21. Sayı
Bulut
Hiç kendinizi aldattınız mı? Yaşadığınız şehire, mahallenize, belki de evinize
isabet edebilecek bombalardan, size ve ailenize "nasip" olmayacağı konusunda
çocukları aldatmanızdan söz etmiyorum. Onları değil düpedüz kendinizi aldattınız
mı? Yani çocukları teselli ederken aslında kendinizi de aldattınız mı? Her teselli
biraz aldatmadır. Çoğunlukla da umut. Hiç bir somut dayanağı olmadan umut,
başkalarının da sizin gibi hissedebileceğine olan umut. Aynı şeyleri
hissedebileceğine olan inanca rağmen sizinle aynı zamanda, sizin acılarınızı ve
fedakarlıklarınızı yaşayabilecekler mi acaba? Aldatma, işte bu "acaba" ile
başlıyor. Acaba bize yardıma gelecekler mi, bizimle beraber mücadele edecekler mi?
Benzer soruları tedirginlik içinde üretmek, içinizde giderek yoğunlaşan şüphenin
kendini elevermesidir. Sorunların ortadan kalkacağına olan inancı eriten şüphe...
Oysa bu şüphenin kendisi de, "acaba" dedirten de olumsuz ihtimalleri ortadan
kaldırmak için kendi eyleminizden yoksun olmanızdır. Eylemi ertelemenizdir.
Beklentilere olan güvenin eyleme galip gelmesidir. Size tanınan daraltılmış, bir
yerlere sığdırılmış, bir kaç mekana indirgenmiş, dünyaya ancak oradan
bakabildiğiniz ve sesinizin ancak oralarla sınırlı kaldığı
hükümranlığınızdır. Kurtarılmış mekanlarınız ve zamanlarınız aslında terk
etmediğiniz esaretinizdir. Esarete değil dünyaya ihtiyacımız yok mu?
Başkalarını değil kendinizi aldattınız mı? Bir "acaba"nız varsa emin
olun kendinizi aldatıyorsunuz. Köşenizde, ellerinizle ördüğünüz
sığınağınızda, "acaba"ları olan aynı kaderi paylaştığınız
başkalarının umutlarını erittiğinizden dolayı kahrolabilirsiniz. Erittiğiniz ve
sonsuza kadar terk ettiğiniz kendi umutlarınızdır artık.
İnsanın kendisini aldatması çok kolay. Kendi eyleminin, başkalarının eylemiyle
birlikteliğine, topyekün bu güce olan inanç yok olduysa, bu birlikteliğin tüm
deneyimleri yitirilmiş ve unutulmuşsa, tekrar başlamak için en ufak bir çabaya tanık
olunmuyorsa kendini aldatmak çok kolay. Aldatmayı kolaylaştıran, bu birlikteliğin ve
sağlayacağı ortak mücadelenin hala mümkün görülmesidir. Bunun gerçekleşmesi
için, çaba harcanmaması ve örgütlenilmemesi dışında aşılamaz hiçbir neden
yoktur. Fakat böyle bir faaliyet ve somutlaşmış bir örneğin henüz varolmadığı da
bilinir ve bu yüzden kendini aldatma gerçekleşir. Çünkü yine de bir şeylerin
olabileceği umut edilir. Sanki bir sihiri bekler gibi, bir an sonra o vaatedilmiş
birlikteliğin gerçekleşeceğine inanılır. Kendini aldatma umuttur çünkü.
Fakat bu aldatma, umutsuzluk ve çaresizliğin artmasıyla başka odakların yardım ve
destek vaatlerine daha çok bel bağlanılmasına da neden olmaktadır. İnsanların kendi
aralarında birlikteliğin ve dayanışmanın olmaması, insanları kurumlarla ittifaka
yönlendirmektedir. Çünkü ortalıkta sahici ve ulaşılabilir olan sadece kurumlar
bulunmaktadır ve onların söylemleri. Beceriksizliğinin cezası olan kurumlar...
Kendisinin yaratmadığı, yenilgisinden dolayı var olan kurumlar. Kurumlar ise
insanlarla ilişkilerinde ve onların mağdur durumlarına "son vermek" adına
yaptıkları çıkışlarda insanları insan olarak değerlendirmekten çok onları bir
başka kurum olarak görmektedir. Sadece kayda geçmişlerse, bir dosya numarasıyla
temsil ediliyorlarsa vardırlar; kaç adettirler, ne kadar yerler, nerede barınırlar
v.b. Kurumlar onları hayali varlıklar olarak kavrar. Ancak raporlarda yer alan ve sanal
ortamda görüntülerden ibaret olan insanları başka türlü değerlendirmek olanaklı
mıdır? Onlar sadece kurumun yapacağı operasyonun nesnesidirler arkadaşlarınız,
aileniz, komşularınız gibi hissedilebilir değildirler. Bu yüzden yitirildiklerinde
sadece kağıt üzerinde varlıkları sona erer.
Başınıza gelebilecek en kötü şeyleri bilirsiniz de olmayacağına,
gerçekleşmeyeceğine dair gizli bir inancı beslersiniz ve o sizinle beraber cebinizdeki
terapi kitapçığı gibi dolaşır. Hele de bunlar yaşantınıza, yakınlarınızın,
varlıklarına tanık olduklarınızın yaşamına kast edecek kötülüklerse o gize daha
çok sarılır, terapi tam anlamıyla bir aldatmaya varır.
Yağmur
Kosovalı Arnavutlar, Sırbistan Devletinin ve yönetici sınıflarının elinde rehine ve
etnik temizlik nesnesi olduklarını herkesten çok daha iyi biliyorlardı. Dolayısıyla
bağımsızlık mücadelelerinde ve maruz kaldıkları haksızlıkların sona
erdirilmesinde uluslararası desteğin, NATO "yardımının", Yugoslavya'ya
yönelik "havadan" bir bombalama harekatı olamayacağını düşünüyorlardı.
Nasıl olabilirdi ki; bombalar Arnavutları ayırdedebilecek teknolojik yetenekte
olamazlardı. Yerleşim yerlerini vurmak gibi bir aptallığa kalkışmayacaklarını
tahmin etseler dahi, bu defa da Sırbistan Devletinin "operasyon"larının ana
faaliyet konusunun kendileri olacağını çok iyi biliyorlardı. Sırbistan Ordusuna
atılacak her bomba, Arnavutlara katliam ve en iyi şartlarda sürgün olarak
ulaşacaktı. Erkeklerin rehin alınması, çocukların öldürülmesi, kadınların
tecavüze uğraması, ailelerin dağıtılması, evlerinden sökülüp atılmaları hangi
NATO bombasının engelleyebileceği felaketlerdi.
