!ktphane.gif (4763 bytes)

22. Sayı

Özgürlük

Roger Scruton

İnsan varoluşunun metafizik bilinmezliğinin iki kaynağı vardır. İlki bilinç; ikincisi özgürlüktür. Seçim yapar ve seçtiğimizi uygularız; geleceğe ilişkin tasarımlar yapar ve karar veririz. Bütün bu gündelik olaylarda, birden fazla şey yapabileceğimizi varsayarız. Asıl olarak yaptığımız şey, seçeneğimiz ve sorumluluğumuzdur. Bu varsayım herhangi bir şekilde haklı çıkarılabilir mi? Çıkarılamıyorsa ahlak (moral) dediğimizden geriye ne kalır?
1. Nedensellik ve Determinasyon
Determinizmin kapsamını, içinde her olayın değişmez nedensel kanunlara göre meydana geldiği, kanunların hükmettiği bir evrende yaşadığımız fikri oluşturur. Bu inanca göre herşeyin olduğu gibi meydana gelmesi gereklidir, 'başka türlü olmaları mümkün değildir.'
Determinizmi tanımlamak için çok uğraş verildi. Önerilerden biri şu: Doğru nedensel kanunların toplamı ile herhangi bir zaman noktasında evrenin bütünsel bir tanımı veri olarak alındığında, herhangi bir başka zaman noktasında evrenin bütünsel bir tanımının çıkarsamasını yapmak mümkündür. Bu durumda, herhangi bir gelecek zamanda dünyanın içinde bulunduğu durum, şu anda bulunduğu durumla tam olarak belirlenebilir. Herşey şu anda nasılsa, bundan sonra başka şekilde olabilecek hiçbir şey yoktur. Bu benim eylemlerim için de geçerlidir. Gelecekte herhangi bir an yapacağım şey, üzerinde hiçbir kontrolümün olmadığı faktörlerin amansız sonuçları olacaktır ki bu faktörler doğumumdan önce de vardı.
Böyle tanımlandığında, determinizm neredeyse kesinlikle yanlıştır. Evrenin temel kanunları geçmişten geleceğe çıkarımlarda bulunmamızı mümkün kılmaz.
Bu kanunlar belirli durumların ancak belirli başka durumları veri aldığımızda mümkün olduklarını söyler. Kuantum fenomenleri ortak bir anlamı olmayan, birbirlerinden bağımsız olaylar değildirler. Gerçeği değiştirir ve ona sistematik olarak belirsizlik katarlar. Anscombe'nin Geiger sayacı hakkındaki savı üzerinde durulmaya değer. Her olayın bir sebebi olduğunu söylemek bir şeydir; her olayın kendi nedeniyle belirlendiğini söylemek bambaşka bir şeydir ki fizik bunu reddeder. Eğer 'belirleme'nin, 'olasılık belirleme' olduğunu söylersek, bu, esas noktayı kaçırmak olur.
Yine de daha ılımlı bir determinizm biçimi üzerinde durabiliriz. Buna göre, her olayın açıklaması ona neden olan koşullarda yatar; ve nedensellik zincirleri sonsuz geçmişe uzanır. Şu anda bir mekânda olan herşey, bundan sonra olacak herşeyi açıklayabilir. Bu yüzden, geleceğe ilişkin kararlarımız nasıl olur da olayların akışını, onların parçası olarak pekiştirmek yerine değiştirebilir?
Bu daha ılımlı determinizm biçimi insan özgürlüğüne olan inancımızı zedeler mi? Bazıları bunun olmayacağını söylüyor çünkü özgürlüğün tek koşulu insanın seçimlerinin, sonuçları açısından tahmin edilemez olmasıdır. Herbir olay, insan eylemi dahil, tek bir nedenler zincirine ait olsalar bile bu doğru olabilir.
