!ktphane.gif (4763 bytes)

22. Sayı

Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri(*)

Bozkurt
Leblebicioğlu

Taha Parla'nın kitaplarının tanıtım ve eleştirisine İskenderiye Yazıları'nın 20. sayısındaki yazımda belirttiğim sıraya göre devam ediyorum. Taha Parla'nın değindiği konularla ilgili kişisel görüşlerimi ve gündelik siyasi süreçlerle olan bağlantıları kitaplarının tanıtımı bittikten sonra ayrı bir yazıda ele almayı planlıyorum.
Hiçbir düşüncenin "gökten zembille" inmediğini düşünüyorum. Kanımca herhangi bir konuda "yeni bir bakış açısı" yaratabilmek, "yeni bir yaklaşım" getirebilmek için öncelikle o konu ile ilgili olarak yapılan daha önceki çalışmaları sıkı bir şekilde incelemek gerekir.
Örneğin, klasik müzikte Bach ekolünü özümleyen ve uzun süre bu ekol içinde ürünler veren Haydn, yıllar süren çalışmalar sonucunda kendi özgün "sound"unu yaratabilmiştir. Aynı şekilde klasik müziğe Haydn ve Mozart'ın getirdiği yeniliklerin önce öğrencisi olan Beethoven, ilk senfonilerinde onların yarttığı müzikalitenin havasını yansıtırken, ancak dördüncü senfoniden sonra müziğine kendi damgasını vurabilmiştir.
Türkiye'de "Tek parti ve Cumhuriyet" döneminin toplumbilimsel eleştirisi de Taha Parla, Şerif Mardin, Mete Tunçay, Cemil Koçak, Ahmet Demirel gibi bilim insanlarının açtığı yoldan ilerleyecektir. Bu konuda kendi özgün görüşlerini oluşturmak isteyen kişilerin de öncelikle onların büyük emek harcayarak yaptıkları araştırmaları irdelemeleri gerekir.
"Gündelik hayatla" ilişki açısından da bir noktanın altını çizmek istiyorum. Bu yazı dizisinde ele alınan konularla Türkiye'deki güncel konular arasında bağlantı kuramayan arkadaşlara burada ele alınan ana temaları bir kağıda not olarak bu temalar açısından son ayların gazete manşetlerini tekrar okumalarını öneririm.
Konumuza geri dönecek olursak Taha Parla, 'Türkiye'de Siyasal Kültürün Resmi Kaynakları' adlı çalışmasnın 2. cildinde Atatürk'ün 'Söylev ve Demeçleri'ni inceliyor. Bilindiği üzere Atatürk'ün 'Söylev ve Demeçleri' çok sayıda ve değişik konular hakkında bir metinler grubu oluşturur. Yaklaşık 2100 sayfadan oluşan ve geniş bir tarihsel döneme yayılmış (1900-1938) yapıtlardır.
Bu nedenle Taha Parla 'Söylev ve Demeçler'in incelenmesinde Nutuk'un incelenmesinde kullandığı metodolojiden daha farklı ve daha zahmetli bir metodoloji kullanmış. Metinlerin hepsini tarayarak önemli temaların yalnızca en önemli görülen temsilci örneklerini incelemiş. Öncelikle kitabın tematik organizasyonunu yapmış ve metin incelemesinde bu sırayı takip etmiş. Esas olarak Atatürk'ün siyasal ideolojisi, Atatürk'ün millet; seçim, meclis, milli egemenlik, parti, şef, muhalefet, basın, ordu, rejim, devlet, kahramanlık ve kahramana tapınma konuları hakındaki görüşlerini ve bunların Türk siyasal kültüründeki izlerini araştırmış. Bunu yaparken de özellikle "nasıl bir cumhuriyet?" ve "nasıl bir cumhuriyetçilik" sorularına verilebilecek yanıtlar için ciddi ipuçları tespit etmiş.(1)
Araştırmacının yukarıdaki konular hakkında, Türk sosyal bilimcilerinde nadiren rastlanan bir tarafsızlık ve nesnellikteki tespit ve değerlendirmelerini, okuyucularla birlikte irdelemek istiyorum. Taha Parla'ya göre 1920 yılında ölen ve "karizmatik lider" kavramını geliştiren Max Weber'in Atatürk örneğini tanımamış olması onun için büyük bir kayıptır. Çünkü Atatürk'ün 'Söylev ve Demeçleri'nde yer alan; siyaset, liderlik, otorite, siyasal sistem vs. hakkındaki birçok görüşü ve eylemi Weber'in incelediği ve tanımladığı "karizmatik lider" kavramı ile örtüşmektedir.
Taha Parla'nın da belirtiği gibi, Nutuk'un unutulmaz temaları olan kurtarıcılık, koruyuculuk, yol göstericilik, eğitmenlik ve en doğru yolu bilen tek adamlık temaları, Atatürk'ün halka hitab eden söylev ve demeçlerinde daha belirgin olarak görülmektedir. Nutuk'tan biliyoruz ki, tek doğru ve gerçek yolu bilen Atatürk'tür; halkı da Ata'sını izleyeceketir, izlemelidir; kitle karizmatik lidere inanırsa başarı kesindir; başarı elde edilince ve/veya karizmatik lider "başarılı olduk" deyince kitlenin önderine inanmasının isabeti anlaşılacaktır. Bu sirküler mantık, Taha Parla'ya göre (başarılarla da desteklenen), karizmatik lider-izleyici kitlesi ilişkisinin özünü anlatmak bakımından önem taşımaktadır.
Nutuk'ta yer alan "yekpare bir vicdan" ibaresi, vicdanın "tek parça" alması, yani milletin yekvücut, monolitik bir varlık olması gerektiği, çağdaş Türk siyasal kültürünün en ağır basan öğelerinden olan "milli birlik ve beraberlik" ve "bölünmez bütünlük" anlayış, inanç ve resmi ideolojisinin erken formülasyonlarıdır. Bu formülasyonlar içlerinde, hem çok uluslu, "millet" sistemine dayanan imparatorluktan ulus devlete geçişin teselli ve kıvancını, hem de toplumu/milleti mutlak uyum içinde bir bütün olarak gören organizmacı, korporatist "halkçılık" ideolojisini barındırmaktadır.

