22. Sayı
"İnsanın insanla birliği...insanlar arasındaki gerçek farklılıkları temel
alır" Marx
Marxizm'in popüler bir düşünce olarak ülkemize girmeye başladığı 60'lı yıllarda
özellikle sağ kesim arasında marxistlerin ahlak anlayışlarıyla ilgili son derece
kaba ve ilkel spekülasyonlar yapılırdı. 'Kapıya şapka asma', sağ kesim erkeklerinin
iştahlarını kabartan en ünlü ve en çok inandıkları fantaziydi. Marxistler bu durum
karşısında tepkisel bir heyecanla geleneksel anlamda ahlakçı bir savunma içine
girdiler ve yer yer dünya görüşlerini yadsıyacak tutuculuklar sergilediler. Fakat
Marxizm'in bir ahlak anlayışının, dahası bir etik felsefesinin olup olmadığını
araştırmadılar. Araştırmışlarsa da bunun sonuçlarından kamuoyunu
bilgilendirmediler. Yalnız meraklılarının ulaşabileceği türden basit buroşürler
ise ancak grup içi ilişkilerin ihtiyacına cevap vermeye yönelik kapalı devre
terimlerden kurulu olduğu için kalıcı olamadı. Sonuçta, ahlak ve etik konusunda, her
iki tarafta da bütünlüklü bir dünya görüşüne denk gelmeyen bir düzeyde kalan
düşünce ufku, ciddi bir tartışmaya bile dönüşmedi.
1998 yılında Türkiye'de Ayrıntı Yayınları'nca basılan 'Marx'ın Özgürlük
Etiği' ni (George G. Brenkert, İngiltere, 1983) okurken anlaşılıyor ki, ahlak ve etik
Batılı sosyalistlerle burjuva düşünürler arasında önemli bir tartışma konusu
olagelmiş. Biz, elbette pek çok şeyi Batı'dan aldığımız ve bunu da
ilkelleştirerek yaptığımız için, tartışmanın en son safhası, en düzeysiz olanı
yansımış. Üst sınıflarından alt sınıflarına kadar kendi orijinalitesinin
farkında olmayan geleneksel aktarmacılığın tipik bir örneği...
Yazar sunuş yazısında konuyu, tarihsel yaşanmışlıkların ve günlük
algılayışların dışına çıkararak sağlıklı bir yöntem izliyor. Burjuva
düşünürler kadar Marxistler arasında da Marx'ın iktisat, tarih, siyaset, ve
sosyoloji konusunda bütünlüklü bir düşüncesi olduğu halde bir ahlak ve etik
anlayışı olmadığını (elbette birbirlerine tezat anlamda) iddia edenlere "Karl
Marx ahlak ve etik konusunda sistematik bütünlük oluşturacak bir görüş deklare
edememiştir ancak, siz Marx'tan sonra yazılan ve yapılanları bir kenara bırakmayı
başarabilirseniz, ben gerekirse bir arkeolog gibi çalışarak, size Marx'ın diğer
konular dolayımıyla ahlak ve etik konusunda yazdıklarını ortaya çıkaracak ve O'nun
mantığını kullanarak tutarlı bir ahlak ve etik dünya görüşü oluşturacağım.
Çünkü bu, onun metinlerinde içkin olarak vardır. Üstelik onun özgürlük
anlayışının anahtarı ahlak ve etik düşüncesidir."şeklinde özetlenebilecek
bir girişle okurunu bu tartışmaya tanık olmaya çağırmaktadır. Gerçi, sunuş
yazısını okurken, Marx'ı tutarlılık-tutarsızlık ikilemiyle tartışabileceğinden
kaygı duyulabilir. Çünkü satır arasında bu konuya öylesine değiniyor. Kendi adıma
ben bir insanın yeryüzünün ve hatta uzayın bütün sorunlarıyla ilgili tutarlı ve
yüzlerce yıl geçerli bir dünya görüşü oluşturabileceğine inanmıyorum. Bunu
yapsa yapsa ancak bir mesih yapabilir ki bu da mesihin kendi becerisi değil,
müritlerinin işidir. Yazar ileriki bölümlerde zaman zaman bu tür ikilemlere girse de
'iyi bir arkeolog' olduğunu kanıtlıyor. Marx'ın metinlerini didik didik edip
ahlak-etik-özgürlük üzerine yazdıklarını derleyip sinekten yağ çıkarırcasına
yorumluyor. Kitabı okurken sık sık bu duyguya kapılıp "Pes artık, buradan bu
yorum da çıkmaz" dediğim oldu. Ancak sabırla ve dikkatle okuyabilirseniz
Berenkert'in sunuş yazısında iddia ettiği gibi tutarlı bir ahlak ve etik anlayışı
oluşturduğuna ikna olmasanız bile, bunun 'bir ilk kitap' çalışması olduğunu göz
önüne alırsanız iddiasına yakın bir çalışma yaptığını kabul edebilirsiniz. En
azından ben böyle düşündüğümden kitapla ilgili kısa sayılabilecek notlarımı
sizinle paylaşmak istedim. Belki bu, notları okuyan birilerinin kitabı merak etmesine
vesile olur.
