22. Sayı
Bir doktora ardı çalışmasını kapsayabilecek kadar iddialı bir konuda yazdığımın
bilincindeyim, ancak bunun, gelecek günler için düşünen her kişinin üzerinde
durması gereken bir konu olduğunu da biliyorum.
Nedir özgürlüğün ekonomisi? Özgürlüğün ekonomisi insanların gerçekten insan
gibi yaşayacakları bir düzenin sadece bir alt başlığıdır. Ekonomik mekanizmaların
böylesi bir dünyada alması gereken formları işaret ederken, ekonominin diğer alanlar
(siyasal, kültürel, ekolojik ) üzerindeki baskın rolünü yadsır. Yaşadığımız
dünyanın ekonomik öncelikler üzerinde kurulmuş olmasına bir tepki olarak, insani
özellikleri ön plana çıkaran ilişki biçimlerini güçlendirmeye çalışır.
Açıktır ki böyle bir anlayışın gelişebilmesi yaşadığımız sistemin hangi
mekanizmalarla hayatlarımızı cehenneme çevirdiğinin anlaşılmasıyla mümkündür.
Dolayısıyla, fikirlerimizi, varolan yapının eleştirisi üzerine kurarak başlamamız
gereki yor. Bunu da ekonominin tarihine atıfta bulunarak yapabiliriz.
İktisadın bir bilim haline gelmesinde Adam Smith'in adı verilir hep. O bir politik
iktisatçıydı bugünkü anlamıyla. Felsefeden teolojiye, antropolojiye birçok
disiplini harmanlayarak kendinden önceki Fizyokratların görüşlerini sistematik bir
hale getiren oydu. Ardından Ricardo, çok daha teknik ama bir o kadar da felsefeden uzak
yaklaşımıyla iktisadın teknik anlamda bugünkü düzeyine ulaşmasında bir kilometre
taşı olmuştu.
Adam Smith, insanlık tarihine bir iktisatçı gözüyle baktığında gördüğü,
insanoğlunun doğuştan gelen değiş-tokuş (exchange) etme eğilimi ve kendi
çıkarına çalışması olmuştu. Sonradan "gizli el" dediği ve herkesin
kendi çıkarı için çalıştığında aslında toplum çıkarına hizmet edeceği ve
bundan daha mutluluk verecek bir davranış biçimi olamayacağı görüşü işte bu
bakış altında şekillenmişti. Kunduz avcısı avlanırken kendine yetecek kadar
değil, o işi yaparken harcadığı zaman içinde kendi yaşamı için gerekli malları
sağlayacak kadar avlar, demekle, toplumsal işbölümünde iktisadın rolünü,
öz-çıkarın önemini vurguluyordu. Bu, ona göre, yeni bir şey değil, ta
insanlığın ortaya çıkışı kadar eski bir davranış biçimiydi. Oysa Aristo tam
tersini söylerken daha o zamanlarda insanlığın yaşayacağı açmazı haber veriyordu.
Aristo ekonominin özünü, kazanç için üretime karşı kullanım için üretimin
oluşturduğunu vurguluyordu. Kazancın piyasa için üretime özgü bir dürtü olduğunu
ve para unsurunun bir yenilik oluşturduğunu, gene de piyasa ve paranın, kendi
yeterliliğini koruyan ekonomi içinde ikinci planda kaldığı sürece, kullanım için
üretim ilkesinin geçerli olabileceğini söylüyordu.
Kapitalizme yönelik en kapsamlı eleştirilerden birine sahip olan Karl Polanyi
"Büyük Dönüşümler" (Great Transformations) isimli yapıtında antropolojik
bulgulardan örnekler vererek Adam Smith ve ardıllarının ulaştıklarının tam tersi
sonuçlara ulaşıyor, değiş-tokuşun, kazanç için piyasaya yönelik üretimin
kesinlikle insan doğasıyla açıklanamayacağını söylüyordu. Ona göre iktisat,
"kural olarak, insanın sosyal ilişkilerinin içine yerleşmiştir. İnsan maddi
zenginliği bireysel çıkarları için değil, toplumsal konumunu, sosyal haklarını ve
sosyal değerlerini korumak üzere elde etmek ister. Maddi zenginliğe ancak bu amaçlara
hizmet ettiği için değer verir. Kar güdüsünün kapitalist sistemin yarattığı bir
davranış biçimi olduğunu söyler" (Polanyi, 1944: 68).