Seçim ve Şef
Taha Parla Seçim ve Şef konusu ile ilgili okumalarında "demokrasi", çoğulculuk", "çoğunluk", "muhalefet", "demokratik seçim usulü" ve benzeri kavram ve sözcüklere rastlayamadığını ve bunların Atatürk'ün siyasal terminolojisinde yer almadığını tespit ediyor. Bunun yerine, tek ve şaşmaz Şefin rehberliğinde "milli ülküde sebat ve milli çalışmada sarsılmaz birlik", "ittifak", "genel onay", "sarsılmaz birlik", ve "tek-şef", "tek parti", "tek millet" gibi kavramların ağır bastığını belirtiyor. Adayları saptayan bir parti kurulu, organı olmadığını, hepsini tek başına seçen ve bunları seçim çevrelerine dağıtan mutlak bir parti şefi bulunduğuna dikkat çekiyor.
Bu yaklaşım Türkiye'deki siyasal partilerde hala egemen olan bir zihniyeti yansıtmaktadır. Son seçim döneminde de görüldüğü üzere parti şeflerinin motivasyonu parti içinde farklı, muhalif görüşler için çoğulcu bir ortam hazırlamak, böyle bir ortama razı gelmek değil daha ziyade kendi konumlarını ve otoitelerini pekiştirmektir.(2) Bu zihniyetin temelleri daha o yıllarda atılmış ve siyasi partilerin aşağı yukarı tamamı bu şeflik sistemi mirasını devralmıştır.
Bununla birlikte, 1920 yılında Hükümet Teşkilatı hakkındaki bir konuşmasında Atatürk, "ülkeyi bölünme ve çöküşten kurtarmak için tüm milli güçleri esaslı örgütlenme ile birleştirmekten başka çare yoktur" dedikten sonra, bu örgütlenme biçiminin ne olması gerektiğine değiniyor. Temel meşruiyet kaynağını milli iradede ve onu temsil eden Millet Meclisi'nde gördüğünü vurguluyor. Taha Parla'nın da belirttiği gibi "meşruiyet" kavramı Atatürk gibi usta bir siyasetçinin ihmal edemeyeceği bir kavramdır.

