22. Sayı
Hayatın önüne kurallar koymak, yaşanacak anları ya da sonraları disipline bir tarzda
algılayıp biçimlendirmeye çalışmak, en başta özgürlüğün doğasına aykırı
bir yön taşır. Özgürlük, mutlaka kuralsızlıklar bütünü ya da sonrasızlık
değildir, haşa! Ama varolan statükonun yedek lastiği de hiç değildir! Bu anlamda,
felsefi derinliği ne olursa olsun, "Senin özgürlüğün, bir başka insanın
özgürlüğünün başladığı yerde biter" sözü biraz naiflik kokar! Çünkü
burada, biraz da, özgürlüğün sanki ipotek altındaymış ve kısıtlı dağıtım
olanağı varmış gibi bir çerçeve içine sığdırılma telaşı kendisini gösterir!
O halde, bu ne menem bir özgürlüktür ki, benden sana, senden ötekine giderken ha bire
aşınır?! Bunun yanıtı oldukça basit aslında: Özgürlüğün doğasında varolan o
sonsuzluk ve sınırsızlık, insana ürküntü verir! Tıpkı aşk duygusunda olduğu
gibi!
Aşk da, tıpkı özgürlük gibi, ama ondan biraz daha karmaşık şekilde sürdürür
varlığını -buna süründürmek de denilebilir. Aşkın bünyesinde yaşayan,
yaşadığı varsayılan ya da bulunduğu öne sürülen özgürlük tutkusu, tam da bu
noktada garip bir ikilemi yansıtır: Sonucu ne olursa olsun, yani ister mutlu bir varış
ile noktalansın, ister ayrılığa şapka çıkarsın, aşk, özgürlüğün
yitirilmesidir...
Bu savı -eğer yalnızca sav ise- kanıtlamak hiç de zor değil: Bir kez, aşktaki
yoğunluğun neden olduğu bireysel tutum, zaten tek başına özgürlüğün bir
kanadını incitmek anlamına geliyor. Öyle ki, bu bireysel tutum sonucu -doğal olarak-
ortaya çıkan ötesini görememek psikozu, insanın kendi özgürlüğüne ket vurması
değil de, nedir?!
Bu anlamda, aşktaki yoğunluğun neden olduğu içsel cepheleşme, zaten bireye başka
adım atma olanağı sağlamayacağı gibi, aynı zamanda bütünleştiği insanın
özgürlüğüne de ipotek koyma anlamı taşır. Söz konusu içsel cepheleşme, aslında
çok parlak ve rengarenk görünen o duygusal metaforun zavallı yönüne işaret eder!
Aşık olduğunuz kişiyle beraber, kendi kurduğunuz hapishanenin parmaklıklarını her
gün başka renge boyarsınız! Buyurun, buradan yakın!
Bunun tersi de olası: Bazen öyle andavallı ve kuralsız aşık olursunuz ki -sanki
'kurallı' aşık olmak mümkünmüş gibi!-, siz tutsak bir duygu içinde yaşarken,
karşınızdaki iplerin nasıl oynatılacağını sizin üzerinizde deneyerek öğrenir!
Bu saptamayı 'abartı' gibi görebilirsiniz, zaten en iyisi de öyle görmek galiba, ama
sonuçta ipler oynar, siz özgür olmakla övünür kalırsınız!
Aşktaki tutku boyutu elbette dünyanın en güzel duygusu; ancak bunun faturası
özgürlüğün terkedilmesi ise orada yanlış giden bir şey var demektir. Burada 'şey'
yerine konulabilecek bir sözcük henüz icat edilmedi; ne ki, bazen tanımlanamaz,
tartışılamaz, tutarlılık gösteremez öyle yönsemeler vardır ki, bunu ne aşkın o
gizilgücü ne de özgürlüğün sınırsız aydınlığı açıklayabilir. Aşk, tıpkı
özgürlük gibi, ulaşılamaz bir şey değil midir zaten?
Üstelik, aşk adına harcanan zaman, harcanan emek, harcanan ömür, zaten tek başına
özgürlüğün yitirilmesinin kanıtı gibidir. O halde aşk fikrinde neden bunca
direniyoruz? Özgürlüğümüz aşkın sınırları kadar olduğu için mi, yoksa aşk
özgürlüğe meydan okuyan tek sonsuzluk işareti özelliği taşıdığı için mi?
Aşkın somut olarak yaşandığı süreçte gözün başka hiçbir şeyi görmemesi,
aklın hiçbir gerçeği kucaklamaması ve yüreğin düşsel bir dünyaya kucak açması,
insanın kendisinden kaçışı ve özgürlüğe sırt çevirmesinden başka nedir?!
İnsan ömrünün, kısacık yaşanması muhtemel olan ve tamamlandığında hüzünden
başka hiçbir miras bırakmayacak aşka bunca sınırsız ödün vermesinin akla yatkın
bir gerekçesini söyleyebilir misiniz?
Ben söyleyebilirim:
Aslında her şey çok basit bir iç hesaplaşmada düğümleniyor: Toplumsal anlamda
özgürleşimin sağlanması hem geniş bir katılım ve uzlaşmaya, hem de gerektiğinde
uzun soluklu bir mücadeleye bağlı. Öyle ki, özgürlük düşüncesinin bu anlamda
insanı rahatsız edecek ya da -varsa- vicdanını zorlayacak bir gizil yönü bulunuyor.
Kendisini bu sonsuz hesaplaşmanın ortasında bulan -ya da kaybeden- herkes,
çıplaklığına aldırmadan o özgürlük düşüncesinin ardına takılıyor. Ama bir
yerden sonra ayakları kesiliyor ya da yorgun ve bitap düşüveriyor. İşte o anda
imdada özgürlüğe en yakın duygu olan aşk yetişiyor! Elinizden tutarak sizi yerden
kaldırıyor ve kendi yönüne doğru itiyor! Siz de, ancak aşkta rastlanabileceğine
inandığınız o tutkuyu özgürlük yerine yutarak, yönünüzü aşkın kıblesine
çeviriyorsunuz!
Bitmedi: Öylesine aşkın esiri oluyorsunuz ki, vicdanınızı kandırmak ve onu bir
nebze olsun altedebilmek adına özgürlüğe ilişkin ne kadar atıf varsa, hepsini aşka
malediyorsunuz! Tutku, sınırsızlık, sonsuzluk, coşku, heyecan, kalbinizin
gümlemesi... Nereye kadar peki? Kaç kişiyle? Kısacık sürmesi için adeta dolu dolu
yaşadığınız o aşk bittiğinde bir yenisi daha sıradaysa, varolan
özgürlüğünüzü niçin eskisine teslim ettiniz? Yok eğer her aşk yeni bir
özgürlük anlayışı kazandırıyorsa, bundan sonra gelecek üçüncüsünün tutsak
kılacağı sınırlarınıza ne ad koymalı?
Yoksa bütün sorun aşka bağımlılığı önleyecek yeni bir duygu sağanağı yaratmak
mı? Nasıl? Aşktan artakalmış hangi özgürlükle? Ve niçin?
Evet, aşk özgürlüğün yitimi; peki aşka bile dar gelen özgürlük tutkusunun
sınırı nereye kadar?
Ölüme mi?