!ktphane.gif (4763 bytes)

21. Sayı

Şimdi Yağmur Zamanı

Sevil Tarla

Bulut
Hiç kendinizi aldattınız mı? Yaşadığınız şehire, mahallenize, belki de evinize isabet edebilecek bombalardan, size ve ailenize "nasip" olmayacağı konusunda çocukları aldatmanızdan söz etmiyorum. Onları değil düpedüz kendinizi aldattınız mı? Yani çocukları teselli ederken aslında kendinizi de aldattınız mı? Her teselli biraz aldatmadır. Çoğunlukla da umut. Hiç bir somut dayanağı olmadan umut, başkalarının da sizin gibi hissedebileceğine olan umut. Aynı şeyleri hissedebileceğine olan inanca rağmen sizinle aynı zamanda, sizin acılarınızı ve fedakarlıklarınızı yaşayabilecekler mi acaba? Aldatma, işte bu "acaba" ile başlıyor. Acaba bize yardıma gelecekler mi, bizimle beraber mücadele edecekler mi? Benzer soruları tedirginlik içinde üretmek, içinizde giderek yoğunlaşan şüphenin kendini elevermesidir. Sorunların ortadan kalkacağına olan inancı eriten şüphe... Oysa bu şüphenin kendisi de, "acaba" dedirten de olumsuz ihtimalleri ortadan kaldırmak için kendi eyleminizden yoksun olmanızdır. Eylemi ertelemenizdir. Beklentilere olan güvenin eyleme galip gelmesidir. Size tanınan daraltılmış, bir yerlere sığdırılmış, bir kaç mekana indirgenmiş, dünyaya ancak oradan bakabildiğiniz ve sesinizin ancak oralarla sınırlı kaldığı hükümranlığınızdır. Kurtarılmış mekanlarınız ve zamanlarınız aslında terk etmediğiniz esaretinizdir. Esarete değil dünyaya ihtiyacımız yok mu?
Başkalarını değil kendinizi aldattınız mı? Bir "acaba"nız varsa emin olun kendinizi aldatıyorsunuz. Köşenizde, ellerinizle ördüğünüz sığınağınızda, "acaba"ları olan aynı kaderi paylaştığınız başkalarının umutlarını erittiğinizden dolayı kahrolabilirsiniz. Erittiğiniz ve sonsuza kadar terk ettiğiniz kendi umutlarınızdır artık.
İnsanın kendisini aldatması çok kolay. Kendi eyleminin, başkalarının eylemiyle birlikteliğine, topyekün bu güce olan inanç yok olduysa, bu birlikteliğin tüm deneyimleri yitirilmiş ve unutulmuşsa, tekrar başlamak için en ufak bir çabaya tanık olunmuyorsa kendini aldatmak çok kolay. Aldatmayı kolaylaştıran, bu birlikteliğin ve sağlayacağı ortak mücadelenin hala mümkün görülmesidir. Bunun gerçekleşmesi için, çaba harcanmaması ve örgütlenilmemesi dışında aşılamaz hiçbir neden yoktur. Fakat böyle bir faaliyet ve somutlaşmış bir örneğin henüz varolmadığı da bilinir ve bu yüzden kendini aldatma gerçekleşir. Çünkü yine de bir şeylerin olabileceği umut edilir. Sanki bir sihiri bekler gibi, bir an sonra o vaatedilmiş birlikteliğin gerçekleşeceğine inanılır. Kendini aldatma umuttur çünkü.
Fakat bu aldatma, umutsuzluk ve çaresizliğin artmasıyla başka odakların yardım ve destek vaatlerine daha çok bel bağlanılmasına da neden olmaktadır. İnsanların kendi aralarında birlikteliğin ve dayanışmanın olmaması, insanları kurumlarla ittifaka yönlendirmektedir. Çünkü ortalıkta sahici ve ulaşılabilir olan sadece kurumlar bulunmaktadır ve onların söylemleri. Beceriksizliğinin cezası olan kurumlar... Kendisinin yaratmadığı, yenilgisinden dolayı var olan kurumlar. Kurumlar ise insanlarla ilişkilerinde ve onların mağdur durumlarına "son vermek" adına yaptıkları çıkışlarda insanları insan olarak değerlendirmekten çok onları bir başka kurum olarak görmektedir. Sadece kayda geçmişlerse, bir dosya numarasıyla temsil ediliyorlarsa vardırlar; kaç adettirler, ne kadar yerler, nerede barınırlar v.b. Kurumlar onları hayali varlıklar olarak kavrar. Ancak raporlarda yer alan ve sanal ortamda görüntülerden ibaret olan insanları başka türlü değerlendirmek olanaklı mıdır? Onlar sadece kurumun yapacağı operasyonun nesnesidirler arkadaşlarınız, aileniz, komşularınız gibi hissedilebilir değildirler. Bu yüzden yitirildiklerinde sadece kağıt üzerinde varlıkları sona erer.
Başınıza gelebilecek en kötü şeyleri bilirsiniz de olmayacağına, gerçekleşmeyeceğine dair gizli bir inancı beslersiniz ve o sizinle beraber cebinizdeki terapi kitapçığı gibi dolaşır. Hele de bunlar yaşantınıza, yakınlarınızın, varlıklarına tanık olduklarınızın yaşamına kast edecek kötülüklerse o gize daha çok sarılır, terapi tam anlamıyla bir aldatmaya varır.

Yağmur
Kosovalı Arnavutlar, Sırbistan Devletinin ve yönetici sınıflarının elinde rehine ve etnik temizlik nesnesi olduklarını herkesten çok daha iyi biliyorlardı. Dolayısıyla bağımsızlık mücadelelerinde ve maruz kaldıkları haksızlıkların sona erdirilmesinde uluslararası desteğin, NATO "yardımının", Yugoslavya'ya yönelik "havadan" bir bombalama harekatı olamayacağını düşünüyorlardı. Nasıl olabilirdi ki; bombalar Arnavutları ayırdedebilecek teknolojik yetenekte olamazlardı. Yerleşim yerlerini vurmak gibi bir aptallığa kalkışmayacaklarını tahmin etseler dahi, bu defa da Sırbistan Devletinin "operasyon"larının ana faaliyet konusunun kendileri olacağını çok iyi biliyorlardı. Sırbistan Ordusuna atılacak her bomba, Arnavutlara katliam ve en iyi şartlarda sürgün olarak ulaşacaktı. Erkeklerin rehin alınması, çocukların öldürülmesi, kadınların tecavüze uğraması, ailelerin dağıtılması, evlerinden sökülüp atılmaları hangi NATO bombasının engelleyebileceği felaketlerdi.