Millet Meclisi ve Şef
Taha Parla kitabın Millet Meclisi ve Şef konulu bölümünde Atatürk'ün kendisi-millet-meclis arasındaki ilişki konusundaki tutumlarını ve psikolojisini inceliyor. Örneğin Birinci Meclis (1920-1923) ikinci toplanma yılını açarken, "milletimizin olağanüstü yetenekeleri" ve bunların geliştirilmesi temasını yineledikten sonra, meclis üyelerine bir uyarıda bulunuyor: Milletin yöneticileri "kişisel hırsları ve çatışmaları"nı ulusa ve yurda görevin gerektirdiği yüksek duyguların üstünde tutacak olurlarsa, ülkede gerileme ve çöküş olur. Oysa milletvekilleri "birlik ve dayanışma duyguları" içinde bulunurlarsa, bu, millete de örnek olur. Yani bildiğimiz "yekvucut meclis" ve "yekvucut millet" kavramı ile karşı karşıyayız. Atatürk'ün de "tüm arkadaşlarının bu gibi eksiklereden daima arınmış" kalacaklarından kuşkusu yok. Tabi, neyin kişisel, neyin siyasal çatışma olduğunu kendisi tanımlamak kaydıyla.

Milli Egemenlik ve Şef
Milli egemenlik ve Şef başlıklı bölümde Taha Parla, Atatürk'ün 1923 yılında Birinci Meclis "dördüncü toplanma yılını" açarken yaptığı konuşmayı analiz ederken, Türk siyasi hayatı bakımından önemli tespitler yapıyor. Bu konuşmada Atatürk'ün etrafında dolaştığı/merkezinde bulunduğu millet çemberi (kendi) içinde yekvucut; erdemlerin (en iyi Atatürk'ün bildiği ve geliştireceği), vefa ve sadakatın (Atatürk'e), ilerleme ve yenileşme cevherinin (Atatürk'ün işleyeceği) kaynağıdır. Bu kaynak aynı zamanda egemenliğin de kaynağıdır; Ebedi Şef Atatürk, o kaynaktan beslenir, o kaynağı keşfetmiştir ve yönlendirecektir, onu kimseyle (meclisle bile) paylaşmaz, ta ki Meclis de kendi direktiflerine yekvucut olarak uysun. Meclis, ancak o zaman "yüce"dir; yoksa "teşevüşten" (karışıklıktan) idraksizliğe ve hainliğe kadar "mekais" (eksiklikler) içinde olur.
Taha Parla'ya göre bu, Atatürk'ün, milli egemenlik anlayışının/ruh halinin önemli bir boyutudur. Bu yaklaşım birçok şeye yansıyacak, tek-perti döneminden 28 Şubat olarak adlandırılan sürece kadar Türkiye'nin ideolojik, kurumsal, siyasal ve kültürel yapıtlarında önemli izler bırakacaktır. Tabii, yalnızca Atatürk böyle düşündüğü ve yaptığı için değil; siyasal sınıf da belirli sosyolojik nedenlerle bunu kabul ettiği ve buna gereksinim duyduğu için.(3)