2. Tanrı'nın Öngürülülüğü
Ancak sorunu öngörü olarak alacak olursak, nedenselliği, insan özgürlüğüne bir tehdit olarak görmemiz için hiçbir neden yoktur. Deterministik kanunlar olmasa bile, gelecek hakkındaki doğru (truth) bilinebilirdi. Varsayılabilir ki; eğer Tanrı varsa geleceği bilecektir. Bu durumda da, doğumumdan önce bilinen bir sonuç için ben nasıl suçlanabilirim? Özgür irade sorununun Ortaçağ filozoflarının düşünce tarzına geçmesi şu yolla oldu: İnsan özgürlüğü, Tanrı'nın öngörüsü ile nasıl yarışabilir? (Leibniz bu sorunla uğraşmış ve ilginç sonuçlara varmıştır.) Bilinmezlik üzerine bir başka versiyon vardır ki içinde öngörüye yer bile vermezken sadece doğruluk fikrinin kendisini yansıtır. Örneğin, Aristoteles 'yarın bir deniz savaşı olacak' yargısını düşünür. Bu yargının şu anda bir doğruluk değeri var mıdır? Eğer varsa yarın söylenmiş olan, bugün de bir deniz savaşı olduğu yargısının doğruluk değeriyle aynı olması gerekirdi. Eğer yarın bir deniz savaşı olduğu doğruysa, bu gün için deniz savaşının olacağını söylemek de doğru olur. Geleceğe dair yargılar doğruysalar, şu anda da doğrudurlar. Bu durumda da gelecek gerçekten değiştirilebilir mi? (Aristoteles'in kendisi tarafından yapılan bir öneri de geleceğe dair yapılan yargıların doğruluk-değerleri olduğunu yadsımak olmuştur. Ancak bunun anlamı, determinizm doğru olsa da olmasa da, öngörünün gerçekten olanaksız olduğunu söylemek olurdu.)
3. Başka Türlü Yapabilir miydim?
Hobbes, özgürlüğün seçenek anlamına geldiğini söyler. Varolan koşullarda herhangi bir seçeneğim var mı? A'yı yaptığımı veri olarak alırsak, B'yi de yapabilir miydim? A'yı özgürce yaptığımı söylemek, seçmiş olsaydım diğerini de yapabileceğimi söylemektir. (Bkz. G.E. Moore'un Ethics'i) Bir durumun sonucu seçeneğime bağlı olduğu sürece özgürüm demektir. Bu yüzden dengemi kaybederek üzerine düşüp seni yaralarken bunu özgürce yapmam: çünkü yaralanmanı önlemek için yapabileceğim hiçbir şey yoktur. Olay sırasında hangi seçeneği yaparsam yapayım, bir kez düşmeye başladıktan sonra seni kurtarmak için artık çok geçtir: ve düşmek benim seçimim değildi. Avukatlar bu tip vakaları tartışırlar ve 'önleyebilirlik' kanuni bir suçlamada önemli rol oynar. Suçlandığınız olayda sonuçları önleyebiliyor durumdaysanız, yaptığınız şeyleri özgürce yaptınız demektir. (Bkz. C.L. Stevenson, 'Ethics and Avoidability' in P. Schilpp, Ed.,The Philosophy of G. E. Moore.)
Bu yaklaşımın değerli yönleri vardır. Ancak sorundan çok kolayca sıyrılır. Der ki, x'i özgürce yaptım, ancak ve ancak seçmiş olsaydım başka bir şey yapabilirdim. Fakat diğerini seçebilir miydim? Eyleme dair sorulan soru, ona yol açan seçeneğe dair bir soruya dönüşmüştür ve görünüşe göre bir geri çekilişe iteklenmiş durumdayızdır. Bir noktada, seçimimi, bu seçimi yapma seçeneğim olmadan da yapabileceğimi kabul etmek zorundayız. Bu gerçekten de sadece benim seçimimdir. Fakat o zaman, başka seçeneğim de olabilir miydi? Yoksa seçimimi yaparken belirlenmiş miydim?
