22. Sayı
1921 yılında doğan Bookchin ilk gençlik yıllarında sendikal işçi hareketine aktif
olarak katılan bir marksistti. Hareketin otoriter yapısına getirdiği eleştirel
yaklaşımla önce özgürlükçü sosyalizme yaklaştı, sonra ekolojik meseleler
üzerine araştırmalar yapan bir eko-anarşist oldu. Daha 1950'lerde çevre üzerine
düşünmeye başlayan Bookchin yalnızca çevre kirliliğini değil aynı zamanda bunun
derinliklere inen toplumsal kökenlerini de ele alıyordu. 1960'larda görüşlerini
toplumsal ekoloji kuramını oluşturmaya yöneltti. Yaptığı şey toplumsal yaşamda ve
toplumsal tarihte gizli olan (aslında çok bariz olan) tahakkümün ve hiyerarşinin
ortaya çıkış sebeplerini ve koşullarını açıklamaya çalışmaktı.
Bookchin'in toplumsal ekoloji dediği şey yalnızca toplumsal bir kurtuluş projesi
olarak dar açılı değil, aynı zamanda doğanın da kurtuluşunu içeren bütünlüklü
bir projedir. Bu proje daha önceki bilimsel ve toplumsal teorileri yadsımadan doğal
dünyayla ilişkimiz konusunda da daha kapsamlı bir eleştirel analiz getirir. Fakat
Bookchin için ekoloji sözcüğünün son yıllarda çevrecilik sözcüğüyle aynı
anlamda kullanılması rahatsız edicidir:
"Çevrecilik terimiyle doğayı, yalnızca insan kullanımı açısından daha
yararlı hale getirilmesi gereken hayvanlar, bitkiler, madenler ve benzeri gibi
"nesne"lerden oluşan edilgin bir doğal çevre olarak gören mekanist, araçsal
bir bakışı ifade etmeyi öneriyorum. Terimi benim kullandığım biçimiyle
aldığımızda çevrecilik, doğayı "doğal kaynaklar"ın ya da
"hammaddeler"in depolama ambarına indirgeme eğilimindedir. Bu bağlamda
çevrecilik sözcüğünden toplumsal doğa da payını alır: Şehirler "kent
kaynakları"na, sakinleri ise "insan kaynakları"na dönüşür. "
"Terimin benim kullandığım anlamında çevrecilik, insanlık ile doğa arasında
uyumlu bir ilişkiye ulaşmaya yönelik ekolojik projeyi, kalıcı bir dengeden çok, bir
ateşkes olarak görme eğilimindedir. Çevrecinin "uyum"u, insanın doğal
çevresine en az zararı vererek, doğal dünyayı yağmalamaya yönelik yeni tekniklerin
gelişmesini merkez alır. Çevrecilik bugünkü toplumun en temel öncülünü,
insanlığın doğaya egemen olması gerektiği öncülünü sorgulamaz; daha çok
çevrenin pervasızca yağmalanmasının yol açtığı tehlikeleri azaltmak için
teknikler geliştirerek bu anlayışı kolaylaştırmaya çalışır." Toplumsal
ekoloji için de :
"...toplumsal ekoloji, insanlık ile doğanın ayrılmasının eleştirisinden daha
fazlasını sunar; insanlığı ve doğayı iyileştirme gereksinimini ortaya koyar."
"Bilim, topluluklardaki ya da ekosistemlerdeki toplumsal ve doğal ilişkilerle
ilgilenir. Toplumsal ekoloji, bunları bütüncü bir biçimde, yani karşılıklı
bağımlılıkları içinde ele alarak doğal ya da toplumsal topluluğa anlaşılırlık
sağlayan karşılıklı ilişkilerin biçimlerini ve modellerini açığa çıkarmaya
çalışır."
Bookchin genel kanının tersine, insanın insanı tahakküm altına almasının insanın
doğayı tahakküm altına almasından daha önce başladığını belirtir ve insanlar
arasında tahakkümcü ilişkiler olabilecekken, doğada hiyerarşi ve tahakkümün
olamayacağını ileri sürer. "Bitki ve hayvan topluluklarının, bir tür içinde
"hakim" ve "boyun eğen" bireyler içerip içermediği
ayrıntılarıyla tartışılabilir. Ama bir ekosistem içindeki türleri rütbelendirmek
en kaba şekliyle insan biçimcilikdir."
"Doğayı tahakküm altına alma anlayışının insanlık kültürünün evrensel
bir özelliği olmadığını belirtir. Buna örnek olarak da ilkel ve yazıöncesi
toplulukları gösterir: "Ekonomik sınıfları ve politik bir devletleri olmayan,
içlerindeki ve doğal dünyayla aralarındaki kuvvetli dayanışmadan ötürü
rahatlıkla "organik toplumlar" denilebilecek topluluklara doğru gidildikçe
insanları şeyleri ve ilişkileri "üstünlük" ya da
"aşağılık"larından çok biriciklikleriyle kavrayan bir yaşama bakışın
kanıtlarını daha çok buluruz. Bu topluluklara göre bireyler ve şeyler birbirinden
zorunlu olarak daha iyi ya da daha kötü değildi; sadece farklıydı. Her birine kendisi
için, kendi biricik özellikleri için değer veriliyordu. Bireysel özerklik kavramı,
bugün sahip olduğu kurgusal "egemenlik" tınısını henüz kazanmamıştı.
Dünya, her biri birlik ve uyum için vazgeçilmez olan çok sayıda farklı parçanın
bir bileşimi olarak algılanıyordu."
"Organik toplumlarda "eşitlik", "özgürlük" gibi kavramlar
yoktu ve bu kavramlar zaten toplumda örtük olarak mevcuttu. Bu toplumlarda baskıcı ve
tahakkümcü değerlerin olmayışı kullandıkları dile de yansımıştır:
"Örneğin bir Wintu anne bir bebeği gölgeye "götürmez", onunla
birlikte gider. Bir şef halkını "yönetmez", onlarla birlikte durur."