Sırp halkı da NATO'nun Arnavutlara yardım etmek adına kendilerini bombalamayacağını düşünüyorlardı. Kosova zaten Sırbistan'ın bir parçası değil miydi? NATO kendisi için büyük meblağlara mal olacak bir masrafa neden katlansın ki? "Durduk yere bir savaşın başlaması", NATO'nun Sırbistan'ı bölme planı olarak algılanıyordu. NATO ile bir savaşın başlaması anlamsızdı. Zaten operasyon tehdidinin defalarca ertelenmesi, savaşın olabileceğine olan kuşkuları arttırmıştı.
Sırbistan Devleti ve yönetici sınıfları da NATO'dan gelebilecek bir saldırıyı, Arnavutlar üzerinde hayal ettikleri fakat şimdiye kadar gerçekleştiremedikleri etnik temizliğe fırsat yaratacağının NATO tarafından tahmin edileceğini düşünerek pek olası görmüyorlardı. İki milyona yakın rehine nüfusunun iyi bir şantaj aracı olabileceğini düşünüyorlardı. Fakat her türlü olasılığa karşı askeri stratejilerin ve politik planların yapılmaması bir devlet için düşünülemez. Sırbistan Devleti de her hamlenin karşılığını çok önceden planlamıştı.
NATO hava saldırılarının başladığı güne kadar herkes harekatın son anda bir kez daha erteleneceğini düşünüyordu. Her türlü anlaşma girişiminden ayrı olarak hareket eden, diplomatik harekatların değişmez aktörü Holbrooke, Miloseviç'le görüşmesinden eli boş dönene kadar, genel kanı bu yöndeydi. Daha sonra bütün olasılıklar, senaryolar tek tek gerçekleşmeye başladı.
Yugoslavya'da herkes işine gitmeye devam ediyordu. Gündelik hayat ülkenin standartlarına göre normal seyrindeydi. 23 Mart'ta Holbrooke'un eli boş dönmesi, devletin ve bürokrasinin hareketlenmesi, dikkatle izlenen askeri faaliyetlerde o güne has telaş, insanların 24 Mart'tan kuşkulanmasına neden oldu. Sırbistan halkıyla beraber Kosovalı Arnavutlar da artık o kadar sıcak bakmadıkları olasılığın "ikramiye"sinin kendilerine düştüğünü anladılar. Kendilerini aldatmaları sona ermişti. 24 Mart öğle vakti Priştine'den ve diğer Kosova kentlerinden insanlar, yakınlarından en çok tehlikede olduklarını düşündükleri kadınları ve çocukları zorunlu seyahate gönderdiler. Daha sonra ki gelişmeler, bu ilk kafilenin en şanslıları olduğunu kanıtladı. On otobüsle 400-500 ve bir o kadar da özel otomobilleriyle kaçan insanlar. Geri de kalan iki milyon Kosovalı ve hiç hesaba katılmayan sekiz milyon Sırbistanlı.
Tümünün kendini aldatması artık son bulmuştu. Hiç akıllarından çıkmayan fakat hep uzak duracağını düşündükleri, o bulut gitmemişti ve şimdi yağmur zamanıydı.
"(...) En önemlisi (Yugoslavya/Sırbistan) ordusunun büyük bir kısmı Kosova'da olduğundan, bir hava harekatı doğrudan doğruya Sırpların Arnavut ulusuna karşı bir soykırım yapmasıyla sonuçlanacaktır. Askeri operasyonun sadece hava harekatıyla sınırlı kalması, Kosova kentlerinde katliama yol açacaktır. Zaten NATO ve Birlaşmiş Milletler son zamanlarda bu soykırım ihtimalini belirtmeden, hava harekatının ayrıca bir kara harekatıyla eşzamanlı olması gerekliliğini dillendirmeye başladı. Kara harekatıysa askeri kayıpların insan gücü olarak ifade edilmesiyle sonuçlanacağından, buna gönüllü olacak devletlerin sayısının sıfır olacağı bilinmekte."1 Sırbistan Devletinin ve Arnavut temsilcilerin Fransa/Ramboillet şatosunda yaptıkları görüşmelerin öncesinde yazılan bu yazıda katliam olasılığı karşısında askeri operasyonun olmayacağını ya da Miloseviç'i anlaşma yoluna gittiğinde iç politikada rahatlatacak "ancak danışıklı dövüş kabilinden çok sınırlı bir gösteri olabileceği düşünülmüştü. Bu erken yargıda unutulan bir şey vardı; "prestij."..! NATO'nun tüm dünya karşısındaki prestiji. Bir yanda bombaların tepelerine ineceği iki milyonu rehine toplam on milyon insan diğer yanda "saygıdeğer" bir kurum, NATO ve prestiji.

"Prestijin" Anlamı
1991 yılında NATO'nun ilan ettiği Stratejik Konsept'te, artık sadece müttefiklerinden birine yapılacak saldırıdan ibaret olmayan bir tehlike ve buna bağlı güvenlik anlayışı geliştirilmişti. Tehlike kavramının tanımı ve müdahale alanının kapsamı genişletilmişti. Bu anlayışın tezahürleriyle Irak'a karşı yürütülen savaş, gerekli ve haklı ilan edilmiş, insani değerler uğruna gerçekleştirilen bir savaş kimliğine büründürülmüştü. ABD ve NATO artık yeni konseptin gerektirdiği müdahalelerin icracısı olduklarını dosta düşmana duyuruyorlardı. İşitilmesi için de yabana atılmayacak miktarda patlayıcı kullandıklarına şüphe yok. Rıza alınmasa da genellikle itirazsız, adeta geçiştirilen bir süreç yaşandı. ABD ve NATO askeri gücünün hesaba katılmasının, diplomatik süreçlerde sonuç almasını kolaylaştıracağı düşünülüyordu. Sorun, ittifaka üye olmayanların bu öngörünün gerçekleşmesine ikna edilmeleriydi. Diplomatik olarak bu düşünce anlatılamadıysa ya da kuşkular giderilmediyse pratik bir örneğin varlığına ihtiyaç duyulmaktaydı. Sırbistan'nın verdiği fırsat da kaçırılmadı. Yeni "tehlike algılama anlayışının" gereklerinin yerine getirilmesi kaçınılmazdı.?!
Çoğu kimse prestij için gerçekleştirilen bir savaş olduğu fikrine sıcak bakmıyor. (Wallerstein ve çoğu sol analist gibi.) Savaşın somut ekonomik nedenlerinin olması gerekliliğinden hareket ediyor. Fakat bu akıl yürütme sadece Kosova ve Sırbistan coğrafyasıyla sınırlı kaldığında açıkça sığlaşıyor. Uluslararası ilişkilerde, diplomasi ve ekonomik baskıdan gayrı bir araç olarak askeri operasyonların giderek meşruluk kazanması tüm dünyada siyasal ve ekonomik yapılanmayı etkileyecektir. Sadece askeri örgütlere üye ülkelerden oluşan "uluslararası toplum"u karşısına alacak ülkelerin başına gelebilecekler için Irak ve Yugoslavya örnekleri yeterli olacaktır. Böyle bir tehdit karşısında örneğin Libya'nın daha uzlaşmacı bir diplomasi izlemeyeceğini ve ekonomik işbirliğine daha yatkın bir ortak olmayacağını düşünebilir misiniz?2 "Prestij" böyle bir içerikle ele alındığında yukarıda belirtilen itirazın ilkelliği daha da netleşmekte.