Bu tip sorular bize yabancı değildir. Çünkü insanları, yapmayı seçtikleri şey yüzünden otomatik olarak suçlamayız. Seçimlerinin arkasındaki güdüleri anlamaya çalışırız; seçimi, ona yol açan olaylar dizisinin parçası olarak görürüz. Sonuçta da, insanın şu anki karakterine yol açan şanssızlıkları farkederek, yaptığı şeylerin 'onun suçu' olmadığı sonucuna varırız. O, kontrol edemediği koşullardan dolayı bu şekilde 'var edilmiştir'. Karakterin şanssızlıklarla bozulmuş olduğunu farkeden ve kendi bozulmuşluğunu anlatan III. Richard şöyle der: "Ben bir cani olduğumu kanıtlamak için belirlendim." Bu şu demek; ben seçimimi yaptım, yapma kararını verdim; ve aynı zamanda içinde bulunduğum koşulların kurbanıyım.(Onlar tarafından belirlendim.)
4. Özgürlük ve Karakter
Bazı düşünceler, özgür iradeye olan inancımızla, nedenler hakkındaki bilgimiz arasında herşeye rağmen bir tür çelişkinin var olduğunu önerir. Koşullar hakkında bildiklerimiz arttıkça, bireyin özgür olduğunu söyleme eğilimimiz azalır. Tout comprendre c'est tout pardonner (Herşeyi anlamak, herşeyi affetmek demektir.)
Ancak şimdi, III. Richard'ın muhteşem konuşmasında ipuçları verilen bir paradoksla karşı karşıyayız. Diyelim ki, bütünüyle nedensiz bir seçim yapıldı; olayların akışına nedeni olmadan sızan bir seçim. Özgür seçim derken kastettiğimiz bu mu? Kuşkusuz böyle bir seçim, herkes için olduğu kadar, onu yapan kişi için de şaşırtıcı olacaktır. Bütünüyle sebepsiz bir olay olacaktır bu ve kişi bu yüzden ne övülebilecek ne de suçlanabilecektir. Çünkü onda hesapsızca oluşan bu seçim kendi içinden filizlenmeyen birşeydir. Böyle olunca, özgürlük safi açıklanamazlığa indirgenmiş olur. Bu durumda özgürlüğü arzulamamız veya yargılamamız gereken bir şey olarak görmek zorlaşır.
Aslında kendisi sıradan olan bir özgür eylem nosyonumuza bakarsak, insanları özgürce yaptıkları şeylerden dolayı övdüğümüz veya suçladığımız için, eylemlerinin gerçekten kendilerine ait olduğundan emin olmayı arzuladığımızı farkederiz. O şuna, şu da buna neden oldu diyerek özgür eylemlerinden karakterlerine gönderme yaparız. Özgür eylem, öznenin tasarılarından çıkar, bu yüzden de nedeninin parçası olmalıdır. Özgürlük nedensizliği değil nedenselliği ima eder.
5. Uyuşurluk
Artık modern filozofların görüşlerinden bazılarını tanımlayacak bir konumdayız.
(i) Özgürlük kavramı anlamsızdır. Bu görüşteki biri için birincisi, özgürlük nedensellikle uyuşmazdır (çünkü bir kişinin eyleminin nedenini kendi karar mekanizmasını aşan bir noktaya kadar izleyebildiğimiz an, o kişinin özgür olduğunu yadsıyoruz demektir) ; ikincisi (yine aynı nedenden dolayı) özgürlük nedenselliği ima eder. O zaman özgürlük kavramı çelişkilidir.
(ii) Uyuşmazlık. Özgürlük (a) determinizm veya (b) nedensellikle uyuşmaz. Çoğu (örneğin Anscombe) özgürlüğün determinizm ile uyuşmaz olduğunu kabul eder fakat nedensellikle uyuşmaz olduğunu reddeder.