Yazar, etik ve ahlak arasında ayrım yapıyor ve her iki terimi de bize yakın anlamlarda
kullandığını söyleyerek konuya vakıf olmamızı kolaylaştırıyor. 'Ahlak;
insanların uyarak yaşamaları veya davranmaları gereken fiili ya da ideal (yani
düşünsel) bir ahlaki ilkeler, erdemler, standartlar vb. dizisini anlatır. Etik; ya da
"Ahlak Felsefesi" ise kişinin ahlak, onun doğası ve temelleri üzerine
düşünürken izlediği süreci ya da bu düşüncenin sonucunu anlatır. İkinci kertede
etik ve (ideal) ahlak, en azından kısmen-örtüşür'(s. 17) Ülkemizde de 'ahlak'
kısaca toplumsal ve bireysel davranış kurallarını saptayan alt düzeyi, etik ise bu
düzeyin bilimsel düzeyi olarak kullanılıyor.
Sonuçta kullanım alanlarında bazı nüanslar olsa bile bunun önemli olmadığı bir
tartışma yapılıyor. Öğrencisi olması dolayısıyla özel olarak Hegel'in ve
dönemin diğer ahlakçı filozoflarının bu konuda kullandığı terimleri özellikle
kullanmaktan kaçınan, yalnız ve yalnız zorunlu kaldığı durumlarda ahlak ve etik
konusuna değinen Marx, bu konuda görüş bildirmeyi hep ileri bir tarihe ertelediği ve
/ya da konunun hassasiyetini gözönüne alarak düşüncelerini olgunlaştırmayı
beklediği kanısı, elimizdeki kitapta tartıştığı filozoflar kadar Brenkert'in
metnine de hakim. Bu yüzden; (Marx) 'Bir ahlak filozofu sayılmaz elbet;...kendi
görüşlerindeki örtük ahlak teorisini formüllendiremese bile gene de bu kişinin
örtük bir ahlak teorisi temelinde davrandığını söylemek tuhaf kaçmaz.
Dolayısıyla, bir ahlak teorisine sahip olmak için kişinin (özünde) tutarlı bir etik
yargılar bütününü ifade etmesinin ve yargılar arasında bir tür sistematik
bağlantı olduğunu fark etmesinin ve bunları ortak bir temelden az çok bilinçli
olarak türetmesinin yeterli olduğunu öne sürüyorum. Bunun kanıtlanması için
kitabın geri kalan kısmındaki tartışmaların beklenmesi gerekiyor.' diyor. Yöntemini
sıralıyor; metinlerden alınan destekleyici bulgularla birlikte, bizzat teorinin
formüllendirilmesi sırasında Marx'ın etiğinin mantıksal ve metodolojik yönlerini
yani (Marx'ın meta-etiğini) tartışırken Marx'ın kapitalizmi eleştirirken
kullandığı normatif ahlaki değer ve stadartları geliştirmeye çalışmak...Öte
yandan, meta etiğine yöneltilen itirazları yanıtlarken ve Marxistlerin
karşılaştıkları güçlükleri ele alırken bütünlüklü bir düşünce
oluşturmak...(s. 24)
Toplu Eserler'den uzunca bir alıntı yaparak konuya giren yazar, Marx'ın aslında kendi
döneminin ahlak ve etiğine karşı çıktığını çünkü onun toplumu bir tür basit
ahlakçılığa mahkum edip statükoyu koruduğunu, yanılsamalar yarattığı ve etkisiz
olduğunu, ahlakçı filozofların bir tür ahlak yasası koyucuları katında
yaşadıklarını fakat koyulan yasaları 'aşağı sınıflar'a uygulatmaya
zorladıklarını düşündüğünü yazıyor ve Marx'tan yaptığı alıntılarla bunu
destekliyor.
