
22. Sayı
Filozofun Özgürlük Sıkıntısı
(Felsefe Tarihinde Özgürlük Sorununa Bir Bakış Denemesi)
Bülent Akdağ
Şu anda üstünüzde olan tişörtlerinizi veya gömleklerinizi kaldırın, bir bakın
bakalım, göbek çukurunuz var mı? Varsa eğer artık özgür değilsinizdir...
Doğumunuzdan kalan en önemli işarettir göbek çukurunuz ve siz, doğmakla 'ikinci
insan' oldunuz ne yazık ki !..
Adem ve Havva'yı betimleyen resimlerin göbek çukurlu çizilmesinin en önemli anlamı
-öyle yaratıldığı da savunulabilir tabi ki- bir determinasyonu (belirlenmeciliği)
kanıtlıyor olmasıdır. Ressamlar bunu hiç düşünmediler belki de... Çünkü
yaratılışın reddidir bu aynı zamanda ve bir neden sonuç bağıntısını gözler
önüne seriverir. Neden-sonuç bağıntısı ise özgürlüğü ortadan kaldırır.
Bu anlamda, doğa özgür değildir... Ya insan? Onu hiç sormayın. İnsan külliyen
bağımlı... Neye mi? Herşeye... Özgür olduğumuz ne var ki? İkinci insan olmakla
toplumu oluşturduk biz. Böylece tarihin gizemli labirentlerini de örmeye başladık...
Sonra... Sonra bir de özgürlük mücadelesine başlamaz mıyız, olanlar o zaman oldu
işte... Herşey arap saçına dönüverdi... Özgür olduğumuz ya da kendimizi özgür
duyumsadığımız herhangi bir anda aslında bir başka noktadaki özgürlüğü yok
ettik. Bu kaçınılmazdı... Neden? Çünkü bir sınır belirlemektir özgürlük. Tüm
sorun sınırların çizilmesinden kaynaklanıyor. Gerek toplumsal alanda gerekse etik
alanda durum böyle. Ve ne yazık ki o sınırlar hiçbir zaman eşit ve adaletli olarak
belirlenmedi. Belki de hiç belirlenemeyecek...
Özgürlüğün tarihine bakış ilk insana doğru bir yolculuğu gerektirir. İlk
insanın doğayla ilişkisinde ortaya çıkan güçlükler onda epeyce bir şaşkınlığa
yol açmış olsa gerek. Gizemli ve düşmanca bir doğanın öldürücü darbelerine
maruz kalan insanın, psikolojik bilinçaltı sorunlarının ve yaşamsal kaygılarının
başlangıcı da o tarihlere rastlıyor belki. Böylece, içgüdüsel bir karşı koyuş,
doğa karşısında çok safça bir özgürleşme süreci de işlemeye başlamıştır
artık. Doğayı yenme mücadelesi... Bu manzara, sonucu bakımından günümüzdeki
insanın doğayla olan ilişkisinde karşımıza çıkandan pek de büyük bir farklılık
içermiyor aslında... Yine yeniliyoruz... Ve galiba her zaman bizden daha güçlü bir
doğayla (evrenle) baş başa yaşamanın trajik sıkıntısına alışmamız gerekecek,
alıştık ya da... Ama asıl sorun 'ikinci insan'ın* ortaya çıkışıyla başlıyor...
İki farklı insanın karşılaşıvermesi... Değerler ve çıkarlar çatışması. Yani
bir kutuplaşma. Bir bakıma toplumun başlangıcı...
Anlaşılabileceği gibi, Robinson Crusoe özgür değildi. Çünkü özgürlüğünü
belirleyebileceğimiz ölçütümüz yok. Kuşlara, balıklara kıyasla özgürdü,
diyebilir miyiz? Bu noktada özgürlüğün "kime / neye karşı" olduğu sorusu
ortaya çıkıyor. Yani insanı "insan" yapan toplumsal ilişkiler örgüsü,
özgürlüğün de kutuplarını belirliyor. İşte bu kutuplaşmanın önlenemeyen
süreci insanlık tarihinin izdüşümüdür.
Eğer içinizden gelen bir dürtü özgürlüğe yöneltiyorsa sizi işiniz her bakımdan
zor demektir. Bir yanda özgürlük kavramının içeriğini doldurmada bir son aşamanın
olamayacağını (yani 'mutlak özgürlük' durumunun olanaksızlığını,
özgürlüğün her tarihsel zaman diliminde bir eksiklik taşıyabileceğini), bir yanda
ise içinde yaşadığınız toplumsal yapının pek çok kurumuyla didişmek durumunda
kalacağınızı hesaba katmak zorundasınız; öyle ki, çoğu zaman sistemin
değerlerini ve meşruiyetini sorgulayan bir karşı duruşunuzun olması gerekir ve bu da
pek çok bedeli ödemeyi öngörür. " Eski Yunanca'da özgürlük anlamına
gelebilecek eleutheria sözcüğü hareket imkânı olarak anlaşılıyormuş. Örneğin,
'eleuthein hopös ero': istediğim kadar gitmek, demek."(1) Ama hiç kimse istediği
yere kadar gidememiş; birileri her zaman daha önde yer almış gerçi ama kimse
istediği yere ulaşamamış. Özgürlüğün toplumsal tarihini düşünürseniz pek çok
çaba, emek ve hüzün, haksızlık ve kan imgeleri belirir gözlerinizin önünde.
Yüreğinizin bir yerinde mutlaka duyumsarsınız o derin ağırlığını yitirilmiş
dünyaların ve kaybolmuş insanların... Bir yandan umudu bir yandan umarsızlığı
yaşarsınız. Hiç adını bilmediğiniz, yüzünü görmediğiniz insanların
özgürlük uğruna canlarını verdiğini düşünmek trajikliğin doruğuna taşır
insanı... Özgürce yaşamak uğruna ölmek... Neden? Çünkü, bir reflekstir
özgürlük dürtüsü. Su kadar hava kadar gerek duyduğumuz bir yaşama koşulu... Bir
varolma koşulu... İnsanın toplumsal tarihi boyunca özgürlüğün bir
"sorun" olmasının gerekçesi de burada yatıyor.