Sırp halkı da NATO'nun Arnavutlara yardım etmek adına kendilerini bombalamayacağını
düşünüyorlardı. Kosova zaten Sırbistan'ın bir parçası değil miydi? NATO kendisi
için büyük meblağlara mal olacak bir masrafa neden katlansın ki? "Durduk yere
bir savaşın başlaması", NATO'nun Sırbistan'ı bölme planı olarak
algılanıyordu. NATO ile bir savaşın başlaması anlamsızdı. Zaten operasyon
tehdidinin defalarca ertelenmesi, savaşın olabileceğine olan kuşkuları
arttırmıştı.
Sırbistan Devleti ve yönetici sınıfları da NATO'dan gelebilecek bir saldırıyı,
Arnavutlar üzerinde hayal ettikleri fakat şimdiye kadar gerçekleştiremedikleri etnik
temizliğe fırsat yaratacağının NATO tarafından tahmin edileceğini düşünerek pek
olası görmüyorlardı. İki milyona yakın rehine nüfusunun iyi bir şantaj aracı
olabileceğini düşünüyorlardı. Fakat her türlü olasılığa karşı askeri
stratejilerin ve politik planların yapılmaması bir devlet için düşünülemez.
Sırbistan Devleti de her hamlenin karşılığını çok önceden planlamıştı.
NATO hava saldırılarının başladığı güne kadar herkes harekatın son anda bir kez
daha erteleneceğini düşünüyordu. Her türlü anlaşma girişiminden ayrı olarak
hareket eden, diplomatik harekatların değişmez aktörü Holbrooke, Miloseviç'le
görüşmesinden eli boş dönene kadar, genel kanı bu yöndeydi. Daha sonra bütün
olasılıklar, senaryolar tek tek gerçekleşmeye başladı.
Yugoslavya'da herkes işine gitmeye devam ediyordu. Gündelik hayat ülkenin
standartlarına göre normal seyrindeydi. 23 Mart'ta Holbrooke'un eli boş dönmesi,
devletin ve bürokrasinin hareketlenmesi, dikkatle izlenen askeri faaliyetlerde o güne
has telaş, insanların 24 Mart'tan kuşkulanmasına neden oldu. Sırbistan halkıyla
beraber Kosovalı Arnavutlar da artık o kadar sıcak bakmadıkları olasılığın
"ikramiye"sinin kendilerine düştüğünü anladılar. Kendilerini aldatmaları
sona ermişti. 24 Mart öğle vakti Priştine'den ve diğer Kosova kentlerinden insanlar,
yakınlarından en çok tehlikede olduklarını düşündükleri kadınları ve
çocukları zorunlu seyahate gönderdiler. Daha sonra ki gelişmeler, bu ilk kafilenin en
şanslıları olduğunu kanıtladı. On otobüsle 400-500 ve bir o kadar da özel
otomobilleriyle kaçan insanlar. Geri de kalan iki milyon Kosovalı ve hiç hesaba
katılmayan sekiz milyon Sırbistanlı.
Tümünün kendini aldatması artık son bulmuştu. Hiç akıllarından çıkmayan fakat
hep uzak duracağını düşündükleri, o bulut gitmemişti ve şimdi yağmur
zamanıydı.
"(...) En önemlisi (Yugoslavya/Sırbistan) ordusunun büyük bir kısmı Kosova'da
olduğundan, bir hava harekatı doğrudan doğruya Sırpların Arnavut ulusuna karşı bir
soykırım yapmasıyla sonuçlanacaktır. Askeri operasyonun sadece hava harekatıyla
sınırlı kalması, Kosova kentlerinde katliama yol açacaktır. Zaten NATO ve
Birlaşmiş Milletler son zamanlarda bu soykırım ihtimalini belirtmeden, hava
harekatının ayrıca bir kara harekatıyla eşzamanlı olması gerekliliğini
dillendirmeye başladı. Kara harekatıysa askeri kayıpların insan gücü olarak ifade
edilmesiyle sonuçlanacağından, buna gönüllü olacak devletlerin sayısının sıfır
olacağı bilinmekte."1 Sırbistan Devletinin ve Arnavut temsilcilerin
Fransa/Ramboillet şatosunda yaptıkları görüşmelerin öncesinde yazılan bu yazıda
katliam olasılığı karşısında askeri operasyonun olmayacağını ya da Miloseviç'i
anlaşma yoluna gittiğinde iç politikada rahatlatacak "ancak danışıklı dövüş
kabilinden çok sınırlı bir gösteri olabileceği düşünülmüştü. Bu erken
yargıda unutulan bir şey vardı; "prestij."..! NATO'nun tüm dünya
karşısındaki prestiji. Bir yanda bombaların tepelerine ineceği iki milyonu rehine
toplam on milyon insan diğer yanda "saygıdeğer" bir kurum, NATO ve prestiji.
"Prestijin" Anlamı
1991 yılında NATO'nun ilan ettiği Stratejik Konsept'te, artık sadece müttefiklerinden
birine yapılacak saldırıdan ibaret olmayan bir tehlike ve buna bağlı güvenlik
anlayışı geliştirilmişti. Tehlike kavramının tanımı ve müdahale alanının
kapsamı genişletilmişti. Bu anlayışın tezahürleriyle Irak'a karşı yürütülen
savaş, gerekli ve haklı ilan edilmiş, insani değerler uğruna gerçekleştirilen bir
savaş kimliğine büründürülmüştü. ABD ve NATO artık yeni konseptin gerektirdiği
müdahalelerin icracısı olduklarını dosta düşmana duyuruyorlardı. İşitilmesi
için de yabana atılmayacak miktarda patlayıcı kullandıklarına şüphe yok. Rıza
alınmasa da genellikle itirazsız, adeta geçiştirilen bir süreç yaşandı. ABD ve
NATO askeri gücünün hesaba katılmasının, diplomatik süreçlerde sonuç almasını
kolaylaştıracağı düşünülüyordu. Sorun, ittifaka üye olmayanların bu
öngörünün gerçekleşmesine ikna edilmeleriydi. Diplomatik olarak bu düşünce
anlatılamadıysa ya da kuşkular giderilmediyse pratik bir örneğin varlığına
ihtiyaç duyulmaktaydı. Sırbistan'nın verdiği fırsat da kaçırılmadı. Yeni
"tehlike algılama anlayışının" gereklerinin yerine getirilmesi
kaçınılmazdı.?!
Çoğu kimse prestij için gerçekleştirilen bir savaş olduğu fikrine sıcak bakmıyor.
(Wallerstein ve çoğu sol analist gibi.) Savaşın somut ekonomik nedenlerinin olması
gerekliliğinden hareket ediyor. Fakat bu akıl yürütme sadece Kosova ve Sırbistan
coğrafyasıyla sınırlı kaldığında açıkça sığlaşıyor. Uluslararası
ilişkilerde, diplomasi ve ekonomik baskıdan gayrı bir araç olarak askeri
operasyonların giderek meşruluk kazanması tüm dünyada siyasal ve ekonomik
yapılanmayı etkileyecektir. Sadece askeri örgütlere üye ülkelerden oluşan
"uluslararası toplum"u karşısına alacak ülkelerin başına gelebilecekler
için Irak ve Yugoslavya örnekleri yeterli olacaktır. Böyle bir tehdit karşısında
örneğin Libya'nın daha uzlaşmacı bir diplomasi izlemeyeceğini ve ekonomik
işbirliğine daha yatkın bir ortak olmayacağını düşünebilir misiniz?2
"Prestij" böyle bir içerikle ele alındığında yukarıda belirtilen
itirazın ilkelliği daha da netleşmekte.