"Bosna'da petrol yok. Bundan dolayı Amerika ve NATO müdahale etmedi" nakaratları da "son tahlilde herşeyin nedeni ekonomik" diyen bilgelerin kuramı olan ekonomizmin ürünü. Yoğurdun suyla ilişkisinde dahi ekonomi arayanlar, emperyalizmin müdahalesinin anlamını keşfedebilmek için mutlaka hemen oracıkta elde edilebilecek ekonomik nedenleri aramaya çalışırlar. Define avcısı titizliğindeki bu arkeolojik kazı ekibinin lugatında imparatorluk ile emperyalizm arasında fark yoktur. Ne de olsa ikiside aynı kelimenin farklı okunuşu. Kosova'da petrol olmamasından dolayı uğradıkları tahlil zaafiyetlerini gidermelerine yardımcı olmaya çalışalım. Yugoslavya dünyanın üçüncü büyük magnezit üreticisidir. Bu üretimin yarısı Kosova'da gerçekleşir. Avrupa'nın en büyük kurşun ve çinko bölgesi olan Kosova, bu metallerin dağılma öncesi Yugoslavya rezervlerinin %56'sına sahiptir. II. Dünya Savaşında Almanya tarafından işgal edilen Kosova/Trepça maden bölgesi, savaş süresince bu ülkenin kurşun ihtiyacının %40'nı karşılamıştı. Ayrıca Kosova, kömür, demir, boksit, gümüş ve altın madenleri yönünden de oldukça zengindir. Petrol kalmadı, maden verelim.
NATO'nun müdahale gerekçesini açıklamaya bu noktadan başlayanların gözden kaçırdıkları tüm bu coğrafyanın zenginliklerinin zaten emperyalizme kapalı olmadığıdır. 1980'lerden bu yana Yugoslavya dünya ekonomisiyle tam bütünleşmesini gerçekleştirmek adına IMF ve Dünya Bankasının dayattığı yapısal uyum programlarının sadık bir uygulayıcısı olmuştur. Uluslararası şirketler aracılığıyla yabancı sermayenin gelmesi ve yatırımlar yapması için her türlü kolaylık sağlanmış, özelleştirmeler gerçekleştirilmiştir. Devlet işletmeleri ulusal sermaye gruplarının oluşması gayretiyle talan edilmiş, yoğun bir işten çıkarma gerçekleştirilerek %50 lere ulaşan oranlarda işsizlik rekorları kırılmıştır. %2700 lere varan kronik enflasyonla ücretlerin düşürülmesi sağlanmış, çalışanların tüm birikimi ülke zenginlikleriyle beraber sermaye hareketleri sayesinde metropol ülkeler tarafından emilmiştir. Dağılma sürecini, etnik milliyetçiliğin tüm cumhuriyetlerde neredeyse tek siyasal odak olarak var olmasını sağlayan da bu süreçtir. Emperyalizm için askeri işgalin ve bu işgale karşı milliyetçi isyanlarla savaşmanın daha kârlı olacağını düşünmemizi sağlayacak olan nedir? Emperyalizmin Balkanlara girişini ya da bu bölgeyi etkinlik alanı olarak ele geçirmesini askeri operasyonla açıklamak, olan bitenden habersiz olmaktır. Bir takım tahlil şablonları tek bir kelimesini dahi değiştirmeden, yıllardır kullanıldığı haliyle tekrar önümüze konulmaktadır.
"NATO ve Amerika'nın etkinlik alanını Balkanlar'a genişletmesi" argümanı da tam bir cahillik. Yunanistan ve Türkiye NATO üyesi iki Balkan ülkesi, Doğu Avrupa'da üç yeni üye birliğe dahil oldu. Bosna ve Makedonya'da Birleşmiş Milletler askeri var. Bu şekilde kuşatılmış sekiz milyon nüfuslu Sırbistan için biraz fazla patırtı koparmıyorlar mı? Yukarıdaki argüman, ancak etkinlik alanının teslim alınması olarak okunduğunda ve Balkanlar, Sırbistandan ibaret görüldüğünde bir anlam taşıyabilir.
Ayrıca Amerika'nın Kosova "operasyon"undaki liderliğini, başta Almanya olmak üzere Avrupa Birliği'ne Balkanları kaptırmama çabası olarak değerlendirmek de mevcut siyasal konumlanışa bakıldığında anlamlı değildir.
Türkiye'deki tüm medyanın sağcısından solcusuna geçmişte üzerinde herkesin birleştiği "Bosna'da Kuveyt ve Irak'taki gibi petrol yok o yüzden seyirci kalınıyor" yorumu da oldukça temelsiz. Hem de iki kere. Öncelikle Kosova "operasyonu" bunun doğru olmadığını göstermekte. Ayrıca Bosna'da petrol olmadığı da cahillik değilse, koca bir yalandır. "Hırvatistan ve Bosna Sırplarının elindeki belgeler kömür ve petrol yataklarının, Yugoslavyanın doğusunda, "bu yaz (1995) Hırvat ordusunun Bosnadaki Sırp isyancılarına karşı saldırılarının yoğunlaştığı Hırvatistan'ın Krayina bölgesinde' bulunduğunu göstermekteydi. (...) 'Bosna'lı yetkililere göre merkezi Şikago'da olan Amaco (Amerikan Petrol Şirketi) Bosna'da petrol arama çalışmalarını başlatan birkaç yabancı şirketten biriydi".3 Dayton Anlaşmasıyla, Bosna/Tuzla'da karargah kuran ABD askeri bölgesi içinde önemli petrol yatakları bulunduğu iddia edilmektedir.
Sonuçta emperyalizmin günümüzde yaptığı askeri "operasyonları", komplo teorileriyle ele almak, Amerikan karşıtı edebiyata katkı için bir takım popülist söylemler yaratmak ya da bunların dillendiricilerinden olmak emperyalizmin gerçek yüzünü gizlemeye katkıdan başka bir şeye yaramamaktadır. Emperyalizmin asıl IMF ve Dünya Bankası programlarıyla, uluslararası şirketler aracılığıyla, sonuçta sermaye yatırımları ve finansal hareketlerle egemenlik kurduğunu, tüm dünyayı sömürdüğünü vurgulamak gereklidir. Amerika'nın bombaladığı Belgrad'ta Mc Donalds restoran zincirinin, hem de Sırp milliyetçisi şarkılarla ve tabelasında yer alan milliyetçi sloganlarla açılmasını petrolün varlığı ya da yokluğuyla açıklayamazsınız. Dünyada olan biteni gizli servislerin "bilinen" binalarında yazılan senaryoların hayata geçirilmesi olarak açıklamak, tüm dünyada emperyalizme karşı savaşacak insanlara "boşa uğraşmayın, onlar çok güçlü" demenin bir yolu değil mi? Hollywood'un kurgusal "action" filmleri de böyle bu görüşün propangandası değil mi?