Tarih... Herşey onun içinde saklı. Ve fakat herşeyi bulmak, aranılan herşeye
ulaşmak olası değil. Bazen küçücük bir nesneden yola çıkarak düşleyebilirsiniz
tüm olup bitenleri. Bir ören yerinde bulunmuş heykelcik, paramparça olmuş bir tablet,
yarısı okunmayan bir fragment, gerçeğin sisini dağıtmakta ip ucu oluverir; ama
eksiklikler kurgulara yöneltir insanı ve büyük zaman kayıplarına da yol açar doğal
olarak. Asıl, küflenmemiş bozulmamış nesnelerdir sizi gerçeğin görüntüsüne
yaklaştıran. Bir de neye, nasıl baktığınız önemlidir. Nesne edindiğiniz tarihsel
boyut ve yönteminiz yani...
Şimdi, özgürlük sorununa daha geniş bir çerçevede ve felsefe tarihi içinden
bakarsak Toplumsal, Etik ve Antropolojik tarzda özgürlük yaklaşımlarını görürüz.
Toplumsal özgürlük, zorunlu olarak birlikte yaşamanın getirdiği çatışmalardan,
farklılıklardan; isteklerin çeşitliliği ve varolma biçimlerinin öznel olmasından
kaynaklanan bir sorun.
Etik özgürlük, kişi-kişi ilişkisinde beliren ve değer/değerler kavram(lar)ı
bağlamında ele alabileceğimiz bir olanağı işaret ediyor.
Antropolojik özgürlük ise insanın salt insan olmasından kaynaklanan, onu diğer
varlıklardan ayıran bir kavramlaştırma biçimi; bu, bir tür olarak insanın
bütünlüğünü ve tüm yapıp-etmelerini kapsayan bir özgürlüğü dile getiriyor.
Antropolojik özgürlük, kozmolojik (insanın doğa-evren yasalarının determinasyonu
karşındaki özgürlüğü ) ve 'ontolojik bir olanak'* olarak ele alınabilir.
Şimdi, 'filozof'un özgürlük kavramını kavrayabileceğimiz bir araştırmaya
girişebiliriz. Temel güçlüğümüz bir felsefe sistemi kurmuş düşünürlerin pek
çoğunda sistemleştirilmiş ve belirginleştirilmiş bir özgürlük anlayışının
olmamasıdır. Bu da ister istemez etik* ve siyaset felsefesi alanlarının içinde daha
çok kalmamızı gerektiriyor. Bu bağlamda, özgürlük kavramının göreli olarak
seçilebildiği filozofları ele almayı yeğliyorum. Kavramlara ilişkin hemen bir
"tanım" bulma alışkanlığı, özgürlük kavramı karşısında bizi
oldukça yüklü bir felsefe tarihiyle başbaşa bırakıyor: Platon, Aristoteles,
Descartes, Spinoza, Kant, Hegel, Schopenhauer, Marks ve Engels, Nietzsche, Camus,
Sartre...
Sistemli bir felsefenin başlangıç noktası olduklarından dolayı yine, Antik Yunan
toplumundan doğmuş felsefelerle başlıyoruz. Platon ve Aristoteles'i ele almak
gerekiyor bu noktada. Onlardaki özgürlük anlayışlarını incelerken bir yandan
yaşadıkları dönemin toplumsal siyasal koşullarını bir yandan da felsefi
sistemlerinin özgün yapısını gözden kaçırmamakta fayda var.
Platon'un (M.Ö.427-347) özgürlük anlayışına "Er Mitosu" na (Devlet-10
Kitap 614-b/621-d) dayanarak bakabiliriz. Ruhlar, Hades Ülkesinde suçlarının ve
iyiliklerinin karşılıklarını görüp, yeryüzüne dönecekleri vakit önlerine bir
çok yaşam biçimi konuluyor. Bunlardan birini seçip dönüyorlar dünyaya...
"Ruhlar oraya gelir gelmez hemen Lakhesis'in önüne çıkarılmışlar. Bir Tanrı
sözcüsü önce onları sıraya dizmiş; sonra Lakhesis'in dizleri üzerinden kura
numaraları ve hayat örnekleri alıp yüksek bir yere çıkarak şöyle seslenmiş
onlara: 'Zorunluluğun kızı bakire Lakhesis'in bildirisi şudur, dinleyin: Bir günlük
ömrü olan ruhlar, yeniden ölümlü bir döneme girecek, yeniden doğumunda ölüm
saklayan bir hayata döneceksiniz. Hayat periniz sizi seçmeyecek, siz hayat perinizi
seçeceksiniz. Sıra ilk kime çıkmışsa, seçmeye o başlayacak, seçtiği hayat
zorunlulukla kendisine bağlanacaktı. Herkes seçtiğinden kendisi sorumludur. Tanrı
sorumlu tutulamaz.' Bunu dedikten sonra, Tanrı sözcüsü sıra numaralarını serpmiş
ve herkes önüne düşeni almış...böylece herkes seçmede kaçıncı sırada olduğunu
öğrenmiş Bundan sonra Tanrı sözcüsü, bir sürü hayat örneği sermiş
önlerine."(2)
Görüldüğü gibi Platon'da bir seçme özgürlüğü var; yani, her bir ruhun önüne
sürülen yaşam biçimlerinden istediği birini seçme özgürlüğü. Ancak bu, içinde
yaşadığımız görüntüler dünyasında değil, Hades ülkesinde (ölüler
dünyasında) gerçekleşen bir olanak. Ama ruhun ölümsüzlüğüne inanan Platon için
bu ayırım pek de fark etmez sanırım. Çünkü yaşanılan dünyada-devlette bir
özgürlük söz konusu olmadığından olsa gerek Platon bunu, idealar kuramı içinde
temellendiriyor.