"Bosna'da petrol yok. Bundan dolayı Amerika ve NATO müdahale etmedi"
nakaratları da "son tahlilde herşeyin nedeni ekonomik" diyen bilgelerin
kuramı olan ekonomizmin ürünü. Yoğurdun suyla ilişkisinde dahi ekonomi arayanlar,
emperyalizmin müdahalesinin anlamını keşfedebilmek için mutlaka hemen oracıkta elde
edilebilecek ekonomik nedenleri aramaya çalışırlar. Define avcısı titizliğindeki bu
arkeolojik kazı ekibinin lugatında imparatorluk ile emperyalizm arasında fark yoktur.
Ne de olsa ikiside aynı kelimenin farklı okunuşu. Kosova'da petrol olmamasından
dolayı uğradıkları tahlil zaafiyetlerini gidermelerine yardımcı olmaya
çalışalım. Yugoslavya dünyanın üçüncü büyük magnezit üreticisidir. Bu
üretimin yarısı Kosova'da gerçekleşir. Avrupa'nın en büyük kurşun ve çinko
bölgesi olan Kosova, bu metallerin dağılma öncesi Yugoslavya rezervlerinin %56'sına
sahiptir. II. Dünya Savaşında Almanya tarafından işgal edilen Kosova/Trepça maden
bölgesi, savaş süresince bu ülkenin kurşun ihtiyacının %40'nı karşılamıştı.
Ayrıca Kosova, kömür, demir, boksit, gümüş ve altın madenleri yönünden de
oldukça zengindir. Petrol kalmadı, maden verelim.
NATO'nun müdahale gerekçesini açıklamaya bu noktadan başlayanların gözden
kaçırdıkları tüm bu coğrafyanın zenginliklerinin zaten emperyalizme kapalı
olmadığıdır. 1980'lerden bu yana Yugoslavya dünya ekonomisiyle tam bütünleşmesini
gerçekleştirmek adına IMF ve Dünya Bankasının dayattığı yapısal uyum
programlarının sadık bir uygulayıcısı olmuştur. Uluslararası şirketler
aracılığıyla yabancı sermayenin gelmesi ve yatırımlar yapması için her türlü
kolaylık sağlanmış, özelleştirmeler gerçekleştirilmiştir. Devlet işletmeleri
ulusal sermaye gruplarının oluşması gayretiyle talan edilmiş, yoğun bir işten
çıkarma gerçekleştirilerek %50 lere ulaşan oranlarda işsizlik rekorları
kırılmıştır. %2700 lere varan kronik enflasyonla ücretlerin düşürülmesi
sağlanmış, çalışanların tüm birikimi ülke zenginlikleriyle beraber sermaye
hareketleri sayesinde metropol ülkeler tarafından emilmiştir. Dağılma sürecini,
etnik milliyetçiliğin tüm cumhuriyetlerde neredeyse tek siyasal odak olarak var
olmasını sağlayan da bu süreçtir. Emperyalizm için askeri işgalin ve bu işgale
karşı milliyetçi isyanlarla savaşmanın daha kârlı olacağını düşünmemizi
sağlayacak olan nedir? Emperyalizmin Balkanlara girişini ya da bu bölgeyi etkinlik
alanı olarak ele geçirmesini askeri operasyonla açıklamak, olan bitenden habersiz
olmaktır. Bir takım tahlil şablonları tek bir kelimesini dahi değiştirmeden,
yıllardır kullanıldığı haliyle tekrar önümüze konulmaktadır.
"NATO ve Amerika'nın etkinlik alanını Balkanlar'a genişletmesi" argümanı
da tam bir cahillik. Yunanistan ve Türkiye NATO üyesi iki Balkan ülkesi, Doğu
Avrupa'da üç yeni üye birliğe dahil oldu. Bosna ve Makedonya'da Birleşmiş Milletler
askeri var. Bu şekilde kuşatılmış sekiz milyon nüfuslu Sırbistan için biraz fazla
patırtı koparmıyorlar mı? Yukarıdaki argüman, ancak etkinlik alanının teslim
alınması olarak okunduğunda ve Balkanlar, Sırbistandan ibaret görüldüğünde bir
anlam taşıyabilir.
Ayrıca Amerika'nın Kosova "operasyon"undaki liderliğini, başta Almanya olmak
üzere Avrupa Birliği'ne Balkanları kaptırmama çabası olarak değerlendirmek de
mevcut siyasal konumlanışa bakıldığında anlamlı değildir.
Türkiye'deki tüm medyanın sağcısından solcusuna geçmişte üzerinde herkesin
birleştiği "Bosna'da Kuveyt ve Irak'taki gibi petrol yok o yüzden seyirci
kalınıyor" yorumu da oldukça temelsiz. Hem de iki kere. Öncelikle Kosova
"operasyonu" bunun doğru olmadığını göstermekte. Ayrıca Bosna'da petrol
olmadığı da cahillik değilse, koca bir yalandır. "Hırvatistan ve Bosna
Sırplarının elindeki belgeler kömür ve petrol yataklarının, Yugoslavyanın
doğusunda, "bu yaz (1995) Hırvat ordusunun Bosnadaki Sırp isyancılarına karşı
saldırılarının yoğunlaştığı Hırvatistan'ın Krayina bölgesinde' bulunduğunu
göstermekteydi. (...) 'Bosna'lı yetkililere göre merkezi Şikago'da olan Amaco
(Amerikan Petrol Şirketi) Bosna'da petrol arama çalışmalarını başlatan birkaç
yabancı şirketten biriydi".3 Dayton Anlaşmasıyla, Bosna/Tuzla'da karargah kuran
ABD askeri bölgesi içinde önemli petrol yatakları bulunduğu iddia edilmektedir.
Sonuçta emperyalizmin günümüzde yaptığı askeri "operasyonları", komplo
teorileriyle ele almak, Amerikan karşıtı edebiyata katkı için bir takım popülist
söylemler yaratmak ya da bunların dillendiricilerinden olmak emperyalizmin gerçek
yüzünü gizlemeye katkıdan başka bir şeye yaramamaktadır. Emperyalizmin asıl IMF ve
Dünya Bankası programlarıyla, uluslararası şirketler aracılığıyla, sonuçta
sermaye yatırımları ve finansal hareketlerle egemenlik kurduğunu, tüm dünyayı
sömürdüğünü vurgulamak gereklidir. Amerika'nın bombaladığı Belgrad'ta Mc Donalds
restoran zincirinin, hem de Sırp milliyetçisi şarkılarla ve tabelasında yer alan
milliyetçi sloganlarla açılmasını petrolün varlığı ya da yokluğuyla
açıklayamazsınız. Dünyada olan biteni gizli servislerin "bilinen"
binalarında yazılan senaryoların hayata geçirilmesi olarak açıklamak, tüm dünyada
emperyalizme karşı savaşacak insanlara "boşa uğraşmayın, onlar çok
güçlü" demenin bir yolu değil mi? Hollywood'un kurgusal "action"
filmleri de böyle bu görüşün propangandası değil mi?