İnsanlık tarihine baktığımızda toplumların iktisadi hayatlarını düzenleyen ilke
olarak değiş-tokuşun yanısıra, yeniden dağıtım (redistribution) ve karşılıklık
(reciprocity) gibi kavramlarla karşılaşıyoruz. Değiş-tokuş, hepimizin bildiği
üzere bugünkü piyasa sisteminin temelinde yatan ilkedir. Yeniden dağıtım ilkesine
göre ise, üretilen mallar bir merkezde toplanır ve oradan belirli kriterlere göre
dağıtım yapılır. Karşılıklık ilkesine göre ise, üretilen ürünler karşı
tarafa herhangi bir karşılık beklemeden verilir ve sistem bu şekilde işler yürür
gider. Bunlar, ilkel kabilelere özgü iktisadi sistemler değillerdi. Karşılıklık
ilkesinin geçerli olduğu Batı Malinezya'da ki "Kula Halkası" denilen
oluşum, malların bir takımada çevresi boyunca bir adadan diğerine aktarımını
sağlayan, oldukça karmaşık bir ilişkiler sistemiyle yürümüştü. Aynı şekilde
Mısır'da firavun devrinde yeniden dağıtım ilkesi devasa bir düzeyde uygulanmıştı.
Tüm bunlardan çıkan sonuç şu ki; insanlık öyle Adam Smith'in dediği gibi bireysel
çıkarların peşinde koşan, ticarete meyli olan bir doğaya sahip değildir.
İktisadın bir bilim haline geldiği yıllarda, özellikle Batı dünyasında bir
özgürlük hareketi başlamıştı. 4 Temmuz 1776'da Philadelphia kentinde okunan
Bağımsızlık Bildirisi, 1789'daki Fransız Devrimi ve 1848-49 devrimci hareketleri ve
ardından 1871 Paris Komünü girişimleri, toplulukların özgürlük bilinçlerinin
düzeylerini gösteriyorsa da bu tarihlerden sonra işin rengi değişti. Artık, egemen
çevreler "yararlı" ve "zararlı" olan düşünce ve eylem ayrımı
yapmaya başladılar. İdeolojilere son vermek üzere bir ideoloji yaratma girişimi
böylece başlamış oldu. Artan özgürlükçü akımların önü kesilmeliydi ama
nasıl? İlki, işçi hareketinin gözünü bir büyük kırım ile korkutmak, ikincisi
işçi sınıfı hareketinin iktisat bilimiyle uygun bilinçlenmesini önlemek için bu
hareketin temelini oluşturan teoriyi başka bir yola sürüklemek ve ekonomide önemli
olanın üretim değil, tüketici tercihi oduğuna dair bir yeni ekonomi okulu yaratmak ve
üçüncüsü de sosyal bilimlerde tümdengelimci ve akılcı yolun yerine tümevarımcı,
deneyci ve anketçi yolu ortaya koyup, sosyal bilimleri bilinmezliğe itmek olarak
söylenebilir.
İşte pozitivizm (olguculuk) tam da böyle bir ortamda boy verebilirdi. Bir davranış
olarak pozitivizm, genel bir yöneliş; olay şöyle şöyleyken sonucun ne olması
gerektiğini orataya koyan bir yöneliştir. Pozitivist eğilimli düşünürler dinsel ve
metafizik kuramları nesnelerin ne olduğunu örtmeye yarayan kuramlar olarak görür ve
insanların zihin çalışmalarının kesin yanıtlar verebilecek konularla
sınırlanmasını isterler. August Comte'nun başını çektiği bu akımın gerçek
amacı ne felsefe ne de bilimdir. Sadece siyasadır. "İlke olarak sevgi, temel
olarak düzen, erek olarak ilerleme şeklinde formüle edilen bu siyasada ilerleme
görülecektir ki kurulu düzenin çerçevesinde, devrimleri önlemek amacıyla
gerçekleştirilmesi istenen bir devrimdir. Comte'un, insan özgürlüğü yerine
"düzen" ve "düzene uyma" fikirlerini ortaya atması 1848-49
yıllarında işçilerin hak arayışlarıyla telaşa kapılan burjuva kesiminin imdadına
yetişir. Bu kaygının iktisat alanındaki açılımı, ekonomik değerin insan
emeğinden doğduğu gerçeğini yadsıyan, özel bir kuramın; "marjinalcilik"
değer kuramının ortaya çıkmasıyla olmuştur.