(iii) Uyuşurluk. Özgürlük (a) nedensellikle veya hatta (b) determinizmle uyuşur. İki fikir arasında hiçbir çelişki yoktur.
'Uyuşurluk'un takdire değer bir tarihi vardır; ve iki türü söz konusudur. Spinoza gibi yeni bir özgürlük kavramı bulanlar yanında Hume gibi eskisini kullananlar da vardır. Spinoza'nın savı şuydu: herşey zorunluluktan dolayı meydana gelir. Eğer 'özgür' eylemi, sadece yapanın kendisinden gelen eylem olarak tanımlarsak yalnızca Tanrı özgürdür. Ancak anladığımız olaylar ile anlamadığımız olaylar arasında da bir ayırım yapabiliriz. Eylemlerimizin nedenlerine dair 'yeterince fikrimiz' olduğu ölçüde özgürüz. Bize denk düşen tek şey budur. Özgürlük derecelendirme meselesidir ve 'gerekliliğin bilinci' olarak tanımlanabilir.
Hume'un çok daha ılımlı bir yaklaşımı vardır ve oldukça sempati toplamıştır. Hume deterministti. Sadece her olayın bir nedeni olduğuna değil, nedenlerin, etkilerini belirlendiğine de inanırdı. Çünkü bu etkiler evrensel kurallarla nedenlerine bağlıydılar. [Hume, 'gerçek gereklilikler' hakkındaki septisizmine (kuşkuculuk) rağmen buna inandı.] Fakat Hume'a göre özgürlük fikrimizin içinde determinizmi yadsıyan hiçbirşey yoktu. Özgürlük fikri, bir eylemin sonuçlarını övgü veya suçlama yoluyla özneye atfettiğimizde ortaya konmuş oluyordu. Bu fikrin içinde determinizmi onaylayan veya reddeden hiçbirşey yoktu ve dayandığı zeminler bilimin ilerlemesinden etkilenmiyordu.
6. Sorumluluk
Modern Hume'cular sorumluluk fikrinden ve onunla bağlantılı olarak mazeret kavramından özellikle etkilenmişlerdir. (Bkz. J.L. Austin, 'A plea for Excuses' in his Philosophical Papers.) Suçlunun cezalandırılması ve iyinin ödüllendirilmesi için eylemlerin sorumlusunu bulmak, insan yaşamındaki en önemli şeydir. Bu fikri kaybetseydik insani ilişkiler ağına dair hüküm vermek veya yönlendirmede bulunmak asla mümkün olmazdı. Yasal mahkemelerin en büyük işi medeni hal ve ceza vakalarında, kimin neden sorumlu olduğunu belirlemektir. Eğer ahlaki ve kanuni argümanlara bakarsak görürüz ki sorumluluk kavramı seçim kavramından oldukça farklıdır ve 'metafizik özgürlük'ten kesinlikle ayrıştırılmıştır. Kişi birşeyi, rasyonel düşünceleri arasından seçim yaptıktan sonra farkında olarak yapabilir ve yine de sonuçlarından sorumlu olmaz. Varsayalım ki, sürdüğüm kamyonetin frenleri sebepsiz yere tutmamaya başladı, direksiyonu sağa kırıp kamyoneti zayıf yaşlı bir adama doğru veya sola kırıp bir grup çocuğa doğru sürebilirim; hiçbirşey yapmazsam kalabalık bir birahaneye çarpabilirim. Yaşlı ve zayıf adamın ölümünden, sadece onun hayatını tehlikeye atmayı seçtiğim için sorumlu muyum?
