!ktphane.gif (4763 bytes)

22. Sayı

Holocaust'tan Sonra İdeoloji

Hasan Ali

Woody Allen 'Savunma' adlı öyküsünde tarihte en çok olmak istediği insan olan 'Sokrat'ın yerine geçirir kendini. Bu metinde Woody Allen, Sokrat'ın yerine Atina'da hapiste ve senotonun hakkında vereceği kararı beklemektedir. Simmias ve Agothon onu ziyarete gelirler. Agothon söze başlar. Hapiste günlerin nasıl geçtiğini sorar. Sokrat ona vakur bir tavırla hapisin akıl karşında hiç bir şey olmadığını ve bu dört duvarın ruhunun dolaşmasını engelleyemediğini söyler. Yine Agothon 'senato'un kararını ona bildirir. Sokrat, kararın 'senato'yu anlaşmazlığa düşürüp düşürmediği', 'oy birliği ile alınıp alınmadığı' ve 'sürgünden sözedilip edilmediği' gibi ayrıntıları uzun uzun sorar. Senoto oy birliği ile karar almış ve hiçbir anlaşmazlık olmamıştır. Ölüm üzerine konuşmaya başlarlar;
'Sokrat: Ölüm bir varolmayış durumudur. Olmayan yoktur. Onun için ölüm de yoktur. Doğruluk ve güzellik. İkisi de birbiriyle ilişkilidir ama kendilerine özgü yönleri de vardır. Şey, beni nasıl öldüreceklerini söylediler mi?
Agathon: Baldıran zehri.
Sokrat: (Şaşırmış) Baldıran mı?'
Sokrat bir süre daha ölüm şekli hakkında sorular sorar ve durumu karşında soğuk kanlılığını korur. Ancak sonraları ölümden korktuğunu Agathon ve Simmias karşında saklayamaz hale gelir. Daha doğrusu onlar bunun farkına varırlar. Agathon öfkelenir ve sorar;
'Agathon: Ama ölümün varolmadığını kanıtlayan sendin.
Sokrat: Bak dinle- bir sürü şey kanıtladım ben. Kiramı nasıl ödüyorum sanıyorsun? Kuramlar ve ufak tefek gözlemler. Ara sıra yalan yanlış söz. Birkaç düstur. Ama bunlar başımızı döndürmesin.'
Öykünün sonunda senato kararını değiştirir ve Sokrat serbest kalır. Sokrat ve Agathon , Simmias tekrar konuşmaya başlarlar ama Sokrat'ın yalanları artık tahammül edilmez konuma gelmiştir. Sokratı yakalayıp baldıran zehrini içirmeye çalışırlar.
Bu öykü Allen'ın kendi gerçek yaşamında geçen bir toplumsal uyanıklık durumunu anlatır bize. Erdemli Sokrat'ın yerini alan kira, telefon parası gibi masraflarla kuşatılmış ve modern bilgi dünyası içinde kulaç atmaya çalışan Allen almıştır. Bu uyanıklılık ve farkındalık, Sokratı kendi-zamanının bir başka filozof tiplemesiyle birleştirmiştir. Artık baldıran zehrini içen Sokrat gitmiş kinik-Sokrat gelmiştir.
Bu "uyanma" ve "farkındalık", herşeyin "fark eder" ya da "fark etmez" mantığıyla iç içe geçtiği bir tür 'aydınlanmış yanlış bilinç' durumudur. Kinizm(1) pek çok yönüyle Antik-Yunan'dan çok 20.yy. içinde yaşayan bir kesimin sorunu olarak karşımıza çıkar. Okumuş, 'münevver' ve 'aydın' kesiminin başını ağrıtan bir 'bilme hali'dir. İdeoloji bugün bu bilme halinin diğer adıdır.
Doğal hukuk ya da ideolojinin doğuşu
Kinizm'le olan akrabalığından önce ideoloji, bir devrimin jargonuydu. Bütün kabahatine rağmen, tarihteki yerini Fransızlara ve Fransız devrimine borçlu. Devrimin parçası ve bir dönem muhalif olan ideologların tasarrufundaki bu kelimenin bize uzanan macerası, oldukça köklü bir tartışmanın; insanın kendi kendisi üzerine en önemli ipuçlarının değerlendirildiği tartışmaların devamı. 1789 sonrası savaş, iç-savaş, devrim içinde sürmüş bir tartışma. Bütün bu olayların içinden gelen ve dilimize dolanan adeta bir savaş kahramanı.