Tek-Şefli ve Tek Partili Bir Cumhuriyet
Otoritesini ya da meşru (sayılan) gücünü, tanım gereği hiçbir kurum ve kollektiviteden değil kendi üstün vasıflarından ve misyon çağrısından ve gerekirse çok soyut (ve özdeş olduğu) bir milletten alan karizmatik liderin tek-şefli ve tek-partili bir cumhuriyet teorisine geçişi çok kolaylar ve bunun işaretleri de çok erken gelmiştir.
Örneğin, 1923 yılında Balıkesir'de halka hitaben yaptığı konuşmada Atatürk "Bu milletin siyasi partilerden çok canı yanmıştır" demektedir. Oysa o tarihte Türkiye'nin İkinci Meşrutiyetle başlayıp biten çok-partili hayat deneyimi on yıldan ibarettir. Bu konuşma ile Türk siyasal kültürünün günümüze kadar gelen önemli bir öğesi olan parti (tefrika-bölücülük/bölünmüşlük) alerjisinin temelleri atılmaktadır.
Aynı konuşmada Atatürk, Ziya Gökalp'ten aldığı bir görüşü geliştirerek ve bunun sosyolojik gerekçelerin de oluşturarak kalıcı bir tek-parti ideolojisine/teorisine varıyor. Cumhuriyet tarihi boyunca ve günümüzde de çok rağbet gören bu teoriyi kısaca özetlemek gerekirse şöyle bi mantık silsilesi yürütüldüğünü görürüz:
Başka ülkelerde çeşitli sınıflar ve bunların çıkarlarını koruyan partiler vardır. Bizde ise sınıflar yoktur ki partiler olsun! Halk Partisi'ne milletin bir bülümü değil, bütün millet dahildir diyen Atatürk, sınıfsız, korporatist bir toplum ve siyasi temsil modeli çiziyor.
"Halkımızı gözden geçirelim" diyerek giriştiği sosyal yapı çözümlemesinde esasen sosyal sınıf ve tabaka tasnifi yapıyor. Olmaması gerektiğini söylediği şey sosyal sınıflar değil, sosyal sınıflar mücadelesi ve onun mekanizması olarak siyasi partiler mücadelesi ve sistemi. Yoksa konuşmasında çok bariz bir sosyal sınıf ve tabaka tasnifi yapılmaktadır.
Şöyle ki "Büyük çoğunluğu oluşturan çiftçi ve çobanlar"; sayılarının az olduğunu söylediği "büyük arazi ve çiftlik sahipleri" (ki bunlar da "himaye edilecek insanlardır"); "sanat sahipleriyle kasabalarda ticaret eden küçük tacirler" (tabii "bunların da çıkarlarını durum ve geleceklerini sağlamak ve korumak zorundayız"); bunların karşısında sayabileceğimiz hiç milyonerimiz yok. Dolayısıyla biraz parası olanlara da düşman olacak değiliz. Tersine memleketimizde birçok milyonerin hatta milyarderin yetişmesine çalışacağız. Sonra amele gelir ki sayısı yirmi bini geçmez. Bundan sonra da aydınlar ve din bilginleri gelir. Dolayısıyla çeşitli meslekler erbabının çıkarları birbirleriyle kaynaşmış olduğundan, onları sınıflara ayırmak olanağı yoktur ve bütünü halktan ibarettir.
Yazarın haklı olarak belirttiği gibi bu, sınıfların varlığını daha doğrusu çatışmasını reddeden korporatist bir toplum modeli ve "sınıflar ve partiler üstü" bir Bonapartist siyaset ve yöntem anlayışıdır. Ayrıca Jön Türkler'den beri süregelen "milli burjuva" yaratma motivasyonunu da taşımaktadır. 1923 yılında İzmir'de Gazetecilerle yapılan konuşmada ifade edilen bu görüşler yazara göre, Kemalizmin "halkçılık" ilkesinin "locus clasicus"u sayılabilir. Yazar Atatürk'e ve Halk Partisi'ne sosyalizanlık ve demokratlığı yakıştıran yazarların bu pasajı mutlaka okumalarını tavsiye ediyor.(4)
Atatürk aynı konuda 1925 yılında Akhisar'da yaptığı bir konuşmada da "Bizim milletimizin birbirinden çok farklı çıkarlar izleyecek ve bu bakımdan birbiriyle mücadele halinde bulunagelen çeşitli sınıflara sahip olmadığını" belirtiyor. O'na göre mevcut sınıflar birbirinin lazımı ve melzumu niteliğindedir. Dolayısıyla Halk Partisi bütün sınıfların haklarını ve ilerleme ve mutluluk nedenlerini sağlayabilir.
Yazarın da altını çizdiği gibi bu "sınıfsızlık", daha doğrusu sınıf mücadelesinin reddi teması ve onun koşutu olan kapsayıcı tek-parti ve daha sonra da sınıf esasına dayalı partilerin yokluğu (ve çok uzun süre de yasaklanması) Türk siyasal kültürünün ve hukuk rejiminin çok belirleyici bir öğesi olagelmiştir.