"Bizim sahip olma olarak tarif ettiğimiz şeyi onların genellikle ifade etme
biçimleri birlikte yaşamak ve bu terimi saygı duydukları her şey için
kullanıyorlar; örneğin bir adamın yayı ve oklarıyla birlikte yaşadığı
söylenebiliyor."
"Geleneksel Hopi toplumu tamamen gurup dayanışmasına yönelikti. Tohum ekmekten
yemek hazırlamaya kadar topluluğun hemen hemen tüm görevleri işbirliğiyle
yapılıyordu. Çocuklar da yetişkinlerle birlikte bu görevlerin çoğuna
katılıyorlardı. Her yaş düzeyinde birey topluluğa karşı bir sorumluluk duygusuyla
doluydu."
"Yaşamın en başından itibaren, birçok yazıöncesi toplumda çocuklara
yaklaşımda baskı o kadar az görülen bir şeydir ki Batılılar ilkel denilenlerin
çocukların en inatçısına bile yaklaşımlarındaki şefkat karşısında sık sık
şaşkınlığa düşmüşlerdir. Ancak yazıöncesi topluluklarda anababalar
"hoşgörülü" değildirler; yalnızca, topluluklarındaki yetişkinlere
yaptıkları gibi çocuklarının da kişiliğine saygı gösterirler."
"...( kadınların) Erken dönemlerdeki statülerine gelince, yiyecek toplayıcı ve
avcı toplulukların dikkatli bir incelemesi, kadınların erkeklerle genellikle
inandığımızdan daha yüksek bir eşitlik yüzeyine sahip olduklarını ortaya
koyar."
"Kadının yiyecek toplama etkinlikleri genellikle ailenin yiyeceğinin büyük
kısmını karşılar. Kadın yalnız yiyecek toplamakla kalmaz, yemeği hazırlar,
ailenin giysisini yapar ve ailenin sepet ve çanak gibi kaplarını üretir."
"Kadınların yazıöncesi topluluklarda kesinlikle yoksun oldukları şey erkeklere
ait olan hareketliliktir.İnsan yavrusunun uzun süren gelişmesi ve bağımlılığı
kültürel bir sürekliliği sağlamak için hayati önem taşıyan uzun bir zihinsel
yoğrulma dönemi annenin serbestçe hareket etme kapasitesini kısıtlar. Erkeğe
avcılık görevlerini kadınlara ise eviçi işlerini veren temel işbölümü acımasız
bir biyolojik gerçekliğe dayanmaktadır: Yaygaracı bir bebeğe bağlı olan bir
kadının, büyük hayvanlar avlamak için gerekli olan sessizlik ve atletikliğe sahip
olması pek beklenemez. Doğası gereği anne-çocuk ilişkisi kadını görece daha
yerleşik yaşam tarzıyla sınırlar. Ayrıca kadın güç iş yapma kapasitesi
açısından zayıf değilse de yabancı bir topluluktan gelen silahlı, muhtemelen
düşman erkekler karşısında kuşkusuz "zayıf cinstir". Kadınlar
erkeklerine yalnızca avcı olarak değil, aynı zamanda ailenin ve gurubun muhafızı
olarak da ihtiyaç duyarlar"
Fakat buna rağmen ;
"Büyük ölçüde yiyecek toplayıcılığına dayanan toplumlarda, topluluk
kültür ve mizaç olarak temelde anamerkezli görünüyor; erken bahçeci toplumlarda da
öyle. Öte yandan hakim olarak avcı ve çoban toplumlarda, babamerkezli bir kültür ve
mizaç hakim görünüyor. Ancak tarihöncesinin bu anlaşılması güç kaygan zemininde,
olgunlaşmış hiyerarşiler ve ekonomik sömürü ortaya çıkmadan önce bile, toplumsal
normların ve ruh durumlarının yavaş yavaş erkek yönelimli çizgilerde
kristalleştiği hissediliyordu."
"Doğmak, genç olmak, olgunlaşmak ve nihayet yaşlanmak ve ölmek doğal bir
olgudur; kadın olmak, erkek olmak ya da bir kan soyu gurubuna ait olmak gibi. Ama kişi
yaşlandıkça, "doğal" olmayan ayrı çıkarlar edinir. Bu çıkarlar tamamen
toplumsaldır. Yaşamın ilerleyen yılları fiziksel güçlerin azaldığı bir
dönemdir; son yıllar tam bir bağımlılık dönemidir. Yaşlanan kişi ve yaşlı kişi
ne cinsel rolüne ne de soyuna bağlı olan çıkarlar geliştirir. Hayatta kalmak için
topluluğun terimin tam anlamıyla toplumsal olmasına; üretim ve yeniden üretim
sürecine katkıda bulundukları için değil toplumsal alanda kendileri için
yaratabildikleri kurumsal roller nedeniyle topluluğun kendilerini beslemesi olgusuna
bağımlıdırlar. "
"Cinsler ekonomik olarak birbirlerini tamamlarlar; yaşlılar ve gençler
tamamlamazlar. Yazıöncesi topluluklarda, yaşlılar çok önemli bilgi ve bilgelik
hazinesidirler, ama bu işlev yeteneklerinin büyük ölçüde kültürel ve toplumsal
alana ait olması olgusunu vurgular. Bu nedenle yaşlanmakta olan ve yaşlı kişiler
yavaş yavaş bir toplumsal iktidar duygusu kazanabilen kendini beğenmiş, kendini
dayatan erkekten bile çok, toplumsal olarak bilinçli olma eğilimindedirler; bu bir
hayatta kalma meselesidir onlar için. Cinsiyetlerinden ve soylarından bağımsız ortak
bir çıkarı paylaşırlar. Toplumun kurumsallaşmasından ve hiyerarşinin ortaya
çıkışından en fazla çıkarı olan onlardır, çünkü bu alanda ve bu sürecin bir
sonucu olarak fiziksel güçsüzlük ve zayıflığın kendilerinden aldığı güçleri
koruyabilirler. Toplumsal güce ve özellikle de hiyerarşik toplumsal güce duydukları
ihtiyaç biyolojik güç kayıplarının bir fonksiyonudur. Toplumsal alan bu gücün
yaratılabildiği tek alandır ve aynı zamanda doğal kuvvetler karşısındaki
savunmasızlıklarını hafifletebilecekleri tek alandır. Bu nedenle, toplumsal
yaşamın, toplumsal iktidarın ve hiyerarşik çizgilerde kurumsallaşmanın en mükemmel
mimarları onlardır."
