22. Sayı
Viyana'da yağmur eksik olmuyor. Onbir yıldır elimde yırtık bir şemsiye bile olmadan
gece gündüz dolanıyorum sokaklarında bu kentin. Ayaklarımda yağmur geçirmeyen
ayakkabılar ve üzerimde beni hızla düşen damlacıklardan koruyan siyah deri ceket. On
yıldır anlaşılmaz bir başarıyla kolluyorum kendimi yağmura karşı ve bir gün bile
ıslanmadım. Bu kentin yağmuruyla içli dışlı olmak istemiyorum anlaşılan. Belki
başka bir kentin yağmuruna beni ıslatması için izin verebilirim... Artık eskiden
yaşadığım kentlerin yağmurlarına nasıl davrandığımı bir türlü
anımsayamıyorum. Acaba kendimi hiç yağmura teslim ettim mi? Bu soruya yanıt verecek
gücü kendimde bulamıyorum. Hiç şemsiyem oldu mu benim? Eskiden yağmurlardan
kaçmadan mı yaşamıştım?
Birisi ölmüş.
Viyana'dan Sofya'ya giden Balkan Air'e ait bir yolcu uçağında, kim olduğu doğru
dürüst bilenemeyen Afrikalı -tahmin edildiğine göre Nijerya'lı- genç bir adam.
Pasaport ve bilet kontrolüyle beraber en fazla iki saat sürecek olan bir yolculuktan
sağ çıkamamış. İlk bakışta sıradan bir olay: her yıl, uçaklara canlı binip
cansız inen birkaç yolcu olduğu düşünülecek olursa? Yerden on bin metre yukarıda
değişik sebeplerden can vermek Tanrı-insan çelişkisinin biraz daha şiirsel
betimlendiği bir uçukluk olsa gerek. Fakat bir Afrikalının Viyana'dan Sofya'ya
uçarken, sesini bile çıkarmadan/çıkaramadan ölmesinin, Tanrı-insan çelişkisinin
dışında, değişik bir çelişkinin zemininde yeşerdiğini/solduğunu da düşünüyor
insan. Gizemli bir kokusu var bu gazete haberinin. Ölümün gizeminden söz etmiyorum.
Sözünü ettiğim eski, terk edilmiş, çürümüş ahşap evlerin önünden geçerken
burnuma gelen gizemli ve ürküten koku.
Yağmurun ne olduğunu çok iyi biliyorum, nasıl oluştuğunu da. Hatta neden
gökyüzünde durmayı beceremediğini ve neden özgürlüğün sarhoşluğuna kapılıp
tepeme düştüğünü de. Binlerce kez kitaplarda okudum; okullarda öğretmenleri
yağmur deneyleri yaparken gördüm; televizyonda Ali Esin'in sunduğu öğretici hava
durumlarını aksatmadan izledim; konusu gereği içinde yağmur dualarının edildiği
filimler gördüm. Öğrendiklerimin bana bir yararı oldu mu? Bilgilerimiz zaman zaman
yaşamımızı neden kolaylaştırmıyor? Peki ben neden, yağmurun nasıl yağdığını
öğreniyorum? Ayrıca yağmurun hangi kentte ve bu kentin neresinde yağdığı önemli
değil mi? Benim içinde bulunduğum duygusal kargaşanın, bu yağmurun damlalarını
algılayışımı belirlediğini neden bana kimse öğretmedi?
Afrikalı nefes darlığından ölmüş. Yüzelliden fazla yolcunun arasında: bir saat
boyunca nefes almakta zorlandığı için, solunum sisteminin pes etmesi sonucunda,
gökyüzünde saatte 900 km hızla uçarken, bir saat süresince yavaş yavaş ölmüş.
Yüzelli kişinin içerisinde sesini çıkarmadan, ellerini kıpırdatamadan ölmüş
Marcus O. Uçaktaki diğer yolculara 'iyi yolculuklar' dileyememiş.