Dünyada ve son bir yıldır Yugoslavya'da yaşanan siyasal gelişmelerin pek öyle baştan sona planlanmış olmadığını düşündürecek pek çok veri mevcut. Özellikle milliyetçiliğin kendisi olası planları sekteye uğratacak kabiliyette. İrlanda'da barış süreci milliyetçi tarafların aktif hizipleri tarafından defalarca kesintiye uğradı. Oysa başta İngiltere olmak üzere emperyalizm bu barışa taraftar. Irak'ta Baas milliyetçiliği Amerika'nın "operasyonlarından" sonra Saddam gitse de gitmesede Amerika'ya karşı kalıcılaştı. Irak da, Sırbistan da Amerika'yı hedef alan milliyetçiliğin yanında, ona diş geçiremediğinden dolayı tüm başlarına gelenlerin sorumlusu olarak ezdikleri ulusları her zaman kadim düşman olarak göreceklerdir ve siyasal konumlanışlarında daima bunu gözeteceklerdir. Kürtler ve Arnavutlar Baas ve Sırp milliyetçiliğinin artık affedilmez figürleridir.
Dünya pazarındaki mücadeleler de, "planlanan" senaryoların prodüksiyonunda aksaklıklar ve engeller yaratmaktadır. Yıllardır Küba, Kuzey Kore, Libya, Sudan, İran ve Irak'a ambargo uygulayan ABD, müttefiklerinden kazık yemektedir. Fransız petrol devi Total, birkaç ay öncesinde İran'la bir ticari anlaşma ve işbirliği yaptığı gibi Yugoslavya'ya ABD ve NATO ülkelerinin ambargo kararı alınmasının mürekkebi kurumadan bu ülkeye yüklü bir petrol satışı ve teslimatını gerçekleştirdi. Total'in hisse senetlerinin bir kısmının Amerikan sermaye gruplarının elinde bulunduğunu, bu senetlerin Amerikan borsalarında işlem gördüğünü herhalde sadece komplo teorilerini tek geçim kaynağı yapmış olanlar bilmiyordur. Bir yanda ambargo yapılıyor bir yandan da McDonalds'lar açılıyor. Sanki "eski" tas yeni dünya düzeni...

"Birlik" Operasyonları.
ABD, askeri operasyonların olduğu gibi ambargo kararlarının da tek başına uygulamasının etkili olmadığını, bu noktada da dünya jandarmalığı rolünün ödüle layık olmadığını kabul etmiş durumda. Yani senaryoları pek iş yapmıyor. Aslında geçmişte çoğu siyasal krizde tek başına hareket etmek zorunda kalması onun askeri gücündeki tartışmasız üstünlüğünün pek etkili olamadığının, kimsenin dünya jandarması olmasını istemediğinin kanıtıdır. Amerika, Lockerbie'de Amerikan yolcu uçağının Libyalı iki korsan tarafından düşürülmesi ve Almanya'da bir diskoda iki Amerikan askerinin öldürülmesi sorumluluğunu yüklediği Libya'ya karşı hava "operasyonu" düzenleyerek Trablusgarp ve Bingazi'yi bombalamış ve ardından bu ülkeye ambargo uygulamıştı. Kısa bir süre önce de "gıda ve ilaç ambargosunun bir ülkenin askeri kapasitesinin artmasına veya terörizme yol açmayacağına" karar vererek, İran, Libya ve Sudan'a uyguladığı ambargoyu kaldırdı. Ambargonun Amerikan çiftçilerini yılda 500 bin dolar zarara uğrattığını da belirtmeden edemedi. Daha birkaç ay önce de kimyasal silah üretildiği gerekçesiyle Sudan'da bir ilaç fabrikasını bombalamıştı.
ABD ve AB askeri ve siyasal süreçlerde tek başına hareket etmekten asgari çıkarlar doğrultusunda ortak hareket etmeyi ve bunu da NATO gibi uluslararası ittifaklar aracılıyla gerçekleştirmeyi esas alıyorlar. Bu sayede ittifaklara dahil diğer ülkelerin de onayı alınmış olmakta. Yugoslavya'ya uygulanan askeri "operasyon" ve ambargo son NATO zirvesinde alınan kararlarla da tescil edildiği gibi bu anlayışın fiili bir durumun sağladığı etkiyle hayat bulmasıdır. Tüm ittifak ülkelerinin katılacağı bir ambargonun sonuç alacağı düşünülmektedir. Fakat hangi sonuç?

İyi Huylu İsyan Beklentisi
Yugoslavya'ya uygulanacak ambargoyla ülkenin askeri kapasitesinin zayıflaması beklenmekte. Ayrıca yokluk çeken halkın da bunun sorumlusu olarak Miloseviç yönetimini görerek ayaklanacağı ve yönetimi devireceği beklenmektedir. NATO bombalamanın bir savaş olmadığını ve hedefinin Sırp halkı olmadığını ısrarla belirtmektedir. Tüm dünyada depolitizasyonun aldığı boyutları sergilemesi açısından örnek bir durum.
Herbiri yüzlece kilo patlayıcı taşıyan yüzlerce füze ve bombanın hergün atılması bir savaş değil de "operasyon" ya da harekat olarak adlandırılıyor. Irak'ta "Çöl Tilkisi Harekatı", "Çekiç Güç" operasyonu, Yugoslavya'da "Kararlı Güç Harekatı". Aman yanlış anlaşılmasın, savaş değil "operasyon". Karadan değil havadan. Kimse ölmeyecek, sadece radarlar, havaalanları, askeri tesisler, köprüler, yönetim binaları, stratejik "önemde" yollar; direnmeye devam edilirse petrol rafinerileri, elektrik santralleri, barajlar gibi binalar vurulacak. Sıfır ölümlü operasyonlara savaş denilebilir mi? NATO'dan değil ama karşı taraftan kazayla birileri ölebilir fakat bu, ancak özür gerektiren hatalar sonucu olabilir, hedef olduklarından değil. Savaş ise başka şeydir. "Er Ryan'ı Kurtarmak" ya da "İnce kırmızı Hat" filmlerine giderseniz savaşı görebilirsiniz. Bir tepenin alınması için yüzlerce insanın feda edildiği harekatlardır savaş. İki dünya savaşında milyonlarca insanın öldüğü Batı kamuoyu için (sadece Fransa, I.Dünya Savaşında erkek nüfusunun üçte ikisini kaybetmiştir) savaş gerçekten bu filmlerde hatırlatıldığı gibi kan akıtılan felaketlerdir. Ancak medya medyalığını yapıp işgüzarlıkla "operasyonları" "Körfez Savaşı", "Balkan Harbi", "Üçünçü Balkan Savaşı" olarak adlandırmaktadır.