İsteme özgürlüğü göreli olarak kısıtlanıyor. Seçme özgürlüğüne göre
belirleniyor. Yani seçme sırası sonlarda olan ruhun isteme özgürlüğü
kısıtlanmış oluyor. Seçme sırası ilk başlarda olanın ise geniş bir olanaklılık
içinde isteme özgürlüğü söz konusu.
Ayrıca, İsteme ve Seçme özgürlükleri sürekli sınırlanıyor. Seçme
özgürlüğü, 'yaşam biçimlerinin sayısı', 'diğer seçiciler' ve 'ruhun daha
önceki kişilik yaşantısı' bakımından sınırlanıyor. İsteme özgürlüğü de
buna bağlı olarak sınırlandırılmakta. Yani, bir sınırlılık içinde seçme ve
isteme özgürlüğü var.
Platon'da özgürlüğü kısıtlayan bir diğer öğe de "seçmemeyi" seçme
özgürlüğünün olmaması.
Ontolojik özgürlüğü "olmada" ve "yapmada" özgürlük olarak
belirlemiştik. Bu bağlamda Platon'da "yapmada" bir özgürlük yok.
"Olmada" bir özgürlük var; seçme ve isteme özgürlüğü olarak...
Platon'dan hemen sonra Aristoteles'i (M.Ö.384-322) görüyoruz. Aristoteles'te
antropolojik-ontolojik anlamda hem "olmada" hem de "yapmada"
özgürlük söz konusu.
Eylemlerimizdeki itici gücün yani hareket ettirici nedenin insanın kendi elinde
olduğunu düşünüyor; insan eylemlerini isteyerek yapıyor ve böyle olunca da
yaptığı eylemlerden dolayı sorumlu olması gerekiyor. İsteyerek yapılan eylemler,
harekete geçirici ilkenin yapanın elinde olduğu ve yapanın, eylemin koşullarının
farkından olduğu durumlarda ortaya çıkıyor. Bilgisizlik, eylemin koşullarının ve
ana noktalarının bilgisizliği; bunları bilmeyen insan istemeyerek eylemde bulunuyor.
Eylemelerin akılcı ilkesi 'seçim' yapabilmektir; çünkü olanaksız olan bir şey,
akla uygun olmayan birşey istenmesine rağmen seçilmeyebilir... Bundan dolayı,
"...tercih(in) nesnesi düşünme sonucu bizim elimizin altında olunca tercih,
elimizde olan şeylerin istenmesidir, çünkü düşünmenin sonunda bir karar verirsek,
istememiz düşünmemiz ile uygunluk içinde olur."(3)
Böylece Aristoteles, 'akıl'ı kullanmanın özgürlüğün temel koşulu olduğunu ifade
ediyor. "Kılgısal ya da törel erdemler istek üzerine doğru yönlendirme ve
denetim isterler ve bireyin davranışını özgür istencinin buyruklarına doğru
çevirirler; ahlaksal davranış öyleyse özgür istek üzerine, istencin özgürlüğü
üzerine dayanır. Aristoteles gerçekten de dışsal sınırlamalar gibi bir insanda iç
bilgi yoksunluğunun da onun özgür, ahlaksal eylemlerde bulunmasının önüne
geçebileceğini söylemiştir. Ama hiç kuşkusuz böyle engellerin karşısına
çıkmadığı her durumda birey bilerek ve düşünerek doğru ahlaksal eylem yolunu
seçebilir ve izleyebilir."(4) Ancak, Aristoteles, toplumsal yaşam ve devlet
anlayışı bakımından kişi özgürlüğünün sağlanması konusunda dönemin
tarihsel-siyasal koşullarından kendini kurtaramamıştır. Siyasal yönetim biçimlerini
iyi yönetimler (krallık, aristokrasi, politeia (Cumhuriyet) ve kötü yönetimler
(tiranlık, oligarşi, demokrasi) diye ayıran Aristoteles en iyi yönetimin Aristokrasi
olduğunun altını çizer. Bu bağlamda, en iyi ve en bilge yöneticilerin başta
bulunduğu Aristokratik bir yönetimde bireyin özgürlüğü bir 'iyi niyetli
yöneticiler zümresi'nin inayeti varsayımına dayanmaktan öteye gidemez. Böylece
özgürlüğün teorik düzlemde açıklanışı pratikte bir işe yaramaz. Aristoteles,
kölelik rejimini meşru kabul eder çünkü.
Belirtmek gerekir ki; "Aristoteles özgürlüğün bilgiyle olan bağlantısını
görmüş ve insanın kendisi için uygun olan davranışın hangisi olduğunu
görebilmesi için nedensellik yasalarını bilmesi gerektiğini belirtmiştir. Bilginin
ancak toplumsal yaşamdaki deney ve deneyimlerden elde edilen sonuçların kuşaktan
kuşağa iletilmesiyle elde edilebileceğini göremeyen Aristoteles'in, özgürlükle
ilgili ikilemi, yani ancak toplumsal yaşamdan elde edilebilecek olan özgürlüğün
toplumsal yaşamda kısıntıya uğrayabileceğini görebilmesi de olanaksızdı."(5)
Şimdi geniş bir sıçrama yaparak yakın tarihlere gelelim. Günümüz düşünce
dünyasına damgasını vurmuş filozoflardan biri olan Rene Descartes (1596-1650) 17.
yüzyılın düşünce değirmeninin mihenk taşını oluşturur. Onun özgürlük
anlayışını şu önermeyle ifade etmek olası: Şüphe ediyorum o halde özgürüm...