Millet Ordu
Yazar, Ordu başlığı altında topladığı konuşmalarda da Türk siyasi yaşamı açısından büyük önem taşıyan tespitler yapıyor. Örneğin Atatürk Konya'da 1931 yılında yaptığı konuşmada ordunun yalnız vatan ve sınır bekçisi olan bir askerî memur zümresi olmadığını, toplumsal yaşamı her yönüyle belirleyen bir öncü ve seçkin zümre olduğunu ifade ediyor.
Diğer taraftan yazarın da belirttiği gibi, Türkiye'deki "millet-ordu özdeşliği" ideolojisi dünyadaki ender örneklerden biridir. Siyasal kültürümüzdeki ve yaşamımızdaki askeri öğelerin ve uygulamalarının temelleri o yıllarda atılmıştır. II. Meşrutiyet'in "kurtarıcı subaylar" ideolojisi artık bir "resmi-ideoloji" haline dönüşmüştür. Bu bağlamda 27 Mayıs, 12 Mart ve 12 Eylül askeri müdahalelerinin ve 28 Şubat olarak adlandırılan sürecin meşruiyet temelleri çok daha önceki yıllarda atılmıştır.
Yazara göre Atatürk çıplak ve kaba bir militarizm yapmamakta ve bu konu ile ilgili yaptığı konuşmalarda ordunun yanına başka kategorileri de eklemektedir. Örneğin öğretmenler ve gençlerin de orduyla birlikte yürümesi gerektiğine dikkat çekmektedir.
Orduların yalnızca milli savunma görevi taşımadığını, aynı zamanda iç sosyal düzeni sağlamakla ve gerekirse siyasete müdahale etmekle de görevli olduğu yönündeki soğuk savaş sonrasının ABD kaynaklı "yeni profesyonellik" ideolojisinin çok daha fazla milli tarihe dayandırılmış, oldukça erken bir prototipi Türkiye'de Latin Amerika'dan önceki yıllarda ortaya çıkmıştır.(5)

