattan seçtiği kahramanların fikirlerini zedelemeden ve onlara roman
malzemesi olarak bakmadan oluşturduğu yeni mekânda yaşatmasıdır. Yazar, karar ve
niyetlerini romandaki farklı karakterleri biraraya getirerek gerçekleştirmiştir zaten.
Valery'nin deyişiyle "Her eser yazarının yanısıra daha birçok şeyin
eseridir".
**Bir üstyapı unsuru olarak kendi kimliğini kurulu düzenin işlerliğinden alan
"entellektüel", "aydın" dolayısıla "yazar" vurgusu
Eagleton'ın Türkçe'ye de çevrilen Eleştiri ve İdeoloji (Criticism and İdeology)
adlı çalışmasında kimliği, tarihi ve rolü ele alınmıştır. Bu yazının birinci
bölümünde değinmeler yaptığım 'yöntem' süpekülasyonuna Eagleton 'edebi biçim'
ve 'ideoloji' kavramlarıyla eğilmiştir. Eagleton'ın bu çalışmasındaki eleştiri
kavramlarına sahip çıkmama rağmen kitabın ayrıca okunmasını daha sağlıklı
gördüğüm için oradaki kavramları bu yazıya taşımamaya çalıştım.