Dünyada ve son bir yıldır Yugoslavya'da yaşanan siyasal gelişmelerin pek öyle
baştan sona planlanmış olmadığını düşündürecek pek çok veri mevcut. Özellikle
milliyetçiliğin kendisi olası planları sekteye uğratacak kabiliyette. İrlanda'da
barış süreci milliyetçi tarafların aktif hizipleri tarafından defalarca kesintiye
uğradı. Oysa başta İngiltere olmak üzere emperyalizm bu barışa taraftar. Irak'ta
Baas milliyetçiliği Amerika'nın "operasyonlarından" sonra Saddam gitse de
gitmesede Amerika'ya karşı kalıcılaştı. Irak da, Sırbistan da Amerika'yı hedef
alan milliyetçiliğin yanında, ona diş geçiremediğinden dolayı tüm başlarına
gelenlerin sorumlusu olarak ezdikleri ulusları her zaman kadim düşman olarak
göreceklerdir ve siyasal konumlanışlarında daima bunu gözeteceklerdir. Kürtler ve
Arnavutlar Baas ve Sırp milliyetçiliğinin artık affedilmez figürleridir.
Dünya pazarındaki mücadeleler de, "planlanan" senaryoların prodüksiyonunda
aksaklıklar ve engeller yaratmaktadır. Yıllardır Küba, Kuzey Kore, Libya, Sudan,
İran ve Irak'a ambargo uygulayan ABD, müttefiklerinden kazık yemektedir. Fransız
petrol devi Total, birkaç ay öncesinde İran'la bir ticari anlaşma ve işbirliği
yaptığı gibi Yugoslavya'ya ABD ve NATO ülkelerinin ambargo kararı alınmasının
mürekkebi kurumadan bu ülkeye yüklü bir petrol satışı ve teslimatını
gerçekleştirdi. Total'in hisse senetlerinin bir kısmının Amerikan sermaye
gruplarının elinde bulunduğunu, bu senetlerin Amerikan borsalarında işlem
gördüğünü herhalde sadece komplo teorilerini tek geçim kaynağı yapmış olanlar
bilmiyordur. Bir yanda ambargo yapılıyor bir yandan da McDonalds'lar açılıyor. Sanki
"eski" tas yeni dünya düzeni...
"Birlik" Operasyonları.
ABD, askeri operasyonların olduğu gibi ambargo kararlarının da tek başına
uygulamasının etkili olmadığını, bu noktada da dünya jandarmalığı rolünün
ödüle layık olmadığını kabul etmiş durumda. Yani senaryoları pek iş yapmıyor.
Aslında geçmişte çoğu siyasal krizde tek başına hareket etmek zorunda kalması onun
askeri gücündeki tartışmasız üstünlüğünün pek etkili olamadığının, kimsenin
dünya jandarması olmasını istemediğinin kanıtıdır. Amerika, Lockerbie'de Amerikan
yolcu uçağının Libyalı iki korsan tarafından düşürülmesi ve Almanya'da bir
diskoda iki Amerikan askerinin öldürülmesi sorumluluğunu yüklediği Libya'ya karşı
hava "operasyonu" düzenleyerek Trablusgarp ve Bingazi'yi bombalamış ve
ardından bu ülkeye ambargo uygulamıştı. Kısa bir süre önce de "gıda ve ilaç
ambargosunun bir ülkenin askeri kapasitesinin artmasına veya terörizme yol
açmayacağına" karar vererek, İran, Libya ve Sudan'a uyguladığı ambargoyu
kaldırdı. Ambargonun Amerikan çiftçilerini yılda 500 bin dolar zarara
uğrattığını da belirtmeden edemedi. Daha birkaç ay önce de kimyasal silah
üretildiği gerekçesiyle Sudan'da bir ilaç fabrikasını bombalamıştı.
ABD ve AB askeri ve siyasal süreçlerde tek başına hareket etmekten asgari çıkarlar
doğrultusunda ortak hareket etmeyi ve bunu da NATO gibi uluslararası ittifaklar
aracılıyla gerçekleştirmeyi esas alıyorlar. Bu sayede ittifaklara dahil diğer
ülkelerin de onayı alınmış olmakta. Yugoslavya'ya uygulanan askeri
"operasyon" ve ambargo son NATO zirvesinde alınan kararlarla da tescil
edildiği gibi bu anlayışın fiili bir durumun sağladığı etkiyle hayat bulmasıdır.
Tüm ittifak ülkelerinin katılacağı bir ambargonun sonuç alacağı
düşünülmektedir. Fakat hangi sonuç?
İyi Huylu İsyan Beklentisi
Yugoslavya'ya uygulanacak ambargoyla ülkenin askeri kapasitesinin zayıflaması
beklenmekte. Ayrıca yokluk çeken halkın da bunun sorumlusu olarak Miloseviç
yönetimini görerek ayaklanacağı ve yönetimi devireceği beklenmektedir. NATO
bombalamanın bir savaş olmadığını ve hedefinin Sırp halkı olmadığını ısrarla
belirtmektedir. Tüm dünyada depolitizasyonun aldığı boyutları sergilemesi
açısından örnek bir durum.
Herbiri yüzlece kilo patlayıcı taşıyan yüzlerce füze ve bombanın hergün
atılması bir savaş değil de "operasyon" ya da harekat olarak
adlandırılıyor. Irak'ta "Çöl Tilkisi Harekatı", "Çekiç Güç"
operasyonu, Yugoslavya'da "Kararlı Güç Harekatı". Aman yanlış
anlaşılmasın, savaş değil "operasyon". Karadan değil havadan. Kimse
ölmeyecek, sadece radarlar, havaalanları, askeri tesisler, köprüler, yönetim
binaları, stratejik "önemde" yollar; direnmeye devam edilirse petrol
rafinerileri, elektrik santralleri, barajlar gibi binalar vurulacak. Sıfır ölümlü
operasyonlara savaş denilebilir mi? NATO'dan değil ama karşı taraftan kazayla birileri
ölebilir fakat bu, ancak özür gerektiren hatalar sonucu olabilir, hedef olduklarından
değil. Savaş ise başka şeydir. "Er Ryan'ı Kurtarmak" ya da "İnce
kırmızı Hat" filmlerine giderseniz savaşı görebilirsiniz. Bir tepenin
alınması için yüzlerce insanın feda edildiği harekatlardır savaş. İki dünya
savaşında milyonlarca insanın öldüğü Batı kamuoyu için (sadece Fransa, I.Dünya
Savaşında erkek nüfusunun üçte ikisini kaybetmiştir) savaş gerçekten bu filmlerde
hatırlatıldığı gibi kan akıtılan felaketlerdir. Ancak medya medyalığını yapıp
işgüzarlıkla "operasyonları" "Körfez Savaşı", "Balkan
Harbi", "Üçünçü Balkan Savaşı" olarak adlandırmaktadır.