"Hiyerarşinin gelecekteki gelişiminde sorunsal olan, yaşlıların
ayrıcalıklarını nasıl kurumsallaştırmaya çalıştıkları ve sonunda neye
ulaştıklarıdır. Radin, yaş bağlantılı hiyerarşiyle ilgili, çok insafsız da olsa
derinlikli bir tartışmada yiyecek toplayıcı topluluklardaki yaşlıların "hemen
hemen her zaman şu ya da bu türde büyücü hekimler olarak işlev gördükleri"ne
ve tarımsal klan toplumlarının gelişimiyle birlikte "temel güçlerini, büyük
ölçüde denetledikleri ritüellerden ve ritüel toplumlardan elde ettiklerine"
işaret ediyor. Toplumsal iktidar, doğanın belirli kuvvetleri üzerinde büyü
gücünün fetişleştirilmesi olarak kristalleşmeye başlar. Bu diyalektik düğümü
çözmeye çalışırken, bakış açımızı, eşi olmayan son derece modern bir
toplumsal duyarlılık ve deneyim tarzını içerecek biçimde yeniden odaklamamız
gerekir: Yaşlı ile şamanın duyarlılığı ve deneyimi. "
"Şaman herhangi bir toplumsal hiyerarşi tartışmasında stratejik figürdür,
çünkü o (zaman içinde erkekler bu konuda hakim oldukları halde zaman zaman kadın da
olabilir) yaşlıların -en eski toplulukta genel bir tabaka- ayrıcalıklarını bu
tabakanın özel bir bölümünün özelleşmiş ayrıcalıkları olarak katılaştırır.
İktidarı profesyonelliştirir. İktidarı, bir bütün olarak topluluğun değil, ancak
dikkatle seçilmiş bir grup tilmizin katılmayı umut edebileceği seçilmiş birkaç
kişinin ayrıcalığı haline getirir. Şamanın kehanetle ilişkili kişiliği esas
olarak bir toplumsal nevroz ölçeğinde bireyin güvencesizliğini ifade eder. Erkek
avcı şiddet konusunda ve kadın yiyecek toplayıcı besleme konusunda bir uzmandır.
Aynı kişide birleşmiş büyücü ve kahin olarak, çevreni insan ötesi gücü ile
topluluğun korkuları arasında dolayım kurar."
"Tahakküm, hiyerarşi ve kadınların erkeklere boyun eğmesi şimdi ortaya
çıkmaya başlıyor"
Yerli kabilelerin çoğunluğu gerçek sınıf ayrımları temelinde birey
guruplaşmalarına sahip değildi.
"İlkel ekonomilerde ve köylü ekonomisinde düzey eşitleme mekanizmaları
bireylerin ya da belirli grupların itibarını arttırmalarını önlemede çok önemli
bir rol oynar:
Akrabalara ya da birlikte yaşanılan kişilere zorunlu olarak ödünç verilmesi;
ekonomik başarının ardından büyük bir ziyafet; Kuzeybatı Kıyısı
Kızılderililerinin büyük miktarda değerli malı yok ettikleri potlaç gibi bir
harcama hareketi; Meso-Amerika'da sivil ve dinsel hiyerarşilerde görev almanın sonucu
olan ritüel bağış; ya da Ova Kızılderililerinin atları ve malları dağıtmaları.
Çoğu küçük ölçekli ekonominin, teknik ilerlemeye yeniden yatırımı önlemek için
serveti eritmeye yönelik bir yolu vardır ve bu, sınıf çizgilerinin ekonomik bir
temelde kristalleşmesini önler."
"Hiyerarşik toplumlardan sınıflı toplumlara kayış iki düzeyde oldu: maddi ve
öznel. Açıkça maddi bir kayma şehrin, devletin, otoriter bir tekniğin ve son derece
örgütlü bir piyasa ekonomisinin ortaya çıkışıyla cisimleşti. Öznel kaymalar
baskıcı bir duyarlılık ve değerler gurubunda -tüm yaşantı alanını komuta ve
itaat çizgilerinde zihinselleştirmenin çeşitli yollarında- ifadesini buldu. Geniş
bir felsefi terim kullanırsak bu tür zihniyetler pekala hakimiyet epistemolojileri
olarak adlandırılabilir. Herhangi bir maddi gelişim kadar, bu hakimiyet
epistemomojileri de ataerkinin gelişimini ve toplumun yöneticilerinde bencil bir ahlakı
besledi; yönetilenlerde ise suçluluk ve feragatte kök salan ruhsal bir mekanizmayı
besledi. Saldırganlığın bedenlerimizi kavga ya da kaçış için kasması gibi
sınıflı toplumlar ruhsal yapılarımızı komuta ya da itaat için örgütlerler."
"Genel olarak, insanlık ya sınıflı topluma doğru "ilerlemedi" ya da
ancak değişen derecelerde ilerledi. Saban tarımı, tohumlar ve el sanatlarının
gelişmesi dünyanın birçok bölgesinde şehirlerin, sınıfların ve sömürünün
ortaya çıkışı için zorunlu koşulu sağladı, ama hiçbir zaman yeterli koşulu
sağlayamadı. Avrupa toplumunu, özellikle kapitalist biçimin altında tarihsel ve
ahlaki olarak eşsiz kılan şey, ekonomik sınıfların ve ekonomik sömürünün -daha
doğrusu bugün bildiğimiz anlamda iktisadın- kişisel ve toplumsal yaşamın en mahrem
yönlerini bile sömürgeleştirme konusunda, içinden kök saldığı Yakındoğu
toplumları da dahil olmak üzere, her toplumu aşmış olmasıdır."
"İ.Ö. altıncı yüzyıla kadar, oğulun "babası yaşadığı sürece
görevleri vardı, ama hakları yoktu; sürekli olarak reşit olmayan biriydi".