'Geleceği kurmak ve her şeyi her daim geçerli olacak şekilde yerli yerine koymak bizim
işimiz değildir..','Spekülasyon nerede sona erer, gerçek yaşam nerede başlarsa işte
orada gerçek, pozitif bilim başlar, orada pratik etkinliğin ve insanın pratik gelişme
sürecinin açıklanması başlar .' (Marx'ın Toplu Eserlerinden) Brenkert'e göre
dönemin filozofları tam da bu eleştirilerin muhatabıdırlar. İnsanların içinde
yaşadıkları koşulları anlamamakta direnen ama onlara yabancı bir dini ahlak
anlayışını dikte ettirmeye çalışan ahlak filozoflarına yine bu filozoflardan biri
olan Hegel karşı çıkıyordu. Marx'ın o dönem filozoflarını anlamasını
kolaylaştıran belki de şu türden görüşlerdi; 'Dünyanın nasıl olması
gerektiğine dair talimat vermek konusunda bir çift söz daha. Her durumda felsefe,
sahneye iş işten geçtikten sonra çıkar. Dünya üstüne düşünce olarak felsefe,
ancak fiili durum oluşum sürecini tamamlayıp sıkıcı bir hal aldığı zaman ortaya
çıkar. Tarihin kaçınılmaz dersi de olan kavramlar öğretisi şudur: ideal,
başlangıçta ancak fiili durum olgunlaştığı zaman gerçeğin karşısına çıkar;
ve bu ideal tüm somutluğuyla gerçek dünyayı kavrar; entellektüel bir alan biçiminde
kendisi için inşaa eder. Felsefe, gri üstüne gri rengini çaldığında hayat artık
olgunlaşmıştır. Felsefenin çaldığı gri üstüne griyle hayat asla
gençleştirilemez, olsa olsa anlaşılabilir. Minerva'nın baykuşu alacakaranlık
çöktüğünde uçar.'(Hegel, Philosophy of Rights'tan aktaran: Brenkert).
Öğrencisi Marx, hocasından bir adım öne çıkar ve ünlü onbirinci tezini yazar.
İnsanların bireysel ve toplumsal sorunlarına ahlak felsefesi değil eleştirel pratik
hayat cevap verecektir. Fakat dönemin filozofları ve onların ahlakı, insanların temel
insani koşullarına karşı ilgisizdir. Geleneksel felsefenin hükmünün sona ermesinin
nedeni de burada aranmalıdır.
Marx, Ahlak Felsefecilerine yönelttiği eleştirilerde onların terimlerini
kullanmamış; o döneme dek pek kullanılmayan insani terimlere başvurmuştur.
Brenkert'in kitabına aldığı bazı terimleri sıralarsak; İnsan-insanlıkdışı,
sömürü, özgürlük-kölelik, rüşvet, çürüme, vahşileşme, çıkarcılık,
despotluk vs... Brenkert'e göre bu terimler daha somutturlar ve çok daha ahlaki
değerler önermektedir. Gerçi çok kullanılan bütün terimlerin başına gelen yazgı
onların da başına gelmiş ve bugün içi boşalmıştır ama yine günah, iblis, sevap,
melek, vb. gibi terimlerden daha insana yakındırlar. Bunların yerine; 'Bağımsız
ahlakın bakış açısı... insan haysiyetinin bilincini ...temel alır. Onun (Marx'ın
eleştirdiği kitabın kahramanı, Rudolph kastediliyor) ahlakı ise tam aksine, insan
zaafının bilincini temel alır. Her birey ancak cemaat içinde kendi becerilerini
bütün yönlerde geliştirebileceği araçlara sahip olur; bu nedenle, kişisel
özgürlük ancak cemaat içinde mümkün olur.' (Marx'tan aktaran: Berenkert)
düşüncesini savunur. Brenkert Marx'tan bu ve benzeri sözler alıntılayarak onun
düşüncesinde örtük olarak varolduğunu düşündüğü etiği yeniden kurma
imkanını kullanmayı savunuyor ve ekliyor; 'ahlaki teori ve ahlaki praksis
birleştirilmelidir. Etik, somut ve pratik olarak toplumun nasıl değişmesi gerektiğini
bu türden bir değişimin imkanları ışığında göstermelidir.
'Felsefenin... gerçeklikle ...bağlantısını; yaptıkları eleştirinin, içinde
yaşadıkları maddi ortamla ilişkisini araştırmak bu filozoflardan hiçbirinin aklına
gelmemiştir.'(Aktaran Brenkert,s. 44)
İkinci bölüm Alman İdeolojisi'nden o ünlü alıntıyla başlıyor. Brenkert bu
bölümde de Marx'tan güç alarak filozofları eleştiri bombardımanına tutmaya devam
ediyor ama sadece burjuva filozoflarını değil. Bazı Marxistler de bu eleştirilerden
nasibini alıyor. Brenkert'e göre Tarihsel Materyalizmi savunan bazı düşünürler
Marx'ın bazı sözlerinden yanlış yorumlar çıkarmıştır. Teknolojik Belirlenimciler
adını da verdiği bu düşünürlere göre maddi altyapı belirleyicidir. Onlara göre
birey, hapishane arabasında bir yerden bir başka yere nakledilen mahkûma benzer.
