24. Sayı
Nükleer enerji gerçekten "teknik bir zorunluluk" olsaydı, bugün dünyanın
hiçbir yerinde hükümet/parlamento kararları ve halk oylamalarıyla nükleer santrallar
kapatılamaz, nükleer enerji karşıtı politikalar hayata geçirilemezdi. Bu gerçek,
enerji seçeneklerinin, teknik olmaktan çok politik ve ekonomik özellikler
taşıdığını gösteriyor. Günümüzde iyice gerileyerek 1950'li yıllardaki ilk
günlerine dönen nükleer santral satışları, içler acısı bir tablo oluşturuyor. Bu
da önümüzdeki 20 yılda, Kuzey Amerika ve Avrupa'da elektrik talebi artarken, nükleer
elektriğin toplamdaki payının düşeceği tahminlerini doğrulamaktadır.
50 yıl önce başlayan atom bombası sevdası ile devlet-asker-endüstri üçgeninde
gizlilik ve olağanüstü bir koruma altında serpilip gelişmesine zemin hazırlanan ve
"yüce çıkarlar uğruna" karşısında hiçbir engel oluşmasına izin
verilmeksizin dünyanın dörtbir köşesine yayılması sağlanan nükleer güç,
elbetteki bu kadar kısa bir sürede yenilgiyi kabul edip bir anda dünyadan elini
eteğini çekecek gibi görünmüyor. Dünyada 2000 yılına yönelik tahminlerin aksine
4500-5000 adet değil sadece 429 reaktör çalışmaktadır. Yine de bu reaktörlerin
ürettiği elektriğin daha akılcı ve sağlıklı enerji politikalarının benimsenip
uygulanması ile başka kaynaklar tarafından karşılanması için bir süreç gerekiyor.
Üstelik bugüne dek ABD, Fransa gibi ülkelerde, siyasi iktidarların yüzmilyarlarca
doları bulan sübvansiyonlarla (halktan toplanan vergilerle ve halkın bilgisi
dışında) desteklediği nükleer endüstri; ahtapot gibi kolları ile dünyayı sarmış
olan bu lobiye katılmış olan biliminsanlarının yarattığı "bilimsel
zorunluluk" maskesinin ardında, tek bir sipariş için bile yıllarca bekleyebilecek
durumda olduğunu Türkiye örneğinde gösteriyor.
Neredeyse 2 yıldır (1998 yılı Mart ayından beri) sonucu defalarca ertelenerek bir
türlü açıklanamayan Akkuyu Nükleer Santral İhalesi, dünyada yaşama savaşı veren
nükleer endüstrinin tüm taktiklerini sergilediği bir laboratuvar çalışması olarak
incelenebilir. 35 yıldır sonuçsuz kalmış 3 adet nükleer santral ihalesinin
yaşandığı Türkiye'de; bazı basın kuruluşları, üniversiteler ve Enerji
Bakanlığı, elektrik kurumu - TEAŞ ve Türkiye Atom Enerjisi Kurumu - TAEK'in utanmazca
yürüttüğü "dezenformasyon" kampanyası, Prof. Dr. Tolga Yarman'ın şu
sözlerini doğruluyor: "Mega yatırım mega rüşvet demektir ve buna köşe
yazarı, biliminsanı kiralamak da dahildir!" ABD Enerji Bakanı Bill Richardson,
Marmara depreminin olduğu 17 Ağustos günü İstanbul'daki Conrad Oteli'nde TC Enerji
Bakanı Cumhur Ersümer ile yaptıkları basın toplantısında, Westinghouse reaktörü
satın alın çevreyi kirletmez, diyebilmiştir! Daha sonra AGİT İstanbul Zirvesi'nde
lobi faaliyetini sürdüren Clinton ve bizim enerji bakanlığına bir mektup yollayarak
Amerikan-Japon konsorsiyumunu tercih etmemizi isteyen yardımcısı Al Gore, nasıl bir
pazarlama faaliyeti yürütürse yürütsün, ABD Enerji Bakanlığı'nın resmi
raporlarına göre önümüzdeki 20 yılda dünyadaki nükleer reaktör sayısı
yarıyarıya azalacaktır.
