24. Sayı
Uzun zamandır toplumsal ekoloji hareketi üzerine bir şeyler yazmayı düşünüyordum.
Yerli yersiz her yerde moda terimlerin kullanıldığı anlar vardır. Bazen bu
terim(kelime) "demokrasi" bazen "kültür", bazı zamanlar ise
"devrim", bu günlerde ise "ekoloji" terimi tabir-i caizse ayağa
düşen kelimeler arasına katıldı.
Ekoloji, ekoloji, ekoloji, ekoloji, ekoloji.....
Hani bir de "ayağa düşmek" gibi "diline düşmek" deyimi de
vardır. Her yerde her oturduğu masada -genellikle de bu masa nedense(!) hep barların o
loş ve/veya aydınlatıcı mekanlarında bulunur- durmadan eşitlikten, demokrasiden
bahseden ancak eve gittiğinde yemeği ve yatağı hazır isteyen kişilerden tutun da;
dilinden düşürmediği kültür, insanlık, kardeşlik, adalet terimlerinden bir nebze
nasiplenmemiş kişiler için kullanılan bu deyimi hatırlatmak gerektiğini
düşünüyorum. (Bu deyimler elbette ki en kutsal kurumlar için de geçerlidir.)
İşte tam da bu tür bir zihniyetin içinde boğulduğumuz bir dönemde bu yazıyı yazma
ihtiyacını taşıdığımı belirtmeliyim. Ee tabi bu kadar ekolojinin konuşulduğu bir
yerde haddimizi aşarak bizim gibi zatlara pek düşmese de, hani gene de bir nebze
ekolojiden özellikle de 'toplumsal ekoloji'den bahsetmek gereği çıkıyor ortaya.
"Ekoloji" kavramı ilk kez yaklaşık yüz yıl önce Ernest Haeckel tarafından
hayvanlar, bitkiler ve inorganik çevreleri arasındaki karşılıklı ilişkilerin
araştırılmasını ifade etmek için icat edildi.1
Derin ekolojinin mistik bir "birlik" yaklaşımı yanında, bir
"mühendislik" olarak çevrecilik hareketinin boy göster(eme)diği bir
dönemde, toplumsal ekolojinin ne olup olmadığına vurgu yapmak ve yeşil hareket
camiasında olduğu kadar sol camiada da bir tartışmayı başlatmak adına ortalığı
"rahatsız etmeyi" ve "kışkırtmayı" amaçladığımı açıkça
vurgulamalıyım.
Toplumsal ekoloji hem yeşil hem de sol camiada kenara itilmiş bir durumda iken (en
azından Türkiye'de) Toplumsal Ekoloji nin anlaşılamadığı ve onu yeteri kadar
anlatamadığımızın altını çizerek bu yazıyı yazmayı bir "namus" borcu
olarak görüyorum.
Bu denli felaket tellallığının yapıldığı bir dönemde fütürist, postmodernist ve
mistik düşüncelerin diz boyu yükseldiği, solunacak hava bırakılmadığı bir yazın
bolluğunda, tüm bu hareketlerin kapitalist sistemce metalaştırılıp, süslenip
püslenip gündemde tutulduğu ve körüklendiği bir dönemde "ütopyacı"
olmanın ihtiyacını taşıdığımı dile getirmeliyim. Tabi ki, "ütopya"
kelimesinin yanlış anlaşılmaya müsait çağrışımlarını da göze alarak, burada
kullanmaktan çekinmiyorum. Zira ütopyamız ve umudumuz olmadan bir şeyleri
değiştirebileceğimize inanmadığımı ne kadar vurgulasam azdır.
Kurtuluşu günlük maddi ilişkiler dışında, "doğa" ile mistik ve romantik
bir "birlik"te veyahut doğa üstü bir "Gaia" düşüncesinde
aramanın kendimizi kandırmaktan başka bir işe yaramayacağını vurgulamalıyım.
Bunca insanı bu yöne sevk etmeye hakkımız olmadığını düşünüyorum. Zira böyle
bir "lüksümüzün" olmadığı bir dönemde yaşamaktayız.
Yazı iki bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde toplumsal ekolojinin ne olmadığı
üzerinde durduktan sonra, ikinci bölümde toplumsal ekolojinin genel hatlarıyla ne
olduğu üzerinde duracağım.
I
Toplumsal Ekoloji Ne Değildir?