Arabadaki mahkûm ne kadar özgürse dışardaki birey de o kadar özgürdür. Ya da
'Üretici güçler, insanları, onların arzularını, hedeflerini ve/ya da
çıkarlarını kapsamadığına göre, nesnelerin insanları denetim altında tuttuğu ve
hükmettiği görülür' (s.51). Örneğimizdeki kişi aracın içine kapatılmış olsa
bile, birlikte olduğu diğer mahkûmlara şu ya da bu şekilde davranmakta, onlara
yardımcı olmakta ya da onları incitmekte özgür olduğu ölçüde, ahlaki bir
varlıktır. Brenkert de bir nebze olsun bu görüşü kabul ediyor ama tartışılabilir
pek çok yönünün olduğunu da ileri sürüyor. Çünkü dış çelişkilerin yahut
maddi koşulların son kertede belirleyici olduğunu temel düstur alan teknolojik
belirlenimcilerin, 'iç dinamik'leri gözardı ettiğini vurguluyor. Brenkert'e göre
'Marx, araştırdığı bir fenomeni, o fenomen için temel olan ya da oluşturan; ama
aynı zamanda onun yıkımına ya da yeni bir fenomene dönüşmesine yol açan
çelişkiler (yani diyalektik çelişkiler) arasındaki çatışmayı temel alarak
anlamaya ve açıklamaya çalışır'(s.55). O halde teknolojik belirlenimcilerin üretim
tarzıyla sınırlı yöntemleri daha başka çelişkilerin de gözönünde bulundurması
gerekir diyen yazar, Marxizm, 'maddi koşullar belirleyecidir'i savunduğu noktada
özgündür ancak yanlıştır', 'maddi koşullar belirleyicidir ancak diğer faktörler
de önemlidir noktasına geldiği zaman ise özgünlüğünü kaybeder ve bu durumda zaten
dikkate değer yanı yoktur' görüşünü savunanlara karşı Engels'ten bir alıntıyla
karşılık veriyor; 'Maddeci tarih anlayışına göre, tarihte nihai belirleyici
faktör, gerçek hayatın üretimi ve yeniden üretimidir. Ne ben ne de Marx bundan
fazlasını iddia et(me)dik. O halde, birileri bunu çarpıtır da, yegane belirleyici
faktörün ekonomik faktör olduğunu söylerse, önermeyi anlamsız, soyut, saçma bir
ibareye dönüştürmüş olur'(s.62). Yani, 'toplumsal değişimin ve gelişmenin
açıklayıcı temeli işgücünü, aletleri, ilişkileri, bilinci, bunun yanı sıra
ahlaki ve ahlaki olmayan çeşitli değerleri içerir', çünkü, 'üretim tarzı tek
başına toplumun bütünü değildir'.(*)
Konu oldukça çetrefilli ve Marx'tan bu yana sonuçlandırılamamış bir tartışmayı
aktardığı için bu bölüm oldukça uzun. Organik-canlı-bir toplumda, bazıları
birbirine değen bazıları değmeyen fikir, değer ve etkinlikler ile ilişkilerden
oluşan bu iki düzey kendi konumlarının karşıtlarıyla birlikte toplumun
bütünlüğünü oluşturuyor. Üretim tarzının unsurları, 'kendi kimliklerini üretim
ya da üretici etkinlik nosyonundan alırlar... İdeolojiyi oluşturanlar toplumda
geçerli olan kurumsallaşmış fikir ve değerlere göre tanımlanırlar. Marx'ın ileri
sürdüğü üretim tarzını oluşturan fikirler, değerler, etkinlikler ve ilişkiler;
ideolojiyi oluşturan fikirler, değerler, etkinlikler ve ilişkileri nihai olarak
belirler ve onlara kendi rengini verir.'
Üçüncü bölümü İdeoloji ve Ahlaki İddiaların Doğrulanması'na ayıran Brenkert,
'hasımları'yla tartışmasını sürüdürken yeniden ve yeniden Marx'ın metinlerine
dönüyor.