"Operasyon", asla halka karşı değildir. Böyle olsaydı savaş olurdu. Uluslararası toplumun uzlaşma çabalarını dinlemeyen ve bildiğini okuyan yöneticilere karşıdır. Savaş yönetilenlerin dahil edildiği kapsayıcılıkta değil, yönetenlerle bir başka ülkenin yönetenleri arasında gerçekleşen polisiye bir vaka maiyetinde gerçekleşen bir olaydır. Tabii haklı olan tarafın arkasında uluslararası toplum vardır. Haksızın tarafında ise kendi halkı dahi yoktur. Miloseviç sanki seçimle işbaşına gelmiş değildir. O da, demokratik kabul edilen ülke liderleri kadar milliyetçi söylemle liderliği hak etmedi mi? 1989 yılından beri iktidarı sırasında onunla masaya oturup ticari, siyasal her türlü anlaşmaya imza atan biz değil, şimdi ona lanetler yağdıran NATO ülkelerinin yönetimidir. Şimdi Sırp halkıda ona daha çok destek vermiyor mu? Hele de "kaza" ile evlerine düşen bombalardan, ölen insanlardan sonra. Miloseviç'i bir uzlaşma formülüyle karşılarında bulduklarında ya da NATO'nun şartlarını kabul ettiğinde onun caniliği, diktatörlüğü kalmayacak, en fazlasından yola gelen bir lider olarak hatırlanacaktır.
Ambargoyla diktatörlerin değil halkın mağdur edildiği bilinen bir gerçek olmasına rağmen resmi açıklamalarda bu tam tersine çevrilmektedir. Demeçlerdeyse Irak halkının Saddam'a, Sırp halkının da Miloseviç'e karşı yönetimi değiştirecek yani onları devirecek hareketlere girişmesi beklenmektedir. Bunlar birer diktatör olduklarına göre bu ancak ayaklanmayla olabilir. Yine de kendileriyle uzlaşacak bir generalin ya da politikacının darbesi tercih edilir. Irak için muhalefeti destekleme kararı alınmasının aslında bir darbecinin desteklenmesi anlamına geldiğini neredeyse resmi görüş olarak açıklayacaklar. Sonuçta ambargo eğer halkın ayaklanmasına yarayacaksa bu halkın mağdur edildiğinden başka bir anlama gelmez. Ayaklanma... Fakat her ayaklanma değil. Örneğin Endonezya'da neredeyse hanedanlık haline gelmiş Suharto diktatörlüğüne, Meksika'da Chiapas halkının merkezi hükümete, Amerika'da polisin sokak ortasında bir siyahı döverek öldürmesi üzerine siyahların ve evsizlerin yönetime karşı ayaklanmaları en hafifinden terörist eylemlerdir. Bunlar halkın değil birkaç bozguncunun yarattığı "anarşi" oluverir ve meşru değildir.
Ambargoyla beraber Yugoslavya hükümeti ülkedeki tüm petrol ve ürünlerinin stoklarına el koydu. Askerin yiyeceği ve lojistik malzemesi için öncelik ilan etti. Yiyecek, içecek, enerji kaynakları, ilaç hepsi askeri önceliklere göre dağıtılmaktadır. Savaşın ilerlemesiyle beraber karavana yerine çocuk mamasını kimse düşünmeyecektir. Üstelik halkın gözünde tüm olan bitenin sorumlusu Miloseviç değil NATO'dur. Tabii herşeyi başlatan Arnavutlar asla affedilmeyecektir. Kosova'nın bağımsız olmasını ya da özerkliği elde etmesini istemeyen sadece Miloseviç ve diğer yöneticiler değildir.

Direnen Sırbistan, Şaşıran NATO
NATO tarafından Yugoslavya'ya yönelik gerçekleştirilen hava "operasyonu"nun, ittifak ülkelerince, kısa sürede sonuç vermesinin beklendiğini düşündürecek çok fazla veri mevcut. "Operasyon" öncesindeki diplomatik süreçte gizli görüşmelerde nelerin pazarlığının yapıldığını bilemiyoruz fakat fazla bir direniş beklenilmediği bir gerçek. "Operasyon"un çok sınırlı hedefler için planlandığı anlaşılıyor. Öncelikle ilk taaruzlar başladığında başta Belgrad olmak üzere tüm büyük şehirlerde karartma uygulanmadı. Sadece Priştine'de füzeler ateşlendiğinde kısa süreli karartma yapıldı. Bombalama, Kosova'dan kaçan mültecilerce dahi önceden boşaltıldığı bilinen tesislere yönelik gerçekleştirildi. Şehir dışında bulunan askeri tesisler ve havaalanları vurulan hedeflerdi. Sonraki günlerde aynı yerler tekrar tekrar vurulduğuna göre ilk darbeler oldukça yetersizdi.
İlk günlerde uçakların yaptığı taarruzların (sorti) ve atılan bombaların sayısı sonraki günlerde ortalamanın yarısı kadardır. İlk iki gün, NATO uçakları 400 sorti (27.3.1999, Radikal) yaparken sadece 30 Nisan'da 600 sorti (1.5.1999, Cumhuriyet) yapmıştır. "Operasyon"un ilk gününden beri hergün fırlatılan bombalar, yapılan sortiler, vurulan hedefler konusunda rekorlar kırılmaktadır. Ayrıca "operasyon"un kısa sürede anlaşmayı sağlayacağı düşünülmeseydi, savaş gücünde gerek uçak, gerek yeni bomba tipleri, gerekse de asker yönünden sürekli takviyeye gidilmezdi. Medyada her gün yeni savaş oyuncaklarının tanıtımı yapılmakta, bunların teknik yeteneklerinin öldürücülüğü konusunda birbirleri arasındaki rekabet anlatılmaktadır. Görünmez B-2 bombardıman uçakları, tank katili A-10 uçakları, Apache helikopterleri, 2.3 ton patlayıcıya sahip sığınak delici bombalar v.b. sürekli farklı yeteneklerde ve sayılarda savaş aracı NATO bünyesine katılmakta. Bunlara ihtiyaç olduğu ve varolanların sayısını arttırmaya yeni karar verildiğini göz önüne aldığımızda iki şeyi düşünebiliriz; NATO'nun planlama hatası yaptığı ya da diplomatik ve siyasi kanallardan gelen bilgilerin kapsamlı bir harekatın planlamasına gerek olmadığı.