Adam Smith ve Ricardo girişimcileri değil ama zenginliğin yığılmasını temsil eden
kişileri, rantiyeci sınıfları eleştirirdi. Marx bunun üzerine emeği yücelten bir
teori kurmuştu. Bu nedenle bir çok kişi Marx'ın fikirlerinin oluşumunda Adam Smith ve
Ricardo'yu saymadan geçmez. O halde öyle bir kuram getirmeliydi ki sadece Marx değil
ona yol açan öncülleri de çürütülsün. İmdada Jewons, Walras Wicksell, Edgeworth
gibi iktisatçılardan oluşan Avusturya okulu yetişti. Neoklasik okulun bu ilk
temsilcilerinin yapmaya çalıştıkları kar kavramını emek kadar saygınlık düzeyine
çıkarmaktı. Klasik iktisatçıların ulusal zenginliğin sömürüden geldiği fikri
terkedilmiş, sermaye (kapital) bir değer yaratan (emek gibi) konumuna gelmiştir.
Dolayısıyla sermaye madem ki değer yaratıyor o zaman onun hakkı olan karı alması da
normaldir. Ve sadece zengin tasarruf yapabildiğine yani bir üretim faktörü olan
sermayeye sahip olduğuna göre eşitsizlik de haklıdır. İşte o günden bu yana
iktisat biliminde olan biten budur. Bu tarihlerden günümüze iktisatçıların
çoğunlukla yapmaya çalıştıkları matematiksel modellemeler kullanarak bu
görüşlerin ispatından öte birşey değildir.
Bir totolojiden öte gitmeyen önermelerle iktisadı matematik bir kesinliğe sokmaya
çalışıyorlar. Neoklasikler pozitivizmin etkisiyle bilimselliği matematik kullanmak
suretiyle aramışlar bunu yaparken de öyle basitleştirici varsayımlar altında
çalışmışlardır ki ortada insan kalmamıştır. Artık iktisat x ve y eksenleri
arasına sıkıştırılıp Neoklasiklere ait her tür önermenin ispat edilebildiği bir
hale gelmiştir. Pareto adlı iktisatçının kendi adıyla anılan kavramı piyasa
ekonomisinin rasyonalizasyonu için biçilmez bir kaftandı. Yapılan basitleştirici
varsayımalr altında piyasa sistemi altında dağıtımın (allocation) fiyat
mekanizması ile olası diğer bütün sistemlere göre daha iyiydi (Paleto superior).
Bunu da piyasa sisteminde herhangi başka bir sisteme geçişte en az bir kişinin fayda
düzeyinin düşeceği yönündeki ispatıyla öne sürüyordu. Bir totolojiden ibaret
olan bu önerme iktisat teorisinin en önemli parçalarından biridir. Oysa Einstein,
"İlke olarak bir kuramı yalnızca gözlenebilir büyüklüklere dayanarak kurmak
son derece yanlıştır. Gerçekte bunun tam tersi oluyor. Bizim neleri
gözleyebileceğimizi belirleyen teoridir ." derken pozitivizmin bu kolaycı
yaklaşımını eleştirir.
Piyasa sistemi içerisinde üretilen mal ve hizmetlerin kimler tarafından, ne kadar
alınacağını belirleyen mekanizmanın adıdır fiyat mekanizması. Yani dağıtımın
nasıl olacağını gösterir. Parası olan alır. Bu mekanizmanın duyarsız olduğu konu
ise asıl tartışılması gerekendir . Yani dağılım (distribution). Dağıtımı
sağlayan mekanizmanın dağılıma ilişkin bu duyarsızlığı piyasa sisteminin en
sorunlu alanıdır. Üretim faktörleri dediğimiz başlıca üç kalemden oluşan emek,
toprak ve sermayenin üretim sonucu kazançlarını yansıtan ücret, rant ve kar artık
bu faktörlerin verimliliği ile ölçülecektir. Emek, onu bir birim artırdığımızda
üretimde sağladığı artış kadar ücreti hakeder. Sermaye ve toprak da keza öyle.