Aynı şekilde, kişi kendi seçimi olmayan ve istemi dışında meydana gelen sonuçlardan sorumlu tutulabilir. Diyelim ki, fabrikadan çıkan her kamyonetin frenlerini kontrol etmek sizin işiniz ve birinin kontrol edilmeden geçmesine izin verdiniz. O yaşlı adamın ölümünden kısmen siz de sorumlu değil misiniz? Bu bir ihmal vakasıdır ve medeni kanunlarda çok önemli yer tutar. Ancak bir de cezai ihmaller vardır. Başka insanların hayatlarına ve mallarına fütursuzca saygısızlıkta bulunmak cezai hükümlere yol açabilir. Ceza hükmünü verirken kanun, sadece ahlaki sezgilerimize bakar.
Son olarak, tüm sorumluluk vakalarında bir mazeret olasılığı vardır. Yaptığımı farkında olarak yaptım, bu doğru; fakat bunları yaparken tehdit altındaydım, kafam karışıktı veya çok içmiştim. İhmalkâr davrandım, bu doğru; fakat karım beni yeni terk etmişti, konsantre olamıyordum veya kurallar açık değildi ve bana onları inceleyecek zaman verilmemişti. Mazeretler, eylemdeki felaketi hazırlayan hatanın bende olmadığını göstererek suçlamayı ortadan kaldırır.
Sorumluluk kavramının bizim için hayati bir önemi vardır ve kendi mantığı bulunur. Suçlamada bulunurken ve suçu azaltan veya arttıran etmenleri bulurken ortak noktalarda buluşmaya eğilimliyiz. Öyleyse bu tip kavramlar ne üzerine temellenmiştir? Ve bunlar bir metafizik özgürlük fikrine mi dayalıdır?

7. İnsanlar ve Hayvanlar
İnsanlar ve hayvanlar arasında yapılan ayırım bu mesele üzerine biraz ışık tutar. Belki de, biz de hayvanız fakat eylemleri ahlaki terimlerle yargılanan özel bir hayvan türüyüz. Vahşice avlanmış tavukların başsız cesetlerini gördüğünüzde doğal olarak fenalaşıyorsunuz. Peki tilkiye karşı da kin duyuyor musunuz? Onun da mahkeme önünde yargılanmasını ve cezalandırılmasını istiyor musunuz? Elbette hayır. Bütün gece silahınızla nöbet tutabilir veya tilki yuvalarını bulabilirsiniz. Ancak amacınız tilkiyi cezalandırmak değil, ondan kurtulmaktır. Yaptığım düşünülmeden, güdüsel olarak yapılmıştır. Onun ne tavuklarınıza saygı gösterme yükümlülüğü ne de kimsenin kılına zarar gelmeden yaşamak gibi bir durumu vardır. Hayvanların ne yükümlülükleri ne de hakları vardır ve onlara bu tip ahlaki değerleri uygulamak sadece duygulara dayanan bir yaklaşım değil, saçmadır da. Bu tip fikirleri hayvanlara uygulamaya çalışırsanız, sonuç sadece kafa karışıklığı olmaz, herhangi bir şekilde hepsiyle aynı ilişkiyi kurmaya çalışmanın tam bir başarısızlığıyla sonuçlanır. Ne kendi isteğinize ulaşabilirsiniz, ne de onların isteğine.
İnsanlarda durum oldukça farklıdır. Tavuklarımı katleden kişinin komşum Alfred olduğunu öğrendiğimde, doğal olarak dargınlık duyarım. Ona, verdiği zararı anlatır, yaptığı hataya ve benim malıma ve ona hiçbir zarar vermemiş masum yaratıkların yaşamlarına saygı duyması gerektiği hakkında onu ikna etmeye çalışırım. Eğer Alfred bu konuda ısrarlı ise büyük ihtimalle yukarıda bahsettiklerimin hiçbir işe yaramaz. Ama onu dava edebilirim ve ona, zalimliğinden dolayı cezai yaptırım uygulatabilirim. Nasıl olursa olsun onu yargılamamın, suçlamamın ve kızgınlığımı ifade etmemin bir etkisi olacaktır. Bunu tekrarlaması güçleşecektir. Ve o yaptığı hatayı onarmaya başlarsa, kızgınlığım azalacaktır. Belki bir gün en iyi arkadaşım olacak ve o başsız tavuklar anılara gömülecektir.