Dünya ve Türkiye yeşil hareketine baktığımızda ortama hakim olan ve sistemce
durmadan pompalanarak gündemde kalan temel iki hareket göze çarpar. Mistisizme
boğulmuş "biyomerkezci" bir anlayışın hakim olduğu Derin ekoloji ve
reformist çevre hareketi. Derin Ekolojinin temelinde "insansevmez",
"antiteknolojik", "antiussalcı", "doğa" ile mistik bir
"birlik" düşüncesi yatar.2 Çevrecilik hareketinde ise pragmatik,
"insanmerkezli", sistem içinde sistemi eleştirmektense sistemin
uygulamalarını görünüşte yumuşatan, ancak mevcut sömürücü sistemi
yaptıklarıyla meşrulaştıran bir "sübab" görevi görmekten öteye
geçemeyen Bookchin'in deyimini ödünç alırsak bir "çevre mühendisliği"
mantığı yatar.
Çevrecilik dar, pragmatik, genellikle toplumsal açıdan "tarafsız" olup,
hava-su kirliliği, zehirli atıklar, gıdaların kimyevileştirilmesi ve benzeri konular
üzerine yoğunlaşır. Bu gayretlerin desteklenmesi gerektiğini kabul ediyorum. Ancak bu
haliyle sadece buz dağının görünür kısmıyla uğraştıklarından ve hep sorunun
çevresinde dolanıp bir türlü asıl soruna yönelmediklerinden bu çabaların uzun
süreli, süreğen ve aynı zamanda etkili olacağını düşünmüyorum. Çevreci hareket
temelde "insanmerkezli" bir harekettir. Bu yönüyle derin ekolojinin
"doğamerkezli" düşüncesinin tam tersidir. Çevrecilik doğayı sadece
edilgen bir yaşam ortamı, nasıl olursa olsun insanların kullanımına "hizmet
edebilecek" bir dışsal nesneler ve güçler yığını olarak görür. Varolan
sömürücü toplumu eleştirmeden, sistem içinde tüm görünüşleriyle insan
sağlığına ve refahına verilen zararı asgariye indiren "teknik" reformlar
yoluyla doğal dünyayı, mevcut toplumun ihtiyaçlarına ve onun sömürücü kapitalist
buyruklarına uyarlamak ister. Mevcut toplumun temel kavramlarını özellikle de
'insanın doğaya hükmetmesi' düşüncesini sorgulamaz. Ve tahakkümün yol açtığı
hasarları görünüşte azaltacak teknikler geliştirerek bu tahakkümü maskelemeyi ve
kolaylaştırmayı sağlar. Böylece çevreci mühendisliklerin teknik ürünleri ile
sadece doğayı değil aynı zamanda, kamuoyunu da mevcut toplumun ilişkilerine
uydurmaktan başka işe yaramayan "ekoloji" yönelimli partiler ile hiyerarşi
ve tahakküm kavramlarını gözden saklarlar.
"Derin Ekoloji" ise kendisini "doğamerkezli" bir düşünüş olarak
"insanmerkezli" çevreciliğin tam tersi olarak tanımlar.3 "Vahşi
doğa" yı merkez alan bu düşünüş, temelde idealist olup doğa ile mistik bir
"birlik" olarak bütünleşme yolunu Budizm'de, Taoizm'de ve özellikle diğer
doğu dini düşüncelerde bulur.4 İnsanın doğadan ötekileşmesini "ilk
günah" olarak görüp buna lanet etmekle kalmaz, bu yabancılaşmanın
canlı-cansız herşeyi evrimsel süreçteki farklılıkları görmezlikten gelerek
"eş değer" sayarak ortadan kaldırılacağını savunur.