Ama ya dağılım? Üretim sonucu ortaya çıkan ekonomik değerden emeğin payına
düşen devamlı surette göreli olarak azalan bir paydır. Yani üretim 100 birimken ve
emek bunun 10 birimini alıyorken üretimin iki katına çıkmasıyla kabaca emeğin
aldığı pay ancak 15-16'ya çıkmaktadır. Kapitalist birikim sürecinin altında yatan
mekanizma bu adaletsiz dağılımdır. Fakat bunun da meşrulaştırılması uzun
sürmedi. Simon Kuznets, Batı ülkeleri için yaptığı bir araştırmada gelişmenin
ilk aşamalarında fakirliğin arttığı gerçeğini ortaya koyduktan sonra, uzun
dönemde herkesin eskiden olduğundan daha iyi durumda olduğunu ispatlamaya
çalışmıştır. Kuznets hipotezi olarak anılan bu görüşün doğruluğu 15000
doların üzerinde ortalama geliri olan Batı dünyası için su götürmeyebilir. Ancak
bunun finansmanının yani gelir dağılımındaki bu göreli iyileşmenin sebebine iyi
bakmamız gerekir. Bu, sistemin kendinden menkul bir meziyeti mi, yani sistem kendi
dinamikleri ile mi yoksulların gelirlerini uzun vadede artırıyor yoksa bir dış
müdahale ile mi gerçekleşiyor? Batı dünyasının tarihine baktığımızda bunun
cevabı açık. Bugünkü refah düzeyi bu ülkelerde emperyalizm ve sömürü ile
sağlanmıştır. Bugün bir Hollandalı'nın bir senede tükettiğini üretebilmek için
kaç dönüm azgelişmiş ülke toprağının kullanılması, burada kaç yerlinin
çalışması gerektiğini araştıran çalışmalar yapılıyor olması, refahın kimin
sırtından kazanıldığının ve kime rağmen sürdürüldüğünün açık birer
kanıtı. Bu konu iktisat literatürüne Bağımlılık Kuramı (Dependency Theory) adı
altında girdi. Bu okula bağlı düşünürlerin savı, gelişmiş ülkelerin bu
hallerinin varlığı ve devamının azgelişmişliğin sebebi olduğu yönündedir. Yani
azgelişmişlik gelişmişliğin bir fonksiyonudur, ondan bağımsız bir durum değildir.
Ancak buna da kısa sürede cevap geldi. Batı ülkeleri böylesi bir suçlamayı kabul
edemezdi zira sorumluluğu, dolayısıyla yardım etmeyi gerektirirdi bunu kabul etmek.
Bir yol bulup savuşturulmalıydı bu sorumluluk. Düşünürlerin
"rant-düşkünlüğü" (rent-seeking) kuramı ile bu da halledilmiş oldu.
Yandaşlarına göre azgelişmişliğin sorumlusu varolan yapının devamını sağlayan
gelişmiş ülkeler değil, bu ülkelerin kendi içlerinde bulunan ve ekonominin normal
şekilde işlemesini kendi çıkarları uğruna engelleyen kişilerin kendisiydi. Yani
azgelişmiş ülkelerin elit kesimiydi ülkenin piyasa ekonomisi temelinde gelişmesini
engelleyen. Peki nasıl engelliyorlardı? Ellerinde bulundurdukları parasal, siyasal vb.
güçlerle piyasa sistemine müdahale edip, manipülasyonlarla hakları olmayan değerleri
zimmetlerine geçirerek, ihalelere fesat karıştırarak, kredileri başka amaçlar için
kullanarak, kısacası ülkemizde de yaygın bir şekilde görülen mafyatik
örgütlenmelerle yaratılan değerleri gaspederek. Ne yazık ki resmin tamamını
aksettiremiyor bu görüşler. Gözden kaçırılan nokta, yaratılan rantların da
sistemin kendi ürünü olduğudur. Kredilerin haketmeyenlerce kullanılması sadece
kötü niyetli insanların varlığıyla açıklanamaz, o insanları bu şekilde
davranmaya motive eden, belki de içlerindeki şeytanı uyandıran, hiçbir düzenlemeye
tabi kılmadan piyasa mekanizmasına işi bırakan zihniyettir asıl suçlu olan. Ve onun
da sorumlusu, ülkeler arasındaki devasa gelişmişlik farkıdır. Kötü niyetli
insanların varlığı her ne kadar doğru olsa da, onları yaratan sistemin ta kendisidir
ve bu bağlamda azgelişmişliğin sorumlusu gelişmişliktir. Bu oyunda yeralan
oyuncuların sayısı ve milliyetleridir değişen sadece o kadar.