Klasik biçiminde, babaerki yalnız kadılar üzerinde erkeklerin hakimiyetini değil,
aynı zamanda erkek yaşlıların hakimiyetini de ifade ediyordu. Cinsiyetini
bakılmaksızın genç, tamamen ailenin en yaşlı üyelerinin ahlaki ve toplumsal
otoritesi altına yerleştiriliyordu."
"Toplumsal sınıflar ortaya çıkmadan ve rahiplik toplum üzerinde yarı politik
tapınak despotizmlerini kurmadan önce bile, patriyark, devletin daha ileri politik bir
biçimde cisimleştireceği otorite sistemini toplumsal bir biçimde
cisimleştiriyordu."
"Toplum akrabalık biçimlerinden toprak biçimlerine, genel anlamda hiyerarşik
olandan, özel olarak sınıflı ve politik biçimlere doğru daha da kaydıkça,
babaerkinin yapısı değişmeye devam etti. Babaerki baskıcı ve adli özelliklerinin
çoğunu koruduysa da giderek akılcı bir otorite tarzı haline geldi."
"Radin'in indirgenemez asgari kavramı, ifade edilmemiş bir özgürlük ilkesine
dayanır. Kişinin topluluğa bulunduğu üretim katkısına bakılmaksızın maddi yaşam
araçlarının sağlanması, olanaklı olduğu noktada toplumun, çok küçüklerin
sınırlı yeteneklerini ve yetişkinlere bağımlılıklarını olduğu gibi hastanın,
özürlünün ve yaşlının zayıflıklarını da telafi edeceğini ima eder."
"Herkesin "eşit" olduğunu varsaymak; herkesin kuvvet, zeka, eğitim,
deneyim, yetenek, eğilim, ve fırsatlar açısından "eşit" olduğu
kastediliyorsa alenen abestir. Böyle bir "eşitlik" gerçeklikle alay eder ve
topluluğun bireyler arasındaki farklılığı telafi etme sorumluluğunu ortadan
kaldırarak topluluğun ortaklığını ve dayanışmasını yadsır. Bu tam da organik
toplumun doğasına yabancı olan zalim, ruh yoksulu bir "eşitliktir". Araçlar
olduğu sürece, mümkün olduğu kadar ihtiyaçlara göre paylaşılmaları gerekir ve
bireysel yeteneklere ve sorumluluklara göre ölçüldükleri sürece de ihtiyaçlar
eşitsizdir."
"O halde organik toplum bilinçsiz bir şekilde eşitsizlerin eşitliğine göre
işleme eğilimindedir; yani eşitsizlikleri telafi eden ve herkesin eşit olduğu
şeklindeki, henüz ifade edilmemiş kurgusal iddiaya yol açmayan, özgürce oluşmuş,
düşünce ürünü olmayan bir toplumsal davranış ve bölüşüm biçimidir."
"Aslında İustitia eşitliğin yeni bir düzenlemesine başkanlık etmektedir.
Gözlerinin bağlı olmasının yanında, mübadeleyi dürüstçe -"eşit ve
tam" olarak - ölçmek için bir terazi tutmaktadır. Suçluluk ve masumluk, pazar
yerinde görülen şeylerin adil tahsisi için adli ikamelerdir. Aslında tüm terazilerin
yapabildiği tek şey niteliksel farkları niceliksel farklara indirgemektir. Bu nedenle,
İustitia'nın önünde herkes eşit olmalıdır; gözbağı İustitia'nın ricaları
arasında ayrım yapmasını önler. Ama ilksel eşitsizlerin eşitliğinin anladığı
gibi, insanlar aslında çok farklıdırlar. Böylelikle İustitia'nın eşitlik
-denklik-kanunu eski ilkeyi tersine çevirir. Genellikle çok büyük
eşitsizliklerolduğu halde, onun görmeyen gözlerinde teorik olarak herkes
"eşit" olduğu için o, eşitsizlerin eşitliğini eşitlerin eşitsizliğine
dönüştürür. Tüm eski sözcükler oradadır, ama geleneksel değerlere ve
duyarlılıklara tahakkümün damgasını vuran birçok vurgu değişikliği gibi onlar da
görünüşte küçük bir değişikliğe uğramışlardır."
"Eşitlerin eşitsizliği ilkesiyle Adalet isteğini, eşitsizlerin eşitliği
ilkesiyle Özgürlük isteğinden ayırmak pek ender olarak olanaklı oldu. Her kurtuluş
ideali, hala ezilenlerin edebiyatında yaşayan bu karışıklıkla lekelendi. Yararlanma
hakkı kamu mülkiyetiyle, doğrudan demokrasi temsili demokrasiyle, bireysel yeterlilik
popülist elitlerle, indegenemez asgari fırsat eşiliği ile karıştırıldı.
Ezilenlerin eşitlik talebi, Engels'in belirttiği gibi bir "ikili anlam"
kazanır. Bir durumda, "toplumsal eşitsizliklere karşı, zengin ile yoksul...
aşırı yeme ile açlık arasındaki karşıtlığa karşı kendiliğinden tepkidir; bu
haliyle devrimci içgüdünün ifadesidir ve haklılığını onda ve yalnızca onda
bulur." Diğer durumda, eşitlik talebi "denklik" kuralı olarak adalete
karşı bir tepki haline gelir (ki Engels bunu basitçe "burjuva eşitlik
talebi" olarak görür); ve bu durumda "burjuva eşitliğiyle aynı yere
düşer." Engels, ezilenlerin eşitlik talebinin ("proleter eşitlik
talebi"nin) "sınıfların ortadan kaldırılması talebi olduğunu"
vurgulayarak devam ediyor. Ama özgürlük sınıfların ortadan kaldırılmasından
fazlasını içerir. Daha genel olarak, "proleter eşitlik talebi", eşitlikçi
bir toplumun "adaletsizliği"ne yönelik bir taleptir. İndirgenemez asgari,
kaçınılmaz eşitsizliklerin telafisiyle eşitleştirme, kısacası eiştsizlerin
eşitliği yerine denklik kuralının konmasını reddeder. Bu talep, Adalet, yani denklik
kuralı adına yapılan fırtınalı mücadeleler tarafından, yüzyıllar boyunca tekrar
tekrar odak noktasının dışına çıkarıldı."