"Operasyon", asla halka karşı değildir. Böyle olsaydı savaş olurdu.
Uluslararası toplumun uzlaşma çabalarını dinlemeyen ve bildiğini okuyan
yöneticilere karşıdır. Savaş yönetilenlerin dahil edildiği kapsayıcılıkta
değil, yönetenlerle bir başka ülkenin yönetenleri arasında gerçekleşen polisiye
bir vaka maiyetinde gerçekleşen bir olaydır. Tabii haklı olan tarafın arkasında
uluslararası toplum vardır. Haksızın tarafında ise kendi halkı dahi yoktur.
Miloseviç sanki seçimle işbaşına gelmiş değildir. O da, demokratik kabul edilen
ülke liderleri kadar milliyetçi söylemle liderliği hak etmedi mi? 1989 yılından beri
iktidarı sırasında onunla masaya oturup ticari, siyasal her türlü anlaşmaya imza
atan biz değil, şimdi ona lanetler yağdıran NATO ülkelerinin yönetimidir. Şimdi
Sırp halkıda ona daha çok destek vermiyor mu? Hele de "kaza" ile evlerine
düşen bombalardan, ölen insanlardan sonra. Miloseviç'i bir uzlaşma formülüyle
karşılarında bulduklarında ya da NATO'nun şartlarını kabul ettiğinde onun
caniliği, diktatörlüğü kalmayacak, en fazlasından yola gelen bir lider olarak
hatırlanacaktır.
Ambargoyla diktatörlerin değil halkın mağdur edildiği bilinen bir gerçek olmasına
rağmen resmi açıklamalarda bu tam tersine çevrilmektedir. Demeçlerdeyse Irak
halkının Saddam'a, Sırp halkının da Miloseviç'e karşı yönetimi değiştirecek
yani onları devirecek hareketlere girişmesi beklenmektedir. Bunlar birer diktatör
olduklarına göre bu ancak ayaklanmayla olabilir. Yine de kendileriyle uzlaşacak bir
generalin ya da politikacının darbesi tercih edilir. Irak için muhalefeti destekleme
kararı alınmasının aslında bir darbecinin desteklenmesi anlamına geldiğini
neredeyse resmi görüş olarak açıklayacaklar. Sonuçta ambargo eğer halkın
ayaklanmasına yarayacaksa bu halkın mağdur edildiğinden başka bir anlama gelmez.
Ayaklanma... Fakat her ayaklanma değil. Örneğin Endonezya'da neredeyse hanedanlık
haline gelmiş Suharto diktatörlüğüne, Meksika'da Chiapas halkının merkezi
hükümete, Amerika'da polisin sokak ortasında bir siyahı döverek öldürmesi üzerine
siyahların ve evsizlerin yönetime karşı ayaklanmaları en hafifinden terörist
eylemlerdir. Bunlar halkın değil birkaç bozguncunun yarattığı "anarşi"
oluverir ve meşru değildir.
Ambargoyla beraber Yugoslavya hükümeti ülkedeki tüm petrol ve ürünlerinin
stoklarına el koydu. Askerin yiyeceği ve lojistik malzemesi için öncelik ilan etti.
Yiyecek, içecek, enerji kaynakları, ilaç hepsi askeri önceliklere göre
dağıtılmaktadır. Savaşın ilerlemesiyle beraber karavana yerine çocuk mamasını
kimse düşünmeyecektir. Üstelik halkın gözünde tüm olan bitenin sorumlusu
Miloseviç değil NATO'dur. Tabii herşeyi başlatan Arnavutlar asla affedilmeyecektir.
Kosova'nın bağımsız olmasını ya da özerkliği elde etmesini istemeyen sadece
Miloseviç ve diğer yöneticiler değildir.
Direnen Sırbistan, Şaşıran NATO
NATO tarafından Yugoslavya'ya yönelik gerçekleştirilen hava "operasyonu"nun,
ittifak ülkelerince, kısa sürede sonuç vermesinin beklendiğini düşündürecek çok
fazla veri mevcut. "Operasyon" öncesindeki diplomatik süreçte gizli
görüşmelerde nelerin pazarlığının yapıldığını bilemiyoruz fakat fazla bir
direniş beklenilmediği bir gerçek. "Operasyon"un çok sınırlı hedefler
için planlandığı anlaşılıyor. Öncelikle ilk taaruzlar başladığında başta
Belgrad olmak üzere tüm büyük şehirlerde karartma uygulanmadı. Sadece Priştine'de
füzeler ateşlendiğinde kısa süreli karartma yapıldı. Bombalama, Kosova'dan kaçan
mültecilerce dahi önceden boşaltıldığı bilinen tesislere yönelik
gerçekleştirildi. Şehir dışında bulunan askeri tesisler ve havaalanları vurulan
hedeflerdi. Sonraki günlerde aynı yerler tekrar tekrar vurulduğuna göre ilk darbeler
oldukça yetersizdi.
İlk günlerde uçakların yaptığı taarruzların (sorti) ve atılan bombaların
sayısı sonraki günlerde ortalamanın yarısı kadardır. İlk iki gün, NATO uçakları
400 sorti (27.3.1999, Radikal) yaparken sadece 30 Nisan'da 600 sorti (1.5.1999,
Cumhuriyet) yapmıştır. "Operasyon"un ilk gününden beri hergün fırlatılan
bombalar, yapılan sortiler, vurulan hedefler konusunda rekorlar kırılmaktadır. Ayrıca
"operasyon"un kısa sürede anlaşmayı sağlayacağı düşünülmeseydi,
savaş gücünde gerek uçak, gerek yeni bomba tipleri, gerekse de asker yönünden
sürekli takviyeye gidilmezdi. Medyada her gün yeni savaş oyuncaklarının tanıtımı
yapılmakta, bunların teknik yeteneklerinin öldürücülüğü konusunda birbirleri
arasındaki rekabet anlatılmaktadır. Görünmez B-2 bombardıman uçakları, tank katili
A-10 uçakları, Apache helikopterleri, 2.3 ton patlayıcıya sahip sığınak delici
bombalar v.b. sürekli farklı yeteneklerde ve sayılarda savaş aracı NATO bünyesine
katılmakta. Bunlara ihtiyaç olduğu ve varolanların sayısını arttırmaya yeni karar
verildiğini göz önüne aldığımızda iki şeyi düşünebiliriz; NATO'nun planlama
hatası yaptığı ya da diplomatik ve siyasi kanallardan gelen bilgilerin kapsamlı bir
harekatın planlamasına gerek olmadığı.