Kendini sosyal bilimlerin kraliçesi ilan eden iktisat, bugün karar-alma değişkenleri
içerisinde önemli bir ağırlığa sahip. Ekonomik verimlilik, üretkenlik birer amaç
olarak herşeyin üzerinde; gelir dağılımı, politik ortam vb. değişkenler ancak ve
ancak iktisadi değişkenlere bağlı olarak çözülebilecek sorunlar olarak ele
alınmakta. Ekonomik gelişme nin insanların her anlamda özgürleşmelerini
hızlandıracak bir araç olmaktan çıkıp amaç haline gelmesi de bunun bir sonucu. IMF
ve Dünya Bankası politikaları ile somutlanan ekonomik gelişme takıntısı
günümüzde insanlığın daha özgür bir geleceğe ulaşmasının önündeki en büyük
engellerden biri. Amaç bu olunca diğer değişkenlerin ekonomik değişkenlere bağlı
olarak çözüleceği kabulü çıkar ortaya. Ve bu da inanılması güç analizlere yol
açmıştır. 1960'ların ortalarından itibaren yapılmaya başlanan ülkeler arası
analizlerde hangi politik oluşum altında ekonomik gelişmenin daha hızlı
sağlanabildiği araştırılmıştır. Seçilen örnekleme göre otoriter, diktatöryel
ya da demokratik yönetimlerin ekonomik gelişmişlikle olan bağlantısı
araştırılırken her çalışmanın sonucu farklı çıkmıştır. 1960-1979 yılları
arasında 20 Latin Amerika ülkesi için yapılan araştırmada, bürokratik-otoriter
rejimlerin ekonomik gelişmeye demokratik bir rejimden daha fazla katkı yaptığı
bulunmuştur. Tarih olarak günümüze yakın bir diğer araştırmada ise demokrasinin
gelişmeye daha büyük katkı yaptığı öne sürülmüştür. Sanki gelişmişlik
düzeyi 3. Dünya ülkelerinin azgelişmişlikleri pahasına gerçekleştirilmekte olan
bir durum değilmiş gibi, Batı dünyası insanlığın çoğunun hangi politik ortamda
ekonomik gelişmişliği sağlayabileceğini tartışıyor. Ekonomik gelişme üzerine bu
derece vurgu yapılmasının sebebi de sömürü oranının yürütülecek "yapısal
uyum programları" (IMF ve Dünya Bankası aracılığıyla) ile artırılmasına
yönelik. Trainer tarafından 1996'da yayımlanan bir araştırmaya göre 1978-1987
yılları arası dünya mal ve hizmet üretiminden yoksul ülkeler yıllık 7 dolar
ortalama kişi başı gelir artışı sağlarken, gelişmiş ülkeler için bu rakam 270
dolar olarak gerçekleşmiştir. İşin kötüsü ülkeler arası gelir dağılımının
varolan yapı tarafından gün geçtikçe derinleştiriliyor olması. Passe-Smith'in 1998
yılında yayımladığı araştırmasında 1960 yılında 6452 dolar olan gelir farkı,
1993 yılına gelindiğinde 12201 dolara çıkmıştır. Afrika için durum çok daha
vahimdir. Hergeçen yıl ortalama olarak 1682 dolar geriye düşmektedir bu kıtanın
ülkeleri. Politik ortamına ekonomik gelişmişlik üzerine etkilerini inceleyen
araştırmaların sonucudur belki de azgelişmiş ülkelerde yıllardan beri süren baskı
ortamı. Ve yine o araştırmaların o zihniyetin bir uzantısıdır globalleşen dünyada
bir kısıt haline gelmiş diktatöryel yapılanmalardan kurtulma çabası.
Batı dünyasından 3. Dünya ülkelerine bakışında değişen birşey yok. Kendi
ülkelerindeki üretim tüketim düzeyini koruyabilmek için çoğunluk ülkelerin
kaynaklarının ucuza kapatılması gerekiyor. Eskiden adı emperyalizmdi, şimdi ise daha
bir muğlaklaşarak globalleşme oldu bu mekanizmanın. Harıl harıl çalışılıyor
kapalı kapılar ardında; 4-5 kişi her Şubat ayında Davos'ta biraraya gelip karar
veriyor dünyanın alması gerekli olan şekli. Sonra kazara öğreniyoruz bizler mesela
MAI gibi bir anlaşmanın varlığını. Yatırımların, üretilen malların tüm
dünyada serbestçe dolaşımını öngören bu anlaşmaya Türkiye'de imza koydu. Ancak
emeğin serbestçe dolaşımından bahseden yok. Siyasi iradesini "uluslararası
tahkim kurulları"na, çokuluslu şirketlere devreden bizim gibi bir ülkede ise emek
çalışmak için bırakın tüm dünyayı ülkenin güneydoğusundan kuzeyine dahi
gidememekte.
Böylesine pragmatik bir düşünce biçimi dünyanın her köşesinde ulaşması gereken
kişilere ulaşıyor, kimbilir neler uğruna. İnsanın kendine ihanetiyle, yaşamına
ihanetiyle başlıyor herşey ve bu aşamadan sonra da vatanmış insanlıkmış kimin
umurunda.