"Özgürlük, Hıristiyanlıkla birlikte teori olarak ve açık bir ideal olarak
yeniden bilinç düzeyine çıkar. Augustine, dolaşan "İlahi Şehri" bir
toplumsal değişim kuvveti olarak dünyaya yerleştirirken, onu insanlığın
kurtuluşuna götüren anlamlı, amaçlı bir taihsel dram içine yerleştirdi."
Kilisenin laik otoritenin kilise karşıtı davranışlarına karşı doğrudan halk
desteği çağrılarıyla birlikte ele alındığında, erken bir ütopist gelecek vaadi
içeren Hıristiyan tarihseciliği, ortaçağdaki ve erken modern dönemlerdeki radikal
toplumsal hareketler üzerinde güçlü bir etkiye sahip oldu. Marksçı sosyalizm
neredeyse dünyanın yarısında resmi dogma statüsünü kazanana kadar, Hıristiyanlık
Batı toplumunun ruhsal ve düşünsel yaşamında hakim bir rol oynadı. Başka hiçbir
öğreti, ezilenler arasında bundan daha ateşli umutlar yaratmamıştı; ama bu
ezilenler arasında bundan daha ateşli umutlar yaratmamıştı; ama bu umutlar, ruhban
sınıfı ve sivil güçler dönem dönem yıkıcı mezhepleri ve radikal halk
hareketlerini bastırmak için bir araya geldiğinde yerle bir edildi. Hıristiyan dinsel
buyrukları içinde çelişkiler toplumsal eleşitirinin bıçaklarını bilemek için
biley taşı sağlıyor, bu toplumsal eliştiri ise tıplumsal yeniden inşa için yeni
düşüncelere yol açıyordu. Açıkça çelişen mesajlarına karşın, Hıristiyanlık,
toplumsal isyan dönemlerinde ilkelri, örnekleri, toplumsal metaforları ve redemli
yaşam üzerindeki özellikle eşi görülmemiş bir partizanlığı besleyen ruhsal bir
vurgu sağlıyordu. Ortaçağın değişime yönelik hareketleri üzerindeki etik etkisi
insan davranışının ekonomist ve maddeci açıklamalarıyla tam birkarşıtlık
içindedir. Anabaptizm gibi büyük bir hareket -yoksul kasabalıları ve köylüleri
olduğu kadar soylular ve bilgili mezhep üyelerini de havariler özgü komünizm ve
sevgiyi desteklemek üzere bir araya getiren bir hareket- çeşitli ideallerini etik
Hıristiyan buyruklarınna balamadan ortaya çıkamazdı. Bu idealler taraftarlarının
gözünde yaşamın kendisine bile daha ağır basıyordu."
"Ortaçağ toplumunun ideolojik, ahlaki, kültürel ve kurumsal
"üstyapısı" diyebileceğimiz hemen herşey ekonomik ve teknik
"altyapı"sına derin bir şekilde karışmıştır.Hem "üstyapı"
hem de "altyapı", her birinin diğerine kattıklarıyla zenginleşmiş ve
genişlemiştir. Ekonomik yaşam ve teknik gelişim, kültürel yaratıcılığın yanı
sıra kapsamlı bir kültürel kısıtlamalar yörüngesi içinde var olmaktadır.
Özgürlük yalnız maddi terimlerle tanımlanamaz, aynı zamanda etik terimlerle de ifade
edilmesi gerekir. Kapitalizmin bu geniş kapsamlı yörüngeyi çarpıttığı ve onu
fiilen yok ettiği olgusu her zaman vurgulanmıştır ama yine de tekrarlamakta yarar var.
Ortaçağı Sanayi Devrimi'nden ayıran dönem, topluluk yaşamının ürkütücü bir
düzeyde bozulması, son derece aziz tutulan halk ideallerinin arsız ekonomik çıkaralra
indirgenmesi ve bireyselliğin bencilliğe dönüşmesiyle belirginleşir. Kapitalizm
toplumun ve bizzat "toplumsal sorun"un, her türlü kültürel, etik ve
psikolojik meseleyi maddi bir ihtiyaçlar ve teknik sistemi içinde masseden bir ekonomi
tarafından fiilen ekonomikleştirilmesini yansıtır.
"Modern düşünceye göre teknik yalnızca yararlı bir nesneyi üretmek için
gerekli olan hammaddelerin, araçların, makinelerin ve ilgili aygıtların bir araya
getirilmesidir. Bir tekniğin değerine ve istenirliğine ilişkin nihai yargı
işlemseldir: Verimliliğe, beceriye ve maliyete dayanır. Aslında, maliyet teknik bir
başarının geçerliliğini kanıtlayan hemen hemen tüm etkenleri ziyadesiyde özetler.
Oysa klasik düşünceye göre "teknik" (ya da techne) çok daha geniş bir
anlama sahipti. Aristoteles'in terimlerini kullanırsak, teknik, bir kullanım değerinin
yalnızca "nasıl" değil, aynı zamanda "niçin" üretildiğinin
sorulduğu toplumsal ve etik bir bağlamda yer alıyordu. Süreçten ürüne kadar techne,
teknik bir etkinliğin "nasıl" kadar "niçin"i hakkında da metafizik
bir yargı oluşturmaya yarayan çerçeveyi ve etik ışığı sağlıyordu.
"İyi yaşamak kişisel çıkarın etik olmaktan tamamen uzak, şahsa özel
kılınmış düzeyinin çerçevesi içinde sınırsız tüketim olarak algılanır.