Bu vaka Strawson'un "Özgürlük ve Kırgınlık" taki argümanına iyi bir örnek. Strawson'a göre insanlara yönelttiğimiz iki tip davranış var: "nesnel" ve "tepkisel". Ancak bunları daha işlevsel bir biçimde 'bilimsel' ve 'kişiler arası' olarak da adlandırabiliriz. Kendini insanlarla ilişkilendirirken, diğer doğal nesnelerle yaptığım gibi onları yöneten hareket kurallarını inceleyerek, onların hareketlerini buna göre ayarlamayı deneyebilirim Veya bir kişinin diğerine yaptığı gibi onlara sebepler sunarak, hatalarına karşı kızgınlık duyarak, yaptıkları haksızlıklara kızarak tepki verebilirim. Normal koşullarda, kişilerarası davranışlar benliğimizi besler. Bu ilişkiler karşılıklı hareket alanı ve ortak bir anlayış bulmakta etkilidir. Kızgınlık özürle, özür ise affetmeyle ödüllendirilir. Sebepler üzerine konuşmak sonuçta barışa varır.
Bu tip kişiler arası davranışlar rasyonalitenin varsayımıdır. İnsan, hakları ve görevleri ile rasyonel bir varlıktır. Sebepler üzerinden anlayabilir ve hareket edebilir; ve projeleri argümanın ışığında değiştirilebilir ve düzeltebilir. Biri bana zarar verdiğinde kızmam, iyiliğim için hareket ettiğinde minnettar olmam bu yüzdendir. Bu tepkiler mantıklıdır; aynı zamanda etkilidir. Kızgınlığım davranışlarını değiştirmesi yönünde onu ikna ederken, minnettarlığım onları koruması yönünde teşvik eder.
Ne var ki bazı durumlarda, kızgınlık ve minnet, övgü ve suçlama, sebep ve safsata etkisizdir. Alfred benim tepkilerimi sessizce dinler ve bir sonraki gece kıyıma devam eder. Kişiler arası tepkinin sınırları dışında kalan bir obsesyon'un (takıntı) eşiğindedir. Artık onun hakkındaki görüşüm sallantıya uğramıştır ve onunla diğer insanlarla kurduğum tarzda bir ilişki kuramam: kişiler arası duygularım güvenilir olmaktan çıkmıştır; zaten onun için de geçerli değildirler. Yavaş yavaş durumun nedenlerini bulabilmek ve bir tedavi yolu geliştirmek için daha bilimsel bir bakış geliştirmeye çalışırım. Eğer onu kilitlersem bu bir ceza değil, bir hastalığı tedavi için yapılmış bir harekettir. Alfred artık insani ilişkiler ağının dışına çıkmış, bir 'şey' haline gelmiştir. Bu tip bir durum psikolojik bir rahatsızlıkta görülebilir.
Bu noktada Strawson'un ustalıkla öngördüğü özgürlük ve nedensellik arasındaki çelişki yatmaktadır. Bu [in-rem]'de bir çelişki değildir, daha çok gözlemcinin davranışlarında yatar. Kişisel ilişkiler, birbirimizin eylemlerinin daha derinlerde yatan sebeplerini kaçırmamıza ve tepkilerimizi, sorumluluk ve haklara ilişkin anlık düşüncelerimiz doğrultusunda vermemize neden olur. Kişiler arası duygular, insan dünyasına ilişkin, bize, insan davranışı bilimi yoluyla elde edebileceğimiz fikirlerden çok daha etkili bir araç sunar. Ancak kişiler arası yaklaşımın işe yaramaz hale geldiği bir noktaya gelebiliriz. O noktada nedenleri araştırmaya başlarız. Sonuçta da gözleneni 'kişi'den 'şey'e dönüştürmüş oluruz.
