22. Sayı
Yağan karı umursamadan arka sokağa bakan bir pencere açıldı. İntiharı seçen kar
taneleri hiç düşünmeden odaya daldı aynı anda. Bu acı sonu görmeyen sıkıntılı
bir çift göz, havada uçuşan kar tanelerini izlemeye başladı. Oysa bu gözler çok
değil birkaç yıl öncesine kadar coşkuyla, sevinçle bakardı her kar yağdığında.
Kar taneciklerinden eş olarak seçtiği bir tanesiyle dans eder, sonra onu yavaşça
oturturdu izleyicilerin arasına. Ardından dansa devam ederdi, bir tanesiyle daha, bir
tanesiyle daha... Artık kar taneleri eskisi kadar davetkâr değildi. Yoksa, dans
edemeyecek kadar yorgun olan kendisi miydi? Yorgun olabileceği düşüncesinden
ürktüğü için aceleyle davet ettiği kar tanesi, isteğini geri çevirmedi. Fakat,
ayakları birbirine dolaştı. Daha dansa başlayamadan kalabalık içinde eşini
kaybetti. Yeni bir eş, yeni bir başarısızlık...
Kapının çalınmasıyla irkildi. Bir suçlu telaşıyla eli pencereye uzandığında
kapı açıldı. "Çayınızı getirdim" dedi, çay ve temizlik işlerine bakan
kız. Üç-dört küçük adımın ardından masanın önünde durdu. Tepsiden aldığı
bardağı, dosyalar ve defterler arasında boş bulduğu yere koydu. "Teşekkür
ederim" sözcüklerinin geldiği yöne gözucuyla baktı ve birşey demeden odadan
çıktı.
Az önce soğuk cama dokunan parmaklar çay bardağının sıcaklığını hissetti. İlk
yudumu kısa süre ağzının içinde beklettikten sonra midesine kadar uzanacak sıcak
bir yolculuğu başlattı. İkinci yudumu almadan önce alçalıp yükselmeden kendi
ekseni etrafında tekdüze dönen sandalyesine oturdu. Sağa sola doğru küçük
dönüşler yaptı. Çocukluğundaki gibi.
Okul tatillerinde bazı günler babası onu alır, çalıştığı daireye götürürdü.
Neden bunu yaptığını hala çözememişti. Sahip olduğu çocukla gurur duymak için
fırsat mı yaratırdı? Yoksa, ona gönlünce bir sınıf geçme hediyesi alamadığı ya
da tatile gönderemediği için duyduğu burukluktan dolayı mı bunu yapardı. Üstelik
çalışma disiplinini bozduğunu bile bile. Gerekçesi ne olursa olsun, hatta çekilen
uykusuzluğa rağmen güzeldi o anlar. Bir daha ne uykusuzluklar bu kadar keyif verdi, ne
de korkusuzca devlet dairelerine girebildi.
Çalışma odasının kapısı açılır açılmaz uykusuzluğunu unuttu. Dikkati tek bir
noktada yoğunlaştı. İçinde birşeyler kıpır kıpır etti. Kapının karşısındaki
masanın arkasında duran koyu kahverengi döşemeli döner sandalye, geçen yaz
ayrılmalarından bu yana orada hüzünle kendisini beklemişti. Sandalyenin arkasında,
yukarıda asılı, kararmaya başlamış sarı yaldızlı çerçevesiyle Atatürk
portresini farketmedi bile. Oysa tüm odayı kontrol eden ve dışarıdan gelenlerin fark
etmemesinin olanaksız olduğu bir yere asılmıştı çerçeve. Resmin üzerindeki cama
toz kondurtmayan babası, dairenin genel temizliği dışında da onu sık sık bir bezle
silerdi. Odada üç tane daha sandalyenin olduğunu babasının döner sandalyeye
oturmasından sonra fark etti. Zaman durdu birden. Sevincini gölgeleyen bir önceki
günden kalan işlerdi. Babası önündeki evraklarla ilgilenirken vücuduyla sandalyenin
tüm görüntüsünü kapatıyordu. Az sonra gelen yan odalardaki memurların soruların
yanıtlar verirken bir yanda da döner sandalyeyi görme umuduyla babasını izliyordu.
Onlar, çocukluğun verdiği utangaçlıkla kendilerine bakmadığını
düşünüyorlardı. İlkokulu bitirdiğini öğrenenlerin "ne kadar da
büyümüş" sözleri karşısında babasının gururlanışı ve yüzündeki
gülümseme nedeniyle utandı. Döner sandalye tarafına bakmaktan vazgeçti.