Ayrıca teknik üreticiyi vce onun etik satandaartlarınını ve (her şeyden önce
proleterler modern sınai aygıta tam bir anonimlik içinde hizmet ederler) değil,
ürünü ve onun bileşenlerini içerir. Teknik odak noktası özneden nesneye,
üreticiden ürüne, yaratıcıdan yaratılana kayar. Onurun, bir "niçin"
duygusunun, şeylere ve olgulara ilişkin genel bilgeliğin modern sanayinin ihtiyaç
duyduğu dünyada hiçbir yeri yoktur. Teknikte gerçekten önemli olan verimlilik, miktar
ve emek sürecinin yoğunlaştırılmasıdır. Nesnenin üretilmesine dahil olan sahte
akılcılık, üreticinin öznelliğinin tamamen dumura uğradığı ve nesneler arasında
bir nesneye indirgendiği bir noktaya kadar öznenin akılcılaştırılmasını
sokuşturulur.
Emek de üzerinde "çalıştığı" malzemeler de karşılıklı olarak eşit
biçimde yaratıcı, yenilikçi ve kesinlikle sanatsaldı. Emeğin bir biçmde doğayı
"mülk edindiği" anlayışı, Locke'un da, Marx'ın da kavramsal çerçevesine
içkin olan anlayışa, organık toplumun teknik imgelemine tamamen yabancı ve onun
telafi edici ve bölüşümcü ilkeleriyle tutarsız olacaktı. Bu erken teknik imgelemde
tözün emekle karşılıklı eşitliğie o kadar önemliydi ki, çalışma yalnızca
atıl "doğal kaynakları" arzu edilen nesnelere dönüştürme değil, tözün
"ses"ini keşfetme kapasitesiyle ayırt ediliyordu.
Zanaatkar "ham fildişini" elinde tutup ona "Sen kimsin? İçinde kim
saklanıyor? diye fısıldayarak, onu nazikçe bir o yöne, bir bu yöne çevirdi. Oymacı
pek eneder olarak bilinçli bir şekilde belirli bir biçim oluşturmaya kalkıyordu.
Fildişi parçasını bir adam, bir çocuk, bir kurt, bir fok, yavru bir mors ya da
önceden tasarlanmış başka bir nesne haline gelmeye zorlamak yerine, bilinçaltından
maddenin kendisinde içkin yapısal nitelikleri ve modelleri keşfetmeye çalışıyordu.
Elini sürekli olarak, kedisini bıçağa açtığı biçimiyle fildişinin iç
yapısının kılavuzluğuna bırakıyordu. İnsan ya da hayvan biçimini yaratmak zorunlu
değildi; o baştan eri ordaydı ve yalnızca serberst bırakılması gerekiyordu.
"Tüm insan deneyimi alanı sömürgeleştirme yönündeki muazzam eğilimiyle teknik
artık, ilerlemesini durdurma, hedeflerini yeniden tanımlama, biçimlerin yeniden
düzenleme, boyutlarını yeniden belirleme -her şeyden önemlisi onu tekrar toplumsal
yaşamın organik biçimlerine ve insan öznelliğinin organik biçimlerine çekme-
yönündeki mahşeri ihtiyacı gündeme getiriyor.
Tarihsel teknik sorunu, tekniğin boyutlarında ya da ölçeğinde,
"yumuşaklığında" ya da "sertliğinde", hele hele ona önceki
kuşakların safdil bir biçimde saygı göstermelerini sağlamış olan üretkenlikte ya
da verimlilikte yatmaz; sorun tekniği özgürleştirici bir toplum içinde nasıl
içerebileceğimiz (yani massedebileceğimiz) sorusunda yatmaktadır."
Başlangıçta, özgürlükçü bir teknik, otoriter bir teknikten yalnızca üretimin
boyutları, aletlerin türü ya da boyutkarı ya da emeğin örgütlenme tarzından
-bütün bunlar ne kadar önemli olursa olsun- daha fazla bir şeyle ayrılır. Belki de
bu ayrımı yaratn en önemli neden, kurumsal tekniğin ortaya çıkışıdır: Ruhani
birlik; onu çevreleyen, yavaş yavaş ortaya çıkan bürokrasiler; daha sonraları onun
yerin olan monarşiler ve askeri kuvvetler; aslında tüm hiyerarşik yapıyı
geçerlileştiren ve otoriter bir tekniğin otoriter özünü sağlayan inanç sistemleri.
Bol miktardaki maddi fazlalar hiyerarşileri ve yönetici sınıfları yaratmadı;
hiyerarşiler ve yönetici sınıflar bol miktardaki maddi fazlaları yarattı. Mumford,
tarihte ortay çıkan ilk makinelerden birinin, teknik bileşienlerin cansız bir
bütünü değil, büyük ölçekli, eşgüdümlü emekleriyle ilk
"uygarlıklar"ın devasa kamu binalarını ve mezarlıklarını inşa eden
yığın halindeki insanlardan oluşan son derece canlı bir "megamakine"
olduğu gözleminde tamamen haklı olabilir. Ama büyüyen dinsel ve dünyevi
bürokrasiler teknik bakımdan daha da otoriterdiler. Aslında, onlar sonunda
"megamakineyi" olanaklı kılan -onu harekete geçiren ve enerjilerini otoriter
amaçlara yönelten- ilk "makinelerdi".
Özgürlükçü bir teknoloji özgürlükçü kurumları öngerektirir; özgürlükçü
bir duyarlılık örgürlükçü bir toplumu gerektirir. Aynı sebeple, sanatsal bir
biçimde yaratılmış bir toplum olmadan sanatsal zanaatları düşünmek güçtür ve
tüm toplumsal ve üretim ilişkileri radikal bir biçimde altüst edilmeden,
"aletlerin altüst edilmesi" olanaksızdır. Politik "teknolojilere",
medya "araçlarına" ve bu kavramaları elitist "sanat biçimleri"ne
dönüştüren bürokratik "karmaşıklıklara" radikal bir şekilde meydan
okumadan, "uygun teknolojiler"den, "şenlikli aletler" ve
"gönüllü basitlik"ten söz etmek, bunların var olan toplumsal yapıya bir
meydan okuma anlamına gelen devrimci vaadine tamamen ihanet etmektir.