Son yıllarda iktisat yazınının üzerinde durduğu önemli konulardan biri de
kalkınmanın sürdürülebilirliği üzerine. Salt ekonomik değişkenlere bağlı,
sermayeyi çoğaltırsak, emeğin çalışma koşullarını düzenlersek, şu şu
politikaları izlersek şöyle şöyle gelişiriz gibi son derece "iyimser",
pragmatik yaklaşımlar azgelişmişliği yaratınca, ve Batı için daha önemlisi
çevresel felaketler gözle görülür boyutlara gelince kalkınmak amacı,
sürdürülebilirlik kısıtı altında incelenmeye başlandı. Ana kaygı bugünkü
iktisat politikalarıyla çevresel yıkımların durdurulamayacağı ve gelişmenin artık
çevreyi de gözönünde bulundurması gerekliliğiydi. İzlenen politikaların çevreye
verdiği zarar konu edildi edilmesine de, insan hayatı üzerindeki etkileri es geçilmeye
devam ediyor. Hirsch'in 1977 yılında "Gelişmenin Sosyal Sınırları" adlı
yapıtında maddi sınırlardan yani çevresel sınırlardan önce sosyal sınırlara
gelindiği tezi savunulmuştu. Refah, zenginlik elbetteki insanların özledikleri yaşam
standartlarına ulaşması için önemliydi ancak hep gözardı edilmiş, önemsenmemiş
yan etkileri de hiç az değildi. Tüketim toplumu haline gelmiş, ne ürettiğiyle
hayatını nasıl kazandığını düşü(ne)meyecek duruma getirilip hayata
yabancılaştırılan, insanlığın sonu pek de hayırlı değil gözüküyor.
Ekonomik olarak sadece tüketici, politik olarak sadece oy veren kişi haline getirilen
insanlığın iyiye güzele doğru yürüyüşü daha ne kadar devam edebilir?
İçinde yaşadığımız kapitalist pazar ekonomisinin gelişimini yaşamın çeşitli
alanlarının piyasa sistemine dahil olması şeklinde izleyebiliriz. Piyasaların
olmadığı eski çağlardan günümüze hayatın neredeyse tüm alanlarını piyasa
sisteminin bir parçası haline getirmeye çalışan bir ideoloji aslında kapitalizm.
Buna literatürde metalaşma (commodification) deniyor. Bunun nasıl olduğuna geçmeden
önce kapitalizmin en önemli başarısının emek, toprak ve sermaye (para) gibi
değerleri metalaştırma "başarısı" üzerinde durmak gerekiyor. Polanyi
aynı kitabında, bu üç önemli üretim faktörünün kapitalist sistem tarafından
metalaştırılmasını eleştirip, bunun olanaksızlığını savunuyor. Emek, toprak,
sermaye; bunlar insanlığın kendi elleriyle yarattığı değerler olmadığından bir
mal gibi alınıp satılamaz. İşte bunların meta haline getirilmesiyledir ki insanlık
hem kendine, hem de içinde yaşadığı doğaya yabancılaşmıştır. Metalaştırma
süreci böylelikle başlamış oldu ve artık geldiği son aşama insan ilişkilerinin
metalaştırılması yönünde. Amway, Oriflame gibi kuruluşların pazarlama yöntemleri
konusunda hepimizin bir fikri vardır. Kişilerin birbirlerini altlarına bağlayarak bir
zincir oluşturulması ve birbirlerinin sırtlarından da ayrıca para kazanabilmesi
olanağı veren, çalışma saatlerinin istendiği gibi ayarlandığı bir sistem. Firma
mallarını market gibi aracılar üzerinden değil insanların dostluk, akrabalık,
arkadaşlık, komşuluk ilişkileri aracılığıyla satmayı amaçlıyor ve bunda da
başarılı oluyor. Bizim gibi ilişkilerin daha sıkı olduğu ülkelerde bu taktik çok
da güzel tutuyor, çünkü birbirimize hayır diyemiyoruz pek fazla. Satın alanı
harekete geçiren, dolayısıyla malın kalitesi, ucuzluğu değil satıcı olan dostu ile
olan ilişkisi. Böylelikle o malı satan kişi için belki de en iyi dostu ondan ençok
alışveriş yapan, ona ençok para kazandıran kişi oluyor. Ve ne yazık ki bu süreç
hızla devam ediyor. Yakında ebeveyn-çocuk ilişkisinin metalaştırılmasına da tanık
olabiliriz. Öyle ki çocuk anne-babasına tattırdığı zevklerden dolayı anne-baba da
çocuğun dünyaya getirip hayatla tanıştırmış olması üzerine birtakım haklar
iddia edebilirler ve bunun yasal zemini hükümetlerce atılabilir.
Piyasa sistemine olan bu kör inanç, herşeyin alınıp satılır hale getirilme
çabalarının günümüz dünyasında ulaştığı traji-komik durumlara örnek olarak
ABD'de cenaze levazımatı işi yapan firmaların "yas kadını" isimli
hizmetlei. Ölen yakınınız arkasından ağlanacak kadar sevilen biri olmayabilir ne
gam. Bastırırsınız parayı ve en alasından, en acıklısından bir törenle
uğurlayabilirsiniz onu son yolculuğuna.
