22. Sayı
Soru: Kendinizi çok mutlu hisseder misiniz yazarken?
Hemingway: Çok. Bir roman ya da bir öykü üstünde çalışıyorsam, her sabah, gün
ağarırken masamın başına geçerim. O saatlerde pek kimse rahatsız etmez insanı.
Hava serin ya da soğuk olsa bile yazıya kendinizi kaptırdınız mı ister istemez
ısınırsınız. Daha önce yazdıklarımı okumakla başlarım işe ve her bölümü,
nasıl bağlanacağını bildiğim bir noktada kesmeyi adet edindiğim için, yazıyı
nasıl sürdüreceğimi de bilirim. Kendinizi 'dolu' hissettiğiniz sürece yazmaya devam
edersiniz. Ne var ki kalemi bıraktığınız anda, bütün söyleyeceklerinizi
söylenmemiş olması, yani ertesi güne söyleyecek bir şeylerinizin kalmış olması
şart. Tutalım ki sabahın altısında yazmaya koyuldunuz. Öğleye kadar sürebilir bu,
ya da daha erken bir saatte masadan kalakabilirsiniz. Kalemi bıraktığınız anda
içiniz boşalmıştır sanki; ama büsbütün bir boşalma değil bu, yeniden dolmaya
başlayan bir boşluk gibi. Aynı şeyi sevdiğiniz bir insanla yattıktan sonra da
duyarsınız. Tekrar işe koyuluncaya kadar hiçbir şey etkileyemez artık sizi, hiçbir
şey sarsamaz, hiçbir şeyin önemi yoktur. Katlanılması en zor olan da bu: Ertesi
güne kadar beklemek. Soru: Yazı makinesinin başından kalktığınız zaman
yapıtınızı aklınızdan çıkarabilir misiniz?
Hemingway: Tabii. Ama bu da bir disiplin işidir ve ancak zamanla edinilir.
Soru: Bir gün önce yazdıklarınızı okurken yazının kimi bölümlerini yeniden
kaleme alır mısınız? Yoksa iş bittikten sonra mı başlar bu düzeltme dönemi?
Hemingway: Bir gün önce yazdığımı her sabah yeniden bir kez daha yazarım. Tabii,
yapıt bittikten sonra tümünü gözden geçirmek gerekir. Müsveddenizi başka birine
daktilo ettiriyorsanız, daktilo edilmiş nüshayı okurken de düzeltmeler yapmak ve
bazı bölümleri yeniden yazmak fırsatını bulursunuz Son bir fırsat da provalardır.
Soru: Yeniden yazdığınız bölümler çok tutar mı?
Hemingway: Belli olmaz. Silahlara Veda'nın sonunu, son sayfasını tam otuz dokuz kez
yazdım.
Soru: Teknik bir sorun mu vardı? Neydi sizi durduran?
Hemingway: Uygun sözcükleri bulmak.
Soru: Yazma isteğiniz, yazdıklarınızı tekrar okuduğunuz zaman mı gelir?
Hemingway: Yeniden okumak yazıyı sürdürme isteğini doğurur, çünkü zaten o
bölümü yazarken elinizden geldiğince iyi yazmaya çalışmışsınızdır.
Soru: Ama istek duymadığınız ya da içinizden gelmediği zamanlar olmaz mı?
Hemingway: Olur tabii. Ama, yazıyı nasıl sürdüreceğinizi bildiğiniz noktada kalemi
bırakmışsanız işe tekrar koyulmak kolay olur. Çark dönmeye başladığı anda
paçanızı kurtardınız demektir. İstek de, esin de nasıl olsa gelir.
Soru: Thornton Wilder yazarın çalışmaya koyulmasını kolaylaştıran birtakım
yöntemlerden söz eder. Sizden duymuş, işe başlayabilmek için yirmi kurşun kalem
açtığınızı söylemişsiniz.
Hemingway: Yirmi kurşun kalemin yirmisine birden sahip olduğumu hiç hatırlamıyorum.
İki numaralı yedi kurşun kalem bir günlük çalışma için yeterli.
Soru: En iyi çalıştığınız yerler neresi? Birçok kitabınızı orada
yazdığınıza göre Ambos Mundos Oteli size uygun yerlerden biri olsa gerek. Yoksa
çevrenin çalışmanız üzerinde herhangi bir etkisi yok mudur?
Hemingway: Havana'daki Ambos Mundos Oteli çalışmaya çok elverişliydi. Ama hemen her
yerde iyi çalışabilirim. Daha doğrusu, her koşul altında elimden gelenin en iyisini
yapmaya çalışırım. Çalışmanın iki büyük düşmanı var: Telefon ve ziyaret.
Soru: İyi yazabilmek için duygusal denge gerekli mi? Ancak aşık olduğunuz zaman iyi
yazabildiğinizi söylemiştiniz bir gün. Bu görüşünüzü biraz daha açıklayabilir
misiniz?
Hemingway: Bu ne biçim soru böyle! Ama iyi ettiniz bu konuyu açtınız. Rahatsız
edilmedikçe ve araya giren olmadıkça her yerde ve her zaman yazı yazılabilir. Daha
doğrusu kendinize karşı yeterince katı davranırsanız bunu başarabilirsiniz. Ama
yazdıklarınızın en iyisi hiç şüphesiz aşıkken yazdıklarınızdır. Sizce bir
sakıncası yoksa bu görüşümü daha fazla açmak istemiyorum.
Soru: Peki, ya maddi güven? Geçerli bir yapıtın ortaya çıkmasına engel midir?
Hemingway: Erken yaşta geçim sıkıntısından kurtulmuşsanız ve yaşamayı da yazı
yazmak kadar seviyorsanız, sizi çeken şeylere karşı direnebilmek çok güçlü bir
irade ister. Buna karşılık, yazı yazmak başlıca saplantınız ve hayattan
beklediğiniz en büyük zevk haline gelmişse, ancak ölüm ayırabilir artık sizi
yazarlıktan. Bu dönemde gelecek maddi refahın insana büyük bir yardımı olur ve
geçim kaygısına düşmenizi önler. Yazarlık yeteneğinin baş düşmanı kaygıdır.
Sağlık durumunun kötüye gitmesi de, kaygılanmanıza yol açtığı, kaygı da
bilinçaltınızı tükettiği ve sizi güçsüzleştirdiği için, tehlikelidir.
Soru: Yazar olmaya ne zaman karar verdiniz? Bunu kesinlikle saptayabilir misiniz?
Hemingway: Saptayamam, kendimi bildim bileli yazar olmak istemişimdir.