Bu arada nükleer endüstri tarafından dünyada halen yapımı sürdüğü iddia edilen
30 kadar reaktörün en az yarısı, endüstri kaynaklarına göre, 13-26 yıldır bir
türlü tamamlanamamıştır! Nükleer santrallar; yapımları 8-10 yıl, geri ödeme
süreleri ise 20 yıl kadar aldığı için, (Fransa gibi devlet eliyle yapılıp
işletildikleri ve gerçek maliyetlerin bilinemediği az sayıdaki örnek haricinde) yeni
elektrik piyasalarında, yeni üretim teknolojileri ile rekabet edemeyen hantal
yatırımlardır. 1997 yılında yeni reaktör yapımını askıya alan Fransa da bile
2003 yılında bitecek bir doğal gaz santralının bir nükleer santraldan daha ucuza
elektrik üreteceği hesaplanmıştır. 1973'ten bu yana gerçekleştirilmiş tek bir
reaktör siparişi bulunmayan ABD'de, projesi ya da yapımı iptal edilen nükleer
kapasite, bugün işletmedeki kapasiteden daha fazladır. 1985 yılında iş dünyasının
ünlü dergisi Forbes, ABD nükleer programını Vietnam Savaşı'na eşdeğer bir
yönetim faciası olarak değerlendirmiştir. Kanada'nın Türkiye'ye satmaya
çalıştığı AECL yapımı nükleer santralların, bağımsız bir heyetçe incelenmesi
ve güvenli olmadıkları için 7 tanesinin birden 1997 yılında kapatılması dikkat
çekici. Almanya'nın bize satmak istediği Siemens yapımı reaktörlerde de sorunlar yok
değil. Örneğin, Mülheim Kaerlich atom santralı depreme dayanıklı yapılmadığı
ortaya çıktığı için 1998 yılı Ocak ayında mahkeme kararıyla kapatıldı.
Bugün elektriğinin yarısına yakınını elde ettiği 12 nükleer reaktörünü
kapatmaya yönelik Parlamento kararı (1997) bulunan İsveç'te, henüz 1980 yılında
yapılmış bir halk oylaması sonucunda, nükleer enerji programından vazgeçilmesi
gündeme gelmişti. Nükleer lobinin yıllarca engellemesine karşın, 1997 yılında
iktidara gelen 3 partili koalisyonun başbakanı Persson, nükleer enerjinin
"sürdürülemez" özelliği nedeniyle santralların kapatılacağını
açıkladı. İlk kapatılacak reaktörün işletmecisi ve Alman ortağının yüksek
tazminat talebi ve Avrupa mahkemelerine şikayet tehdidine karşın, 16 Haziran 1999
günü İsveç Yüksek İdare Mahkemesi, temyizi mümkün olmayan bir biçimde kapatma
kararını onamıştır. Barsebeck-1 adlı reaktör Kasım ayının 30'unda henüz 24
yaşındayken kapatıldı! Elektriğinin %50'sini elde ettiği 12 nükleer reaktörünü
kapatmaya hazırlanan İsveç'in resmi hedefi ise yatırımlarını "enerjinin doğru
ve verimli kullanımı" ile "yenilenebilir enerji" teknolojilerine yaparak
21. yüzyılda dünyada öncü ülke olmaktır.
* AVUSTURYA'DA SİEMENS TARAFINDAN YAPILAN İLK ATOM SANTRALI, 1978'DE YAPILAN ULUSAL HALK
OYLAMASI SONUCUNDA HİÇ AÇILMADI!
* İTALYA'DA 1987'DE YAPILAN ULUSAL HALK OYLAMASI, TÜM ATOM SANTRALLARININ KAPATILMASINI
SAĞLADI!