Genel olarak "mistik ekoloji" denebilecek "derin ekoloji"
hareket(leri) tüm yaşam biçimlerini, bakteriler ve virüsler de dahil olmak üzere,
"içsel değerler" açısından birbiriyle eşitleyen
"biyomerkezcilik" denilen ortak bir görüşü paylaşırlar. Tam da burada çok
tartışılan bir konuya gelmekteyiz: "içsel değer" in (ne demekse) tüm
türler arasında eşit şekilde dağıldığı anlayışı. Bu görüş doğal evrimi
hiçe sayarak evrim sürecinde birikerek farklılaşmaların oluşturduğu çeşitliliği
bir gelişim süreci olarak kavramaktan uzaktır. "İçsel değerler"in
biyomerkezci savunucuları bu farklılık çeşitliliğini yalnızca ahlaki olarak
eşitlenebilir özellikler olarak görür. Öyle ki, insana doğal evrim tarafından
bahşedilen sinir sistemi sayesinde çevresini ve kendisini değiştirme ve dönüştürme
kapasitesi ile bir sivrisineğin veya ağacın kendini gerçekleştirme hakkını(?) aynı
kefeye koyarlar. Bu biyomerkezci yanılsamalar ve insan düşmanı sonuçlarının
ışığında iyi yada kötü var olan tek "etik" öznenin insan olduğu
gerçeği gözden kaçırılır. " Yalnızca insanlar diyor Bookchin diğer yaşam
biçimlerine değer biçen, eşi olmayan bir etik sistemler yaratma kapasitesine sahip
olduklarına göre kendilerine ait özel bir değerleri olduğu açıktır.
Davranışlarının ve onların yarattığı ekolojik etkinin tamamen farkında
olabildiklerine göre biyosferde nadir bulunan varlıklardır; çünkü başka hiç bir
yaşam biçimi evrim tarafından kendine bahşedilen bu olağanüstü bilinçliliğe sahip
değildir."5 Dolayısıyla insan yaşamı bir kuşun veya ayının yaşamı ile eşit
düzeye getirilemez. Tıpkı bir kuşun veya ayının yaşamı bir ağacın varlığı ile
ve bir ağacın varlığı bir taşın varlığı ile eş tutulamayacağı gibi.
Beğenelim veya beğenmeyelim dünyadaki her şeye var olan ve olacak
"değerini" insan verir. İnsanı doğada değerin cisimleşmesi olarak
düşünmek yanlış olmaz. Ancak insanlar var oldukça dış dünyaya değerler
biçerler. İnsanların yok oluşuyla birlikte değer de yok olacaktır. Dolayısıyla
doğada bir taş ile bir ayıyı aynı kefeye koyamayacağımız gibi, bir ayı ile
insanı da aynı kefeye koyamayız. Bu eğilim düpedüz "gericidir". Zira
insanın çevresini ve kendisini daha iyiye, güzele doğru geliştirme ve dönüştürme
yeteneğini ve potansiyelini hiçe sayar. Bu da insana verilmesi gereken önemi arka plana
atar ve vahşi doğa içinde bu "potansiyel"lerini eritmeyi, edilgen kılmayı
amaçlar. Bakın bu "eş değer" safsatası şimdi karşımıza nasıl geliyor:
Mistik ekolojistler sık sık ekolojik krizin sorumlusu olarak "insanları"
veyahut "insanlığı" sorumlu tutarlar. Günümüz sömürücü toplumunda tüm
insanlar "aynı derecede" bu krizden "sorumlu" tutulur ve
suçlanırlar. Yani nükleer santrallerle çalıştırılan pek çok fabrikanın sahibi
ile bizim köydeki Ali emmi ya da bir gecekondudaki evinde halı dokuyan Fatma aynı
kefeye konur. Bu krizden aynı oranda suçlu olduklarından aynı oranda bedel ödemeleri
beklenir. Bu yaklaşımın politik miyopluğu bir yana gerici olup olmadığını size
bırakıyorum.
Burada bazı kavramları açıklamakta yarar var. Bunlardan biri "doğa"
kavramıdır. Toplumsal ve ekolojik açıdan baktığımızda doğa "var olan"
herşey değildir. Bu tanım en azından "toplumsal ekolojistler" için
böyledir. Doğa giderek genişleyen çok uzun bir farklılaşma süreci olarak
görülmesi gereken evrimsel bir gelişimdir. Bu süreç ne kadar farklı olursa olsun
cansızdan canlıya ve nihayet toplumsal olana doğru birikerek çoğalan, evrimsel bir
süreçtir. "Birinci doğa" insani olmayan doğa yani "vahşi doğa"
olarak , doğal dünyanın özellikle de organik dünyanın birikimsel evrimi olarak
tanımlanabilir. "İkinci doğa" ise insanlar tarafından yaratılan tüm
değerleri içerir.6 Yani insani ve toplumsal olan her şey ikinci doğa içine alınır.