Fransız devrimi ile başlayan başta Antoine Destutt Tracy'in başını çektiği bir tür epistomolojik ve giderek siyasal boyutlar kazanan bir tavrın ürünüdür ideoloji. Fransız devrimiyle beraber başlayan akli olanın evrenselleşmesinin artık idari, hukuki vb. yansımalarından sadece biridir Antoine Destutt Tracy'in yaptığı. Bir tür toplumsal mühendislik çalışması. Bugün psikanaliz ve beyin haritasının çıkartılmasına yönelik çalışmaların o günün şartlarındaki kuramsal adıdır ideoloji..
Tracy, bugünlerde adı anılmasa da onunla başlayan ama onun tartışmalarından oldukça uzaklaşarak yürüyen bu terimin isim babasıydı. Bir 'Doğal hukuk' arayışının, değişmez hukuki kurallar arayışının bir devamıdır, ideoloji. Bu ise insan doğasının eksiksiz bir tarifi olmaksızın tanımlamazdı. İnsan, yapay bütün kalıplardan kurtulmalı ve kendi doğası ile barışmalıydı. 'Doğal hukuk' Althusser'in dediği gibi " eski düzene karşı protesto...yeni düzen için bir program" olmalıydı.
1789 Fransız devriminin değişmez ilkeler arayışından geriye ideoloji sözcüğü etrafında toplanan bir dizi tartışma kalır. 'Alman İdeolojisi'den, Lenin'e ve günümüze kadar uzanan farklı anlamlar yüklenmiş oldukça kırılgan bir tartışma.
Yine de o günden bugüne pek fazla adım atıldığı söylenemez bu terim için. Çoğu siyasal terimden farklı olarak ideolojiye yüklenen anlamlar farklı ve bol olmuştur. Bu, bir bakıma siyasal tartışmanın girdabı gibi görülebilir. Bu kadar farklı anlamlar yüklenmiş bir terimi doğru, yani herkesin anlayacağı bir anlamda kullanma zorluğu, kullanıldığı ölçüde artmış, ağırlaşmış. Ancak yüklenilen anlam ne olursa olsun, başından itibaren değişmeyen bir yönü var bu tartışmanın; insan düşüncesinin haritasına yönelmek, ondan yanlış da olsa istifade etmek. Tracy için insan düşüncesinin değişmezleri ve haritası üzerine çalışmanın belki de bugünkü psikanalizcilerin yaptığı türden bir ruhsal ve de bireysel anlamı vardı.
Tracy sonrasında ise bu terimi en çok kullananlar arasında Marksistler yer aldı. Marksistler toplumsal bilinç biçimlerinin, toplumsal üretim alanına bağımlılığından yola çıkarak siyasal değişim, devrim programları öneren en kalabalık grup olarak çıktılar tarihsel alana... Pek çok açıdan çıkmazları olan bu yönelimin, bugün hala süren bolluğu karşısında, içinde gezinmek dışında yapılacak bir şey yok!
İdeoloji üzerine bir gezinti
İdeolojinin edindiği yer veya yapılan tanımlar arasında bizi kendine çeken bir kaçı var ki bunlardan biri Alman İdeolojisi'nin başında yapılan bir değinme; "yanlış bilinç" olarak ideoloji. Bir ikincisi ise Lenin'in sözünü ettiği proleter veya sosyalist ideoloji. Her iki tanım arasında oldukça büyük bir uçurum olduğu açıkça ortada. Bu örneğin de işaret ettiği gibi, farklı anlamlarıyla ideolojinin tek bir tanımı, birbirinin takipçisi gibi duran siyasal kişilik ve kimlikler arasında bir süreklilik bulunamıyor. Bu bir titizlik eksikliğinden çok Marksistler dahil pek çok siyasal eğilimin baştan itibaren bir literatür olmaktan ziyade aktüel bir dil kullandıklarını göstermektedir. Bu aktüel dil içindeki yanlışların tamamı, zaten o dilin o zamana ait yanlışları olarak görülebilir. Bununla beraber her Marksist kuşağın ideolojiye farklılaşan anlamlar yüklemesinin başlıca sebebi yer yer ona ilişkin eserlerin bir kısmının her dönem okunmamış ya da yayımlanmamış olması, bir tür 'aydınlanmanın sürekliliğindeki' kesintiler değil. Aynı zamana aynı tarihsel döneme aidiyetlikleriyle tanımlanabilecek Marksistlerin, birbirinden farklı hatta tersi eğilimlere sahip olsalar da aynı tanımları kullandıklarından (Berstein-Lenin) ötürü, ideolojinin kendi tarifinde bile çoğu zaman 'egemen bir düşüncenin' varlığından sözetmek doğru olacaktır.