Geleneksel ahlakçıların anladığı 'bağımsızlık; ahlak ve etiğin üretim
tarzından mantıksal-ya da doğrulayıcı-bağımsızlığıdır. Yani her toplumsal
koşulda geçerli genel ahlaki ilkeler vardır. Marx tam da buna karşı çıkar. O'na
göre her toplumsal dönemin kendi özgün koşullarına göre özgün ahlaki ilkeleri de
vardır. Çünkü her düzeyin olduğu gibi etiğin de ideolojik bir doğası vardır. Ama
bu görüşten referans alan bir anlayışa göre ahlakın doğrulanması bir sınıfı
hakim kılan ilişkilerin ahlakının doğrulanması anlamına geldiğinden her toplumsal
dönem kendi ahlakını oluşturur. Bu ahlak da bir tür baskı aygıtı olarak ve hatta
propagandif amaçlarla kullanılır. Yani egemenliğin rasyonelleştirilmesidir,
dolayısıyla görelidir, dolayısıyla egemenlik dengelerinin bozulduğu dönemlerde
birden fazla ahlaki düzey ortaya çıkar. Nihayet, sınıflar ortadan kalkınca ahlak da
kendiliğinden ortadan kalkacaktır. Brenkert'in teknolojik Belirlenimci olarak
adlandırdığı fakat 'ekonomizm' olarak da tanımlanan bu anlayış sadece ahlak için
değil diğer bütün üstyapı kurumları için aynı şeyi savunmaktadır. Yani
sınıflar ortadan kalkacak ve deyim yerindeyse sinirleri alınmış bir toplum ortaya
çıkacaktır. Halbuki; 'Bir hayvan sadece mensup olduğu türün standart ve
ihtiyaçlarına uygun nesneler oluştururken, insan her türün standartına uygun
üretimi nasıl yapacağını bilir ve her yerde, kendi yaradılışında var olan
standardı nesneye nasıl uygulayacağını bilir. Bu nedenle insan, (kendi bilgisiyle
oluşturduğu-vurgu bana ait-K. G.) güzelliğin yasalarına uygun nesneler oluşturur.
(Aktaran: Brenkert, s. 91). Yani insan; dış dünyayı yansıtan basit bir ayna-nesne-den
öte bir şey'dir. O, dış dünyayı yeniden ve yeniden üretir ve bunu yaparken de
güzelliğin yasalarını yeniden ve yeniden yapar. (**) Güzelliğin yasaları, tarihi
olarak daima egemen sınıfın çıkarlarına hizmet etmiştir. Ancak güzelliğin
doğası ile egemen sınıfın pratik çıkarları arasında asli bir bağlantı olduğu
gösterilmedikçe onu belli bir egemen sınıfla birlikte anmak doğru olmaz. Yani
güzellik eğer 'insansal yaratıların'(Marx) yekünü arasında yer alıyorsa egemenlik
ilişkilerinden kurtarılabilir ve asli doğası ona geri iade edilebilir. Etik de,
kültür, estetik vb. gibi insansal yaratılar arasında yer alır. Marx, bazı
metinlerinde ideloji için 'yanlış bilinç', veya 'gerçekliğin ters-yüz edilmiş
hali' tanımlamasını yaparken insansal yaratıların-en azından bazı
düzeylerin-egemen sınıf tarafından bir tür baskı aracı olarak kullanılması
amacıyla kendi doğasından uzaklaştırılmasını kasteder. Demek ki, ahlak ve etik,
egemen sınıfın basit bir baskı aracı olmaktan çıkarılıp insanın pratik hayatına
denk gelen ve onunla bağlantılı bir-insani-düzey haline getirilebilir. İnsani terimi
'üretimin belirli bir evresinde baskın olan belirli ilişkilere ve bu ilişkilerin
belirlediği ihtiyaçları karşılama tarzına denk düşer'. Brenkert'in de çok iyi
tesbit ettiği gibi Marx , aslında insani olana, pratik insan ihtiyacına, vb. her zaman
atıfta bulunmuştur. Fakat nedense Althusser gibi bazı Marxist düşünürler Marx'ın
gençlik dönemini bir tür 'çocukluk' dönemi (hümanizm), yaşlılığını ise
olgunluk (Marx'ı asıl temsil eden dönem) olarak görüp bir çeşit düalizm
yaratmışlardır. Halbuki o, pratik insan etkinliğine ve onun ihtiyaçlarına her zaman
birincil önem atfetmiştir. Mesela Proudhon'u eleştirirken bile-ki, Proudhon da dönemin
en önemli sosyalist düşünürlerindendir-; Ekonomist M. Proudhon insanların keten ya
da ipeği belirli üretim ilişkileri içinde kumaş yaptıklarını gayet iyi anlıyor
da; bu belirli toplumsal ilişkilerin insanlar tarafından üretilen keten, kumaş vb.