* JAPONYA'NIN 30 BİN KİŞİLİK MAKİ KASABASINDA 1996'DA YAPILAN YEREL HALK OYLAMASINDA
%60 ORANINDA "HAYIR" OYU ÇIKTI VE MAKİ BELEDİYESİ ATOM SANTRALINA BİR
KARIŞ TOPRAK VERMEDİ!
* YİNE 1996'DA RUSYA'NIN KOSTROMA BÖLGESİNDE 270.000 KİŞİNİN KATILDIĞI YEREL HALK
OYLAMASINDA %87 ORANINDA "HAYIR" OYU ÇIKTI VE BURADA DA ATOM SANTRALI
YAPILAMADI.
* ALMANYA'DAKİ YENİ KOALİSYON HÜKÜMETİ, 1998'DE İKTİDARA NÜKLEER ENERJİDEN
VAZGEÇME SÖZÜYLE GELDİ.
* AKKUYU'DA 1999 TEMMUZ'UNDA GREENPEACE AKDENİZ OFİSİ'NİN YEREL YÖNETİM İLE
BİRLİKTE DÜZENLEDİĞİYEREL HALK OYLAMASINDA OY KULLANANLARIN %84'Ü NÜKLEER SANTRAL
VE RADYOAKTİF ATIK DEPOSU KURULMASINA "HAYIR" DEDİ.
"ATOM ÇAĞI"
Nükleer silahlar ve nükleer enerji "bir madalyonun iki yüzü"dür. İkinci
Dünya Savaşı'nın sonunda ABD'nin Japonya üzerinde denediği iki atom bombası uzun
dönemde 300.000 kadar insanın hayatına mal oldu ve pek çok hastalık ve sakatlığa
yol açtı. İnsanlık bu yıkımdan bir ders almalıydı ama, resmi ve askeri yetkililer
gerçek boyutlarını kavramaktan uzak oldukları bu korkunç silahı çılgınca
yarıştırmak için koskoca bir 50 yıl harcadılar. Hidrojen bombası diye bilinen ve
Hiroşima'ya atılandan 4000 kat daha güçlü olan kitle imha silahları geliştirdiler.
Bu kadar uzun bir sürenin yanısıra milyarlarca doları, topraklarında deneme sahaları
kurdukları yerli halkların geleceğini, kimi zaman gizli plütonyum deneylerinde kobay
olarak kullandıkları kendi askerlerini, kısacası herhangi bir düşmanı değil, kendi
yurttaşlarını harcadılar. Hidrojen bombası diye bilinen ve Hiroşima'ya atılandan
4000 kat daha güçlü olan bombalar geliştirdiler.
50li yılların başında, Atom çekirdeği parçalandığında açığa çıkan büyük
enerji, ABD'nin "Barış için Atom Projesi" ile Hiroşimalıların yanmış,
buharlaşmış bedenlerini zihinlerden silmek için dev bir vicdan aklama kampanyası
olarak pazarlanır. Devlet nükleer yakıt ve atık işini üstlenir, şirketlere düşen
ise elektrik üretip para kazanmaktır. 1990'larda Soğuk Savaş'ın sona ermesiyle devlet
atıkları almaktan vaz geçer. Artık nükleer bomba üretimi için atıklardan
ayrıştırılacak plütonyuma gerek yoktur. Çözümsüz radyoaktif atıklarla başbaşa
kalan santral işletmecileri ise devlete milyarlık davalar açmaya başlar. Enerji
Bakanlığı tarafından yürütülen nükleer silah/enerji programının ABD'ye
yüzmilyarlarca dolara mal olduğu, radyasyonla kirlenen alanlarda yapılması gereken
çalışmalar ve zarar gördüğünü kanıtlayabilen kurbanlara ödenecek tazminatlar
için de yine büyük paralar harcanacağı ortadadır.
Okyanus'un diğer yakasında ise Fransa ve İngiltere tüm Avrupa'dan ve Japonya'dan
topladıkları santral atıklarından plütonyum ayrıştırmayı inatla sürdürüyor.