Diğer Dünya Liderleri ve Siyasi Şefleri
Yazar, kitabın son bölümlerinde Atatürk'ün başka dünya liderleri ve siyasi şefleri hakkındaki gözlem ve yargılarına da yer ayırıyor. Örneğin Atatürk Napolyon'un bir dava, bir misyon adamı olmadığını, kişisel çıkarı ve mevkii için çalıştığını, bencil olduğunu, özverili olmadığını söylüyor. Kendisini çok daha üstün bir karizmatik lider olarak görüyor. Bir karizmatik liderin konumunu ve gücünü koruyabilmesi için "ben-millet" özdeşliğini çok iyi kurması gerektiğini ve bu dengeyi hiç kaybetmemesi gerektiğini söylüyor.(6)
Stalin'in kişiliği üzerine ise 1937 yılında Ernest Jach'la yaptığı söyleşide şu ifadeyi kullanıyor: "Gelecek yüzyıl zarfında bütün diğer diktatörlerin namı şanı söndüğü zaman tarih, Stalin'i Yirminci Asır Avrupa'sında ve milletlerarası sahada ve muasırları içinde en mühim bir devlet adamı olarak seçecektir.(7)
Yazarın da belirttiği gibi Atatürk, Kurtuluş Savaşı yıllarındaki ve Lenin dönemindeki reelpolitikçi ve yararcı diplomatik, askeri, mali iyi ilişkiler dışında sosyalizme karşıdır. O halde Stalin'in nesini beğenmektedir? Doğal olarak, gücünü, güç politikasını, otoriter, totaliter yönetimini, şefçiliğini, şef sistemini, kişi kültünü, ve mutlak karizmatik liderliğini. 1936 yargılamalarının devam ettiği o yıllarda Atatürk Stalin'in otoritesinin meşru olup olmadığının, ideolojisinin ve rejiminin niteliği üzerinde değil, yalnızca ve en önemli olarak mutlak gücü tartışmasız şefliği üzerinde durmakta ve bu yönünü olumlamaktadır.

Sonuç
Bir mukayese yapabilmek için 1930'lu yıllarda dünya siyasi konjonktürüne kısaca göz atacak olursak adları "Cumhuriyet" olan totaliter rejimlerin birçok yerde hakim olduğunu görürüz.
Rusya'da Stalin muhaliflerini çoktan bertaraf edip tek adam yönetimini kurmuştur. Binlerce suçsuz insan doğru dürüst yargılanmadan idam edilecektir. Nazizm 1933 yılında Almanya'da iktidara geldiğinde İtalya'da faşizm gücünü iyice konsolide etmiş durumdadır. Fazla uzun zaman geçmeden İspanya'da Franco'cular dünyanın belki de en kanlı iç savaşını takiben iktidara gelecektir. O yıllarda dünyanın genel siyasal atmosferi böyledir.
Kemalizmi analiz ederken bu atmosferi göz önünde bulundurmakta fayda olduğunu düşünüyorum. Tüm dünyada totaliter yönetimler galebe çalarken, o yıllarda doğru dürüst bir demokrasi geleneği olmayan Türkiye'nin demokrasiye doğru bir açılım yaşaması zaten eşyanın tabiatına aykırı olurdu.
Taha Parla'nın yukarıda kısaca özetlemeye çalıştığım araştırması esas olarak Türkiye'de 1950, 1960, 1970, 1980 ve 1990'lı yıllarda, sancılarını hep birlikte yaşadığımız "demokrasiye geçiş/geçilemeyiş" sürecinin neden bu kadar uzun sürdüğünü anlamak isteyenlere önemli ipuçları vermektedir. Türkiye'deki güncel siyasi gelişmeleri nesnel olarak değerelendirebilmek açısından Taha Parla'nın yakaladığı ipuçları kanımca büyük bir önem taşıyor.
Taha Hoca "Söylev ve Demeçleri" didik didik ederek ve büyük emek harcayarak bu konulara nesnel bir yaklaşım getirmeyi başarmış.
Gelecek sayıdaki yazımda yazarın gene benzer kaygılarlar kaleme aldığı 'Kemalist Tek-Parti İdeolojisi ve CHP'nin Altı Ok'u adlı çalışmasını değerlendirmeyi düşünüyorum.

Notlar:
*Parla, Taha. Türkiye'de Siyasal Kültürün Resmi Kaynakları, Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri. İstanbul: İletişim Yayınları, Cilt 2, 1991
(1) A.g.e., S. 30 (5) A.g.e., S. 177
(2) A.g.e., S. 61 (6) A.g.e., S. 229
(3) A.g.e., S. 98 (7) A.g.e., S. 227
(4) A.g.e., S. 107

İçindekilere geri dön