kadar çok olduğunu anlayamıyor'(Aktaran: Brenkert, s. 99) diye eleştirebilmekte,
başka bir düzeyde ise burjuvazinin kadınlara bakışını da insani ilişkiler
açısından Komünist Parti Manifestosu'nda acımasızca yerden yere vurmaktaydı.(***)
Çünkü, 'sınıfsız toplum için gerekli olan maddi üretim koşulları ve buna denk
düşen ilişkiler, toplumun içinde gizlenmiş olarak bulunmasaydı, o toplumu yıkmak
için yapılan bütün girişimler romantik bir saçmalık olurdu.' Yani 'olgusal tarihsel
gelişimden bağımsız değerler boştur, insanın ve toplumun değer gelişiminden
bağımsız olgular kördür'. Brenkert, Marx'ın burjuva ahlakından düşmanca
sözederken yukarıdaki yargıyı burjuva ahlakının reddini oluşturan bir unsur olarak
kabul ettiğini ileri sürüyor ve bunun bir etik teoriden çok onun ipuçlarını
verebileceğini ileri sürüyor. Sözkonusu edilen bu ipuçlarından yola çıkarak
Marx'ın yönelimlerini anlamak ve bunu geliştirmek zorunluluğunu ileri sürerek
Marx'ın Etiği alt başlığını ikinci bölümde irdeliyor. Bu bölümün girişinde de
Komünist Parti Manifestosu'ndan bir alıntı var; 'Sınıfları ve uzlaşmaz sınıf
çelişkileriyle birlikte eski burjuva toplumunun yerini, tek tek kişilerin özgür
gelişiminin herkesin özgür gelişiminin koşulu olduğu bir birlik alacaktır'. Burjuva
toplumunda insani olmayan yani insanın uygulamasının mümkün olmadığı, yani
insanın pratik ihtiyaçlarına değil egemen sınıfın çıkarlarına göre
düzenlenmiş bir etik anlayışının karşısına 'bir kişi bile özgür değilse hiç
kimse özgür değildir' etiğini ileri süren Marx'ın çok farklı yönelimlerle
yorumlandığını bu bölümde görüyoruz. Bunlara göre özgürlük bir
özgerçekleştirimdir yani insan etkinliklerinin tümüyle ifade edildiği koşulların
sağlanmasıdır veya Marx'ın ünlü 'zorunlulukların bilincine varmak' sözünden
hareketle 'toplumsal zorunluluğun belirlediği sınırlar içinde seçim yapma
hakkı'nın doğru bir şekilde kullanılmasıdır. Berenkert'e göre Marx'ın özgürlük
anlayışı her iki eğilimi de aşan derinlikli bir görüştür; 'özgürlük, bir
insanın, öteki insanlarla komünal ilişkiler içinde kişinin öznesneleştirimini
(self-objectification) oluşturan arzu, yetenek ve becerilerin somut toplamını
belirleyecek şekilde yapmasıdır.' Çünkü 'hayvan dolaysız fiziksel ihtiyacın
hakimiyeti altında üretirken, insan fiziksel ihtiyaçtan özgürleştiği zaman bile
üretmeye devam eder; ve aslında gerçek anlamda yalnızca bu durumun sağladığı
özgürlük içinde üretir.' Popper gibi kimi filozofların yanlış biçimde anladığı
gibi özgürlük alanını insanın zihinsel yaşam alanı ile özdeşleştirmez.