Atom bombası denemeleri yasaklandığına, nükleer yakıt olarak kullanılan uranyum bol
ve ucuz olduğuna, 1980'lerde bir fiyasko ile sonuçlanan plütonyum yakıtlı
"hızlı üretken" reaktörler de artık olmadığına göre, neden bu tehlikeli
ve son derece kirletici uygulamayı sürdürdüklerine gelince... Fransa ve İngiltere'de
nükleer endüstri, elektrik satışı ile değil, devletin oluşturduğu "plütonyum
ekonomisi" sayesinde ayakta kalabilmiştir. Bu iki ülkeyi Avrupa'nın nükleer
çöplüğü haline getiren La Hague ve Sellafield'deki nükleer tesislerden denize ve
havaya yayılan radyoaktif maddeler, akıntı ve rüzgarlarla dünyaya yayılıyor; yakın
çevrede ise kan kanserleri görülüyor. Bu işe bir son verilmesini amaçlayan, çevre
eylemleri ve kamuoyu baskısı ise gün geçtikçe etkisini arttırıyor.
Başta yalnız ABD, SSCB, İngiltere, Fransa ve Çin'in sahip olduğu atom silahları,
sözde nükleer maddeleri denetleyen ve "barışçıl" amaçlar dışında
kullanımını yasaklayan Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (IAEA)'nın kurallarına
rağmen Hindistan, İsrail, Güney Afrika, Irak, Kuzey Kore, hatta İran gibi başkaları
izledi. 1995 "Nükleer Maddelerin Yayılmasını Önleme Anlaşması" (NPT)'nin
ardından 1996 "Kapsamlı Deneme Yasağı Anlaşması"'nın (CTBT)
imzalanmasıyla ve daha önceki START I - START II anlaşmaları çerçevesinde nükleer
silah başlıklarındaki indirimlerle dünya biraz soluk alır gibi oldu. 1971 yılında
ABD'nin atom bombası denemesi sahasına giren bir avuç Greenpeace gönüllüsünün ilk
eylemi, çeşitli ülkelerde yapılan sayısız başka protestonun ardından, tam 25 yıl
sonra amacına ulaşmış oldu. Atmosferde ve yeraltında patlatılan 2000'den fazla atom
bombasının yarattığı tehlikeli radyoaktivite düzeylerine bağlı olarak tüm
dünyada artan kanserler ve Nevada'da ABD ve İngiltere'nin, Cezayir ve Moruroa'da
Fransa'nın, Semi-Palatinsk'de eski SSCB'nin, Lop Nor'da ise Çin'in nükleer
politikalarına "kurban" edilen yerli halkların yaşadığı trajedi...
Nükleer silah ve enerji endüstrisinin yüzbinlerce yıl sonrasına sorumsuzca miras
bıraktığı yüzbinlerce ton çözümsüz radyoaktif atık ve kalıtımsal sağlık
sorunu yüzünden, "Atom Çağı", santrallar ve silahlar ortadan kalksa da
pratikte sonsuza kadar sürecek!
"SAYAÇSIZ ELEKTRİK" YA DA ÖLÇÜLMEYE DEĞMEYECEK KADAR UCUZ MU?
"Uzun vadeli bir politika olarak Dünya Bankası, nükleer santral (inşaatlarının)
tamamlanması ya da yenilerinin yapılması için finansman sağlamamaktadır. Bu da
nükleer enerjinin genelde enerji sektörü yatırımlarında en ekonomik alternatif
olmadığına ilişkin kararı yansıtmaktadır."