Bu yüzden çelişki özgür eylemlerle nedenli eylemler arasında değildir: insan doğasına ilişkin bilgimiz ikisine de ilgisiz kalır ve zıtlık gerçeğini reddeder. Çelişki, nedenselliği görmezden gelmemizi gerektiren davranışlarla, onu göz önünde bulundurmamız gerektiren davranışlar arasındadır ve gördüklerimizi bu açıdan tanımlamaktadır.
8. Kantçı Bakış
Strawson'un bakışını, temeline inebilmek için, kullanmadığı terimlerle tanımladım. Bu bakışı Kant kurmuştur ve bunun özgürlük sorununa verilecek tüm felsefi yanıtların en derini olduğu söylenebilir.
Kant'a göre özgür olduğumuzu biliriz, çünkü ahlaki kanunlarla çevriliyizdir. Yapmamız gerekeni yapmak, yapmamamız gerekenden kaçınmak için akıl yoluyla öz-disiplin ediniriz. Bu emirlerin, onlara uymak kararını özgürce veremiyor olsaydık hiçbir anlamı olmazdı; bu yüzden doğal olarak yaptığım şey aynı zamanda bir görev olamaz. Temel prensibi nedensellik kanunu olan doğa dünyasında özgürlüğe yer yoktur. Dolayısıyla öyle görünüyor ki, hem doğanın bir parçasıyım -çünkü tutkularıma maruz kalan bir hayvanım ve her çeşit akıl dışı güdülerle hareket etmeye hazırım- hem de değilim çünkü hareketlerimin kaynağı benim, ki bu hareketler akıldan çıkıyorlar ve transcendental (deney üstü) bir kanuna özgürce uyduğumu ifade ediyorlar.
Bu iki fikri nasıl uzlaştırabilirim? Kant'ın görüşüne göre bunlar uzlaştırılmaz ancak deney sınırlarını aşabilirler. Birbirlerine rakip bakış açılarından dünyaya bütünlüklü tanımlamalar önerirler: anlama ve pratik akıl.
'Anlama' bize insan durumunun resmini şu şekilde çizer: biz, doğal dünyanın parçası olan organizmalarız ve dünya'nın nedenselliğiyle bağlıyız. Diğer hayvanlar gibi davranışlarımıza neden olan ve onları açıklayan, tutku ve isteklerimizden etkileniyoruz. Diğerlerinin arasında birer nesneyiz; isteklerimizin, hayatta kalma savaşından herhangi bir üstünlüğü yok, ancak diğerlerinin ve dünya'nın kaynakları için bizimle yarışan hayvanların isteklerinden dolayı üstün gelebilir ve engellenebilir.
Pratik akılsa farklı bir resim çizer. Biz, hakları, görevleri ve ahlaki değerleriyle insanız. Böyle olunca doğanın dışında kalıyoruz ve hem doğayı hem de kendimizi daha yüksek bir kanuna göre değerlendiriyoruz. Akıl, isteklerimizi yerine getirebilmek için sadece ne yapmamız gerektiğini söylemiyor; istesek de istemesek de yapmak zorunda olduğumuz şeyleri de söylüyor. Bu, 'kategorik emir' yoluyla doğrudan özneye yöneltiliyor. Kişi, bu emri yok sayamaz, en iyi ihtimalle yapmayabilir. Biz diğerleri arasında nesne değil, onu değerlendirmemizi isteyen ve devamlı doğal düzenden ayrıklığımızı bize hatırlatan dünyaya birinci elden bir yaklaşım geliştiren özneleriz. Bu yüzden kişiler sadece 'şeyler' değildirler ve akıl kanununa meydan okumadan 'şeyler' olarak kabul edilemezler. Sadece araç olarak kendi içlerinde açıklanabilirler: algılanamazlar ve haklarına saldırılamaz. Ancak görevleri de vardır ve kişilerin birbirleriyle ilişkilenmeleri, hak ve görevin karışıklılığı dolayısıyla olur. Böylece de, ideal toplumları olan 'sonların krallığı'na doğru gelişirler.