Savaşın ilk günlerinde Yugoslavya deniz kuvvetlerine bağlı savaş gemilerinin,
Adriyatik denizinde NATO kuvettine bağlı gemilere doğru harekete geçmesi savaşın
"planlanma"sı ve amaçlarındaki dikkati gözler önüne seriyordu. Müttefik
kuvvetlerin başkomutanı Wesley Clark, Yugoslavya Genelkurmay Başkanını telefonla
bizzat arayarak gemilerin Adriyatik'teki üslerine geri dönmelerini istedi.
"İstek" yerine getirildi ve kara derken denizde bir savaşın olması önlendi.
Yugoslavya'daki tüm tesisleri vurmayı planlayan ve bunu gerçekleştiren NATO'nun,
üzerine gelen savaş gemilerinin geri dönmesi ve batırılmaması için çabalaması,
"operasyonun" ilk aşamada oldukça sınırlı "plan"landığının
işaretidir.
Bir başka işaret de, "operasyon"dan sonra Arnavutların kitlesel olarak
sürgün edilmesi karşısında yaşanan mülteci dramıdır. NATO, böylesine hızlı ve
etkili bir etnik temizliği tahmin edememişti. Sırplar için tarihi ve dinsel önemi
bulunan İpek kentininin tamamen boşaltılarak yüzbinin üzerinde Arnavut'un sürgün
edilmesi üzerine W. Clark bunu itiraf ediyordu; "Miloseviç çok hızlı
çalışıyor. Kosova'daki nüfusu değiştirip dünyayı oldu bittiye getirmeye
çalışıyor" (30.4.199, Radikal), Beklenmedik bu durum karşısında çaresizlik
içinde kalan NATO ancak Makedonya'nın isyanı üzerine mültecilerin durumuna müdahale
edebildi. Fakat ne müdahale!..
Son bir yıldır Makedonya'ya ellibin civarında Kosovalı Arnavut göç etmiştir.
Bunların büyük çoğunluğu bu ülkedeki akrabalarının yanına yerleşmiştir. Fakat
"operasyon"la beraber gelen mülteci sayısı açıkça Makedonya'daki etnik
bileşimindeki dağılımı değiştirecek boyutlara varmıştı. Bu ülkedeki %25
oranındaki Arnavut nüfus hızla artış gösteriyordu. Makedonya müttefiklere sert
çıkarak mülteci sorununun çözümünü istedi. Eğer göç durdurulmazsa Arnavut
nüfus oranının %50'lere varması bekleniyordu. Sınırda bekletilen ellibin civarında
insanın bir gecede naylon torbaların altındaki yaşamından sökülüp atılmaları
Makedonya'nın mülteci konusunda NATO'yu tehdit ettiğinin işaretiydi. Naylon arazide
geriye kalanlar yaşananların korkunçluğunu açıklar nitelikteydi. Hiçbir eşya
almalarına izin verilmeden Sırp askerleri tarafından evlerinden kovulan insanlar, o
koşullara rağmen yanlarına en önemli şeyleri olan hatıralarını ve onların
taşıyıcısı olan fotoğrafları almayı ihmal etmemişlerdi. Oysa geceleyin naylon
arazide nasıl bir can pazarı yaşanmıştı ki ertesi sabah Makedon temizlik işçileri,
bu defa "unutulmuş" fotoğraflara çöp muamelesi yapıyorlardı. Acaba
Kosovalı Arnavutların hatıralarını süpürdüklerini biliyorlar mıydı? NATO,
yirmibin mülteciyi çeşitli ülkelere gönderdiğini açıkladığında, otuzbin
mültecinin bir gecede kaybolduğu da anlaşıldı. Makedonya tehdidinde ciddi olduğunu
kanıtlamıştı. Otuz bin mülteci geri gönderilmişti. NATO, şaşkınlık içindeydi;
mültecilerin sevki sırasında telaş ve izdihamdan yüzlerce aile parçalanmıştı.
İnsanlar nereye gittiği belli olmayan uçaklara bindirilirken çoçuklar kaybolmuş,
çoğu erkek ailesinden ayrı kalmıştı. Vatanından koparıldığı yetmiyormuş gibi
bir de torunlarından kopartılan yaşlı insanlardan bazıları başka bir ülkede
yaşamaktansa ölmeyi tercih etti.
Mülteciler konusu NATO'nun aslında çok sınırlı planlarla hareket ettiğinin açık
bir kanıtıydı. Ayrıca yaşananlardan hazırlıksızlığı ve çaresizliği
dolayısıyla NATO suçlanmaya başlanmıştı. NATO'nun ise sorumluluğu Miloseviç'e
atması prestij kaybını önlemedi. Acemice de olsa mülteci sorununa geçici çare bulan
NATO'ya, Sırbistan yönetiminin karşı hamlesi bu defa mültecileri geri alması
olmuştur. Hatta Kosovalı Arnavutlara evlerine dönmeleri konusunda çağrı yaparak NATO
ile dalga bile geçti. Mülteci sorunu yaratmak Miloseviç açısından
"başarılı" bir operasyondu ve NATO için ciddi bir sorun oluşturdu. Ayrıca
Kosova'da olası bir kara harekatı sırasında kontrol edilebilir bir nüfus elde
edilmiş oluyordu. Fakat daha fazla mülteci yaratmak konusunda ısrarlı olmanın
faydası yoktu. Artık etnik yer değiştirmeyle askeri birliklerin ve noktaların
savunması kolaylaştırılabilirdi. Ayrıca yıkılan tesislerin yapımı için ücretsiz
çalışacak nüfus her zaman işe yarardı.
NATO "operasyonunun" yaratılan imajın aksine Sırbistan'ın başta hava
kuvvetleri olmak üzere askeri gücüne darbe indirmemiştir. NATO füzeler
ateşlendiğinde havalanan ya da sığınaklarda kalan Sırbistan uçaklarını yerde
yakalayamamaktadır. Ayrıca Sırbistan, bin kadar Rus yapımı yerden havaya SAM
füzelerine sahiptir ve savaş başladığından beri sadece bir tanesini kullanmıştır.
Radar sitemlerinin vurulmasından dolayı yüksekten uçan uçaklara karşı
kullanılamamaktadır. NATO'nun hareket halindeki Sırp birliklerine karşı
düzenleyeceği operasyonlarda alçaktan uçmak zorunda kalacak uçaklara karşı bu
füzeler manuel olarak kullanılabilir. Bu nedenlerden dolayı NATO henüz Sırbistan hava
sahasını denetleyememektedir. UÇK sözcülerinden Bertli Mahmudi, Sırbistan hava
kuvvetlerinin sürekli olarak UÇK mevzilerini bombaladığını belirtirken
Sırbistan'ın etkinliğini itiraf ediyordu. Son günlerde sığınak delmek için
kullanılacak bombaların getirilmesi de NATO'nun bu konudaki itirafıdır. Sırbistan'ın
askeri gücüne hasar verdiği açıktır. Fakat bunun teslim almayı sağlayacak düzeyde
olmadığı her gün biraz daha kanıtlanmakta.