Bunun, özgürlüğü öne alan bir bakış olmanın ötesindeki anlamı, 'cogito ergo
sum' (düşünüyorum o halde varım) önermesine giden akılyürütme yolunun temel
basamağını oluşturmasıdır. Unutulmaması gereken nokta şudur ki; Rasyonalizmin üç
ayağından biri olan Tanrı* bile kendimizi özgür görüp görmememiz konusunda bir
determinasyonda bulunamaz. Çünkü Descartes'ın belirttiğine göre, "kuşkulu
şeylere inanmaktan sakınmamıza olanak tanıyarak aldanmamıza engel olan özgür bir
tutumumuz vardır. Bizi yaratan her istediğini yapsa, hatta bizi aldatmaktan zevk bile
duysa, kendimizde özgürlüğün varlığını duymaktan geri kalmayız. Bu öyle bir
özgürlük anlayışıdır ki, onunla biz, istediğimiz zaman, iyice bilmediğimiz
şeylere inanmaktan kaçınarak, aldanmamızın önüne geçebiliriz."(6)
İnsanda iki yeti belirliyor Descartes: Anlama yetisi ve İsteme yetisi. Anlama yetisinin
sınırları belli, ancak isteme (arzulama) yetisinin sınırları belli değildir.
İnsanın özgürlüğü onaylama ve onaylamama bakımındandır. Onaylamayı yapan isteme
(arzulama) yetisidir. Bu onaylama anlama yetisinin bildiği şeyler üzerinde yapılır.
Görüldüğü gibi bu iki yeti bir arada iş görür. Hatalarımızın kaynağı isteme
yetimizin sınırsızlığıdır. Yani insanın kendisi... Dolayısıyla istememiz
özgürdür. "İstencimizin özgürlüğü, yalnızca kendinden edindiğimiz
deneyimle, kanıtsız olarak bellidir"(7)
Descartes'ın matematiksel yöntem anlayışından oldukça etkilenen ve 17. yüzyılın
özgürlük teorisyenlerinden biri sayılan Baruch Spinoza (1632-1677) insanı
özgürlükten yoksun kılanın tutkular olduğunu söyler. Ruhun bulanıklığından
kaynaklanan pek çok tutku insanı edilgin duruma sokar çünkü. Bunun karşıtı ise
ruhun etkin olma durumudur. Ruhun etkinliği, açık ve seçik düşüncelerle
gerçekleşebilir. Ya tutkularına boyun eğip köle ol, ya da aklını kullanıp
özgürleş... Bu slogan onun özgürlük kavramına yüklediği işlevi açıklar. Yani,
ruh, hem tutkuların hem de düşünmenin bir tavrı durumundadır. Felsefe tarihinde
özgürlük sorununa ilişkin en yalın ve basit açıklamayı Spinoza'da görürüz
böylelikle. Onun özgürlük anlayışını kavrayabilmek için felsefesinin panteist
(Tanrı ve evren özdeştir anlayışı) niteliğini gözden kaçırmamak gerekir.
Spinoza'da mutlak anlamda özgür olan tek varlık Tanrı'dır aslında. İnsan ise ancak
düşünme yetisini kullandığında, düşünebildiğinde özgürlüğe adım atmaya
başlar. Çünkü insanı özgürlüğe ulaştıran bilgi Tanrı bilgisidir. Özgür olup
olmamamız Tanrı bilgisine ne kadar sahip olduğumuza bağlıdır. Tanrı bilgisi, doğa
yasalarının (evrenin) bilgisidir aynı zamanda. Bu bağlamda aklını kullanarak
doğanın yasalarını kavrayan insan -ki aynı zamanda Tanrı'yı da bilmiş olur-
özgürleşir; tutkularından arınmanın getirdiği bir sonuçtur bu. Ancak herşey bu
kadar da iyimser değildir aslında. Descartes'ın matematiksel yönteminden etkilenen
Spinoza için doğa ve insan mantıksal-matematiksel bir yapıya sahiptir. Dolayısıyla
insanın isteme özgürlüğü gerektirilmiş / koşullandırılmış bir özgürlüktür.
Şöyle ki, "evrende hiçbir şey olumsal (zorunlu değil) değildir, tersine,
herşey tanrısal doğanın zorunluluğu tarafından tikel bir yolda varolmak ve işlemek
için koşullandırılmıştır."(8)
18.yüzyıl, felsefe tarihinin en çok konuşulan filozoflarından birini, Immanuel
Kant'ı (1724-1801) getirir dünyaya. Özgürlük kavramına böylesine ciddi ve özgün
bir felsefi açılım getirmesi de ona bir ayrıcalık kazandırıyor tabi ki. Ona göre,
akıl, saf yetisiyle bize transendental* anlamda bir özgürlük idesi veriyor. Fakat bu
özgürlük temellendirilmemiş negatif bir özgürlük. Negatif anlamdaki transendental
özgürlüğü, 'belirlenmeme olanağı' şeklinde anlamak gerekir. Fakat hiçbir zaman
belirlenmeme anlamına da gelmez. Özgürlük özel şekilden bir belirlemedir; yani
özgürlüğün insanı belirleyici bir yasası var: Ahlak Yasası. Özgürlüğü ahlak
yasası aracılığıyla biliyoruz. Özgürlüğün olması da ahlak yasasını
bulmamızı sağlıyor. İşte, ahlak yasası ve bunun tarafından belirlenme, özel bir
belirlenme tarzı olarak pozitif özgürlüğü ifade eder. Çünkü ancak ahlak
yasasını istediğimizde özgür oluruz. Bu anlamda özgürlüğün yasa koyucu bir yanı
olduğunu da unutmamak gerekir. Kant'ın özgürlük anlayışı, eylemde, pratikte
değil, eylemi istemede ortaya çıkar. Yani eylemde bulunmayı isteyen kişi özgürdür.