Soru: Philip Young, sizinle ilgili bir incelemede, 1918'de bir top mermisiyle yaralanmış
olmanızın yazarlık kişiliğinizi büyük ölçüde etkilediğini ileri sürüyor.
Hatırladığıma göre Madrit'te, Young'un bu iddiası üzerinde kısaca durmuş, havada
bir söz olduğunu söylemiştiniz. Ayrıca, sanatçı yeteneğinin edinilmiş değil,
kalıtımsal bir şey olduğunu da eklemiştiniz.
Hemingway: Anlaşılan o yıl, yani Madrid'te bunları söylediğim sırada aklım pek
başımda değilmiş. Lehime sayılabilecek bir tek nokta var: Young'un kitabından ve
edebiyatta örselenme kuramından çok kısa söz etmiş olmam. Belki de, o yıl
geçirdiğim iki beyin sarsıntısı ve kafatasımının çatlamış olması
düşüncesizce konuşmama yol açmıştır. Yanılmıyorsam, insandaki hayal gücünden
söz ederken, insan ırkının kalıtımsal bir deneyiminden kaynaklandığını
söylemiştim. Beyin sarsıntısı geçirmiş bir insanın konuşması bu, başkaca
hiçbir değeri yok. Onun için, yeni bir sarsıntıyla kendime gelene kadar bu konuyu
bıraksak iyi olur, tamam mı? Ama, o konuşmada sözünü ettiğim birçok dost ve
tanıdığım adlarını açığa vurmadığınız için size gene de teşekkür
borçluyum. Bir konuşmanın bütün tadı birtakım bilinmezleri aydınlatmasındadır,
ama bu arada gelişigüzel söylenmiş sözleri de yazıya dökerek iş çığırından
çıkar. Çünkü, bir sözün yazıya geçirilebilmesi için o sözü söyleyenin
söylediğini savunabilecek durumda olması gerek. Belki de böyle konuşmamın nedeni
buna gerçekten inanıp inanmadığımı anlamak içindi. Ortaya attığınız bu sorunla
ilgili olarak diyebilirim ki, yaraların insan üzerindeki etkileri çok değişiktir.
Kemiklerin kırılmasına yol açmayan yaralar pek önemli sayılamaz, hatta kimi zaman
insana bir güven bile verir. Buna karşılık sinirleri ve kemikleri zedeleyen yaraların
edebiyatçılara hiçbir yararı yoktur... Hoş, hiç kimseye yararları olduğu da
söylenemez ya!
Soru: Yazar olmak isteyen bir insan sizce nasıl bir zihinsel hazırlık içinde olmalı?
Hemingway: Cehenneme kadar yolum var diyerek işe başlarsa iyi eder, çünkü iyi
yazmanın ne kadar zor olduğunu kısa zamanda anlayacaktır. Sonra kendine karşı
acımasız olmalı ve ömrü boyunca elden geldiğince iyi yazmaya zorlamalı kendini.
Hiç değilse, işe başlarken elinin altında hazır bir konu olur, cehennemde neler
gördüğünü anlatır okuyucularına.
Soru: Peki, üniversite hocalığını seçenlere ne diyorsunuz? Öğretim kurumlarında
çalışan bunca yazarın kendi yazarlık mesleklerini baltaladıkları kanısında
mısınız? Yazarlıktan bir ödün vermiş sayılırlar mı?
Hemingway: Ödünden ne anladığınıza bağlı bu. Kocasını aldatan kadın da bir
bakıma ödün vermiş sayılmaz mı? Yoksa bir siyaset adamının verebileceği ödünden
mi söz ediyorsunuz? Ya da, hesabınızı biraz kabartmak şartıyla sizi taksite
bağlayan bakkalınızın ya da terzinizin verdiği ödün mü söz konusu? Yazmayı ve
öğretmeyi bir arada götürebilen bir yazar ikisini de yapmalı. Bu iki etkinliği
birlikte yürüten birçok başarılı yazar var. Ben yapamam, yapamayacağımı da
biliyorum, yapabilenlere de, açıkca söyleyeyim, hayranım. Bununla birlikte öyle
sanıyorum ki, üniversite yaşamı dış dünyadaki yaşam deneyimini sınırlayabilir ve
dünyayı daha derinden tanımamızı engeller. Ama şu da var: Geniş bir yaşam
deneyimi, yazarın çok daha büyük sorumluluklar yüklenmesine yol açar, dolayısıyla
işini de daha zorlaştırır. Kalıcı bir ürün vermek insanın bütün vaktini alan
bir uğraştır. Doğrudan doğruya yazmaya ayrılan süre günde iki üç saati geçmese
bile, gene de böyledir bu. Yazarı bir kuyuya benzetebiliriz. Çeşit çeşit yazar
olduğu gibi, çeşit çeşit de kuyu var. Önemli olan, kuyudaki suyun tatlı olması ve
kuyuyu bir hamlede boşaltıp yeniden dolmasını beklemektense, her gün belli bir miktar
su çekmekle yetinilmesi, Konudan uzaklaştığımı biliyorum, ama doğrusunu isterseniz
konu da o kadar ilgi çekici değil.
Soru: Genç yazarlara gazeteciliği öğütler misiniz? Kansas City Star gazetesindeki
deneyiminizin size ne gibi yararları oldu?
Hemingway: Star'da, basit ve dolambaçsız yazmayı öğrenmek zorundaydık. Herkes için
yararlıdır bu. Gazeteciliğin genç bir yazara zararı dokunmaz, hatta yardımı bile
olur, yeter ki zamanında sıyrılmayı bilsin gazetecilikten. Evet, çok çiğnenmiş bir
söz bu, kullandığım için de özür dilerim ama, insan böyle yavan sorular sordu mu,
bu gibi yavan karşılıklara da katlanmayı bilmeli.
Soru: Transatlantic Review'daki bir yazınızda, gazeteciliğin tek olumlu yanı olarak
parasının bolluğunu göstermiştiniz. Şöyle diyordunuz: 'Sizin için değerli olan
şeyleri gazeteye yazarak harcıyorsunuz, karşılığında çok para beklemek en doğal
hakkınızdır.' Yazı yazmak bir çeşit kendi kendini harcamak mıdır sizce?
Hemingway: Hiçbir zaman, hiçbir yerde böyle bir şey söylediğimi hatırlamıyorum.
Oldukça gülünç ve katı bir söz bu: belki de bu konunun üzerinde durmamak, beylik
bir söz etmiş olmamak için böyle demişimdir. Gerçi, yaratıcı bir yazar için
gazetecilik, bir dereceye kadar, her gün kendini yeniden harcamak sayılabilir ama,
yazmanın kendini harcamak olduğuna kesinlikle inanmıyorum.