İnanılmaz sayıda insanı sistematikleştirilmiş görevlerde yığın halinde bir araya
getirme sorumluluğunun ötesinde, bu sistemin üç temel hedefi vardı: Emek sürecini
yoğunlaştırmak, onu soyutlamak ve nesneleştirmek. Devletin "kitleler"den her
emek parçasını alabilmesi, emeği, farklılaşmamış emek zamanına indirgeyebilmesi
ve insanları salt üretmi araçlarına dönüştürebilmesi için çalışmanın
parçalarını bir araya getirmek üzere dikkatli bir şekilde planlanmış bir çaba
gösterildi. Tarihsel olarak, yoğunlaştırma, soyutlama ve nesneleştirmeden oluşan bu
kutsal olmayan üçlü birlik, toplumsal gelişimin uğursuz bir hükmü olarak,
insanlığa, teolojinin ilk günah mitinin yaptığından daha büyük bir ağrılık
yükledi. Bu belayı yaratmak için aletlerde ve makinelerde hiçbir "devrim"
gerekli değildi. Bu bela esas olarak hiyerarşinin kristalleşmiş savaşçı elitlere
doğru gelişmesinden ve büyük ölçüde devlette, özellikle ekonomiyi idare eden
bürokraside cisimleşen kurumsal bir idare tekniğini doğuşundan kaynaklandı. Daha
sonraları bu idare tekniğinin doğuşundan kaynaklandı. Daha sonraları bu idare
tekniği son derece sınai bir karakter edinecek ve çarpıcı ifadesini modern fabrika
sisteminde bulacaktı.
Avrupa toplumunda kapitalizmin gelişimini besleyen belkide en önemli ideolojik etken,
bireyselleşmeye verdiği büyük önem, emeğin kurtarıcı rolün duyduğu büyük
saygı, somut bir doğa karşısında soyut bir Doğaüstünü yüceltmesi ve evrensel
Papalık cemaatinden ayrı olarak topluluğun önemin yadsımasıyla Hıristiyanlıktı.
Bir kez piyasa ilişkisi -ve onun bireysel ilişkileri alıcı ve satıcı ilişkilerine
indirgemesi- geniş ailenin, loncanın ve karşılıklığa dayanan beraber çalışma
ağının yerini alınca; bir kez ev ve üretim yeri, tarımın zanaat, zanaatın
fabrikayla karşı karşıya konmasıyla, ayrı, hatta birbirine zıt alanlar haline
gelince; son olarak bir kez kent ve kır tam bir karşıtlık içine itilince; son derece
makineleşmiş ve akılcılaşmış bir dünyadaki her organik ve hümanist sığınak,
monadik, kişisellikten uzak ve yabancılaşmış bir ilişkiler ağı tarafından
sömürgeleştirildi. Topluluk olarak topluluk yok olmaya başladı. Kapitalizm, toplumsal
yaşamın, geçmişin hiçbir büyük imparatorluğunun giremediği, hatta massetmeyi umut
bile etmediği alanları istila etti ve zayıflattı. Vahşi bir şekilde parçalanan
yalnızca teknik hayalgücü değil, aynı zamanda insanın hayalgücüydü.
"Helenik özgürlük ideali -yurttaşlarla sınırlı bir ideal- farklıydı.
Özgürlük etkinlikten özgürleşmek için değil, etkinlik için vardı. Bir alan
değil bir uygulamaydı; özgür kurumlara katılarak, özgür olma etkinliğini her gün
yeniden yaratarak, işleyerek ve besleyerek özgür olma pratiğiydi. Kişi yalnızca
edilgin bir biçimde kısıtlamalardan özgürleşmek anlamında değil, etkin olarak
kendini ve yurttaşlarını özgürleştirmek anlamında "özgür"dü. Gerçek
bir topluluk yalnızca insanlardan oluşan yapısal bir dizge değil, topluluklaştırma
pratiğidir. Dolayısıyla polis'te özgürlük sürekli olarak yeniden üretim sürecinde
olan ilişkilerden oluşan bir dizgeydi."
"Aklı kuşatan çelişkilerin kökenleri, nesnel aklın tarihsel olarak araçsal
akla indirgenmesindedir; gerçekliğin içkin bir özelliği olarak aklın, salt
düşünceye dayanmayan etkili bir teknik olarak "akla uygunluğa" rahatsız
edici bir şekilde indirgenmesindedir. Bugün akla güvenmiyorsak bunun nedeni aklın
teknik yeteneklerimizi, onlara yön ve anlam verecek amaçları ve değerleri sağlamadan,
dünyayı çok fazla değiştirecek şekilde arttırmasıdır. Melville'in Moby
Dick'indeki Kaptan Ahab gibi biz de umutsuzca haykırabiliriz: "Bütün araçlarım
akıllıca; ama güdülerim ve amaçlarım çılgınca."
"Sınıflı toplum ve devlet, her zaman emeği, maddi üretimin sonunda
özgürleşmenin hizmetine gireceği noktaya kadar akılcılaştırmada oynadıkları rol
tarafından onaylanmışlardır; bazı radikal teorilerde bile. Sınıflı toplumun
insanlığı doğanın ve mitin tahakkümünden kurtarma çabası ile insanlığın
kendisin sınıflı ve araçsal aklın tahakkümünden kurtarma çabası içinden
çıkılmaz bir biçimde birbirine girmiştir. Aslında, doğanın hammadde olarak
araçsallaştırılmasına bağlıdır. Aklın gerçekliğin içkin bir özelliğinden
etkili bir denetim tekniğine indirgenmesi, nesnel aklın kendisinin yok olması sonucunu
verir. Tam da nesnel aklın kaynağı, yani nesnel gerçekliğin kendisi, araçsal aklın
gücünü uyguladığı salt mazemelere indirgenir. Teknikle birleşen bilim tüm kozmosu
teknik sömürgeleştirme ve denitmiçin cansızlaştırılmış bir arenaya
dönüştürür. insanlığı ve doğayı nesneleştiren araçsal akıl, bir zamanlar
anlamla yüklü olan bir gerçeklik karşısında kedi zaferinin nesnesi haline gelir.