NATO'nun "operasyon"un kısa süreli olacağını düşünmesinin Yugoslavya
yönetiminden gelen işaretlerin de etkili olduğunu düşündürecek gelişmeler de oldu.
"Operasyon" öncesinde Miloseviç, yaratılan yanılsamanın aksine Yugoslavya
yönetimine tamamen egemen değildi. Bir diktatör ise, asla olmadı. Böyle bir şeyi
istememesinden ya da karizmasının el vermemesinden değil. Yönetimde tek başına
olmamasından, söyleminde ve eyleminde yer alan milliyetçi şoven niteliğin gerçek
sahiplerinin kendisinin azılı muhaliflerinin olmasından dolayı Yugoslavya'nın
Saddam'ı olarak kabul edilemez. Tüm dünya tarafından Bosna savaşı ve sonrasında
demokratik muhalefet olarak adlandırılan düdüklü, tencere tavalı gösterilerin baş
aktörleri Sırp Diriliş Hareketi lideri Vuk Draskoviç ve Sırp Radikal Partisi lideri
Vojislav Şeşelj etnik milliyetçi ve faşist liderlerdir. Son zamanlarda medya
tarafından Bosna kasabı olduğu hatırlanan Kapetan Arkan (Zeliko Raznatoviç) Sırp
Birlik Partisinin lideridir. Bu parti özellikle Kosova'dan milletvekili çıkarmaktadır.
Miloseviç YFC'nin başkanı olurken muhaliflerini de yönetim kademelerine dahil etmek
zorunda kaldı. Nisan ayının sonunda görevden alınana kadar Draskoviç, YFC
Dışişleri Bakanıydı. Bosna'da katliamları gerçekleştiren paramiliter grupların
önderi olan Şeşelj ise Sırbistan Devlet Başkanlığı Yardımcısı ve devlet bakanı
görevine getirilmişti ve hala görevdedir.
YFC yönetimi milliyetçi ve faşist bir bütünlük sergilemektedir. Faşist
muhaliflerinin sokağa hakim olması karşısında Miloseviç her köşeye
sıkıştığında yönetimde kalabilmek için milliyetçi şoven söyleme
sarılmaktadır.
Savaşın başlamasıyla beraber arada sırada Miloseviç ve sıklıkla da Draskoviç
dünyaya Kosova konusunda ılımlı mesajlar vermişlerdir. Özellikle de Kosova'ya
silahsız Birleşmiş Milletler Barış gücünü kabul edeceklerini belirtmişlerdir.
Çatışmanın başlamasına da bu konudaki anlaşmazlık neden olmuştur. Mart ayı
sonunda Rambouillet görüşmeleri sonrasında Arnavut heyet oldukça kötü şartlara
ikna edildiğinde YFC, daha fazlasını da elde edebileceği kanaatiyle, Kosova'da
özerkliğin hayata geçirilmesi ve geri dönecek mültecilerin güvenliğinin
sağlanması amacıyla NATO askeri yerleştirilmesine ısrarla karşı çıkmıştı. Bu
konuda direnmenin daha fazla tavizi sağlayacağını düşünmüştü. YFC'nin dünyaya
"operasyon"un haksızlık olduğunu, özellikle de Draskoviç'in ağzından
ısrarla anlatmaya çalışması da bu sebeptendir. Özellikle Şeşelj ve Arkan'ın
faşist muhalefeti Miloseviç ve partisini (Sırbistan Sosyalist Partisi) NATO'yla
uzlaşma konusunda tek başına hareket etmekten alıkoymaktadır. Bombalama nedeniyle
halkın NATO'ya olan tepkisini kendisine ("operasyon" öncesinde giderek
azalmakta olan) desteğe tahvil etmek isteyen Miloseviç, tekrar şöven söyleme dönerek
rakiplerinin aleyhinde güçlenmesinin önüne geçmiştir. Halkın gözünde de tekrar
ulusal kahraman ve güçlü lider olmuştur. Bu konuda NATO'ya ne kadar teşekkür etse
azdır.
Fakat Miloseviç muhalefet karşısında çok rahat değildir ve çok sıkı
denetlenmektedir. Sırbistan'da vatan haini ilan edilmek çok kolay ve çabuk olmaktadır.
Bu yüzden NATO ile bir uzlaşma çabası Sırbistan'daki siyasal dengeler
gözetilmeksizin gerçekleşmeyecektir.
Üç Amerikalı askerin Sırp ordusu tarafından yakalanması sonrasında yaşanan
gelişmeler bu dengelerin ne kadar hassas olduğunu ve Miloseviç'in tek adam
olmadığını kanıtlar nitelikteydi. Askerlerin iade talebi üzerine Miloseviç iyi
niyet gösterisinde bulunmak istedi. Kıbrıs Rum kesimi parlemento başkanı Spirus
Kipriyanu'nun esir askerler konusunda arabulucu olarak Sırbistan'a gitmesi Miloseviç
tarafından memnuniyetle karşılandı. Zaten Draskoviç hatta Arkan tarafından da
askerler konusunda garanti verilmişti. Fakat "operasyon" başladığında tüm
dünyadaki Sırpları Amerikan varlığına karşı eyleme çağıran Şeşelj'den yine
sert bir açıklama geldi. Tüm dünya Miloseviç'in olumlu yaklaşımı karşısında
askerlerin iade edilmesi beklenirken Şeşelj, Amerikalı askerleri savaş esiri olarak
dahi görmediğini belirtiyordu. NATO'nun kendilerine karşı kullandığı söylemi
kullanarak onların uluslararası terörist olarak yargılanacağını duyuruyordu.
Kipriyanu, Yugoslavya hava sahasının kullanılamayacağı gerekçesiyle yola
çıkamadı. Oysa bir gün sonra YFC yetkilileriyle Belgrad'da görüştü fakat sonuç
alamadı. Şeşelj, Miloseviç'e baskı yaparak esir askerlerin iade edilmesini
engellemişti. Ancak yaklaşık bir ay sonra askerlerin iadesi gündeme gelebildi. Artık
NATO tüm gücünü kullanıyordu ve ilk zamanlardaki kısa sürede sonuç alınacağı
beklentisini revize etmişti. "Operasyon"un aylarca sürmesinden sonra sonuç
alınacağını açıklamıştı. Ambargonun etkisini göstermesinin de en az altı ay
alacağı düşünülüyor.
Örnek Operasyon mu?