Soru: Başka yazarlarla ilişki içinde olmanın bir yazar için uyarıcı, özendirici
bir değeri var mıdır?
Hemingway: Var, tabii.
Soru: 1920 yıllarının Paris'inde öbür yazarlar ve sanatçılar arasında, birlik
olduğunuz kimseler var mıydı? Belirli bir topluluğun üyesi sayıyor muydunuz
kendinizi?
Hemingway: Hayır. Öyle bir şey yoktu. Birbirimize karşılıklı saygımız vardı, o
kadar. Kimi benim yaşımda, kimi de, Gris, Picasso, Braque, Monet gibi -Monet daha
hayattaydı o zaman- benden yaşlı ressamlara ayrıca Joyce, Ezra, bazı yapıtları
açısından da Stein gibi yazarlara saygı duyardım.
Soru: Yazı yazarken, o sırada okuduğunuz bir kitabın etkisinde kaldığınız oldu mu?
Hemingway: Joyce'un Ulysses'u yazdığı dönemden bu yana öyle bir şey olmadı.
Joyce'un etkisi de doğrudan, dolaysız bir etki değildi. Ama o dönemde, bildiğimiz
sözcüklerin yasaklandığı, her sözcük için savaşmak zorunda kaldığımız o
dönemde, herşeyi değiştiren ve bizi zorlanmalardan kurtaran onun etkisi oldu.
Soru: Öteki yazarlardan yazı sanatı üstüne öğrenebileceğiniz bir şey var mı?
Dünkü konuşmanızda, örneğin Joyce'un böyle bir şeyin söz konusu edilmesine bile
katlanmadığını söylemiştiniz.
Hemingway: Biz edebiyatçılar kendi aramızda olduğumuz zaman yalnız başkalarının
kitaplarından söz ederiz. Bir yazar, iyi yazarsa, kendi yazdıklarından söz etmez.
Joyce çok büyük bir yazardı ve neyi nasıl yaptığnı ancak birtakım yeteneksiz
kimselere açıklardı. Saygı duyduğu öteki yazarlara güvenir, ne yapmak istediğini
kendiliklerinden anlayabileceklerine inanırdı.
Soru: Son yıllarda yazarlarla birlikte olmaktan kaçınır gibisiniz. Neden?
Hemingway: Karışık bir sorun bu. Yazarlık mesleğinde ilerledikçe insan daha bir
yalnızlaşır. En yakın, en eski dostlarınızın çoğu ölmüştür. Kimileri
uzaklaşmıştır. Sık görüşmezsiniz ama, yazışırsınız ve eski günlerdeki gibi,
kahvede buluşmuş gibi, birliktesinizdir. Matrak mektuplar yazarsınız birbirinize,
açık saçık, kaba saba şakalar yaparsınız, bu da bir kahve köşesinde sohbet etmek
kadar keyiflidir çoğu zaman. Ama giderek, yalnızlığınız ister istemez artar.
Çünkü çalışacaksınız, yalnız çalışacaksınız, başka yolu yok bunun, ve
çalışmaya ayıracağınız zaman da günden güne azalmaktadır. Bütün bunların
yanı sıra, hepsini bastıran bir duygu daha var: Yazmadan geçen zaman boşa geçmiş
bir zamandır ve bu da size kefareti hiçbir zaman ödenemeyecek bir günah gibi gelir.
Soru: Yakınlarınızın, çağdaşlarınızın üzerinizde etkileri oldu mu? Örneğin
Gertrude Stein'in katkısı diye bir şeyden söz edebilir miyiz? Ya da Ezra Pound'un, Max
Perkins'in?
Hemingway: Kusura bakmayın ama, otopsilere pek meraklı değilimdir. Bu gibi sorunları
incelemekle görevli edebi ya da gayri edebi birçok teşrih uzmanı var. Hakkımda yalan
yanlış bir sürü şey yazdı Miss Stein, beni nasıl etkilediğini uzun uzun anlattı
durdu. Kişileri konuşturma sanatını benden, Güneş de Doğar adlı kitabımdan
öğrenmiş olmayı bir türlü hazmedemediği için bu yola saptığını sanıyorum. Ona
çok büyük bir yakınlık duyardım, konuşmanın nasıl yazılacağını öğrenmesine
de çok sevinmiştim. Herhangi bir yazardan, ister ölmüş, ister hayatta olsun, bir
şeyler öğrenmek bana çok doğal geldiği için, benden bir şey öğrenmenin
Gertrude'ü bu kadar üzeceğini hiçbir şekilde tahmin edemezdim. Ayrıca çok da iyi
bir yazardı. Ezra'ya gelince, iyi bildiği konularda son derecede zekiydi. Bu tür
konuşmalar canınızı sıkmıyor mu? Otuz beş yıllık eski defterlerin
karıştırıldığı bu tür edebiyat dedikodularından tiksinirim. Herkes gerçeği, tam
gerçeği söylese durum değişirdi tabii. Belgesel bir değeri olurdu söylenenlerin.
Onun için, burada bana düşen, dedikoduları bir yana bırakıp, sözcükler arasındaki
soyut ilişkiler üstüne bana çok şeyler öğreten Gertrude'e teşekkür etmek, bir
zamanlar ona ne kadar içten bağlı olduğumu bir kez daha yinelemek, büyük şair ve
sadık dost Ezra'nın hakkını hiçbir zaman ödeyemeyeceğimi söylemek, Max Perkins'i
de, öldüğünü hala kabul edemiyecek kadar çok sevdiğimi bir kez daha
hatırlatmaktır. Yazdıklarımda herhangi bir değişiklik yapmamı hiçbir zaman
istememişti benden Max, yalnız, o dönemlerde yayımlanması olanaksız bazı
sözcüklere takılırdı. Bu gibi sözcüklerin yerini boş bırakırdık, anlayan da
anlardı. Çok akıllı bir dost, eşi bulunmaz bir arkadaştı. Şapkasını giyiş
tarzına, konuşurken dudaklarını garip bir biçimde oynatmasına bayılırdım.
Soru: Hangi yazarların etkisinde kaldınız? En çok kimlerden yararlandınız?