Araçlar amaç haline gelmekle kalmaz, amaçlar da makinelere indirgenir. Tahakküm ve
özgürlük, doğaya ve insanlığa -her biri, birinin diğeri üzerindeki denetimini
geçerli kılmanın bahanesi olarak kullanılır- boyun eğdirmeye yönelik ortak
biörprogjede birbirinin yerine kullanlabilir terimler haline gelir. Söz konusu olan
uslamlama tamamen döngüseldir. Makine sürücüsü olmadan denetimden çıkmakla
kalmamış, sürücü makinenin bir parçası haline gelinmiştir."
"Bir zamanlar bilginin tüm alanlarında aydınlanmanın müjdecisi olarak görülen
bilim artık giderek tamamen araçsal bir denetim sistemi olarak görülüyor. Bir
toplumsal manipülasyon aracı olarak kullanımı, insan özgürlüğünün
kısıtlanmasındaki rolü, artık her doğal manipülasyonun bir kullanımıyla tam bir
paralellik içinde."
"O halde, insanın refahı için vazgeçilmez bir araç olan bilimin artık insanın
geleneksel hümanist işlevini yok etmenin bir aracı haline gelmesi paradoksuyla karşı
karşıyayız. Askeri amaçlarla ölümcül patojenlerin geliştirilmesine katılan
nükleer fizikçinin, gıda kimyagerinin ve bakteriyoloğun etik tarafsızlığı, daha da
ürkünç ayrıntılarda "çığırından çıkmış bir teknikle kıyaslanabilecek
olan çığırından çıkmış bir bilimin simgesidir. Nükleer santralların ve yeniden
birleşen DNA'nın tehlikeleri hakkındaki ateşli tartışmalar, bilimin yalnızca teknik
yeterlilik değil, ahlaki olgunluk iddialarıyla da uğraşan tartışmalara tamamen
gömüldüğünün kanıtıdır."
"Teknik artık etik bir bağlamı varmış gibi yapmak zorunda değil; toplumun
kendisinin "yaşam kıvılcımı"haline geldi. Bu müthiş gerilim
karşısında, hiçbir özel sığınak insanın kaçabileceği hiçbir kasaba ya da
sınır, çekilebileceği hiçbir kulube yoktu."
"... radikal bir toplumsal ekoloji tarımın sanayiyle yeniden birleştirilmesi gibi
geleneksel meseleleri ortaya koymakla kalmaz, tam da sanayinin yapısını sorgular.
Makineleşmenin ebedi temeli olarak kavranan fabrikayı -ve hatta gıda zincirleri ve
gıda ağları adını verdiğimiz mükemmel biyotik "düzeneğin" ikamesi
olarak kavranan makineleşmeyi- sorgular."
"Organik bahçeciliğe, güneş ve rüzgar enerjisi aygıtlarına, su kültürüne,
holistik sağlığa ve benzerine yönelik salt teknik bir yönelim, tam da ekolojik bir
duyarlılık geliştirme kapasitemizi tehdit eden araçsal akılcılık kabusunu korumaya
devam edecektir. Çevreci bir teknokrasi yeşiller giyinmiş hiyerarşidir; dolayısıyla
ekolojinin rengiyle kamufle olduğu için daha sinsidir. Çevreci teknikleri ekolojik
tekniklerden ayırt etmek için geliştirebileceğimiz en emin test, aletlerimizin ve
makinelerimizin boyutları, biçimleri ya da şıklıkları değil, hizmet etmeye yönelik
oldukları toplumsal amaçlar, onlara kılavuzluk eden ve onları bütünleştiren etik ve
duyarlılıklar ve içerdikleri kurumsal meydan okumalar ve değeşikliklerdir."
"Son olarak, doğrudan demokrasinin, doğrudan eylemin en ileri biçimi olduğunu
vurgulamak istiyorum. Kuşkusuz - gelecekteki bir ekolojik toplumda olduğu gibi bugün de
-bireyin ve topluluğun özerk ve kendiliğinden etkin olma, kendi kendini yönetme
taleplerini ifade etmesi için birçok yol vardır. Kişinin egemenlik güçlerini -oturma
gösterileriyle, grevlerle, nükleer tesis işgalleriyle- gerçekleştirmesi yalnızca
otoriter kurumların bertaraf edilmesini hedefleyen bir "taktik" değildir.
Özgür bireyin doğrudan, etik ve akılcı bir şekilde toplumsal meseleleri idare etme
kapasitesi olduğunu varsayan bir duyarlık, bir yurttaşlık ve benlik görüşüdür.
Özyönetimideki bu benlik boyutu, "yönetim" ve "etkinlik" gibi bir
arada kullanılan terimlerin genellikle gölgelediği kişisel bağımsızlığa, egonun
ve düşünsel algılamanın tutuarlılığına yönelik bir çağrıdır. Ahlaki talebini
ve güçlenme hakkını ileri sürmede bu benliğin sürekli olarak uygulanması -kişinin
toplumsal meselelere doğrudan müdahalesiyle oluşumu- Marx'ın emek aracılığıyla
edindiği öz kimlik imgesinden kavramsal olarak daha yüksek düzeyde durur. Çünkü
doğrudan eylem, bireyin üstlenebileceği en önemli toplumsal rolde etik bir karakter
oluşturucu biçimdir: etkin yurttaşlık. Onu salt bir araca, tamamen işlevsel
amaçlarla kullanılabilen ya da bir kenara bırakılabilen bir "strateji"ye
indirgemek, en sinsi, genellikle en kinik biçimde araçsalcılıktır. Doğrudan eylem
aynı zamanda hem ego tarafından kamu alanını geri isteme, hem egonun kendi kendini
güçlendirmeye doğru gelişimi hem de toplumdaki etkin bir katılımcı olarak doruk
noktasıdır."
Yukarıda kimi zaman cümle, kimi zaman pasajlar halinde özetlediğim kitap,
yukarıdaki tartışmaları ziyadesiyle içermektedir. Toplumsal ekoloji ve
özgürlükçü düşünceyi anlamak isteyenler için temel başvuru kaynağı olduğunu
düşünüyor ve okunmasını öneriyorum.