Bu noktada eylemin içeriği ve niteliği önem taşımaz. "Genel olarak neyin
istenmesi gerektiğini ise Kant 'pratik buyruk' dediği buyrukla şöyle içeriklendirir:
'Öyle hareket et ki, eylemde bulunurken, her defasında, kendine ve başkasına sırf
araç olarak değil, aynı zamanda amaç olarak da muamele edebilesin'."(9)
Özgürlük, insan aklının yarattığı / tasarladığı bir olanağı dile getiriyor
böylece. Bu olanağın gerçekleştirilmesi de bir ahlaki ödev formu içinde
belirleniyor. Bu özgürlüğü etik bir düzlemde anlamaya çalışırsak, hem öznel hem
de nesnel olabilen bir ahlak yasasına uyma zorunluluğunun özgürlüğün
sınırlarını çizdiğini görürüz. Pratik buyruğun herkes tarafından 'bir insan
olarak' istenmesi nesnelliği, bunun içeriğindeki kişisel farklar da öznelliği
oluşturur. Dolayısıyla asıl özgürlük akıl alanında gerçekleşir. "Akıl
varlığı olarak insan özgürdür, çünkü böyle bir varlık, aklın yasalarıyla
belirlenmiştir. Kant'ta akıl yasalarıyla belirlenmiş olmak - dolayısıyla bu yaslara
göre eylemek - özgür olmak demektir. Oysa doğa varlığı olarak insan, özgür
değildir, bağımlıdır; çünkü böyle bir varlık doğa determinationunun, doğa
yasalarının etkisi altındadır."(10)
Kant'ta özgürlüğe biçilen akıl kaftanı Georg Wilhelm Friedrich Hegel'i (1770-1831)
oldukça etkiler; çünkü tüm felsefesini 'Geist'* kavramıyla temellendirir. Onun öne
sürdüğü sistem, günümüz idealist ideoloji ve öğretilerinin felsefi alt temeli
olarak sıcaklığını koruyor hala... Onu bu kadar popüler yapan biraz da Marks'tır.
Ancak günümüzdeki anlamıyla diyalektik yöntemin kapsamlı bir ilk örneğini
oluşturmuş olmasını da unutmamak gerekir.
Her şeyin en başında kendi başına olan, saltık (mutlak) durumunda olan ve kendi
kendine özgür olan bir Geist'tan söz eder Hegel. Bu, Tanrısal bir saltıklık
durumudur ki; önce doğayı ve sonra insanlık tarihini döngüsel bir ereğe doğru
serimler. "Saltık kendisini zorunlu olarak doğada belirtir. Açıktır ki bunu
yapmak için kendine dışsal bir şey tarafından zorlanmaz. Zorunluk bir iç doğa
zorunluğudur. Logos'un kendini belirtişindeki biricik özgürlük kendiliğindenlik
özgürlüğüdür."(11) Diğer bir deyişle, gerçekten özgür olan Geist'tır.
Doğa ise bir zorunluluk ve olumsallık zeminidir. Tez durumunda olan Geist'ın
özgürlüğünü, kendi kendini belirlemesi şeklinde anlamak gerekir. Bu özgürlük,
kendi kendisiyle özdeş olan saltık aklın-Geist'ın kavramsal özgürlüğüdür; yani
bir potansiyel güç durumundadır henüz. Anti-tez durumunda doğayı oluşturan Geist
insanlık tarihiyle bir sentez sürecine girer. İnsanın özgürlüğünü nasıl anlamak
gerekir? "Kendini düşünen "ben"in kendi hakkındaki bilgisi, edimde,
eylemde bulunmadığı sürece sadece basit bir özdeşlik bilgisinden ibaret kalır.
İnsanın kendi kendini tanıması, sadece kavramına sahip olduğu
"özgürlük"ün içeriğinin ne olduğunu bilmesi, ancak eylemde bulunması,
kendini gerçekleştirmeye girişmesi ile olanaklıdır. Özgürlük kavramına sahip
olarak eyleyen insanın ilk ve temel bilgisi, kendisi ile kendisi-olmayan, kendisi ile
'diğeri' arasında bağ kurmakla oluşur. 'Özgürlük'e içeriğini verecek olan şey,
öznenin, 'ben'in, 'öznel tin'in diğer özne ve ben'lerle karşılıklı
etkileşimidir.... O halde kavramına ve bilincine sahip olduğumuz 'salt özgürlük', bu
etkileşim/diyalektik içinde, ancak tarihin sonunda tam olarak gerçekleşebilecek bir
şeydir. Zaten insanlık tarihi salt özgürlüğe doğru giden bir süreçten başka bir
şey değildir."(12) Yani insanın özgürlüğü Geist'e dönüşle olası. Bu,
Geist'ın bilinç düzeyinde kavranmasıdır. İşte Hegel'in akılsal özgürlüğü.
Aynı yüzyılda Pesimizmin (kötümserlik) doruk noktası Arthur Schopenhauer'u
(1788-1860) görüyoruz. Schopenhauer'e göre anlamsız bir yaşamda felsefeye düşen iş
insanoğluna bir çıkar yol sunmaktır aslında. "İçinde anlam bulunmayan bir
dünya kötüdür ve varolmamak yeğdir."(13) Tüm kötülüklerden kurtulmanın yolu
'hayır' demekten geçer. Böylece dıştan gelen her türlü etkiden ve içimizden gelen
güdülerden sıyrılarak özgürlüğe varılabilir. "Özgürlüğe iradenin
olumsuzlanmasıyla ulaşabiliriz. Yani bütün isteklerin, içtepilerin, dürtülerin,
ortadan kaldırılması özgürlüğe ulaştırır bizi ve bu dünyadan sıyırır.
İnsanoğlunun iradesi, tam anlamıyla güdülenmelerin nedenselliğine bağlı olduğuna
göre, isteğin olumsuzlanması (ortadan kaldırılması), felsefesel ve estetik sezgiye
benzeyen bir edimle olanaklıdır ancak. Böyle bir edim, sonlu dünyayı, yani fenomenler
(görünüşler) dünyasını aşacak ve özneye, mutlaktaki özgürlüğü ve huzuru
kazandıracaktır."(14) Bir neden sonuç zinciri içinde yaşayan ve istemeleri
belirlenen insanın özgürlüğü bir olanak durumundadır; bunun gerçeklik kazanması
yalnızca tek bir durumda, belli bir kişi tipinde (özgür kişide) ortaya çıkar.