Hava kararıyor. Ben bir damla bile ıslanmadan, tramvaydan indiğim duraktan, onunla
buluşacağım Kafe Eiles'e saçakların altından yıldırım hızıyla koşarak
ulaşıyorum. Su birikintilerinin üzerinden bir atlet becerisiyle sekerek uçar adım
geçmiş olmalıyım, ayakkabılarım bile kupkuru. Kafe Eiles boş sayılır: bir iki
kişi birbirlerinden oldukça uzak masalara oturmuşlar, gazete okuyorlar. Hemen giriş
kapısının
karşısındaki büyük masada beş kişilik bir Avusturyalı bayan grubu oturuyor.
İçlerinden birisini uzaktan tanıyorum. Kendisine baktığımı fark ediyor. Birbirimize
selam veriyoruz. Film projesinin ne durumda olduğunu soruyorum. Yarım kaldığını
söylüyor. Filiminde oynayanların hepsi ilticacıymış ve tüm oyuncuları bir hafta
içerisinde tek tek ülkelerine geri göndermişler. Oyuncular olmayınca bir filimin
devamını çekmenin de bir anlamı kalmadığını söylüyor. Üzüldüğümü
belirtiyorum. 'Yağmur durdu anlaşılan' diyor içlerinden birisi, benim ıslanmamış
olduğumu ima ederek. Ben elimle camdan dışarıyı gösteriyorum. Sokak lambasının
sarımsı ışığında, çok sigara içilen evlerin tüllerini andıran, rüzgârın
ritmiyle salınarak düşen yağmuru gösteriyorum. 'Yağmur durdu anlaşılan' diyen
gülümsüyor. Diğerleri dışarıya bakmıyorlar bile. Kendime hemen hemen boş olan
kafede boş bir masa arıyorum.
Marcus O'nun elleri bağlıymış bütün uçuş boyunca. Ağzı ve burnu, kalınca bir
bantla yapıştırılmış. Marcus'a eşlik eden üç Avusturyalı polis memuru,
bağırmasını ve ısırmasını engellemek amacıyla bu uygulamayı yapmışlar. Diğer
yolcuların sakince uçmasını ve kendi can güvenliklerini garantiye almak
zorundaymışlar. Afrikalı olduğu için Marcus'un ısırıkları ölümcül sonuçlar
doğurabilirmiş: AIDS tehlikesi. Sofya'da Bulgar adli tıp hekimlerinin yaptığı otopsi
sonucuna göre, Marcus yeteri kadar hava alamadığı için boğularak ölmüş. Ayrıca
solunum sisteminin durmasına neden olan bir etken de yaşadığı korkuymuş. Çünkü
geri gönderilen bir ilticacı olarak Nijerya'da yaşamanın tehlikede olduğunu
biliyormuş. Uçağın aktarma yapacağı Sofya'ya kadar bile dayanamadı oysa.
Gözlerim kafenin büyük camlı giriş kapısında, onu bekliyorum. Bu yağmurda mutlaka
gecikecek diye düşünüyorum. Parlamento'dan, parlamento'da çalışıyor, Kafe Eiles'e
kadar sadece yürüyerek gelinebilir. Eğer yanında şemsiyesi yoksa sırılsıklam
olacak. Kapının önünde yağmurdan saklanarak akşam gazetelerini satan gazeteci adam
beni biraz heyecanlandırıyor. Her kapıya yaslandığında kapıyı hafifçe aralıyor,
ben de sanki o geliyormuş zannediyorum. Acaba nasıl ıslanmıştır? Bu yağmurda bu
soru düş gücümün yetersizliğinin kanıtı. Elbette herkes gibi kemiklerine kadar
ıslanmıştır. Ben de buluşmak için tam gününü buldum. Keşke, yarın buluşabilir
miyiz diye sorsaydım. Ama yarın gene yağmur yağacak. Eğer bu gün sormasaydım, bir
daha hiç cesaret edemezdim. Gazetecinin kapıyı aralayıp durmasıyla yaşadığım
zincirleme heyecanlanmalar ve düş kırıklıkları nefes alıp verişimi
düzensizleştiriyor.