Hemingway: Mark Twain, Flaubert, Stendhal, Bach, Turgenyev, Dostoyevsky, Çehov, Andrew
Marwell, John Donne, Maupassant, Kipling, Thoreau, Yüzbaşı Marryatt, Shakespeare,
Mozart, Queveda, Dante, Virgilius, Tinetoretto, Hieronymus Bosch, Brueghel, Patinir, Goya,
Giotto, Cezanne, Van Gogh, Gauguin, San Juan de la Cruz, Gongora... bütün bir gün
düşünsem belki ancak anımsayabilirim hepsini. Ama o zaman da, yaşamımı ve
yapıtlarımı etkileyenleri sayacağım yerde bilgiçlik taslamağa kalkıştığım
sanılabilir, çünkü bütün bu insanlar hakkında derin bir bilgim olduğunu hiçbir
zaman ileri süremem. Kötü bir soru değil. Hatta çok iyi bir soru da, öyle hemen
ayaküstü yanıtlanabilecek türden değil. Düşünüp taşınmak, kendini iyice bir
yoklamak şart buna yanıt vermeden önce. Dikkat ettiyseniz, yalnız yazar değil,
birçok ressam adı da verdim, çünkü yazarlar kadar ressamlardan da birçok şey
öğrendim yazı sanatı üstüne. Nasıl oluyor bu diyeceksiniz? Açıklaması bütün
bir günümüzü alabilir. Bestecilerden, armoni ve kontrapunta çalışmalarından çok
şeyler öğrenebileceğimizi ise açıklamaya bile gerek yok.
Soru: Bir müzik aleti çaldınız mı hiç?
Hemingway: Viyolonsel çaldım. Bütün vaktimi müzik ve kontrapunto öğrenimine
verebilmem için bir yıl okula göndermemişti beni annem. Yetenekli olduğumu sanıyordu
ama, hiç de değildim. Oda müziğine meraklıydık o zamanlar: annem piyano çalardı,
kızkardeşim de alto. Kemancı dışarıdan gelirdi. Benim viyolonsel çalışım ise,
akıllara durgunluk verecek kadar berbattı.
Soru: Adını saydığınız yazarlar arasında hala okuduklarınız var mı? Twain,
örneğin?
Hemingway: Twain'i unutmak çok zor. Aradan iki, üç yıl geçmesi gerek. Shakespeare'i
her yıl okurum. Her seferinde de Kral Lear'ı. İnsanı öyle bir kendine getirir ki!
Soru: Demek sürekli olarak okuyan, okumaktan zevk alan bir yazarsınız?
Hemingway: Her zaman okurum. Hatta, kitapsız kalmamak için, kimilerini bir kenara
koyarım.
Soru: Az önce, etkilendiğiniz kişileri sayarken Hieronymus Bosch'dan da söz
etmiştiniz. Bosch'un resimleri, simgelerin kaynaştığı bir karabasan görünümünde
sizin dünyanıza hiç benzemiyor.
Hemingway: Herkesin kendi karabasanı var; kendiminkileri de, başkalarınınkileri de
çok iyi bilirim. Ama bunları yazmak zorunda değilsiniz. Bildiğiniz ve yazıya
dökmediğiniz her şey, ister istemez yazınıza geçer ve kendi niteliğini
yazdıklarınıza aktarır. Bir yazarın atladığı, bilmediği bir şeyse, işte o zaman
bu boşluk yazısında bir delik gibi sırıtır.
Soru: Listenizde adı geçenlerin yapıtlarını derinlemesine incelemek az önce
sözünü ettiğiniz o 'kuyu'yu doldurmağa mı yarıyor? Yoksa yalnızca yazı
tekniğinizin gelişmesine mi katkısı oluyor?
Hemingway: Görmeyi, işitmeyi, duymayı ve duymamayı, yazmayı öğrenme sanatının bir
parçasıdır bu yapıtlar. 'Özsu'yunuz neredeyse, kuyu da oradadır. Ne olduğunu,
nelerden oluştuğunu kimse pek bilmez, siz ise hiç mi hiç bilemezsiniz. Bildiğiniz tek
şey sizde olup olmadığı, ya da gelmesi için beklemek gerekip gerekmediğidir.
Soru: Romanlarınızda simgeler olduğunu kabul ediyor musunuz?
Hemingway: Eleştirmenler var dediklerine göre vardır herhalde. Sizce bir sakıncası
yoksa, eleştirmenlerden söz etmesek, eleştirmenler üstüne bana soru sormazsanız
memnun olurum. Roman yazmak, öykü yazmak zaten çok zor bir iş, bir de bunların
açıklamasını mı bekleyeceksiniz yazardan? Kaldı ki, açıklayıcıların ekmeğiyle
oynamak da doğru değil. Beş, altı usta açıklayıcı bu yoldan geçimlerini
sağlıyorlarsa, ne diye onların işine engel olayım ben? Yazdığım bir şeyi
okuyacaksınız, okumanın tadını çıkarın, yeter. Onun dışında bulacağınız her
şey, sizin kişisel katkınız olacaktır.
Soru: Bu konuyu kapmadan önce size bir sorum daha var: bir yayın danışmanı Güneş de
Doğar romanındaki başlıca kişiler ile boğa güreşine katılan kişiler arasında
bir benzerlik, bir koşutluk bulmuş. Romanın ilk cümlesinden, Robert Cohn'un boksör
olduğunu öğreniyoruz; daha sonra, desencajonada sırasında, boğanın, boynuzlarını
bir boksör gibi kullandığı, sağlı sollu darbeler savurduğu, kroşeler attığı
belirtiliyor. Ayrıca, bir öküzün yanında boğa nasıl uysallaşırsa, Robert Cohn da
enenmiş bir öküz durumunda olan Jake'ın yanında uysallaşıyor, onun her dediğine
boyun eğiyor. Karşılaştırmayı çok daha ileri götürüyor bizim yayın danışmanı
ama, bir kuşkusu var: Romanın kurgusunu bir boğa güreşi gibi düzenlerken bilinçli
olup olmadığınızı merak ediyor.
Hemingway: Sizin yayın danışmanı biraz kafadan sakat olsa gerek. Jake'nin bir öküz
gibi enenmiş olduğunu da nereden çıkarmış? Taşakları sapasağlam Jake'in.
Sakatlığı başka. Yani, tam bir erkek gibi istekler eğilimler duyabilecek bir insan;
Ama bunları karşılayacak durumda değil. Aradaki önemli fark, yarasının ruhsal
değil fiziksel olması. Enenmekle hiçbir ilgisi yok bunun.
Soru: Bu gibi, yazarlık mesleğiyle ilgili sorular gerçekten can sıkıcı mı geliyor
size?
Hemingway: Akıllıca bir soru ne hoşa gider, ne de can sıkar. Bununla birlikte, bir
yazarın nasıl yazdığını anlatması çok kötü bir şey bence. Gözle okunmak için
yazılmıştır bir roman, dolayısıyla herhangi bir açıklamaya da gerek yoktur bence.
Gerçi, ilk okumada göremeyeceğimiz çok şey var bir romanda, ama bunları açıklamak,
ya da yapıtının en çetrefil köşelerine rehberli geziler düzenlemek herhalde yazara
düşmez.