Joseph B. Eichenberger, Dünya Bankası Gn. Md. Danışmanı, 29 Mayıs 1992
Düşük dozlu radyasyonun tehlikesi ya da "nükleer çıkarlar uğruna" kim
vurduya giden insanların sayısı konusunda olduğu gibi, nükleer elektriğin
"gerçek maliyeti" konusunda da bazı gerçekler artık saklanamaz oldu. 1950'li
yıllarda "mucize" olarak pazarlanan atom enerjisinin hiç de ucuz olmadığı
artık yalnız çevre kuruluşları tarafından değil, devletler ve finans kuruluşları
tarafından da yazılıp çiziliyor. Tüm dünyada pompalanan "tüketim
çılgınlığı"nın doğa ve insan açısından nelere mal olduğu konusunu ayrı
bir yazıda ele almak üzere ayırırsak, enerji üretimi ve tüketimine ilişkin teknik
sorunlara bağlı olarak Türkiye'de olan biteni kısaca şöyle özetleyebiliriz:
Ülkemizin 2010 ve 2020 yılı planlarında enerjinin verimli üretimi ve kullanımına
ilişkin hiçbir somut hedefe rastlanmazken, gelişmiş ülkeler 1970'lerden bu yana
enerji verimliliği teknolojileri sayesinde "enerji yoğunluklarını" sürekli
olarak aşağıya çekmeyi, ya da "birim Gayri Safi Yurtiçi Hasıla başına
gittikçe daha az enerji" ilkesini yaşama geçirmeyi, başardılar. Türkiye ise
aynı dönemdeki hatalı enerji politikalarıyla, 1998 yılında "Avrupa'nın en
enerji savurgan ülkesi" haline getirildi! Enerji üretimi; doğaya, insan
sağlığına ve ülke ekonomisine zarar veren termik santrallarda son derece verimsiz bir
biçimde yapılmakla kalmıyor, üretilebilen enerjinin yaklaşık dörtte biri de
bakımsız ve yetersiz şebekede "delik kovayla su taşır gibi",
kullanılamadan yitiriliyor. 2010 yılında kurulu güce katkısı ancak %3 olabilecek
%100 dış kredili "anahtar teslim" nükleer santralları, "karanlıkta
kalacağız" tehdidiyle dayatan bürokrat ve üst düzey yetkililer ise bu konuda
hiçbir şey yapmaya niyetli değil! Dış borcu bugün 102 milyar dolara ulaşan bir
ülkenin, 20 yılda tanesi 5 milyar dolardan toplam 10 nükleer reaktörü nasıl olup da
kuracağı ise meçhul!
Türkiye'yi Batı'nın kirli ve tehlikeli enerji santrallarının çöplüğü haline
getirerek, Avrupa'ya elektrik satılmasını öngören senaryolar, enerjide uluslararası
tahkim hükümlerinin benimsenmesi için canla başla çalışan politikacıların
oluşturduğu tabloyla bütünleşmiş durumda. Bu arada, Türkiye'ye reaktör satmak
isteyen ülkelerde ise on yıllardır tamamlanan tek bir sipariş alınabilmiş değil
(ABD 27 yıl, Kanada 26 yıl, Almanya 18 yıl). 1997'de İsveç Parlamentosu tarafından
kabul edilen Enerji Politikasına İlişkin Partiler-Arası Anlaşma'da; "ekolojik ve
ekonomik açıdan sürdürülebilir" nitelikteki enerji planlarında nükleer
enerjiye yer olmadığı belirtiliyor. Bütün bunlardan bir ders alıp almamak da
bugünlerde ihalenin sonucunu açıklaması beklenen hükümete kalıyor!
Bir başka çifte standart da atıklar konusunda yaşanıyor: Nükleer lobinin
dağıttığı broşürlerdeki çizimlerde, "güvenli katman"a inilerek
yeraltına gömülebileceği iddia edilen atıklar için böyle bir yer bulunamadığı,
yerkabuğunun modellenemeyecek kadar karmaşık çatlak ve kırıklarla dolu olduğu,
"nükleer endüstrinin bu işi yeterince ciddiye almadığı" 1997'de İngiltere
Çevre Bakanlığı tarafından açıklanmıştır. İngiliz halkına 15 yılda 350 milyon
Pound'a mal olan NIREX adlı bu proje nükleer atıklar konusunda 50 yıldır yaşanan
çözümsüzlüğün yeni bir kanıtıdır! 1998 yılı Mart ayında ise Kanada'nın
kuzeyinde yüksek düzeyli radyoaktif atıkların nihayi olarak gömülmesi için yapılan
araştırmalar resmen noktalandı. "Teknik olarak çözülebilse bile halkın genel
kabulü olmadığı için" bu işlemin yapılamayacağı sonucu resmen açıklandı!