İşte böyle hayatın en ücra köşelerine kadar sokulmasını becerebilen piyasa
sisteminin bu şekilde hareket etmeyen tüm ilişki biçimlerini daraltıcı, marjinalize
edici bir yanı da var. Hem piyasa sisteminin dayattığı ilişkileri reddedip, hem de
insan gibi bir hayat yaşamaya şansınız yok (bizim gibi ülkelerde kabul etsen de pek
birşey değişmiyor ya). Beşiktaş'ta oturamazsınız, ucuz meyva sebzeyi bulabilmek
için bir hayli pazar gezmeniz gerekebilir. Sizin için asıl gerekli temel ihtiyaç
maddeleri ya üretilmez ya da yanında daha birçok unsuru taşıdığından alım
gücünüzü aşar. Açıktır ki piyasa sistemi ile bunlara bir çözüm bulunamaz. Zira
içsel bir sorundur bu. Ancak ve ancak piyasa sisteminin dışına çıkarabildiğiniz
ölçüde istediğiniz hayata kavuşabilirsiniz. Bugün sol literatürde özellikle
ekoloji alanında "Yeşil Devrim" denilen ziraatte Batı tarafından teşvik
edilen üretim modelinin bu ülkelerdeki ekolojiyi ve hayat standarlarını ne ölçüde
tahrip ettiği tartışılıyor. Yeşil Devrim dedikleri üretim modeli Afrika'nın her
ülkesini ayrı ayrı zirai ürün üreten bir hale getirirken, bu ülkelerin hem
toprağını mahvediyor hem de sanayii ürünleri karşısında devamlı surette düşen
bu ürünlere ait ticaret hadleriyle dışarıdan gelen etkilere karşı ülkelerin
kırılganlığını artırıyor. Düşünün bir ülkeyi ki ihracat gelirinin %95 ini
mısırdan karşılıyor ve tüm toprakları mısırla kaplı. Mısırın dünya
piyasalarında ucuz ve bolca tüketilmesi uğruna onu yetiştiren insanlar dışarıdan
yiyecek yardımı almak zorunda kalıyor ve kazandıkları para yaşamalarına yetmiyor.
Akla gelen ilk çözüm bu toprakları piyasa sisteminden çekmek, kendine yeterli,
değişik ürün portföyünde üretim yapıp hem ekolojik dengeyi gözetmek hem de hiç
olmazsa dışarıya muhtaç olmadan insanların yaşamlarını sürdürmelerini olanaklı
kılmaktır.
Özgürlüğün ekonomisinin ilk şartıdır bu ur gibi her yanımızı saran, tüm
ilişki biçimlerini belirlemeye çalışan piyasa sistemini hayatlarımızdan çıkarmak.
Mümkün olduğunca piyasa sisteminden uzak durmaya çalışmak, kendimize bir yaşam
alanı açarak mümkün. Birlikte üretmeyi, paylaşmayı yaşama geçireceğimiz
yapılanmalara ihtiyacımız var.
Bir düşünelim, günde kaç saatimizi piyasa sisteminin belirlediği ilişki biçimleri
içerisinde geçiriyoruz. Çalışıyoruz, alışveriş yapıyoruz bize kalan zamanda
televizyon seyredip reklamları izliyorsak ve ardından yatıyorsak, kim bize özgür
diyebilir?
Bunun genel bir eğilim halini alması içinse hayat kalitesi, yaşam standardı
kavramlarının yeniden tanımlanması gerekiyor. Batı için ve artık belki bizim için
de geçerli olan şu: Ne kadar çok tüketebilirsen o kadar kaliteli bir hayata sahipsin.
Devamlı empoze edilmeye çalışılan bu.
Varolan üretim-pazarlama-tüketim yapısında insanların ne ölçüde kendilerini
özgür hissedecekleri önemli bir sorudur. Üretim, alım gücü en çok hangi kesimde
toplanıyorsa onların tercihlerine göre yapılacaktır. Bir zamanlar Sümerbank vardı;
dar gelirli insanların giyim ihtiyaçlarını kaliteli bir şekilde ucuza sağlardı. O
dönemler gelir dağılımı bu denli bozulmamıştı daha. Sistemin devamı için gerekli
olan ikinci faaliyet ise pazarlamadır. En uçta diplomalı hilekarlık olarak
düşündüğüm pazarlama ne olursa olsun üretilen malların tüketiciler tarafından
tüketilmelerini sağlamayı kendine görev saymıştır. İnsanların yeni ihtiyaçları
olduğuna inandırılmasına yönelik yoğun reklam kampanyaları, marketlerde
satışları artırıcı istifleme, raflama metodları, insanlarda satın almayı
kolaylaştırıcı paketleme ve promosyon hizmetleri ve de özellikle fiyatlama
stratejileri pazarlamanın unsurlarındandır. Üretimin varolan sistem içerisinde
devamlı surette artması gerektiğinden pazarlamanın da görev tanımı değişmekte,
gelişmekte. Yeni pazarların artan ürünlere açılması, yani dikey genişleme ve
varolan piyasalarda yeni oluşumlara gitmek, o ana kadar piyasası olmamış malların
piyasasını yaratmak, yani yatay genişleme pazarlamanın evrim çizgisini
göstermektedir.