Soru: Bir konuşmanızda da, henüz tamamlanmamış bir yapıtından söz etmenin yazar
açısından tehlikeli olduğunu, onu kurutabileceğini söylemiştiniz. Neden? Neden diye
soruyorum, çünkü birçok yazarın, örneğin Twain'in, Thurber'ın, Steffens'in
yazdıklarını birtakım dinleyiciler üstünde deneyerek olgunlaştırdıklarını
biliyoruz.
Hemingway: Twain'in Huckleberry Finn'i dinleyiciler üstünde 'denediği' ne hiçbir zaman
inanamam. Denediyse, herhalde en iyi yerlerini de onlar ekletmişlerdir. Wilde'ı
tanıyanlar, yazdığından çok daha iyi konuştuğunu söylerler. Steffens
yazdığından daha iyi konuşurdu. Yazdıklarından ve söylediklerinden kimilerine
inanmak gerçekten zor. Gençliğinde anlattığı bazı hikayeleri zamanla nasıl
değiştirdiğine ben tanık oldum. Thurber yazdığı gibi konuşur muydu bilmem, ama
öyleyse, hiç şüphesiz dünyanın en büyük ve en az can sıkıcı
konuşmacılarından biriydi. Benim tanıdıklarım arasında mesleğinden en iyi söz
eden, en tatlı, aynı zamanda da en keskin dilli olan boğa güreşçisi Juan
Belmonte'dir.
Soru: Yazışınızın, yazı biçiminizin gelişmesinde bilincin, bilinçli çabanın
payı nedir?
Hemingway: Uzun ve can sıkıcı yanıtlar gerektiren bir soru bu. Üstelik de insan bir
kaç gününü bu konu üstünde kafa yormakla geçirirse, öylesine biçimlenir ki, yazı
yazamaz olur artık. Yalnız şu kadarını söyleyeyim; amatörlerin üslup dedikleri
şey yapılanlardan apayrı bir şey yapma kaygısının ağır bastığı ilk denemelere
özgü bir beceriksizliktir genellikle. Daha sonraları bu beceriksizlik tedirgin edici
olmaktan çıkar. Ne var ki bir yazar beceriksizlik yapınca okuyanlar bunu beceriksizlik
değil de bir üslup özelliği sanırlar, bir çok kimse de çıkıp onları taklit eder.
Çok üzücü bir şey bu.
Soru: Bana gönderdiğiniz bir mektupta romanlarınızın hangi koşullar altında
yazıldıklarını incelersek ilgi çekici sonuçlar çıkabileceğini ileri
sürmüştünüz. Bu bakımdan The Killers (Katiller) hakkında Ten Indians (On
Kızılderili) ve Today is Friday (Bugün Cuma) gibi bunu da bir günde yazdığınızı
söylemiştiniz. Güneş de Doğar hakkında bir açıklama yapabilir misiniz?
Hemingway: Durun bakayım.. Güneş de Doğar'a Valencia'da doğum günümde başladım,
21 Temmuzda. Hadley, karım ve ben, 24 temmuzda başlayacak olan şenliklerde iyi bir yer
kapmak için Valencia'ya bir kaç gün önce gitmiştik. Yaşıtlarımın hepsi
romanlarını yazmışlardı ben ise bir bölümünü bile kıvırmakta güçlük
çekiyordum. Doğum günümde başladım kitaba, bütün şenlik boyunca sabahları
yatağımda yazdım, oradan Madrid'e geçtim, orada da yazmaya devam ettim. Madrid'te
şenlik falan olmadığı için masalı bir oda bulabildik, büyük bir lükstü benim
için masaya kurulup rahat rahat yazabildim. Odadan sıkılınca otelin hemen yanındaki
Pasaj Alvarez'deki tavernaya gidiyordum. Otele göre serin olduğu için daha rahat
çalışıyordum orada. Fakat havalar çalışamayacağımız kadar sıcak olunca tası
tarağı toplayıp Hendaye'de kaldık. Paris'e gittik sonra. Notre Dame -Des -Champs
sokağında, 113 numaradaki bıçkıhanenin üstündeki dairede, başladıktan tam altı
hafta sonra ilk müsveddeyi tamamladım, götürüp romancı Nathan Asch'a gösterdim.
'Ne?'diye homurdandı 'bir roman mı yazdım dediniz? Bir roman ha? Bana kalırsa bir
roman değil yolculuk rehberi yazmışsınız siz.!' Genede cesaretim kırılmadı.
Voralbert'teki Schruns kasabasına gittik, Taufbe oteline yerleştik: Orada romanı
baştan yazdım, yolculuk sahnesini de (balık avının ve Pampelune gezisinin
anlatıldığı bölüm) çıkarmadım.
Sözünü ettiğimiz öyküleri 16 Mayıs günü Madrid'te bir günde yazdım. O gün kar
yağmış, Isidro boğa güreşleri ertelenmişti. Daha önceleri bir kaç kez başlayıp
sonunu getiremediğim The Killers'i yazdım önce. Öğle yemeğinden sonra da ısınmak
için yatağa girdim Todays is Friday'i bitirdim. İçim o kadar doluydu ki kabıma
sığamıyordum bir türlü, üstelik de kafamda yazılmak üzere sıra bekleyen altı
öykü vardı. Hemen giyindim torreroların uğradığı eski bir kahve vardır, Fornos'un
yeri diye bilinir,oraya kapağı attım. Bir kahve içtim, sonra döndüm otele ve Ten
İndians'ı yazdım. Üşte o zaman büyük bir hüzün çöktü içime, konyak içtim ve
uyudum.Yemek yemeyi unutmuştum. Garsonlardan biri biraz bakalao, küçük bir bonfile ile
tava patates ve bir şişe de valdepanas getirdi. Aç kalacağım diye ödü kopardı
pansiyoncu kadının, bu yüzden de garsonu yollamıştı bana. Bugün gibi aklımda:
Yatağımda doğruldum, yemeği yedim, valdepanası da içtim. Bir şişe daha
getireceğini söyledi garson, senoranın bu gece yazıp yazmayacağımı merak ettiğini
de ekledi. Biraz nefes almak istiyordum, bütün gece yazmayacağımı söyledim. 'Bir
öykü daha yazsanız ne olur sanki?' dedi garson. 'Zaten bir tane yazacaktım' dedim.
'Haydi canım sizde!' dedi, 'en azından altı tane yazabilirsiniz'. 'Yarın denerim'
dedim. 'Bu akşam deneyin' dedi. 'Bunca yiyeceği babam hayrına mı yolladı size
kocakarı? Yoruldum ama' dedim. 'Saçmalamayın' dedi. 'Üç hikayeden yorulur muymuş
insan.! Birini çevirin bakayım bana', diye ekledi. 'Beni yalnız bırakın' dedim.