Bunaldığım zatürre gecelerimi anımsıyorum. Solunumumu düzenlemek için derin bir
nefes alıyorum. Sigara dumanı ve buharla karışık kafenin havasını ciğerlerime bir
süre hapis ediyorum. Sonra serbest bırakıyorum. Bir iki kez bu garip nefes alıp verme
işini tekrarladıktan sonra solunum sistemim kendisine geliyor. Bu sırada kapı
açılır gibi oluyor. Gazeteci kapıyı aralıyor; ben gene derin bir nefes alıyorum ve
coşkumu örtbas ediyorum. Acaba kaç kez derin nefes almaya çalışmıştı Marcus O son
yolculuğunda. Bir bilimsel filimde televizyonda görmüştüm. Siyah beyaz bir filimdi;
yok televizyon renksizdi. Ne önemi var? Bu filimde ABD'deki bir araştırma
laboratuvarında değişik hayvanların oksijen yetersizliği sebebiyle nasıl
öldüklerini gösteriyorlardı. Köpekler, fareler camdan kafeslerinin içerisinde
çırpınarak can veriyorlardı. Oksijen azaldıkça daha da fazla çırpınıyorlardı;
çırpındıkça daha çok oksijene gereksinim duyuyorlardı. Ekranın sağ alt
köşesinde de bir elektronik kronometre hangisinin kaç dakikada kaç saniyede
öldüğünü gösteriyordu. Polisler uçuş süresince olağan dışı hiçbir şeyin
farkına varmamışlar. Bu nedenle de arada bir rahat nefes alabilsin diye Marcus O'nun
ağzının tamamını ve burun deliklerinin bir bölümünü kapatan bantları gevşetmeye
gerek olmadığı düşüncesinde birleşmişler. Uçuş sırasında Marcus O'nun
önündeki koltukta oturan, sonradan Balkan Air'de çalıştığı anlaşılan bir genç,
yakışıklı delikanlı, koltuğunun sürekli olarak tekmelendiğini fark ettiği için
ayağa kalkarak Marcus O'ya iki tokat atmış ve yerine oturmuş. Marcus O da bir daha
kıpırdamamış.
Kıvırcık saçları ıslanınca düzleşiyorlar mı? Islandıkları zaman gerçek
boylarına mı yaklaşıyorlar? Acaba kuzgun karasını andıran saçları ıslanınca
hala kuzgun karası gibi mi? Sanki, hep kendisini takip eden bir hüznü örten
gülümsemesiyle, saçlarının rengi bir karşıtlık oluşturuyor. Belki bu kadar
hüzünlü olmasa bu kadar da gülümsemez. Kapı açılıyor sanki nerede oturduğumu
haber almış gibi, ya da hep bu kafede buluşuyormuşuz gibi, gözleriyle beni aramak
gereğini bile duymadan gülümseyerek doğrudan bana geliyor. Kıvır kıvır saçları
bir damla bile isabet almamış. Aklıma söylenebilecek herşey ve hiçbirşey gelmiyor.
Türkçe Almanca arası bir selamı geveleyip duruyorum beynimde; ağzımdan ne
çıktığının farkında değilim zaten. Kalp çarpıntısı ve beyin felcine rağmen
bir şey söyleyebilmek, şu naneli çikletlerin insanı rahatlatması gibi bir şey.
Elbisesi de kuru, yağmur sırt çantasının üzerinde de iz bırakmamış. 'Biraz
geciktim kusura bakma, yağmurun azalmasını bekledim' diyor ve gülümsüyor.
Arkasından hemen konuşmayı sürdürüyor. Ben bir iki kelimeyi kavrayıp bağlamı
bulmaya çabalıyorum, beceremiyorum, çok hızlı konuşuyor. Sekiz saatlik iş
gününün ardından insanlar biraz olsun yorgun olurlar, fakat yorgunluğunun en ufak bir
izi yok gözlerinde. Umarım bana soru sormaz. Söylediklerini dinleyemediğim ortaya
çıkacak. Garson masamıza geliyor. 'Lütfen bir maden suyu' diyorum. Bilinçli olarak
söylenmiş bir cümle özgüvenimi az da olsa yerine getiriyor. Onun ne
ısmarladığını anlayamıyorum. Bu arada Avusturya'lı bayanlardan oluşan grup kafeyi
terk ediyor. En sonuncusu dışarıya çıktıktan sonra serbest kalan kapı yavaş yavaş
kapanıyor. Gazeteci sokağın köşesinde kırmızı şemsiyeli bir bayanla konuşuyor.