Özgürlük diğer bir görüşün iddia ettiği gibi tenden özgürleşme ile özdeş
değildir. 'Özgürleşme, daha çok, kişinin özbelirnemiyle-kişinin günlük
yaşamında az çok bütünlüklü olarak gerçekleştirebileceği bir
şeyle-özdeştir.'(Brenkert) Dolayısıyla Berenkert'e göre Marx'ın özgürlüğü
sadece kişisel bir mesele değil, aynı zamanda toplumsal bir mesele, dahası doğayla
ilgili bir meseledir. Çünkü Brenkert'e göre Marx, 'insanın doğayla ilişkisinde
olduğu gibi, başkalarıyla olan ilişkisinde de kişi ancak kendi bireysel
niteliklerinin başkalarında aradığı niteliklere uygun olması halinde ya da kendi
sahip olduğunu iddia ettiği niteliklere denk düşmesi halinde, kendisini uygun biçimde
nesneleştirdiğini iddia eder.' Marx'ın kendisinden aldığı bir alıntıya başvuracak
olursak, 'Her birey ancak cemaat içinde kendi becerilerini bütün yönlerde
gerçekleştirebileceği araçlara sahip olur; bu nedenle, kişisel özgürlük ancak
cemaat içinde mümkün olur. Cemaatin yerini tutan önceki oluşumlarda-devlette
vb.-kişisel özgürlük ancak hakim sınıfın koşulları altında gelişen bireyler
için ve ancak bu sınıfın bireyleri oldukları ölçüde var olmuştur...Gerçek
cemaatte bireyler kendi özgürlüklerini, oluşturdukları birlikler içinde ve bu
birlikler aracılığıyla sağlarlar.' Bu noktada cemaatle ne kastedildiği sorusu akla
gelebilir. İşte Marx'ın gerek özgürlük gerek etik ve ahlak anlayışının anahtarı
bu cemaat tarifinde yatar; 'İnsanın insanla birliği...insanlar arasındaki gerçek
farklılıkları temel alır' (Marx'tan Aktaran: Brenkert. s. 164) Brenkert'e göre bu
anlayış yani cemaat tarifi Marx'ın demokrasi tarifinin de ana şifresini verir. Cemaat,
bir arı ya da karınca kolonisi değildir.(****) Orada da anlaşmazlıklar, kavgalar
olacaktır. Çünkü önerilen bir tür cennet ya da öte dünya değil, pratik ve gerçek
insan etkinliğidir. Özgürlük de bu pratik ve gerçek insan etkinliğinin
yaratıldığı komünal ya da cemaat içerisinde gerçekleştirebilir bir şeydir. Bu
nedenle 'Özgürlük, eğer elde edilecekse, gerçek, somut bireylerin ortak ve günlük
ilişkileri içinde elde edilmelidir.' Bunun en önemli koşulu özel mülkiyetin
kaldırılmasıdır. Gerçe Brenkert'e göre Marx, üretim araçları üzerinde edinilen
özel mülkiyete karşıdır. Yani 'kişiye öteki insanların emeği üzerinde sadece
mülkiyet temelinde denetim sağlayan özel mülkiyete' karşıdır. Bunun dışındaki
özel mülkiyete komünal yaşam içinde olumlu bir aşkınlık yükler.
Brenkert, gerek kendi merakından gerek bu tartışmanın belki de en zayıf yanını
oluşturduğu için cemaat ile özgürlük arasındaki bağlantıyı açmayı gerekli
görüyor. Buna göre 'özgürlük: özbelirlenimdir. Kişinin arzularının,
yeteneklerinin ve becerilerinin somut bütünlüğünün asli belirlenimidir.' Özel
mülkiyet yaşamı nitelendirmediği, yani topluluğu oluşturan bireyler arasında
uzlaşmaz çelişkiler varolmadığı sürece insanların özbelirlenim imkanı devam
eder.
Sonuç olarak Marx'a göre özgürlük 'sadece ahlaki değil aynı zamanda ontolojik bir
nosyondur. Bu, özgürlüğün bireylere içkin bir şey olduğu anlamına gelmez.
Özgürlük için donatılmak gerekir; öğretilmeli ve günlük pratikte
sürdürülmelidir.'
...
Bu sayıda, yer darlığı nedeniyle buraya kadar inceleyebildiğimiz kitabın kalan
bölümlerini önümüzdeki sayıda aktarmaya devam edeceğim. Ancak bu bölüme kadar
aktarılan tartışmalar bile kitabın önemli yankılar bulacağını gösteriyor.
(*)Bu konuda Antonio Gramsci'nin oldukça ayrıntılandırılmış görüşleri vardır. Gramsci; konuyu altyapı-üstyapı ilişkisi temelinde tartışır ve konjonktürel durumlarda dengenin zaman zaman birinden diğerine geçtiğini fakat genellikle birbirlerine karşılıklı komuta ettiklerini iddia eder. Brenkert, Gramsci'nin görüşlerini pek dikkate değer bulmamış olmalı ki kitabına almamış. Bence bu konuda olduğu gibi-Ahlak-etik-özgürlük konusunda da-tartışmaya değer önemli bir düşünürdür, Gramsci. Üstelik Brenker'le benzer kaygılara sahip. Kitabın belki de en önemli eksiği bu.
(**) Tartışmanın burada ünlü 'Yansıma Kuramı'na dek uzanan bir ucu da vardır.