'Yalnız kalmazsam nasıl yazabilirim?' Bunun üzerine yatağıma oturdum, valdepanası
içtim ve yazdığım ilk öykü umduğum kadar iyiyse yırttık demektir diye
düşündüm.
Soru: Bir öyküyü, yazmadan önce ne dereceye kadar kafanızda oluşturursunuz? Konu,
olay örgüsü ya da kişilerde bir değişiklik olur mu yazım sırasında?
Hemingway: Çanlar Kimin İçin Çalıyor bu bakımdan her gün bir sorun olarak karşıma
dikildi. Neler olacağını kabaca biliyordum tabii. Ama somut olayları hergün yeniden
bulmak, uydurmak zorunda kaldım.
Soru: The Green Hils Of Africa(Afrikanın Yeşil Tepeleri), To Have and Have Not (Elde
Etmek ve Etmemek) ve Acros the Riverand into the Trees (Irmağın Ötesinde ve
Ağaçların Altında) adlı romanlarınızın üçü de önceden birer öyküydü de
sonradan mı bir romana dönüştü? Öyleyse yeni bir hazırlığı gerektirmeyecek kadar
birbirine benzeyen iki biçim midir bunlar sizce?
Hemingway: Hayır değil. The Green Is of Africa'yı bir roman olarak almayın ele.
Şöyle bir şey denemek istemiştim; bir yörenin görüntüsü ve bir ay içinde o
yörede olup bitenler anlatılsa, ama içtenlikle, yalana dolana sapmadan anlatılsa
ortaya çıkan yapıt hayal ürünü bir yapıt değerini kazanabilir mı? Bunun hemen
ardından The Snow of Klimandjaro (Klimancaro'nun Karları) ve The Short Happy Life of
Frances Macomber'i (Francis Macomber'in Kısa ve Mutlu Yaşantısı) yazdım. The Green
Hills'te gerçeğe olabildiğince bağlı kalarak anlatmaya çalıştığım o bir aylık
uzun av gezisinde edindiğim bilgi ve deneyimlerle beslenen hayal ürünü öykülerdi
bunlar. To Have and Have Not ile Across the River and into the Trees'in ikisine de birer
öykü olarak başlamıştım.
Soru: Bir edebiyat tasarısıdan başka bir edebiyat tasarısına kolaylıkla geçer
misiniz, yoksa başladığınızı bitirmeden yeni bir çalışmaya girişmez misiniz?
Hemingway: Görüyorsunuz işte bu soruları yanıtlamak için işimi gücümü bırakacak
kadar budalayım ben, bunu cezasını da biliyorum, çok ağır ödeyeceğim. Nasıl olsa
ödeyeceğim, göreceksiniz.
Soru: Başka yazarları kendinize rakip olarak görür müsünüz?
Hemingway: Hiç bir zaman. Değerine inandığım bir çok ölü yazardan daha iyi yazmaya
çabalarım. Bazen talih yüzüme gülüyor yazabileceğimden de iyisini yazıyorum.
Soru: Bir yazarın yaratma gücü yaşlandıkça azalır mı sizce? The Green Hills of
Africa'da Amerikalı yazarların belli bir yaştan sonra haminne'lere benzediklerini
söylüyorsunuz.
Hemingway: Söylemişimdir. Ne yaptığını bilen bir kimse kafası çalıştığı
sürece ayakta durabilir sanıyorum. Adı geçen kitapta bilmem hatırlayacak mısınız,
şakadan anlamayan kütük gibi bir Avusturyalıya Amerikan edebiyatından söz ediyoruz,
adam beni konuşturmak istiyor benim ise aklım yapacağım işlerde. Bu konuşmayı
olduğu gibi aktardım. Kehanetlerde bulunmak değildi amacım. Ama gene de
söylediklerimin belli bir yüzdesini geçerli sayabilirsiniz.
Soru: Kişilerden söz etmedik. Yapıtlarınızdaki kişilerin tümü gerçek hayattan mı
alınma?
Hemingway: Değil tabii. Ancak kimilerini gerçek hayattan aldım. Her insanın öteki
insanlar hakkında edindiği bilgiler, her insanın deneyimi ve anlayışı vardır. Roman
kişileri bu birikimden kaynaklanarak oluşur.
Soru: Gerçekte tanıdığınız bir kişiyi roman kişisine dönüştürme yönteminden
söz edebilir misiniz?
Hemingway: Kimi nasıl değiştirdiğimi anlatmaya kalksam hakaret davalarından başımı
alamam.
Soru: Sizde E.M.Forster gibi 'yassı' kişiler ve 'yuvarlak' kişiler diye bir ayrım
yapar mısınız?
Hemingway: Birini tasvir ederseniz, fotoğrafa benzer, yamyassı olur çuvalladınız
gitti demektir. Ama, sizdeki birikimden yola çıkarak bir kişi yarattınız mı bu
kişide gerekli bütün boyutları bulabilirsiniz.
Soru: Kişileriniz arasında hangilerini ayrı bir duyarlılıkla, bir şefkatle
anımsarsınız?
Hemingway: Sayması uzun olur.
Soru: Demek kitaplarınızı yeniden okumak hoşunuza gidiyor. Peki kimi yerlerinde
değişiklik yapmak gelmiyor mu içinizden?
Hemingway: İşler sarpa sardığında, bir güçlüğün üstesinden gelemediğim
zamanlarda kendimi yüreklendirmek için eski kitaplarımı okuduğum olur. Okuduğumda da
bu işin oldum olası güç hatta kimi zaman da hemen hemen imkansız bir iş olduğunu
görürüm.
Soru: Nasıl adlandırırsınız kişileri?
Hemingway: Aklımın erdiği kadar..
Soru: Kitabın başlığını romanı yazarken mi bulursunuz?
Hemingway: Hayır. Romanı ya da öyküyü bitirdikten sonra oturur bir liste yaparım.
Sonra da bu listedeki başlıkları ki bunları sayısı bazen yüzü aşar, bir bir
elerim. Tümünden vazgeçtiğim de olmuştur.
Soru: Hills Like White Elephants (Beyaz Filler Gibi Tepeler) gibi başlığı romanın
içinde geçen bir öyküyü adlandırırken de aynı listeyi yapar mısınız?
Hemingway: Yaparım. Başlık sonra gelir. Birgün Prunier'ye gitmiştim, öğle
yemeğinden önce midye yemek için. Tanıdığım bir kıza rastladım orada, çocuk
düşürmüştü. Masasına gittim, çene çaldık ama düşükten söz etmedik ikimizde.