Arabalardan birinin ayarsız farlarından fırlayan serseri bir ışık demeti, kapanmakta
olan kapının camından yansıyıp kıvırcık saçlarını okşayarak geçiyor ve
kafenin kirli, kahverengi duvarlarında sönüp gidiyor. Işığın hızına ve cesaretine
hayran kalıyorum.
Yavaş yavaş dudaklarından dökülen kelimelerin anlamlarını kavramaya başlıyorum.
İşinden anlatıyor. Konuşması Marcus O konusuna geliyor. Parlamentoda izlediği kimi
konuşmacılardan anlatıyor. Ana muhalefet partisinin -ortanın sağından daha sağda
olan parti- konuşmacılarından biri yabancılar polisini korumaya almış. Afrikalı
ilticacıların ne kadar saldırgan olduklarını, uyuşturucu madde satıcısı
olduklarını, iltica istemleri reddedildikten sonra gerçek yüzlerini gösterdiklerini,
havaalanlarında ülkelerine gönderilmeden önce kendilerine refakat eden polislere
büyük sorunlar yarattıklarını anlatmış. Yani zavallı polisler Marcus O'nun
ölümünden sorumlu değillermiş. İlticacıların geri gönderilme işlemleri
hızlandırılmalıymış. İçişleri Bakanı-Sosyalist Partiden- istifa etmesi için bir
nedeni olmadığını açıklamış. Çünkü ilticacıların bu şekilde paketlenip
gönderildiklerinden haberi yokmuş. Koalisyonun Sosyalist Parti yanında- ikinci ortağı
olan Halk Partisi-ortanın sağındaki Hıristiyan demokratlar- İçişleri Bakanını
desteklemişler. İki küçük muhalefet partisi, Liberaller ve Yeşiller, bakanın bu
cinayetin ardından istifa etmesini istemişler. Meclis çoğunluğu bakanın kalmasına
karar vermiş. Bütün bunları anlatırken o kadar ciddi ki.
Uçaktaki diğer yolcuları düşünüyorum. Üç polisin refakatinde elleri bağlı,
ağzı kalın bantla yapıştırılmış bir yolcunun varlığından haberleri olmadı mı
acaba? Neden hiç kimse ağzını açıp bir şey söylemedi? Uçuş korkusu mu
insanların ağızlarını kilitleyen? Balkan Air'de çalışan delikanlı ayağa kalkıp
da Marcus O'yu tokatladıktan sonra neden hiçkimse bir şey söylemedi. Bütün yolcular
hosteslerin dağıttığı yemeği yerken, nefes alamadan ölen bir insanı nasıl fark
etmezler? Aklıma televizyonda izlediğim siyah beyaz bilimsel filim tekrar geliyor.
Kafeslerinde çırpınan canlılar. Ürperiyorum. 'Zavallıyı diğer yolcuların
suskunluğu da öldürdü. Belki yolcular, 'açın şu bantları' diye itiraz etmiş
olsalar Marcus O hala yaşıyor olacaktı.' Diyorum. Düşünüyor. Gülümsemiyor artık.
Bir süre susuyoruz. Ne düşündüğünü çok merak ediyorum. İş günü yorgunluğunun
yavaş yavaş omuzlarına çöktüğünü görüyorum. Söyleşimizin içeriği de yavaş
yavaş değişiyor; biraz yabancı düşmanlığı üzerine konuşuyoruz, sıra kendi
göçmenliğimize geliyor. Sonra da yalnızlıktan söz açılıyor.
İlginç, yalnızlıktan söz edince, söyleşimiz dikkatli yapılması gereken bir dansa
dönüşüyor. Hani yanlış atılan tek adım, üzerinde dans ettiğimiz kırılgan
zemini parçalayacakmış gibi ve biz bir boşluğa düşecekmişiz gibi. Kendimizden
birşeyler anlatmaya başladık artık. Dikkatli davranmaya özen gösteriyoruz. Çok
özel olmamaya çabalayan sorular masamızı dolduruyor. Yaralandığımız yaşantıları
biraz es geçiyoruz. Biraz gülümseten anılarımızı belleğimizde canlandırıp
anlatıyoruz birbirimize. Ben anlatırken abartıyorum biraz, daha çok gülümsemesini
istediğim için. Belki yorgunluğunu kovalamak istediğim için, sanki hüznünü
keşfetmek istediğim için. O, gerçeğe çok daha sadık gibi; zaten anlattıkları
ilginç. Abartmasına gerek yok, bunun da bilincinde.