Özgür kişi istemeye boyun eğmeyen kişidir. Dolayısıyla, "Schopenhauer'e göre
özgür olmak, kausal bağlantıların dışına çıkabilmek, istemeye ve olduğu gibi
hayata ve dünyaya 'hayır' diyebilmek; özgür olmamak ise, kausal bağlantılardan
kopamamak, bilgiyi istemelere alet etmek demektir."(15)
Karl Heinrich Marks (1818-1883) ve Friedrich Engels (1820-1895)... 20.yüzyıla
damgasını vuran ve felsefelerini 21. yüzyıla taşıyacak olan geniş insan kitlelerini
uykusundan uyandırıp özgürlük düşlerine gerçekçi ve toplumbilimsel temeller
gösteren Alman düşünürleri... Engels, Anti-Dühring'de şöyle açıklar
özgürlüğü: "Özgürlük, doğa yasaları karşısında düşlenmiş bir
bağımsızlıkta değil, ama bu yasaların bilinmesinde ve bu bilme aracıyla bu
yasaların belirli erekler için yöntemli bir biçimde kullanılma olanağındadır. Bu,
dış doğa yasaları için olduğu denli, insanın maddi ve manevi varlığını yöneten
yasalar,-gerçeklikte değil, olsa olsa kafamızın içinde ayırabildiğimiz iki yasa
sınıfı- için de böyledir. Öyleyse istenç özgürlüğü ne yaptığını bile bile
karar verme yetisinden başka bir anlama gelmez."(16)
Görüldüğü gibi, insanın, nesnel koşulları bilmeden, onun bilincinde olmadan sahip
olduğuna inandığı bir özgürlük yalnızca görünüşteki bir özgürlüktür.
İradede serbestlik olarak anladığımızda ise özgürlük, karar vermeyi bilerek
yapmak, zorunluluğun bilincine vararak karar vermektir. Bilinç ve irade insandan
bağımsız, havada bir yerlerde değildir; dolayısıyla insanı belirleyen somut
koşullar bilinci de belirler; ancak diğer taraftan, bir bilinç düzeyine ulaşmış
olmak koşulları değiştirme gücünü de beraberinde getirir. Yani bilinç ve 'bilinç
dışı' arasında diyalektik bir ilişki söz konusudur. Bu anlamda, doğanın ve
toplumsal tarihin zorunlu yasalarını kendisi için kullanabilmek özgürlüğün temel
koşuludur. Bilinçle kurulan bir egemenlik söz konusudur burada.
Marks'a göre sınıfsal özgürlük ortaklık durumunda gerçekleşir. Bu durumda
özgürlük başkalarının özgürlüğüne karşı savaşmaktır. Oysa tüm insanları
kapsayan gerçek anlamda bir özgürlük, dışsal etkilerle belirlenmiş üretim
alanının ötesinde asıl karakterini kazanır. Yani emek sermaye çelişkisinin
yaşanmadığı sınıfsız bir toplumda... Bu anlamda, emeği gereksinimleri karşılamak
için bir araç olarak kullanmanın ötesine geçip emeğin salt kendisinin bir gereksinim
olduğu bir yaşama alanını vurgular Marks; insani özün yitirilmemesini bir bakıma...
Sonuç olarak, Marks ve Engels'te göre özgürlük, doğal ve toplumsal tarihin
diyalektik gelişiminin bir ürünüdür. Ayrıca, bilincin artması ile özgürlük
arasında doğru bir orantı* olduğunu da çıkarabiliriz. Yani ne kadar çok bilinçli
olursak o kadar özgür oluruz...
Günümüze oldukça yakın, henüz yüzyıl kadar önce yine Almanya'dan yükselen
bireyci bir çığlığın sesini duyarız; Friedrich Wilhelm Nietzsche... (1844-1900)
Duyarız ve hala anlamaya çalışırız ne dediğini. Bir yandan çok fazla birşey
söylemeye gerek yok onun için ve diğer yandan öylesine çok şey söylemeye de gerek
var ki. Onun hakkında herkes bir parça birşeyler bilir: "Zerdüşt Böyle
Buyurdu"yu bilmeyen yoktur sözgelimi ama bu temel kitabını gerçekten anlayarak
okuyanın çok fazla olduğunu da sanmıyorum. Zordur çünkü. İşte geleceğin
insanını yaratmak için zorlu metinler kaleme almış bu 19. yüzyıl filozofu,
immoralist (toplumsal ve dinsel her türden değeri dışlayan) bir düşünceyi
felsefesinin temeli yapar. Yaşadığı çağın tüm geleneksel ve dinsel değerlerini
sorgulayan ve bunların kişiyi körelttiğini dolayısıyla tüm bu değerlerden
kurtulmak gerektiğini savunan Nietzsche, iradesinin güçlülüğüne dayanan ve kendi
değerlerini yaratan 'üstün insan'ı dünyanın anlamı yapar. Dolayısıyla,
özgürlük kişi tipi olarak karşımıza çıkıyor Nietzsche'de. Üç ayrı insan
tipinden söz edilebilir: Moral, Nihilist (aktif ve pasif) ve Yaratıcı. Moral insan,
içinde bulunduğu toplumun moral değerlerini ve anlamlarını olduğu gibi kabul eden ve
'istiyorum' diyemeyen tiptir. Nihilist insan bir geçiş durumunu ifade eder. Kişi bu
noktada ya aktif ya da pasif durumdadır; Pasif durumda pesimizme, aktif durumda ise
yaratıcı insana doğru bir geçiş söz konusu olur. Özgürlük nihilizmdedir. Yani
moralden kopan, immoralist olan insanın kendine yeni değerler bulma çabası sürecinde
ortaya çıkar. Ya yeni değerler bulup yaratıcılığa gidecektir ya da pasif
kalacaktır. Bu ara durumda kişi hiçbir değerlendirme yapmaz; işte özgür durum da
budur.
Yirminci yüzyılın en renkli simalarından biridir Jean Paul Sartre (1905-1980).