Savaşın ilk günlerinde Yugoslavya deniz kuvvetlerine bağlı savaş gemilerinin, Adriyatik denizinde NATO kuvettine bağlı gemilere doğru harekete geçmesi savaşın "planlanma"sı ve amaçlarındaki dikkati gözler önüne seriyordu. Müttefik kuvvetlerin başkomutanı Wesley Clark, Yugoslavya Genelkurmay Başkanını telefonla bizzat arayarak gemilerin Adriyatik'teki üslerine geri dönmelerini istedi. "İstek" yerine getirildi ve kara derken denizde bir savaşın olması önlendi. Yugoslavya'daki tüm tesisleri vurmayı planlayan ve bunu gerçekleştiren NATO'nun, üzerine gelen savaş gemilerinin geri dönmesi ve batırılmaması için çabalaması, "operasyonun" ilk aşamada oldukça sınırlı "plan"landığının işaretidir.
Bir başka işaret de, "operasyon"dan sonra Arnavutların kitlesel olarak sürgün edilmesi karşısında yaşanan mülteci dramıdır. NATO, böylesine hızlı ve etkili bir etnik temizliği tahmin edememişti. Sırplar için tarihi ve dinsel önemi bulunan İpek kentininin tamamen boşaltılarak yüzbinin üzerinde Arnavut'un sürgün edilmesi üzerine W. Clark bunu itiraf ediyordu; "Miloseviç çok hızlı çalışıyor. Kosova'daki nüfusu değiştirip dünyayı oldu bittiye getirmeye çalışıyor" (30.4.199, Radikal), Beklenmedik bu durum karşısında çaresizlik içinde kalan NATO ancak Makedonya'nın isyanı üzerine mültecilerin durumuna müdahale edebildi. Fakat ne müdahale!..
Son bir yıldır Makedonya'ya ellibin civarında Kosovalı Arnavut göç etmiştir. Bunların büyük çoğunluğu bu ülkedeki akrabalarının yanına yerleşmiştir. Fakat "operasyon"la beraber gelen mülteci sayısı açıkça Makedonya'daki etnik bileşimindeki dağılımı değiştirecek boyutlara varmıştı. Bu ülkedeki %25 oranındaki Arnavut nüfus hızla artış gösteriyordu. Makedonya müttefiklere sert çıkarak mülteci sorununun çözümünü istedi. Eğer göç durdurulmazsa Arnavut nüfus oranının %50'lere varması bekleniyordu. Sınırda bekletilen ellibin civarında insanın bir gecede naylon torbaların altındaki yaşamından sökülüp atılmaları Makedonya'nın mülteci konusunda NATO'yu tehdit ettiğinin işaretiydi. Naylon arazide geriye kalanlar yaşananların korkunçluğunu açıklar nitelikteydi. Hiçbir eşya almalarına izin verilmeden Sırp askerleri tarafından evlerinden kovulan insanlar, o koşullara rağmen yanlarına en önemli şeyleri olan hatıralarını ve onların taşıyıcısı olan fotoğrafları almayı ihmal etmemişlerdi. Oysa geceleyin naylon arazide nasıl bir can pazarı yaşanmıştı ki ertesi sabah Makedon temizlik işçileri, bu defa "unutulmuş" fotoğraflara çöp muamelesi yapıyorlardı. Acaba Kosovalı Arnavutların hatıralarını süpürdüklerini biliyorlar mıydı? NATO, yirmibin mülteciyi çeşitli ülkelere gönderdiğini açıkladığında, otuzbin mültecinin bir gecede kaybolduğu da anlaşıldı. Makedonya tehdidinde ciddi olduğunu kanıtlamıştı. Otuz bin mülteci geri gönderilmişti. NATO, şaşkınlık içindeydi; mültecilerin sevki sırasında telaş ve izdihamdan yüzlerce aile parçalanmıştı. İnsanlar nereye gittiği belli olmayan uçaklara bindirilirken çoçuklar kaybolmuş, çoğu erkek ailesinden ayrı kalmıştı. Vatanından koparıldığı yetmiyormuş gibi bir de torunlarından kopartılan yaşlı insanlardan bazıları başka bir ülkede yaşamaktansa ölmeyi tercih etti.
Mülteciler konusu NATO'nun aslında çok sınırlı planlarla hareket ettiğinin açık bir kanıtıydı. Ayrıca yaşananlardan hazırlıksızlığı ve çaresizliği dolayısıyla NATO suçlanmaya başlanmıştı. NATO'nun ise sorumluluğu Miloseviç'e atması prestij kaybını önlemedi. Acemice de olsa mülteci sorununa geçici çare bulan NATO'ya, Sırbistan yönetiminin karşı hamlesi bu defa mültecileri geri alması olmuştur. Hatta Kosovalı Arnavutlara evlerine dönmeleri konusunda çağrı yaparak NATO ile dalga bile geçti. Mülteci sorunu yaratmak Miloseviç açısından "başarılı" bir operasyondu ve NATO için ciddi bir sorun oluşturdu. Ayrıca Kosova'da olası bir kara harekatı sırasında kontrol edilebilir bir nüfus elde edilmiş oluyordu. Fakat daha fazla mülteci yaratmak konusunda ısrarlı olmanın faydası yoktu. Artık etnik yer değiştirmeyle askeri birliklerin ve noktaların savunması kolaylaştırılabilirdi. Ayrıca yıkılan tesislerin yapımı için ücretsiz çalışacak nüfus her zaman işe yarardı.
NATO "operasyonunun" yaratılan imajın aksine Sırbistan'ın başta hava kuvvetleri olmak üzere askeri gücüne darbe indirmemiştir. NATO füzeler ateşlendiğinde havalanan ya da sığınaklarda kalan Sırbistan uçaklarını yerde yakalayamamaktadır. Ayrıca Sırbistan, bin kadar Rus yapımı yerden havaya SAM füzelerine sahiptir ve savaş başladığından beri sadece bir tanesini kullanmıştır. Radar sitemlerinin vurulmasından dolayı yüksekten uçan uçaklara karşı kullanılamamaktadır. NATO'nun hareket halindeki Sırp birliklerine karşı düzenleyeceği operasyonlarda alçaktan uçmak zorunda kalacak uçaklara karşı bu füzeler manuel olarak kullanılabilir. Bu nedenlerden dolayı NATO henüz Sırbistan hava sahasını denetleyememektedir. UÇK sözcülerinden Bertli Mahmudi, Sırbistan hava kuvvetlerinin sürekli olarak UÇK mevzilerini bombaladığını belirtirken Sırbistan'ın etkinliğini itiraf ediyordu. Son günlerde sığınak delmek için kullanılacak bombaların getirilmesi de NATO'nun bu konudaki itirafıdır. Sırbistan'ın askeri gücüne hasar verdiği açıktır. Fakat bunun teslim almayı sağlayacak düzeyde olmadığı her gün biraz daha kanıtlanmakta.