Bir bütün olarak doğanın bu iki gelişimini karşıt ve tamamen düalist bir zıtlık
değil de son derece yaratıcı ve paylaşılan bir "evrim" olarak ele alan
hemen hemen tek yaklaşım toplumsal ekolojidir. Buna karşılık çevreciler birinci
doğayı ikinci doğa içinde eritme eğilimindedirler. Mistik ekolojistler ise
"biyomerkezci" kavramlarıyla genellikle insanlığın sorunlarını ve ikinci
doğayı küçümserler. Ve ilk doğayı "vahşi doğa" olarak yüceltme
eğilimi taşırlar. Bu mistik ekolojiler insan türünü evrimsel bir hata, hatta bir
"kanser" olarak görürler. Bu şekilde insanlığın tarihi boyunca elde
ettiği kazanımlarını lanetleyip yok sayma eğilimindedirler. Hatta o kadar ki tüm
kazanımları bir kenara itip ilkel yaşam biçimlerine geri dönmeyi savunanlar da
çıkmaktadır. Mistik ekolojistlerin bu tür insan kazanımlarını değersizleştirici
düşüncelerinin kökeninde, insana ve insani olan her şeye karşı bir nefret yatar.
Akla, bilime, teknolojiye, insan aklına dayanan herşeye nefret.
Bilimin şu anda var olan sömürücü toplumsal matrisi görmezlikten gelinerek bizatihi
bilime karşı olmak ne denli akıllıcadır? Teknolojiyi şu anki yapısıyla
değerlendirip teknolojinin her türünün zararlı olduğunu söylemek ve tamamen
teknolojiyi ekolojik sorunlardan sorumlu tutmak ne kadar doğrudur? Teknolojinin sadece
çevreye zarar vermeye değil çevreyi düzeltmeye de yarayacağını görmezlikten gelmek
ne kadar akıllıcadır? Aklı sadece araçsal akıl olarak değil de, nasıl olursa olsun
her yönüyle tüm sorunların kaynağı olarak görmek ve bizatihi akla saldırmak ne
kadar doğrudur? Tüm bu kazanımların-bilim, teknoloji ve akıl- "ne amaçla"
ve "nasıl" kullanılması gerektiği sorusunu sormalıyız, onları tamamiyle
reddetmeyi değil. Tabi ki çevreyi tahrip edici teknolojiler vardır. Ancak teknolojinin
aynı zamanda insanın doğa ile uyum içerisinde yaşamayı kolaylaştırabileceğini de
unutmamalıyız.
Romantizmin ve mistisizmin batağına saplanmak istemiyorsak, soruları doğru
sormalıyız. Soru, insanlar doğaya müdahale etmeli mi etmemeli mi sorusu değil;
insanlar doğaya "nasıl", ne amaçlarla, hangi "etik temellerde"
müdahale etmeliler?sorusudur. Bu soruya verilecek yanıt nasıl bir toplum istediğimiz
sorusunun içinde yatmaktadır. Kuracağımız toplumun ve oluşturacağımız etik
tavrımızın doğaya tavrımızı ve ona nasıl müdahale edeceğimizi belirleyeceğini
bilmeliyiz. Toplum ile doğayı birbirinden ayrı düşünmek, birisini diğerinin içinde
eritmekten daha az tehlikeli değildir. Bu düalist veya indirgemeci zihniyetten
sıyrılıp "bütünlükçü", devingen ve birikimsel bir zihniyete
ihtiyacımız var. İnsanın doğadan ayrı olmadığı gibi aynı zamanda bizatihi
kendisinin ve kazanımlarının doğanın ona bahşettiği yeteneklerin ürünü
olduğunun bilincine varmalıyız. Ve nihayetinde bu sahip olduğumuz gücün kendisini ve
doğayı yok etme durumuna geldiğini görüyoruz. Ancak yıkıcı olan bu gücün aynı
zamanda da onarıcı ve yapıcı potansiyelini de görmezlikten gelemeyiz, gelmemeliyiz.
Bütün mesele, bu insani duyarlılıklarımızın ve taleplerimizin bilinçli olarak
ortaya konulmasıdır. Tabi ki çözüm yolları günlük hayatın bizatihi içinden
çıkacaktır, adım adım, çoğalarak. Bir düşünürün de dediği gibi " bu
uğurda hayal etmeye ve savaşmaya değer".
Toplumsal Ekoloji Nedir?