Basitleştirerek özetlemek gerekirse; din adamı Berkeley'in 'ben varsam dış dünya
var' idealizmine karşı bazı marxistler yahut materyalistler 'dış dünya varsa insan
var çünkü insan dış dünyanın yansıtıcısıdır' reaksiyoner tezini
geliştirmişler ve idealizm karşısında bir tür homojenlik sağlamışlardır.
Aslında soyut tartışmada her iki tez de kendi doğruluğunu kanıtlayabilir ama aynı
zamanda kanıtlayamaz çünkü her iki tez de totolojik ve reaksiyonerdir. Nazım
Hikmet'in Berkeley'e karşı yazdığı-belki de burjuva idealizmine karşı yazdığı en
zayıf-şiirinde de görüldüğü gibi ajitatitf-propogandif işlevin ötesinde bir
derinliğe sahip değildir. Bu tartışmadaki güncel bazı kaygılar, yansıma kuramı
düşüncesi neticesinde insanın basit bir yansıtıcı-nesne durumuna indirgendiğini,
insanın algı, bilgi, bilinç yeteneğini, dolayısıyla dış dünyayı ve kendini
yeniden ve yeniden ürettiğini ve değiştirdiğini, bu yönüyle de insana
taşıyıcısı-nesnesi-olduğu yaşamın aynı zamanda üreticisi ve
dönüştürücüsü-öznesi-olduğunu gözardı ettirmiştir. Marx, insanın
özgürleşmesi ve bunun için bir etik ve ahlaki nosyona sahip olması gerektiğini
düşünmüştür. 'Bu nedenle insan güzelliğin yasalarına uygun nesneler oluşturur.',
ve o yasaları yeniden ve yeniden üretir.
(***)Diğer yandan, ülkemizde de Marx'ın (zannedilen) çocuklarının anket sorularına
verdiği cevapları arasındaki 'insani olan hiç bir şey bana yabancı değildir'
sözü, içinde yaşadığımız dönemde bir çeşit burjuva liberalizmine saplanan
"marjinal" aydınlar arasında kişisel cinsel yozlaşmalarını
meşrulaştırma düsturu raddesine indirgenmiştir. Marx'ın insani olanla kastettiğini
yukarıdaki bölümde vurgulamıştık. Ama burada özgürlüğü ve insani olanı bir
çeşit sexüel düşkünlük/yozlaşma serbestliği olarak algılayanlara hatırlatmak
için bir kez daha Marx'ın kendisine başvuralım. Engels'le birlikte kaleme aldığı
Komünist Parti Manifestosu'nda burjuvaların, kadınların ortaklaşa kullanımını
fuhuşu da yasalaştırarak gerçekleştirdiklerini, bunun reddedilip kadının
özgürleşerek kendi özgür iradesiyle toplumsal yaşamdaki gerçek yerini alması
gerektiğini savunur. Bugün aynı 'marjinal' aydınların pek ilkel buldukları Yılmaz
Güney'in Arkadaş filmindeki 'karısı güzel olan karımı, baldızı güzel olan
baldızımı öpebilir' repliği tam da Marx'ın yaşadığı dönemde burvuvaziye
yönelttiği eleştirinin özetidir.
(****)Marx'ın ardıllarının, onun düşüncesini ekonomizme indirgemeleri yukarıdan
aşağıya yani üstyapı eliyle ekonomik düzeyi öne çıkartmalarıyla ve
'zorunlulukların bilincine varmak' sözünü özgerçekleştirimci bir biçimde
yorumlamalarıyla sonuçlanan bazı reel sosyalist uygulamalar sosyalist toplumu veya
Marx'ın cemaat olarak adlandırdığı örgütlenmeyi karınca veya arı kolonilerine
benzeterek teorileştirmiş, insan farklılıklarını yoksayarak insanı basit birer
taşıyıcı-nesne-durumuna indirgemişlerdir. Bu pratiklerin yaşandığı bürokratik
sosyalist deneyimler en güçlü göründükleri dönemde çökmüşler ve bu çöküşün
altında kalan Marx vd. sosyalistlerin görüşleri çöküşün zaafları olarak lanse
edilmiştir. Brenkert'in bu bürokratik deneyimleri atlayarak her seferinde sosyalist
düşüncenin kaynağına, Marx'ın metinlerine başvurması bu kitabın en önemli
referans noktasını oluşturuyor. Yazarın görüşlerine katılalım veya katılmayalım
yapılması gereken Marx'tan sonra yaşanan deneyimlerden önce Marx'ın kendi metinlerini
temel aldıktan sonra yaşanılan deneyimlerin kendi kaynağından ne kadar referans alıp
almadığının ortaya çıkarılmasıdır.