Bu üçlünün son ayağı olan tüketimin kolaylaştırılması yönünde finans
kurumlarının en büyük buluşlarından biridir kredi kartları. Verilen mesaj şudur;
geliriniz arzuladığınız tüketim düzeyine yetmeyebilir, bu normaldir. Eskisi gibi
arkadaşlarınızdan borç almanıza dolayısıyla borç isteyebilecek kadar yakın
ilişkilere girmenize gerek yok, bunu istediğiniz kadar bireyci yaşayarak da
sağlayabilirsiniz. Sahip olduğunuz kartlarla istediğiniz an para çekebilir ya da mal
alabilirsiniz. Üstelik bunu internet üzerinden evinizden de yapabilirsiniz. ABD'de şu
anda alışverişlerin tamamına yakını kredi kartlarıyla yapılıyor. Dolayısıyla
yeni oluşumlara alan açıyor bu durum. Gelinen ortamda herkese kredi kartı olarak da
kullanılabilecek, kişiye ait tüm bilgilerin yer aldığı kartlar verilecek. Bunun
hayatı ne kadar kolaylaştıracağı üzerinde duruluyor, ancak yine es geçilen kişinin
özgürlük alanına olan tecavüz. Bu kartlara sahip olmakla artık hangi tarihte, ne
kadarlık mal aldığınız, ne kadar para harcadığınız dolayısıyla nerede
olduğunuz istenildiği andan itibaren izlenebilecek. Bunun nüfus cüzdanı gibi yasal
bir zorunluluk haline getirilebileceği düşünüldüğünde bugün cep telefonları
konusunda gündemde olan tartışma hayatın neredeyse tümüne yayılabilir. Gidişat bu
yönde. Artık tek bir özgürlük tanımı var, oldukça bayağılaştırılmış. Para,
alım gücü özgürlüğümüz için hiç bu kadar önemli bir unsur haline gelmemişti.
Kar güdüsüyle işleyen piyasa sisteminin içinde insanın özgürce neyi ne kadar
üreteceğine, ürettiğini pazara ne şekilde sunacağına ve diğer mallardan ne kadar
tüketeceğine karar vermesi gerçekten zor. Bu kadar metalaşmış bir hayattan sarf-ı
nazar etmenin bedeli de gün geçtikçe büyüyor. Diğerleri suni gübre, hormon
kullanırken bir çiftçinin kalkıp geleneksel ve sürdürülebilir eski tekniklerle ekim
yapmasının bedeli çok büyük. Çünkü suni gübre ve hormonla artacak olan üretim
piyasada o malın fiyatını düşürecek ve eski tekniklerle üretim yapan çiftçi,
maliyetlerini artık karşılayamaz duruma gelecektir. Dolayısıyla doğaya, sağlığa
ne kadar zararlı olursa olsun hayatta kalmanın yolu olarak o da çoğunluğa uyacaktır.
Olan gene insanlığa ve doğaya olacaktır.
Paranın, dolayısıyla bu yapı içinde, ekonominin karar alma süreçlerindeki bu
baskın rolünü azaltmamız gerekiyor. Verimlilik, üretkenlik adına yaratıcılığı,
özgürlüğü sadece çok küçük bir kesimin tekeline veren bu yapının çoğunluğun
özgürlüğünü artıran yapılanmalara dönüşümü kendi hayatlarımızı
korumamızdan geçiyor. Sistemden tümüyle kopmak, çemberin dışına çıkmak her ne
kadar imkansız ise de çarklara güç ileten millerden, kayışlardan biri olmamak
elimizde.
Yaşamlarımızdan sistemin dayattığı davranış kalıplarını ne ölçüde
arındırabilirsek özgürlüğe de o derece ulaşmış olacağız.
Kaynaklar:
Karl Polanyi (1944) "Great Transformations"
Fred Hirsch (1995) "Socıal Limits to Growth", Routledge, London
John Passe-Smith (1998) "The persistence of the Gap between Rich and Poor
countries;1960-1993", Lynne Rienner Publishers, London
Ted Trainer (1996) " What is development" Society and Nature, issue: 7