Bugünkü kar üzerine kurulu, ya büyü ya öl şiarıyla yol alan burjuva toplumumuzda
tabir-i caizse yeryüzünün iliklerine kadar işleyen bir yok etme faaliyeti sistemli
olarak uygulanıyor. Soluduğumuz havanın, içtiğimiz suyun, yediğimiz besinlerin
sağlıksızlığı, kıyılarımızın, denizlerimizin, göllerimizin derinliklerinin ve
neredeyse tüm vahşi doğanın geri dönüşümsüz bir şekilde yok edildiği ortada.
Ülkemizde de açılmaması için savaşımı verilen nükleer santrallerin mantar gibi
çoğalması, milyonlarca insanın yaşadığı kentleri nükleer bir atık cehennemine
çevirerek, bilinebilen ve bilinemeyen pek çok kanserojen ve mutajen maddelerin
çöplüğüne dönüştürmektedir. Tüm bu radyoaktif ve ağır metal maddelerin
atıkları doğal çevreyi olduğu gibi insan yaşamını da tehdit edici bir etkiyle
karşı karşıya bırakıyor. Bu ölümcül tahribata toplum yaşamımızdaki yerleşim
problemlerimizi, emlak spekülatörleri, yoğun trafik sorunlarını, yer altı
kaynaklarımızın ve toprağımızın bilinç(li)sizce yok edilmesini ve daha pek çok
şeyi ekleyebiliriz. Tüm bunları dillendirmek sadece bu sorunların kaynağına inip,
somut ve kökten çözüm önerileri getirdiğimiz takdirde önem kazanır.
Çağımızın ekolojik krizinin tehlikesi ve özü, Bookchin' in dediği gibi, bu
toplumun -geçmişteki tüm toplumlardan daha çok- organik evrimi bozuyor olmasıdır.7
Tabii ki insanın bu organik evrimin dışında olmadığını hatırlatmak önemlidir.
Daha da önemlisi; doğal evrim tarafından oluşturulan insanın, doğal evrim
tarafından kendisine bahşedilen potansiyelleri sonucu önemli bir noktada olduğunun
vurgulanmasıdır. Zira artık insan kendini var eden evrim sürecinin yönünü
belirleyebilme yetisine sahiptir. Yani insanlar şimdi hiç olmadığı kadar hayati bir
yol ayırımına gelip dayanmışlardır. Ya bu sistemin temel çelişkilerini
görmezlikten gelip -hiyerarşi sistemi ve sınıfları- var olan yıkıcı sistem içinde
yok olmayı bekleyecek; ya da tahakkümü bertaraf eden özgürlükçü demokratik
yapılanmalarla oluşan ekolojik bir toplum yaratacaklardır. Bir başka orta yol yok.
İşte Toplumsal Ekoloji, şu anki sınıflı ve hiyerarşik topluma alternatif bir
ekolojik toplum hedefler.
Toplumsal Ekoloji ve Doğa
Toplumsal Ekoloji açısından doğa, bu yazımın ilk kısmında da bahsettiğim gibi,
"var olan" her şey değildir. Doğa giderek genişleyen çok uzun bir
farklılaşma süreci olarak görülmesi gereken evrimsel bir gelişimdir. Bu gelişim ne
kadar farklı olursa olsun organik olmayandan organiğe ve nihayet toplumsal olana doğru
birikerek çoğalan, evrimsel bir süreçtir. Bu evrim ne vahşi doğada ne de toplumda
tamamlanmıştır. Doğayı bu şekilde durağan değil de dinamik bir oluşum olarak ele
aldığımızda; doğal ekolojiden bahsedildiği gibi toplumsal ekolojiden de bahsedilir.
Evrim sürecine bir göz attığımızda; çarpıcı bir şekilde evrim sürecinin
basitten karmaşığa ve çeşitliliğe doğru bir yol izlediği -tabii ki bilinçsiz bir
şekilde- ve türler arasında karşılıklı bağımlılığın ön planda olduğu
dikkati çeker. Daha da önemlisi belki de burada vurgulanması gereken; Bir ekosistemin
yaşamının ve sistemin dış etkenlere karşı dayanıklılığın büyük oranda bu
çeşitliliğe ve karmaşıklığa bağlı olduğudur. Örneğin; besin ağı şemasının
gözünüzün önüne getirdiğinizde bir başlangıç ve bitiş noktası bulamazsınız.