NATO'nun "operasyon"un kısa süreli olacağını düşünmesinin Yugoslavya yönetiminden gelen işaretlerin de etkili olduğunu düşündürecek gelişmeler de oldu.
"Operasyon" öncesinde Miloseviç, yaratılan yanılsamanın aksine Yugoslavya yönetimine tamamen egemen değildi. Bir diktatör ise, asla olmadı. Böyle bir şeyi istememesinden ya da karizmasının el vermemesinden değil. Yönetimde tek başına olmamasından, söyleminde ve eyleminde yer alan milliyetçi şoven niteliğin gerçek sahiplerinin kendisinin azılı muhaliflerinin olmasından dolayı Yugoslavya'nın Saddam'ı olarak kabul edilemez. Tüm dünya tarafından Bosna savaşı ve sonrasında demokratik muhalefet olarak adlandırılan düdüklü, tencere tavalı gösterilerin baş aktörleri Sırp Diriliş Hareketi lideri Vuk Draskoviç ve Sırp Radikal Partisi lideri Vojislav Şeşelj etnik milliyetçi ve faşist liderlerdir. Son zamanlarda medya tarafından Bosna kasabı olduğu hatırlanan Kapetan Arkan (Zeliko Raznatoviç) Sırp Birlik Partisinin lideridir. Bu parti özellikle Kosova'dan milletvekili çıkarmaktadır. Miloseviç YFC'nin başkanı olurken muhaliflerini de yönetim kademelerine dahil etmek zorunda kaldı. Nisan ayının sonunda görevden alınana kadar Draskoviç, YFC Dışişleri Bakanıydı. Bosna'da katliamları gerçekleştiren paramiliter grupların önderi olan Şeşelj ise Sırbistan Devlet Başkanlığı Yardımcısı ve devlet bakanı görevine getirilmişti ve hala görevdedir.
YFC yönetimi milliyetçi ve faşist bir bütünlük sergilemektedir. Faşist muhaliflerinin sokağa hakim olması karşısında Miloseviç her köşeye sıkıştığında yönetimde kalabilmek için milliyetçi şoven söyleme sarılmaktadır.
Savaşın başlamasıyla beraber arada sırada Miloseviç ve sıklıkla da Draskoviç dünyaya Kosova konusunda ılımlı mesajlar vermişlerdir. Özellikle de Kosova'ya silahsız Birleşmiş Milletler Barış gücünü kabul edeceklerini belirtmişlerdir. Çatışmanın başlamasına da bu konudaki anlaşmazlık neden olmuştur. Mart ayı sonunda Rambouillet görüşmeleri sonrasında Arnavut heyet oldukça kötü şartlara ikna edildiğinde YFC, daha fazlasını da elde edebileceği kanaatiyle, Kosova'da özerkliğin hayata geçirilmesi ve geri dönecek mültecilerin güvenliğinin sağlanması amacıyla NATO askeri yerleştirilmesine ısrarla karşı çıkmıştı. Bu konuda direnmenin daha fazla tavizi sağlayacağını düşünmüştü. YFC'nin dünyaya "operasyon"un haksızlık olduğunu, özellikle de Draskoviç'in ağzından ısrarla anlatmaya çalışması da bu sebeptendir. Özellikle Şeşelj ve Arkan'ın faşist muhalefeti Miloseviç ve partisini (Sırbistan Sosyalist Partisi) NATO'yla uzlaşma konusunda tek başına hareket etmekten alıkoymaktadır. Bombalama nedeniyle halkın NATO'ya olan tepkisini kendisine ("operasyon" öncesinde giderek azalmakta olan) desteğe tahvil etmek isteyen Miloseviç, tekrar şöven söyleme dönerek rakiplerinin aleyhinde güçlenmesinin önüne geçmiştir. Halkın gözünde de tekrar ulusal kahraman ve güçlü lider olmuştur. Bu konuda NATO'ya ne kadar teşekkür etse azdır.
Fakat Miloseviç muhalefet karşısında çok rahat değildir ve çok sıkı denetlenmektedir. Sırbistan'da vatan haini ilan edilmek çok kolay ve çabuk olmaktadır. Bu yüzden NATO ile bir uzlaşma çabası Sırbistan'daki siyasal dengeler gözetilmeksizin gerçekleşmeyecektir.
Üç Amerikalı askerin Sırp ordusu tarafından yakalanması sonrasında yaşanan gelişmeler bu dengelerin ne kadar hassas olduğunu ve Miloseviç'in tek adam olmadığını kanıtlar nitelikteydi. Askerlerin iade talebi üzerine Miloseviç iyi niyet gösterisinde bulunmak istedi. Kıbrıs Rum kesimi parlemento başkanı Spirus Kipriyanu'nun esir askerler konusunda arabulucu olarak Sırbistan'a gitmesi Miloseviç tarafından memnuniyetle karşılandı. Zaten Draskoviç hatta Arkan tarafından da askerler konusunda garanti verilmişti. Fakat "operasyon" başladığında tüm dünyadaki Sırpları Amerikan varlığına karşı eyleme çağıran Şeşelj'den yine sert bir açıklama geldi. Tüm dünya Miloseviç'in olumlu yaklaşımı karşısında askerlerin iade edilmesi beklenirken Şeşelj, Amerikalı askerleri savaş esiri olarak dahi görmediğini belirtiyordu. NATO'nun kendilerine karşı kullandığı söylemi kullanarak onların uluslararası terörist olarak yargılanacağını duyuruyordu. Kipriyanu, Yugoslavya hava sahasının kullanılamayacağı gerekçesiyle yola çıkamadı. Oysa bir gün sonra YFC yetkilileriyle Belgrad'da görüştü fakat sonuç alamadı. Şeşelj, Miloseviç'e baskı yaparak esir askerlerin iade edilmesini engellemişti. Ancak yaklaşık bir ay sonra askerlerin iadesi gündeme gelebildi. Artık NATO tüm gücünü kullanıyordu ve ilk zamanlardaki kısa sürede sonuç alınacağı beklentisini revize etmişti. "Operasyon"un aylarca sürmesinden sonra sonuç alınacağını açıklamıştı. Ambargonun etkisini göstermesinin de en az altı ay alacağı düşünülüyor.

Örnek Operasyon mu?