Arkadaşlarının çıkmasından sonra babası bıraktığı yerden işlerine devam
ederken, gözleri tekrar döner sandalyeyi aradı. Büyümesi ona oturması için engel
olamazdı ya. Öyle olsa, koca koca adamların oturması için bu sandalyeler alınmazdı.
Yerinden kalktı, masanın diğer köşesine yaklaştı. Sandalyenin arkalığının bir
bölümünü gördüğünde babası onu fark etti. Gülümseyerek baktı. Gazoz ya da
çikolata istiyorum yanıtını alacağından emin, oğluna ne istediğini sordu. Sıkıla
sıkıla söylenen "döner sandalyeye oturabilir miyim?" sorusu karşısında
önce şaşırdı, ardından güldü. Verilecek yanıtı beklerken babası bir şey
söylemeden yerinden kalktı ve sadalyeyi masanın yanındaki boşluğa çekti. Oğlunu
sandalyeye oturturken, "neden daha önce söylemedin?" dedi. Babasının
yüzüne bakarken, "okuyup işe başladığında senin de böyle bir sandalyen
olacak" sözlerini belli belirsiz duydu. Babası boşta duran sandalyelerden birini
alıp tekrar çalışmaya başladığında sandalye, önce sağa dönmeye başladı.
Birkaç turdan sonra iyice alçaldı ve durdu. Ardından sola doğru dönmeye başladı.
Sandalye sağa sola sallanıp dengesinin bozulmaya başladığı noktaya kadar yükseldi.
Tekrar indi, çıktı indi, çıktı ... Kimi zaman hızlı kimi zaman yavaş. Tek bir
yöne dönüş sayısı sınırlıysa da sevinci sonsuzdu. Kısa süre sonra gelen
çikolata ve öğlen yemeğinin üzerine içilen gazoz keyfini arttırmıştı. Devlet
dairesinin ciddiyeti kısmen de olsa işgal altındaydı.
Bir süre sandalyeyi hiç hareket ettirmedi. Yeni bir zevk dalgası için enerji
topluyordu. Çok geçmeden ayaklarını yere bastı. Sağ ve sol ayak parmakları
üzerinde topukları yerden kesildi. Parmakuçları sağa döndü. Önce sol, sonra sağ
ayak parmaklarının uçların yüklenerek hız aldı. Ayaklarını yerden kestiğinde
uçarcasına sağa doğru dönmekteydi. Duvarlar sola doğru koşarak uzaklaşırken
dudağında bir gülümseme. Sonsuza kadar devam edebilecek bir dönüş sürüyordu.
Sandalye sonsuza hareket ederken sevinci, çoşkusu sınırlandı. Sandalye
alçalmıyordu. Dudağındaki gülümseme dondu, ayaklarını aniden yere bastı. Kar
pencerenin ardında tüm hızıyla devam ediyordu. Titremeye başladı. Üşüyordu.
Sıcak bir şeylere dokunmak için elini uzattığı çaydan çoktandır duman
yükselmiyordu. Soğuktu. Herşey gibi; çelik dolap, kasa, rafta duran dosyalar, masa,
sandalye, kanunların yer aldığı kitaplar ... Hepsi soğuk. Üşümüyorlar.
Dışarıda kar tüm şiddetiyle devam ediyordu. Daha çok üşümek istedi. Kalkıp
pencereye doğru yürüdü. Buz kesen elleriyle buğulanan cama dokundu.Kendini
taşıyamayan su damlacıkları birer dereye dönüşüp, aşağı doğru aktı. Ardından
pencereyi tekrar açtı. Kar sessiz ve sinsice yağıyordu. Dışarıda ölüm sesizliği.
Karşıdaki işhanlarında, tüm bürolarda, atölyelerde camlar buğulu. Bacalarda duman.
Nerede sabah atılan sevinç çığlıkları ve kartopları? Şimdi ciddiyet saatiydi.
Çaycı kız da bunun bilincindeydi. Üşümüyorlardı ve ciddiydiler. Döner sandalyeye
hiçbir zaman oturmayacak kadar ciddiydiler. İbadet eder gibi, vatan için çalışmanın
keyfini sürüyorlardı. Kimi yerde haftada 45 saat, kim yerde daha fazla. Geri kalmış
ülke insanları olarak daha fazla çalışmaları gerektiğine inanarak. Varsın
dışarıda kar yağsın. Nasıl olsa ileride, sonsuza kadar karın keyfini
sürmeyeceklerler mi? Kartopu oynayamasalar da onu bir yorgan gibi çekeçekler
üstlerine.