İdeoloji her ne kadar bir toplumsal mühendislik projesi olarak doğmuş olsa da, daha çok potansiyel bir şey. Yani depolanmış ve gizli bir yük veya bunun bir türü. Yani varlığı ya da yokluğu her zaman açığa çıkmayan, harekete geçmeyen bir bilinç hali (Psikoloji demek aynı derecede doğru belkide!). Kuşaklar arasında aynılık taşımamasının bir sebebide bu; potansiyel değişiklik.
Tracy için Fransız devriminin kurumlarını kalıcılaştırmak için aranan 'ide bilgisi' Marks ve Engels için aşılması gereken bilinçlerin yol ve yöntemleri anlamına geliyordu. Aradaki bu farkın büyüklüğünü devrime (iradeye), küçüklüğünü de evrime (akla) yakınsayan bir yönü var bu tariflerin. Dolayısıyla, ideolojiye yanlış bilinç anlamını verenler sadece basit bir tercih yapmış olmuyorlar. Burada yapılan 'yanlış' düzeltilmesi gereken bir şey değil, daha çok cevap verilmemiş bir soru. Yani 'yanlış', insanlığın bilgi kültürünün iki kaynağı deney ve muhakemeye değişmez bağlılığından ötürü yeni bir deneye kadar korunacak, taşınacak bir problem gibi duruyor.
Deney ve muhakemeyi birbirine bağlamakla ideolojinin ne olduğuna ve onun ne yaptığına dair bir yanıt vermiyoruz. Her dokunduğumuz eşya nasıl bir deney nesnesi, olmuyorsa ideoloji ve onunla kast edilen "yanlışın" nesnesi bu değil!
Nasıl bizi yollarda bekleten bunca trafik ve sokaklarda kaybedilen onca zaman varsa; düşünce dünyamızın da tıkanan yönleri var. Sahipleri için bir vatan, sığınak ya da silah; tıpkı ideoloji gibi. İdeoloji bir mekansa, eleştiri sokakta yürümeye benzemektedir. Orada herkes bir süre yürümek , mekanda ise onu korumak zorundadır. Nasıl eleştirinin gülmeyi, kızmayı hatırlatan yönleri varsa ideolojinin de iz bıraktığı yerler vardır; geçmiş zaman ikonları, taş ve rölyefleri gibi. Eşsiz heykeller sırf kendini hatırlatmak için vardırlar.
İşte budur bir dönemin ortak anılarının toplandığı yer havuz, ideoloji. Aristo'nun ruhtan sözederken kullandığı ruhun bir su, bardağın da onu tutan beden olması boşuna değildir. Siyaset ve ideolojinin 18. yy. sonrası toprağı böyle sulanmıştır. Yok olan bedenlerle ve onların sesleriyle doludur bu dünya; harflere dökülse de!
Bundan ötürü ne ideoloji bırakır bizi ne de biz onu. Sinmiş bir şeydir. Bütün evrensel iddialar gibi o da sözünü bitirmemiş, hala zamanımızı işgal etmektedir.