NATO'nun planlarının Sırbistan'daki siyasal dengeleri hesaba katmadığının açıkça
belli olması, yine de onun çok güçlü olmasından ve medya desteğinden dolayı durumu
lehine çevirmesine engel değil. Artık NATO'nun kaybetmesi ya da ağır prestij kaybına
uğraması ancak kara harekatına kalkışmasıyla mümkündür. Daha ilk günlerde
"operasyon"un uzun süreceğinin belli olması Batı'da Kosova'nın artık
özerklikle çözülecek bir sorun olmaktan çıktığı, çarenin giderek
bağımsızlıkla geleceğini düşünenler çıkmıştı. İngiltere Başbakanı Blair'in
de bu yöndeki demeçleri bu yargıyı kuvvetlendirmişti. Fakat bu tür yorumların
ittifakın Kosova'nın bağımsızlığı hakkındaki düşüncelerinde değişikliklerin
olup olmadığının sorgulanmasından başka bir anlamı yoktu. NATO
"operasyon"u Kosova'nın bağımsızlık elde etmesi için yapmadığını
açıkça belirtti. ABD başkanı Clinton'ın Ulusal Güvenlik danışmanı Samuel Berger,
Miloseviç'n Kosovalı Arnavutlar tarafından imzalanan barış anlaşmasının
çerçevesini onaylaması gerektiğini ancak bazı değişikliklerin olabileceğini
belirtti. (26.4.1999, Radikal) Ayrıca NATO sözcüleri de benzer açıklamayı bir kaç
kez yinelediler. Bu son bir yıldır tekrarlanan Sırbistan'ın (Kosova Sırbistan
Cumhuriyeti içinde bir bölgedir) toprak bütünlüğünün değişmemesi gerektiği
görüşünün tekrar onaylanmasıydı. Yani masada hala özerklik vardı. Sadece YFC
yönetimine, bir şekilde uzlaşmaya varmazlarsa bağımsızlık ihtimalinin gündeme
geleceğinin belirtilmesiydi. Toprak bütünlüğünün korunması çerçevesinde
"operasyon"un gerçekleşeceği garantisinin verilmesi özellikle Türkiye'de 23
Mart'tan beri yaşanan belirsizliği yıktı. Medyada köşe yazarlarının açıkça
dillendirdiği, yetkililerinse diplomatik bir üslûpla kendini belirgin eden
tedirginliği "operasyonun" bağımsızlık getirip getirmeyeceğiydi.
"Operasyon" desteklense dahi bir an önce uzlaşılması gerektiği, savaşın
yaygınlaşacağı endişesi belirtiliyordu. Kosova'yla güneydoğu arasındaki
farklılıklar tartışılıyor, farklılıklar belirginleştiriliyordu.
"Operasyon"un bağımsızlık sağlamasının tehlikeli bir örnek
oluşturacağı varsayılıyordu. Haksız da sayılmazlardı. Örneğin Rusya'nın Ankara
büyük elçisi Aleksander Lebedev, "Azeriler, Karabağ'ın tarihi toprakları
olduğunu söylüyorlar. Aynı şeyi Yugoslavlar da Kosova için söylüyorlar. Tarihi
olarak doğru,ama şimdi durum değişik. Kosova Arnavutları Tito zamanında elde
ettikleri otonomiyi istemekte haklılar bana göre" demekteydi. "Dağlık
Karabağ Ermenileri de otonomi istemekte haklılar. Çeçenler de" diyordu.
(Cumhuriyet, 31.3.1999) Bu akıl yürütme başka coğrafyalara da uygulanabilirdi.
Büyük medyamızdan Köşe yazarlarıda "operasyon"un ilk günlerinde daha çok
bu konuyu işliyorlardı. Hükümet de ancak NATO'nun yaptığı bilgilendirmeler
doğrultusunda açıklamalarda bulunuyordu. Savşın iyi bir çözüm yolu olmadığı
ısrarla belirtiliyordu. Daha sonraları NATO bu "operasyonun" örnek ve her
türlü ulusalcı isteğin yardımcısı olmayacağını belirtiyordu.
Bu konunun açıklık kazanmasıyla medya da yorumlar azalırken Türkiyenin katılımcı
destekleyici çıkışları artış gösterdi. Kara harekatının dahi destekleneceği
duyuruldu.
Sonuçta en azından kısa vadede "operasyonun" Kosova'nın
bağımsızlığını sağlayamayacağını (Sırbistan'ın pes etmesi durumunda dahi)
söyleyebiliriz.
Birleşik Balkanlar, Bağımsız Kosova
Kosova Arnavutlarının kendi kaderini tayin hakkı henüz onların insiyatifiyle dünyaya
kabul ettirilebilecek gibi değildir. Arnavutların bunun için mevcut tüm olumsuzluklara
rağmen savaştıklarına şüphe yok. Fakat YFC ve Sırbistan, son on yıldır askere
dahi çağrılmayan/gitmeyen ufak çaplı bir gerilla ordusu örgütlemeyen, örgütlese
dahi bu yapıya uygun şartlara sahip olmayan bir coğrafyada savaşan bir halk için çok
ciddi bir askeri potansiyele sahiptir. NATO'ya karşı direnişi dahi, Arnavutların
askeri operasyonlarla kendi kaderini tayin hakkını eldemeyeceğini kanıtlar
niteliktedir. Kosova Arnavutları, özellikle ve öncelikle Sırbistan işçi sınıfı
olmak üzere Balkanlardaki ve Avrupa'daki tüm işçi sınıfının desteğini almadan bu
hakkı elde edemeyecektir. Bu destek olmadan Kosova kaybedecektir.NATO ve diğer
uluslararası kuruluşların yapacağı "yardımlar" ne olursa olsun sonuç
değişmeyecektir. Kosova Arnavutların uluslararası kamuoyunun desteğiyle ancak
barınacak çadır, ısınacak battaniye ve giyebilecekleri eski giysi sahibi
olabilecekleri son yaşananlardan sonra anlaşılmış olmalıdır. Uluslararası işçi
sınıfının yaşadığı coğrafyada Kosova Arnavutlarının hakkı için mücadele
etmeleri onların kendilerini aldatmalarına neden olan "acaba" ile başlayan
sorular sormalarını engelleyecektir. Ancak bu sayede sağlanacak uluslararası
dayanışmanın desteğiyle, rahat oturma odalarında acıyarak, ağlayarak duyarlılık
gösteren sanal bir uluslararası komuoyunun desteği arasında yaşamsal bir fark
vardır.
Televizyonlarda seyrettiğimiz bizim hikayemiz olarak kabul edilip gereğinin yerine
getirilmesi sağlanmadıkça Kosova da, Balkanlar da ve dünyada değişen birşey
olmayacak. Balkanların yeni bir tarzda ve tarihinde ilk kez gerçek anlamda Balkan
Federasyonu olarak "Balkanlaştırılması" gerekmektedir.
Kosova Arnavutları için de Birleşik Balkanlar içinde bağımsız Kosova tek
çözümdür.
(1) İskenderiye Yazıları sayı 20, sf.77
(2) Lockerbie sanıklarının Libya tarafından İngiltere'ye iade edilmesiyle sonuçlanan
süreç hatırlanmalıdır.
(3) Michel Chossudovsky, Yoksulluğun Küreselleşmesi, Çiviyazıları yayını 1999