Eve dönünce bir öykü geldi aklıma, yemeğe boş verdim akşama kadar yazdım.
Soru: Demek ki yazmadığınız zamanlarda da, işinize yarayabilecek bir şeyler
yakalamak için sürekli bir gözlemci durumundasınız.
Hemingway: Tabii. Gözlemciliği bıraktı mı sonu gelmiştir yazarın. Bilinçli olarak
gözlemlesin ya da her gördüğünü nasıl kullanabilirim diye düşünsün demiyorum.
Belki ilk dönemlerde bu böyledir ama daha sonraları gördüğü her yeni şey eskiden
gördüğü ya da bildiği şeylerin toplandığı büyük bir ambara girer. Sizi
ilgilendirir mi bilmem ama ben her zaman buzdağı ilkesine göre yazmışımdır.
Görünen her bölüme karşılık görünmeyen yedi bölüm vardır suyun altında.
Bildiğiniz her şeyi ekleyebilirsiniz. Nasıl olsa gidip buzdağının altındaki
bölümü sağlamlaştıracaktır. Yani hikayenin görünmeyen yönünü. Ama yazar
herşeyi bilmediği için atlamışsa o zaman hikayede boşluk meydana gelir.
The Old Man Of the Sea (İhtiyar Adam ve Deniz) bin sayfalık bir roman olabilirdi, köyde
yaşayan herkesi, nasıl geçindikleri, doğumları, eğitimleri, çocukları v.b.
üstüne bütün akla gelebilecek ayrıntıları kapsamına alabilirdi. Bunu yapmış hem
de büyük bir başarıyla yapmış bir çok yazar var. Yazı yazarken sizden öncekilerin
başarıları birer sınır olarak karşınıza çıkar. Dolayısıyla ben de değişik
bir şey yapmak zorunda kaldım. Bir deneyimin okuyucuya aktarılmasında tümünü
ayıklamaya çalıştım önce. Böylece kitabı okuduktan sonra bunu kendi deneyimiymiş
gibi benimseyecekti okuyucu. Anlatılanların gerçekliğine inanacaktı. Çok zor bir iş
bu, başarmak için çok uğraştım. Nasıl başardığımı bir kenara bırakalım
şimdilik de size şu kadarını söyleyeyim; bir deneyimi tümüyle aktarmak ve böyle
bir deneyimi tümüyle aktaran olmak bu kez inanılmayacak kadar şanslıydım. Sonra iyi
bir adam, iyi bir çocuk vardı elimde ve günümüz yazarları böyle şeylerin hala
olabileceğini unutmuşlardı. Kaldı ki deniz en azından insan kadar çekici bir konu.
Şans dediğimde bu işte. Erkek kılıç balığını görmüştüm daha önce nasıl bir
şey olduğunu biliyordum. Bildiğim için de anlatmadım onu. Aynı yerde yüzelli
balinalık bir sürü görmüştüm hatta birini de zıpkınlamıştım. Yirmi metreden
fazlaydı boyu. Yakalayamadım tabii. Kaçtı gitti. Bundan da söz etmedim öyküde. O
balıkçı köyü üstüne bildiğim hikayelerin, fıkraların hiçbirini anlatmadım. Ama
bunların bilinmesi buzdağının altındaki bölümü oluşturdu.
Soru: Archibald Mac Leish, bir deneyimi okuyucuya aktarma deneyiminden sözederken, bu
yöntemi Kansas City Star adına beyzbol karşılaşmaları izlediğiniz sıralarda
oluşturduğunu söyler. Yöntem de şu; küçük ayrıntılar üstünde duruyorsunuz,
okuyucu bu ayrıntılar sayesinde bildiği ama o güne değin bilincine varamadığı
şeylerin bilincine vararak aktarmak istediğiniz deneyimin tümünü yaşayabiliyor...
Hemingway: Yanlış. Star adına hiçbir zaman beyzbol karşılaşmalarını izlemedim.
Arcihe'nin anımsamaya çalıştığı, 1920 yıllarında Chicago'daki anlatım
yollarını, ilk bakışta anlamsız gibi gelen, ama duyguları oluşturan küçük
ayrıntıları yakalamak için gösterdiğim çabaydı. Küçük ayrıntılar derken bir
dış oyuncusunun nereye düştüğüne bakmadan eldivenini fırlatması, boksör
ayakkabısı ile şilte arasında sıkışan reçinenin gıcırdaması, Jack Blackburn'un
her kapışmadan sonraki garip hali, teninin kül rengini alması gibi şeyleri
kastediyorum. Ressamın taslak çizmesi gibi ben de böyle şeyleri yakalamaya
çalışıyorum. Gerçekten de görünen şey; Blackburn'un eski yaşantısı, geçmişi
değil, teninin o garip rengi, yüzündeki eski ustura yaralarının izleri ve hasmını
bir yumrukta yıkmasıydı. Blacburn eski serüvenleriyle değil her şeyden önce bu
ayrıntılarıyla etkiliyordu insanı.
Soru: Kişisel olarak yaşamadığınız denemediğiniz durumları anlattığınız oldu
mu?
Hemingway: Amma da tuhaf soru ha! Kişisel olarak derken fiziksel deneyim mi demek
istiyorsun? Öyleyse evet. Eğer birazcık aklı varsa bir yazar hiç bir zaman tasvir
etmez. Ya uydurur ya kişisel ya da kişisel olmayan bir deneyimden yararlanır. Kimi
zaman ırkından ya da ailesinden gelebilecek kendisine doğrudan bağlı olmayan
dolayısıyla da açıklayamayacağımız bir deneyimden hareket eder. Göçmen kuşa kim
öğretmiştir öyle uçmayı? Bir arena boğası cesaretini bir av köpeği sezgisini
nereden almıştır? Aklım pek başımda olmadığı bir sırada Madrid'te konuştuğumuz
karmaşık şeylerin bir açıklaması ya da bir özetlemesi sayabilirsiniz bu
söylediğimi.
Soru: Bir yaşantınızı, bir deneyiminizi roman biçiminde işleyebilmeniz için o
yaşantı ya da deneyimden ne dereceye kadar kopmuş olmanız gerekir? Örneğin Afrika'da
geçirdiğiniz uçak kazaları?
Hemingay: Deneyimine bağlı bu. Varlığınızın bir bölümü daha başından beri o
deneyimi tam bir ilgisizlikle izlemiştir zaten. Bir bölümü ise tümüyle içindedir o
deneyimin. Bir deneyimin yaşanmasıyla yazılması arasında şu ya da bu kadar zaman
geçmesi diye bir kural olamaz bence. Kişinin dayanıklılığına ve dengesine göre
değişir bu. Dayanıklı gözüpek bir yazar için bir uçakla yere saplanmak hiç
şüphesiz değerli bir yaşantıdır. Bir çok önemli şeyi kısa zamanda öğreniverir.