Holocaust'tan sonra ideoloji
"Freud'un 'ideolog'ların sonuncusu olduğu söylenebilir" der Gramsci . Freud ile Tracy arasındaki fark, Freud 'un başarılı bir ideolog olmasıdır belki de. Freud'un yöneldiği konularla ideologların yöneldiği konular neredeyse bir ölçek farkı ile aynıdır. Ölçek, yani bilginin sınırları ve neyle sınırlandığı konusunda Freud'la başlayan açık önermeler ve iddiaların takipçileri varlığını hala sürdürmektedir. Eric From bunlar arasında. Bunlara göre toplum nerdeyse bir psikolojik motorlar veya buna etki eden kuvvetlerce yönetilmekte ya da denetlenmektedir. Oysa toplumsal yaşam, üretim dahil bu türden bir psikolojik plazma içinde yaşıyor olsa bile bunun bir tür akıcılığı ve uçuculuğundan söz etmek en az bu ortamın ve mekanizmalarının kalıcığını ifade etmek kadar geçerli. Hatta bu son iddianın daha kalıcı olduğunu başından itibaren söylemek mümkün.
Kristof Kolomb, Karayip yerlilerini birer Hindistanlı görmekle pekte büyük bir hata yapmamıştı. Onlarla Hinduca konuşamadığını anladığı andan itibaren bile problem yoktu. Ama bu diyalog öyle bir gerçeklik halini alır ki, Kolomb onlara Hinduca konuşmadıkları halde tercümanlık yapar. Dahası onların anlatıkları hikayeleri beraberindeki heyete uzun uzun anlatmaktan çekinmez. Bu geçici yabancılaşmanın ya da yalanın- içindeki herkes yeni bir keşfe kadar ya da yerliler kendini ifade edene kadar- nasıl bir işlevi olduysa modern dünyanın ideolojileri de öyle bir işlevi üstlendiler. Doğal olarak ideologların da işlevi pek farklı olmadı. Geçicilik ve uçuculuk; İdeolojilerin tabii hayatıydı bu.
İdeolojilerin sadece birer akım olmaktan çıkması ve giderek soluduğumuz havaya ve sokaklara, koridor ve odalara dağılması 20.yy. başıdır. Benzer bir değişiklik Marksizm'de aynı tarihlerde sözkonusudur. Artık ideoloji bir siyasal ve kültürel hedef değil, egemenlik ilişkisinin yeni bir tanımıdır. Hatta vazgeçilmez bir iktidar ilişkisidir. İktidar onunla beraber tanımlanır ya da o iktidara uydurulur.
Bütün tabii ve geçici yönleriyle toplumsal yaşamın ürettiği bu plazmik durum ve onun kurucuları, kendi başınalarmış gibi davranırlar. Herşey sanki bu toplumun içinde cereyan etmekte onun dışına çıkmamakdır.Onun dışı tam bir esrar perdesiyle örülmüştür. Köpekten korktuğu kadar inekten korkan insanlar yetişmektedir artık.
Doğa'nın bu kadar uzaklaşmasının sunulduğu yer ise kenttir.
İnsan emeğini yeniden yaratan kent kültürü, onu kutsadı da. Bu kutsamaya karşı çıkışlardan biri 'Gotha ve Erfurt Programalar'ında ki eleştirilerdir. Sindirilen doğa ile onu dışındaki doğa karşıtlığında -Kant ve sonrası Ortega Gassete kadar - modern insan sindirdikleri doğanın yanındadır! Hatta başka bir doğası yoktur onun....
Emeğin bu kutsanması, tıpkı onun aktif temsilcisi gibi duran sermayenin kutsanmasına benzer bir yabancılaşma yarattı. Bir tür özcülüğün yeniden doğuşuydu bu. 'Her ağacın kurdunun kendinde' olma durumuydu. Geçmişteki doğa karşısında nasıl bir mahcubiyet taşıyorsa insan, bugün artık onun tanrısı olma yolundaydı. Bu 'tanrılık', kelimenin en eski anlamı ile 'özcülük', bir 'tayin edilmişlik'le , 'mahcubiyet'le evlenmiş, dünyevileşmiştir. Din karşısında Feuerbach'ın dinsizliği, modernizm karşında bütün dinsel tutumlar ve kitle kültürünün sunduğu buydu. Onların gözünde gerçekliğin değişmeyen yönlerini yakalama çabası karşısında, varlık neredeyse bir görüntü olarak kaldı. Asli ve tek unsur olan bu özü bozabilmeyi belkide modern dünya becerdi . Yani görüntüyü aslıyla bu kadar karıştıran ve onu olduğu gibi tekrar önümüze atan bu bozulmadır. Oysa geçiş ve bağ en az bu bozulma öncesi ve bozulma sonrası durum kadar önemliydi. Bu bağı kurmak için illa onun farkına varmak gerekmediği halde, bu farkındalık bu aşırı uyarılmış durumu nerdeyse modern insanın polis karşısındaki durumu, sorgusu gibi onu sürekli uyanık tutmaya devam ediyor. Yüzyılın gece yarısında devamlı uyarılan ve uyaran insan tipi, 'aydının', 'entellektüelin' bu nöbeti devam etmektedir. Artık 'bilmiyorlar sadece yapıyorlar' gibi bir devrimci seçeneğini kaybetmiştir 'aydın'. Devrimci bir tutum ve tutkunun reflekslerini ve tepkilerini kaybetmişliğinin heykelidir o.