Kant'ın çizdiği bu resimde sorgulayabileceğimiz pek çok unsur var. Ancak bu resim felsefe öncesi sezgilerimizle doğrulanmıştır. Örneğin, vücut hareketleriyle eylem arasında bir ayırım yaparız: kolumun kalkmasıyla, kolumu kaldırmam arasında fark nedir? Kant'ın bir yanıtı vardır. İlki doğal bir süreçtir, onu üreten sebepler aracılığıyla anlaşılmalıdır. Diğeri rasyonel varlığın ifadesidir; eylemlerimizin sebepleri açısından anlaşılmalıdır. Benzer şekilde, 'neden olan' ile 'sebepler' arasında bir ayırım yaparız. Birincisi, hareketi doğa kanunlarına göre açıklar (örneğin 'kolum kalktı çünkü sinir uçlarım harekete geçti'); ikincisi, hareketin yapılış nedenini verir ki bu onu meşrulaştırabilir de ('kolumu kaldırdım çünkü onu uyarmak istedim, bunu da yapmak zorundaydım çünkü...' ). Yine, bizim gibi canlılarla yani hakları ve görevleri olan,istediğimiz gibi davranamayacağımız ve bizim düşüncelerimiz üzerinde iddiaları olan canlılarla, doğanın geri kalanı arasında bir ayırım yapıyoruz. (Elbette hayvanlarla ilgili sorunlar vardır: ancak onların durumunun belirsizliği, bizim durumumuzun netliğini hatırlatmaktan başka bir şey yapmaz.) Ve bu ayırım, sadece insan ve 'şey' zıtlığı ile değil, özne ve nesne arasındaki daha metafizik bir zıtlıkla belirginleşir. Bilinçli özne, doğanın, kontrolü dışındaki bazı güçlerle sürüklenen bir parçası değildir. O doğanın yargılayıcısıdır, sadece eylemi yapmakla kalmaz, ne yapacağı sorusunu da sorabilir. Kendisini dünyasının içine yerleştirir, sadece onun tarafından içerilmez. (Heidegger'in 'varoluş sorunu'yla anlatmak istediği kısmen budur.)
Bu yolda, insanları 'şeyler'den, insanlara davranışlarımızı, 'şeyler'e davranışlarımızdan ayırarak ilerlerken, bu varsayımımız gittikçe daha önem kazanmaya başlar. Doğada özgürlüğe verdiğimiz yeri düşündüğümüzde, kafamızda olan ayırım budur. Dahası artık sorumluluk kavramının neden bu kadar önemli olduğunu görebiliriz. Çünkü, doğanın dünyasını insanların dünyasına bağlamaktadır; doğal dünyanın şu veya bu kısmının, şu veya bu insanın rasyonel benliğini ifade ettiğini söyler bize. Bu, yargının başı ve sonudur.
Peki bu iki görüşü nasıl uzlaştırabiliriz? Dediğim gibi Kant bunların uzlaşabileceğine inanmıyordu. Ancak aralarındaki çelişki sadece anlamaya ilişkin bir çelişkiydi, pratik akıla ilişkin değil. Bu yüzden de ahlaki hayata taşınabilirdi. (Hegel'in diyalektik teorisinin asıl esin kaynağı budur.) Kant'ın yaklaşımı çok daha keskindir; bu yüzden, yerine biraz daha sağduyuya yakın olacak bir şeyi koyabilecek miyiz bakalım?
Roger Scruton
'Modern Philosophy'*den
Çeviren: Evrem Tilki

*Roger Scruton, 'Modern Philosophy', 'Freedom', s: 227-236 First published in 1996 by Mandarin Paperbacks, UK

İçindekilere geri dön