Sartre'ın özgürlük anlayışı, varlık felsefesinin temellerine sinmiştir. Onun,
kendinde varlık (nesnel varlık) ve kendisi için varlık (öznel varlık=birey)
ayırımından yola çıkarsak; insan varlıkta bir delik açarak, yani 'yokluk'u
keşfederek kendi üzerine bir bilinç sahibi olur. Bu, ister istemez gerçekleşen ve
insanı özgürlüğe sürükleyen, insanın özgürlüğünü kanıtlayan bir
atılımdır ve 'varoluş özden önce gelir' savının açılımını da verir bize.
Nedir? İnsan önce vardır, sonra özgür atılımıyla /eylemleriyle özünü
oluşturur. "'Bulantı' romanında romanın kahramanı Antoine Roquentin deniz
kıyısında yassı çakıl taşlarını denize atıp sektirerek eğlenmektedir. Yeniden
bir taş almak üzere eğilir, aldığı taşa bakar: bir yüzü kurudur taşın, ama
öbür yüzü nemli, çamurlu ve yapışkandır. Birden bir bulantı duyar ve taşı hemen
elinden atar. Bulantı yalnızca öznel bir duygu değildir, bize asıl gerçekliği
anlık bir parıldama içinde açar. Dünya düzensizdir, pistir ve karşı duran bir
şeydir.... Birçok insanlar yapışkanlık içinde yaşarlar. Ancak bulantı bizi bu
yapışkanlıktan kurtarır... varolmaya götürür. Bulantı Sartre'ın bütün
felsefesinde yol göstericidir.... Sartre'a göre insan bir olanaklar toplamıdır;
....temelinden özgürlüktür.... Özgürlüğe mahkumdur insan. Özgürlük onun
alınyazısıdır. Herşeyde özgürdür insan yalnız özgürlüğünde değil. Kimse
insanı özgürlüğünden kurtaramaz, ne kendisi ne de bir Tanrı: Özgürlük onun
özüdür (essence).(17)
Toplumsal yaşam içinde sorumlulukları olan, ilişkileri olan insan hep karar vermek ve
seçmek durumundadır. Bu seçme eylemini sağlayan insanın kendi üzerindeki bilincidir;
diğer deyişle özgürlük dürtüsüdür. 'Dünyaya atılmış olan' kendi bedensel
varlığına şu ya da bu şekilde bir 'öz' kazandırır böylece.
Görüldüğü gibi Sartre'ın özgürlük anlayışına yoğun bir bireysellik
sinmiştir; bir ara Marksizm'den etkilenmiş olması onu 'salon koministi' yapmaktan
kurtaramamıştır.
Son olarak Albert Camus'yu (1913-1960) ele alalım. Onun özgürlük görüşünü anlamak
için 'absurd' (saçma, anlamsız) kavramına bakmak gerekir. Camus'nun yola çıkış
noktası bu kavramdır. Kişi, yaşamına ilişkin neden böyle sorusunu sorar ve yanıt
alamazsa, onda absurdlaşma, başlamıştır. Bu ilk bilinçlenme dönemidir; uyumsuzun
kozasından çıkmaya başladığı dönem yani... Uyumsuz, dünya ile insan arasında
ortaya çıkar. Aslında kişinin gördüğü şey, dünyanın kendi başına bir anlamı
olmadığıdır; ve akıl da bunu öğretecek durumda değildir. Akıl ancak uyumsuzluk
duygusunu verir. Uyumsuz insanın içinde bulunduğu duruma ilişkin çıkaracağı
mantıksal sonuçlardan biri, başkaldırma diğeri de özgürlüktür. Öz olarak, bir
soyutlama olarak özgürlük sorusu anlamsızdır; özgürlük uyumsuza bağlıdır.
"Uyumsuz şu noktada aydınlatıyor beni: yarın yoktur. Bundan böyle derin
özgürlüğümün akılsal dayanağı işte."(18)
Umut yok, yarın yok, gelecek yok. O halde herşey yapılabilir. Camus'ya göre, eylem
özgürlüğünün sağlanması gerekir. Eylem özgürlüğünün sağlanması uyumsuz
duygusuyla olasıdır. Eylemde sınırsız bir özgürlük vardır; ve uyumsuz insanın
tek yapabileceği şey kendi kendini tüketmektir. Sınırsız eylem yapmaktan yola
çıkarsak, bu özgürlüğün tek kanıtı insanın kendi kendisini yok etmesidir. Yani,
intihar... Bu bir özgürlük potansiyelinin kanıtıdır aslında; özgür olma
gücünün uç noktası...
Şimdi, ele aldığımız bu filozoflarda görünen o ki özgürlük sorunu
yüzyıllardır çok taraflı bir tartışma gündemini oluşturmuş. Sınırların ne
olduğu sorusu bireysel ve toplumsal düzlemde, metafizik ya da gerçekçi durumlarda
incelenmiş, bu konuda savlar ileri sürülmüş, çözümlemeler yapılmıştır. Ama
sorun devam ediyor. İnsanın sınırları nedir / ne olmalıdır sorunu... İnsan
Hakları Bildirileri, Uluslararası Sözleşmeler, Anayasalar; hep bu sınırları çizme
çabasının somutlaşmış metinleridir. Kim mutlu peki? Birileri... Sınırları dar
olanlar ve gittikçe daralanlar hiç de mutlu değil elbette.
Bu yazıda felsefe tarihindeki özgürlük sorununa nasıl bakılabileceğine ilişkin bir
çerçeve çizmeye çalıştık. Ama biri size Ay'ı gösteriyorsa parmağa değil Ay'a
bakın...