Bu öğrendiklerinin işine yanayıp yaramaması kazadan sağ kurtulup kurtulmamasına
bağlıdır.
Hayatta ve onurlu kalmak evet modası geçmiştir ama gene de çok önemli bir
sözcüktür onur sözcüğü, günümüzde bir yazar için her zamankinden daha zor, zor
olduğu kadar da önemlidir. Şu ya da bu nedenle yazarlıklarını sürdüremeyenler,
ölmeden önce gönüllerince birşey yapabilmek için için uzun, cansıkıcı ve
acımasz savaşımlarını sürdüren öteki yazarlara göre daha çok sevilirler çünkü
kimse göremez onların çöküşünü.. Çünkü ölenler ve kendilerine göre haklı
nedenlerle savaşımı erkenden ve kolaylıkla terkedenler, daha anlaşılır ve insanlara
daha yakın oldukları için, her zaman tercih edilmişlerdir. Yenilgi ve ustaca
gizlenmiş ödleklik daha insancıldır ve daha çok sevimlidir.
Soru: İzin verirseniz size bir soru sormak istiyorum. Çağının toplumsal ve siyasal
sorunlarıyla ne dereceye kadar ilgilenmeli sizce yazar?
Hemingway: Herkes kendi vicdanından sorumludur. Bir vicdandan da neler beklenileceğini
kurallara bağlayamayız. Bildiğim tek şey şu: Bir yazar siyasetle uğraşıyorsa ve
yapıtı kalıcı bir yapıtsa, ileride onu okuyanlar yapıtındaki siyasi bölümleri
atlamak zorunda kalacaklardır. Kendilerini siyasal bakımdan bağımlı gösteren
yazarların çoğu sık sık siyasal görüşlerini değiştirirler. Kendileri
'siyaset-edebiyat' dergileri açısından herhalde çok ilgi çekici bir şeydir bu. Ama
belki de bunu bir çeşit mutluluk araştırması sayabilir ve bu bakımdan da saygıyla
karşılayabiliriz.
Soru: Ezra Paund'un St. Elizabeth Hastanesi'nden taburcu edilmesini istemiştiniz. Şairin
ırkçı ve zenci düşmanı Kasper üstündeki siyasal etkisi bu görüşünüzü
değiştirdi mi?
Hemingway: Hayır. Değiştirmedi. Ezra Paund serbest bırakılmalı ve her türlü
siyasal etkinlikten uzak duracağına söz vermek şartıyla İtalya'da şiir yazmak
hakkını elde etmeli. Şu Kasper bir an önce içeri tıkılsa gerçekten çok sevinirim.
Büyük şair denince ille de öncüler, oymak reisleri ya da gençliğe örnek olan
üstün kişiler gelmemeli akla. Birkaçını sayayım isterseniz: Verlaine, Rimbaud,
Shelley, Byron, Baudelaire, Proust, Gide. Bir takım Kasper'lar çıkar da
davranışlarını, ahlak anlayışlarını ya da düşünce tarzlarını kapar diye
bunları akıl hastanesine mi kapatmalıydık? Eminim bir on yıl sonra bu Kasper'in kim
olduğunu açıklayan bir not düşmek gerekir.
Soru: Yapıtlarınızda öğretici bir amaç güdüldüğünü söyleyebilir misiniz?
Hemingway: Öğreticilik ille de ukalalık anlamına gelmez. Death in the Afternoon
(İkindi Vakti Ölüm) öğretici bir kitaptır.
Soru: Bir yazarın bütün yapıtlarında ancak bir ya da iki düşünceyi işlediği
söylenir. Sizin yapıtlarınız da bir ya da iki düşünceyi mi yansıtıyor?
Hemingway: Kim demiş bunu? Bana biraz çocuksu görünüyor. Bunu söyleyen herhalde
kendinden söz etmek istemiştir.
Soru: Soruyu bir başka biçimde sorsam daha iyi olacak galiba: Ağır basan bir tutkunun
bir dizi romana bir sistem birliğini sağlayacağını söylemişti Graham Greene. Siz de
yanılmıyorsam, en iyi edebiyatın bir adaletsizlik duygusundan kaynaklanacağını
söylemiştiniz. Bir romancının böylesine karşı konulmaz bir tutkunun ya da
düşüncenin etkisinde kalmasını onaylar mısınız?
Hemingway: Green rahatlıkla böyle beyanatlar verebilir. O rahatlık bende yok. Bir dizi
roman üstüne ya da çullukların uçuşu ya da kazların bağırışları üzerine bu
gibi genellemelerde bulunmak benim elimden gelmez. Ama gene de bir genelleme yapayım.
Adalet ve adaletsizlik duygusundan yoksun bir yazar roman yazacağına bir üstün zekalı
çocuklar okulunun yıllığını kaleme alsa daha iyi eder. Bir genelleme daha.
Görüyorsunuz, herkesçe bilinen beylik şeyler söylendiği sürece genelleme yapmak o
kadar zor bir şey değil. Bir yazarda aranacak en büyük yetenek; içinde, yüreğinde
sağlam ve dayanıklı bir bok algılayıcısının bulunmasıdır. Yazarın radarıdır
bu, her büyük yazarda da vardır.
Soru: Son olarak temel bir soru. Yazar olarak sizce sanatın görevi nedir? Neden olayın
gösterilmesi de kendisi değil?
Hemingway: Buna kafa yormaya ne hacet? Gelmiş geçmiş şeylerden ve bildiğiniz
bilemediğiniz bütün şeylerden yola çıkarak hayal gücünüz sayesinde, bir
görünüm değil de bütün gerçek ve canlı şeylerden daha gerçek yeni bir şey
üretiyor ve bunu yaşatıyorsunuz. Gereğince yaşatmışsanız, yarattığınız
ölümsüzlüğe kavuşmuş demektir. İnsan yazarsa bunun için yazar başka hiç bir
nedenle değil.
(*)Türkçesi uzun zaman önce yayımlanan fakat bir yıldır bizim de yayım
programımızda olmasına rağmen bazı nedenlerle yayımlayamadığımız bu söyleşiyi
(yazmaya hevesli ve Hemingway'i sadece romanlarından bilen genç okurlarımıza
ulaşmasında yarar gördüğümüz için) The Paris Review'den Türkçe'ye çeviren
sayın Adnan Benk'in hoşgörüsüne sığınarak yeniden yayımlıyoruz.