Bu heykelin ideoloji ile benzerliği tabii ki kimsenin gözünden kaçmamalıdır. Bu benzerlik aynı zamanda bir akrabalık işaretidir de. İdeoloji de bulunabilecek mantık 'Rodin'in kendi heykelleri karşında onda uyanan hayranlığına ve öfkeye benzemektedir.
İdeolojilerin doğuşu felsefenin 'özcülüğe' yönelmesi kadar dinsel oldu; hatta dinseldi. Milliyetçilik, dincilik ve bilumum bütün modern kategori durum ve topluluklara atfedilen rollerin hiçbiri peşinen bu eğilimden tarihsel olarak 'steril' değildir. Bunun sebebi aidiyet açlığı ve bunu bozacak başka da bir sığınağın olmamasıdır.
Gerçekte bir sivil yaşam aracı olduğu kadar, birer sivil savaş aracı olarak da çalıştılar ideolojiler. Bundan dolayı aidiyet açlığının bir sığınağı olarak görülseler de sivil yaşamın herhangi bir döneminde birer sığınak olamadılar.
Karayip yerlileri kadar Holocausttan (yahudi soykırımından) sonra ideoloji inşaa edildiği kadar bıraktığı kalıntılarla modern kent yaşamını işgal etti. Eskisi gibi anıtsal değeri olmayan inşaa ve enkaz alanıyla kent günlük hayatı, bazen bir çöp sepetine bazen de bir antreye dönüştü. Bir istasyonu andıran bu görüntü her örnek gibi ne bir kuram ne de ahlaka karşılık gelir...
Geçmişin yükselen-çöken kültür ve halklarının yerini bugün yükselen ve çöken ideolojiler dünyasının alması aynı şeyi işaret etmektedir; insanla insan arasındaki ilişkide artık tabii ve onları şaşırtan hiç birşey kalmamıştır. Tabiiyatın varolan ağırlığını insan ilişkilerinde giderek yitirmesi, insanın insanın dışında bir seçeneğinin olmadığı gibi bir habis ilişkiler döngüsünü işaret etmektedir. Tıpkı bir şans ve 'süpriz' gibi pat diye karşımıza çıkan olayların azalması, 'siyasal devrimlerin' yayılmasına karşın etkisini ve inandırıcılığını yitirmesi, kuramda ve teoride siyasetin kendi olgularında da (Ekim Devrimi gibi!) bir kayıp yarattı.
Toplum yaşamından doğanın çekilmesi gibi, devrimler ve darbeler de hesaplanamayan toplumsal ve siyasal vakalar olmaktan çıktılar.
Bir toplumsal mücadele anahtarı olarak ideoloji öncelikle kendini insanda sınadı. Ama ideolojilerin çıkmazları ve sınırları olduğunu anlamış ve 'aydınlanmış' bir insan yumağı için, bilinç kadar bilginin önemi de artmıştır. Vietnam bir bilinçse Atom bombası bilginin egemenliğiydi!

1) Kinizm: İ.Ö.V-IV.yy.'larda Antik -Yunan 'da kurulan felsefe okulu. Maddi mallardan yüz çevirmeye, kişinin kendi bedeni, gereksinime ve isteklerinin egemenliğine, siyaset ve uygarlığın hatta acılardan kurtaran intiharın bile reddine dayanan bir ahlak anlayışları vardı. En ünlü temsilcilerinden biri fıçı içinde yaşadığı rivayet edilen Diogenes'tir.

İçindekilere geri dön