Bu arada garson gelip hesabı alıyor ve bir iki dakika içerisinde mekânın
kapanacağını kibarca anımsatıyor. Kafenin ışıkları görünmeyen bir el
tarafından teker teker söndürülüyor. Son müşteriler biziz. Kapının önündeki
gazeteci gitmiş, yağmur gecenin karanlığını fırsat bilip sağanağa dönüşmüş.
Koşarak kafenin karşısındaki camdan tramvay durağına sığınıyoruz. 'Bisikletimi
almak için parlamentonun önüne gitmeliyim. Çalınmasından korkuyorum. Sen istersen
tramvaya bin' diyor. Bisikletine kadar birlikte yürüyoruz. Deri ceketimi başımızın
üstüne çadır gibi tutuyorum. Saçma, zaten birazdan bisikletle evine giderken
ıslanacak. Ama gene de deri ceketin altına saklanarak yürüyoruz. Sırılsıklam eski
bir bisiklet, tek başına parlamentonun önünde, park yapmak yasaktır tabelalarından
birisinin metal direğine yaslanmış duruyor. 'Bu bisikleti kimse çalmaz ki' diyorum.
Bana aldırmadan elindeki kağıt mendille, mendili yırtılıncaya kadar bisikletin
selesini kuruluyor. Saçma, zaten birazdan bisikletle evine giderken ıslanacak. Elindeki
anahtarları bana uzatırken 'Şunları sırt çantasının ön cebine atar mısın?'
deyip arkasını dönüyor. Sonra tekrar bana dönüp 'Güzel bir geceydi' diyor. Biraz
birbirimize bakıyoruz; ya da bana öyle geliyor. Bisikletine atlayıp acelesi
varmışçasına uzaklaşmaya başlıyor. Eski bisikletinin yamuk çamurluğundaki titrek
kırmızı ışık dikkatimi çekiyor. Mum ışığı gibi cılız. Arkasından öylece
bakarken, birden bire dönüp el sallıyor. Şaşırıyorum. Herhalde gülümsedi. Ben de
gülümseyip el sallıyorum.
Rüzgârdan akan yağmur damlaları yüzüme çarpıyor. Kirpiklerimde takılıp
kalıyorlar. Sokak ışıkları kaleydoskopvari kırılıyorlar. Tanımadığım, bu kente
ait olduğunu bilmediğim renkler görüyorum. Hoşuma gidiyor. Tekrar arkasından el
sallıyorum. Beni göremeyeceğini bildiğim için artık daha cesaretliyim. Yağmurunu
gizlice çaldığımı bilmediği aklıma düşüyor. Hırsızlar gibi gülümsüyorum.
Bir de yağmur çalan hırsızlar gibi sinsi sinsi gülümsemeyi deniyorum. Acaba biraz
olsun beni düşünür mü?
Ceketi omuzuma alıp kaldırım boyunca yürümeye başlıyorum. İnmek üzere olan bir
yolcu uçağı kentin üzerinde turunu atıyor. Sadece yanan ışıklarını görüyorum,
sanki vücudu olamayan bir deve benziyor. İçindeki yolcuları gözümde canlandırmaya
çalışıyorum. Parlamentonun üzerinden uçuyor uçak.
Kırmızı ışıkta bekleyen boş bir taksi görüyorum. Açık camından müzik
sızıyor. Durup dinliyorum:
Her long hair black as a raven
Oh, how we danced and you
Whispered to me
You'll never be going back home
You'll never be going back home
Afrikalı şoför kendisine baktığımı anlayınca, müziği kısıp camdan başını
uzatıyor. 'Taksi ister misiniz?' diye soruyor.
Başımı hayır anlamında sallıyorum.
'Tom Waits mi dinliyorsunuz?' diye soruyorum. Gülerek, 'Evet, Rain Dogs'u dinliyorum'
diyor ve yeşil ışıkla birlikte gözden kayboluyor.
Marcus O, 1999 yılının Mayıs ayında, Avusturya'dan sınır dışı edilirken
öldü. Üç polis hakkında soruşturma hala sürüyor.