1996 yılında Almanya'da nükleer atıkların santrallerden Gorleben'deki ara depolama
sahasına taşınması sırasında 20 bin kişilik gösteriler yapılmış 30 bin kişilik
polis gücü seferber edilmiştir. 2. Dünya Savaşı'ndan beri Almanya'nın gördüğü
bu en büyük güvenlik operasyonu, en az 100 milyon Mark'a mal olmuştur, yani halkın
vergileriyle halka karşı yapılmıştır. Bırakın atıkların bir son depolama
alanına gömülmesini, her seferinde binlerce kişinin katıldığı yeni eylemlere neden
olan, atıkların taşınması işi bile başlı başına bir sorundur. Bütün bunlara
rağmen, geçen yıl Temmuz ayında İstanbul'da yaptıkları basın açıklamasında,
Alman Siemens yetkilileri, "Radyoaktif atıkları Toroslar'ın altına
gömebilirsiniz. Zaten Türkiye'nin parlak zekalı insanları 20 yıl sonra radyoaktif
atıklara çözüm bulacaktır!" gibi sözler sarfedebilmiştir!
Nükleer cephede durum bu iken, tehlikeli ve radyoaktif atıkları bulunmayan,
hammaddeleri bedava ve sonsuz olan yenilenebilir enerji sistemlerinden örneğin rüzgar
enerjisi yatırımları, irili ufaklı çiftlikler halinde ve 1-2 yıl gibi kısa
sürelerde kurulabiliyor. Türkiye'ye reaktör satmak isteyen Almanya'da son beş yılda
kurulan rüzgar çiftliklerinin toplam kapasitesi 2000 Megavat'ın üzerinde. Bugün
elektriğinin %10'unu rüzgardan üreten Danimarka'nın resmi 2030 yılı hedefi, bu
oranı %50'ye çıkarmak. On yıllık bir tartışmadan sonra 1985 yılında
parlamentosunda "nükleer enerjiye geçmeme" kararı alan ve 1999 yılında
iklim değişikliği tehdidi nedeniyle kömür santrallarını sınırlamaya başlayan
Danimarka'da rüzgar enerjisi endüstrisi dev balıkçılık endüstrisinin bile önüne
geçmiş, 15.000 Danimarka yurttaşına da kendi ülkesinde iş olanağı sağlamış.
Dünyadaki çeşitli örneklerde görüldüğü gibi, enerji verimliliği teknolojilerine
ve yenilenebilir enerji kaynaklarına yapılan yatırım, çevresel yıkımı azaltarak
toplumsal maliyeti düşürüyor, ülke ekonomisi açısından daha yararlı ve yöre
insanına daha fazla iş olanağı sağlıyor.
Bugün ülkemizin verimlilik potansiyelini kullanmaz, temiz ve yenilenebilir enerji
kaynaklarını devreye sokmazsak, yakında Akdeniz'in en temiz kalmış kıyılarından
Mersin-Akkuyu'da yapılması dayatılan nükleer santralların getireceği güvenlik,
sağlık, ekonomik ve toplumsal sorunlarla başbaşa kalacağız. Daha da kötüsü, eğer
Türkiye'de nükleer santrallar yapılırsa, Çernobil sırasında radyasyon tehlikesini
maddi çıkarlar uğruna gizleyen, İkitelli kazasına yol açan, üstelik işledikleri
her iki suçun da hesabını vermemiş olan nükleerci yetkililere bir kez daha
canımızı teslim etmiş olacağız!
*Bu başlık B.Ü. Çevre Kulübü'nün hazırladığı bir afişten alındı.