Alıntılar:
(1) Hukuk Felsefesi ve Sosyoloji Arkivi Yayınları:3, 'Düşünce Özgürlüğü',
Hazırlayan: Hayrettin Öksüz, Afa Yayıncılık, Bilim Dizisi: 7, İstanbul 1998, s:40
(2) Platon, 'Devlet', Çev: Hüseyin Demirhan, Hürriyet Yay.60, Büyük Klasikler 5,
Yunan Klasikleri 2, 617-e, 1.Baskı 1973 İstanbul
(3) Aristoteles 'Erdem Üzerine', Ethika Nikomekhea, III. Kitap, 1109 b30-115 a5, Çev:
Zeynep Aruoba, MEB, Düşün, Bilim, Eğitim Dergisi, Sayı 1, Ankara 1979
(4) William S. Sahakian, 'Felsefe Tarihi', Çev: Aziz Yardımlı, İdea Yayınevi,
İstanbul 1997, 3. Basım, s: 75
(5) Vehbi Hacıkadiroğlu, 'İnsan Felsefesi', Cem Yayınevi, İstanbul, Kasım 1997 s:30
(6) Rene Descartes, 'Felsefenin İlkeleri', Çev: Mesut Akın, Say Yay. 1.baskı, Aralık
1983, İstanbul, s: 56
(7) Rene Descartes, 'Felsefenin İlkeleri', Çev: Mesut Akın, Say Yay. 1.baskı, Aralık
1983, İstanbul, s: 82
(8) William S. Sahakian, 'Felsefe Tarihi', Çev: Aziz Yardımlı, İdea Yayınevi,
3.Basım, İstanbul, 1977, s:134
(9) İoanna Kuçuradi, 'Uludağ Konuşmaları', Türkiye Felsefe Kurumu, Türk Felsefe
Dizisi 1, Ankara 1988, s:3
(10) 'Yazko Felsefe Yazıları', Hazırlayan: Selahattin Hilav, 'Etik ve Antropolojik
Açıdan Özgürlük Kavramı', Takiyettin Mengüşoğlu, Ağaoğlu Yayınevi, İstanbul
1982, s:32
(11) Frederick Copleston, 'Felsefe Tarihi', Cilt VII, Bölüm 1c, Hegel, Çev: Aziz
Yardımlı, İdea Yayınevi, 3.Basım, 1996, İstanbul, s: 40
(12) Doğan Özlem, 'FelsefeYazıları', Anahtar Kitaplar Yayınevi, Nisan 1993,
İstanbul, s:171-172
(13) Macit Gökberk, 'Felsefe Tarihi', Remzi Kitabevi, 4.Basım, 1980, İstanbul s:449
(14) Selahattin Hilav, 'Schopenhauer'in Felsefesi', Yazko, 1983, İstanbul, s:32
(15) İoanna Kuçuradi, 'Schopenhauer ve İnsan', Yankı Yayınları
(16) Friedrich Engels, 'Anti-Dühring', Çev: Kenan Somer, Sol Yayınları, 2.Baskı, Mart
1977, Ankara, s: 202-203
(17) Bedia Akarsu, 'Çağdaş Felsefe', MEB Yayınları, Düşün Dizisi 3, İstanbul
1979, s:131-132
(18) Albert Camus, 'Uyumsuz Yaşama', Çev: Tahsin Yücel, Varlık Yayınevi, Aralık,
1974, İstanbul, s: 68
* Burada dile getirilen 'ikinci insan' kavramını ve iki farklı insanın yollarının
birbirleriyle kesişmesi durumunu bir yaratılma durumu olarak yani, Adem ve Havva gibi
bir öncelik sonralık ilişkisi biçiminde düşünmemek gerekir. Daha çok bir Robinson
ve Cuma ilişkisidir sözünü ettiğim. Yani birarada oluşun yol açtığı bir
özgürlük sıkıntısı... Bir kişi doğayla savaşır; iki kişi hem doğayla hem
birbirleriyle. Özgürlük sorunu bakımından ele aldığımızda 'ikinci insan' tüm
'ötekiler'i kapsamaktadır. Yani üçüncüyü, dördüncüyü, beşinciyi...
*Ontolojik özgürlüğün iki belirlenimi var: insan varoluşunun 'olmada' ve 'yapmada'
gerçekleşmesi:
1) İnsanın 'diğerleri' karşısında şu ya da bu şekilde varlığını ifade
edebilmesi olanağı, bir başka deyişle, şu ya da bu şekilde 'olmak' için istence
dayalı bir seçim yapabilme gücü. Yani bir biçimde varolma olanağı.
2) İnsanın, yapıp-etmelerini belirlerken önüne serilmiş değerler silsilesinden
seçim yapabilmesi ve böylece kendisini özgür kılabilecek 'eyleme' olanaklarını
gerçekleştirmesi... Yani bir biçimde eylemde bulunma olanağı.
* Özgürlük kavramını insanın tüm yapıp-etmeleri öncesindeki istenç (irade)
özgürlüğü olarak düşündüğümüzde etik alanına girmiş oluyoruz. Eylemi
yönlendiren bir isteme ve seçme olanağını dile getiriyor özgürlük böylece. Ama
yalnızca etik açısından değil toplumsal ve antropolojik açıdan da saptamamız
gereken örnekler olduğunun altını bir kez daha çizelim.
* 'Ben', 'dış dünya' ve Tanrı; Descartes'ın, araçsal septisizminden sonraki adımda
içine girdiği kanıtlama sürecinde nesne edindiği üç kavramdır. Zihninde bulduğu
Tanrı kavramının öznesi olan Tanrının ontolojik anlamını, onun yetkinliğine
güvenerek ortaya koyar.
*Apriori (deney öncesi) bilginin sınırlarını araştırma ve eleştirme yöntemi.
* Geist: [Yun. Puneuma, nous = soluk, nefes] Tin, ruh, akıl, evren ilkesi, düşünme ve
bilinç ilkesi.
* Otodeterminist özgürlük anlayışını çağrıştırıyor. Buna göre, insan
kişiliği bakımdan gelişmiş ve bilinçli ise diğerlerine göre daha özgür
olacaktır. Yani isteme, seçme ve eyleme olanaklarını bilen kişi bunların farkında
olmayana göre daha avantajlı bir duruma sahip olur.
İçindekilere geri dön