NATO'nun planlarının Sırbistan'daki siyasal dengeleri hesaba katmadığının açıkça belli olması, yine de onun çok güçlü olmasından ve medya desteğinden dolayı durumu lehine çevirmesine engel değil. Artık NATO'nun kaybetmesi ya da ağır prestij kaybına uğraması ancak kara harekatına kalkışmasıyla mümkündür. Daha ilk günlerde "operasyon"un uzun süreceğinin belli olması Batı'da Kosova'nın artık özerklikle çözülecek bir sorun olmaktan çıktığı, çarenin giderek bağımsızlıkla geleceğini düşünenler çıkmıştı. İngiltere Başbakanı Blair'in de bu yöndeki demeçleri bu yargıyı kuvvetlendirmişti. Fakat bu tür yorumların ittifakın Kosova'nın bağımsızlığı hakkındaki düşüncelerinde değişikliklerin olup olmadığının sorgulanmasından başka bir anlamı yoktu. NATO "operasyon"u Kosova'nın bağımsızlık elde etmesi için yapmadığını açıkça belirtti. ABD başkanı Clinton'ın Ulusal Güvenlik danışmanı Samuel Berger, Miloseviç'n Kosovalı Arnavutlar tarafından imzalanan barış anlaşmasının çerçevesini onaylaması gerektiğini ancak bazı değişikliklerin olabileceğini belirtti. (26.4.1999, Radikal) Ayrıca NATO sözcüleri de benzer açıklamayı bir kaç kez yinelediler. Bu son bir yıldır tekrarlanan Sırbistan'ın (Kosova Sırbistan Cumhuriyeti içinde bir bölgedir) toprak bütünlüğünün değişmemesi gerektiği görüşünün tekrar onaylanmasıydı. Yani masada hala özerklik vardı. Sadece YFC yönetimine, bir şekilde uzlaşmaya varmazlarsa bağımsızlık ihtimalinin gündeme geleceğinin belirtilmesiydi. Toprak bütünlüğünün korunması çerçevesinde "operasyon"un gerçekleşeceği garantisinin verilmesi özellikle Türkiye'de 23 Mart'tan beri yaşanan belirsizliği yıktı. Medyada köşe yazarlarının açıkça dillendirdiği, yetkililerinse diplomatik bir üslûpla kendini belirgin eden tedirginliği "operasyonun" bağımsızlık getirip getirmeyeceğiydi. "Operasyon" desteklense dahi bir an önce uzlaşılması gerektiği, savaşın yaygınlaşacağı endişesi belirtiliyordu. Kosova'yla güneydoğu arasındaki farklılıklar tartışılıyor, farklılıklar belirginleştiriliyordu. "Operasyon"un bağımsızlık sağlamasının tehlikeli bir örnek oluşturacağı varsayılıyordu. Haksız da sayılmazlardı. Örneğin Rusya'nın Ankara büyük elçisi Aleksander Lebedev, "Azeriler, Karabağ'ın tarihi toprakları olduğunu söylüyorlar. Aynı şeyi Yugoslavlar da Kosova için söylüyorlar. Tarihi olarak doğru,ama şimdi durum değişik. Kosova Arnavutları Tito zamanında elde ettikleri otonomiyi istemekte haklılar bana göre" demekteydi. "Dağlık Karabağ Ermenileri de otonomi istemekte haklılar. Çeçenler de" diyordu. (Cumhuriyet, 31.3.1999) Bu akıl yürütme başka coğrafyalara da uygulanabilirdi. Büyük medyamızdan Köşe yazarlarıda "operasyon"un ilk günlerinde daha çok bu konuyu işliyorlardı. Hükümet de ancak NATO'nun yaptığı bilgilendirmeler doğrultusunda açıklamalarda bulunuyordu. Savşın iyi bir çözüm yolu olmadığı ısrarla belirtiliyordu. Daha sonraları NATO bu "operasyonun" örnek ve her türlü ulusalcı isteğin yardımcısı olmayacağını belirtiyordu.
Bu konunun açıklık kazanmasıyla medya da yorumlar azalırken Türkiyenin katılımcı destekleyici çıkışları artış gösterdi. Kara harekatının dahi destekleneceği duyuruldu.
Sonuçta en azından kısa vadede "operasyonun" Kosova'nın bağımsızlığını sağlayamayacağını (Sırbistan'ın pes etmesi durumunda dahi) söyleyebiliriz.

Birleşik Balkanlar, Bağımsız Kosova
Kosova Arnavutlarının kendi kaderini tayin hakkı henüz onların insiyatifiyle dünyaya kabul ettirilebilecek gibi değildir. Arnavutların bunun için mevcut tüm olumsuzluklara rağmen savaştıklarına şüphe yok. Fakat YFC ve Sırbistan, son on yıldır askere dahi çağrılmayan/gitmeyen ufak çaplı bir gerilla ordusu örgütlemeyen, örgütlese dahi bu yapıya uygun şartlara sahip olmayan bir coğrafyada savaşan bir halk için çok ciddi bir askeri potansiyele sahiptir. NATO'ya karşı direnişi dahi, Arnavutların askeri operasyonlarla kendi kaderini tayin hakkını eldemeyeceğini kanıtlar niteliktedir. Kosova Arnavutları, özellikle ve öncelikle Sırbistan işçi sınıfı olmak üzere Balkanlardaki ve Avrupa'daki tüm işçi sınıfının desteğini almadan bu hakkı elde edemeyecektir. Bu destek olmadan Kosova kaybedecektir.NATO ve diğer uluslararası kuruluşların yapacağı "yardımlar" ne olursa olsun sonuç değişmeyecektir. Kosova Arnavutların uluslararası kamuoyunun desteğiyle ancak barınacak çadır, ısınacak battaniye ve giyebilecekleri eski giysi sahibi olabilecekleri son yaşananlardan sonra anlaşılmış olmalıdır. Uluslararası işçi sınıfının yaşadığı coğrafyada Kosova Arnavutlarının hakkı için mücadele etmeleri onların kendilerini aldatmalarına neden olan "acaba" ile başlayan sorular sormalarını engelleyecektir. Ancak bu sayede sağlanacak uluslararası dayanışmanın desteğiyle, rahat oturma odalarında acıyarak, ağlayarak duyarlılık gösteren sanal bir uluslararası komuoyunun desteği arasında yaşamsal bir fark vardır.
Televizyonlarda seyrettiğimiz bizim hikayemiz olarak kabul edilip gereğinin yerine getirilmesi sağlanmadıkça Kosova da, Balkanlar da ve dünyada değişen birşey olmayacak. Balkanların yeni bir tarzda ve tarihinde ilk kez gerçek anlamda Balkan Federasyonu olarak "Balkanlaştırılması" gerekmektedir.
Kosova Arnavutları için de Birleşik Balkanlar içinde bağımsız Kosova tek çözümdür.
(1) İskenderiye Yazıları sayı 20, sf.77
(2) Lockerbie sanıklarının Libya tarafından İngiltere'ye iade edilmesiyle sonuçlanan süreç hatırlanmalıdır.
(3) Michel Chossudovsky, Yoksulluğun Küreselleşmesi, Çiviyazıları yayını 1999

İçindekilere geri dön