Zira bu ağın bitki-hayvan ilişkilerinin büyük memeliler ve mikroorganizmalar gibi
çok çeşitli yaratıkları içeren döngüsel bir bağlantılar bütünü olduğunu
görürüz. Ağa herhangi bir noktadan girilebilir ve görünür bir çıkış olmadan
hareket noktasına geri dönülebilir. Sistem bu haliyle kapalı bir sistemdir (güneş
ışınlarınca dağıtılan enerji dışında). Bu besin ağı içindeki bakteri türleri
ya da herhangi bir mikroorganizma türü arasında karşılıklı bir bağımlılık
ilişkisi vardır. Besin ağı ne kadar karmaşık ise ekosistem o kadar istikrarlı olur.
Ilıman veya tropikal ortamlardaki ekosistemleri oluşturulan türlerin çeşitliliği ve
karmaşıklığı nedeniyle, besin ağından bir ya da iki türün yok olması sistemin
istikrarını bütünüyle bozmaz iken; kıraç veya buzul bölgelerdeki bir basit
ekosistemde bir türün bile ortadan kaldırılması bu ekosistemde önemli çöküşlere
neden olacaktır. Bu noktada asıl vurgulanması gereken, insanlık yaşamının
çeşitliliğe ve karmaşıklığa ciddi oranda bağlı olduğu ve doğanın bir parçası
olan insanın hayatını idame ettirmesinin, organizmaların giderek artan
karmaşıklığa ve karşılıklı bağımlılığa doğru evrimleşmesine bağlı
olduğudur.8 Bu bağlamda insanlığın iradi seçimiyle henüz tamamlanmamış doğal ve
toplumsal evrimin yönünü değiştirebilme gücünün ne kadar hayati olduğu ortaya
çıkar.
Doğaya hükmetme düşüncesi:
Ekolojik krizin köklerini araştırmak istiyorsak, insanın doğaya hükmetme
düşüncesinin ve daha da vahimi bunun bir gereklilik olduğu varsayımının kökenini
araştırmalıyız. Ekolojik krizin nedenlerini ne sadece teknolojide, ne nüfus
büyümesinde, ne halkların sorumsuz tüketiminde ne de doğa üstü bir gücün
insanları cezalandırmasında aramalıyız. Bookchin'in de dediği gibi, "bugünkü
ekolojik krizin köklerini bulmak için sadece tekniğe, demografiye, büyümeye ve
sağlıksız refaha bakmak yetmez; bunların altında yatan ve insan toplumunda- sadece
burjuva, feodal ve antik toplumda değil, genel olarak sınıflı toplumda değil, bizzat
uygarlığın şafağında- hiyerarşi ve tahakkümü üretmiş olan kurumsal, ahlaki ve
tinsel değişmelere çevirmeliyiz gözümüzü."9 Gözümüzü bu yöne
çevirdiğimizde ise karşımıza dev gibi sorular çıkar: Peki öyleyse, doğaya
hükmetme düşüncesinin kaynağı nedir? İnsanın kendi doğasına hükmetmeden doğaya
hükmetmesi olanaklı mıdır? Toplumsal ekoloji insanın doğaya hükmetmesi ve
sömürmesi gerektiği şeklindeki varsayımın insanın insana hükmetmesi ve onu
sömürmesinden kaynaklandığını savunur. Yani tersten ele alacak olursak;
"insanın doğayı emek potasında eriterek özgürleşeceği" varsayımının
tersine insanın, ancak doğayla ahenkli bir şekilde oluşturacağı etiksel ve ekolojik
bir müdahale ile doğayı zenginleştirerek özgürleşebileceğini savunur. İnsanın
insan üzerindeki tahakkümünün kökleri patriyarkal aile yapısı içinde erkeğin
kadına hükmettiği ve sömürdüğü dönemlere kadar uzanmaktadır. Zamanla toplumsal
tahakkümle birlikte ortaya çıkan hiyerarşiler, sınıflar, mülkiyet ve devlet
kurumları kavramsal planda insanın doğa ile ilişkisine de aktarıldı. Böylece
özneden nesneye, bir kaynağa hatta alınıp satılır bir metaya dönüşen köleler
olarak değerlendirilen insanlar, aynı değerleri doğa ile olan ilişkilerine de
aktardılar. Yüzyıllar boyunca hüküm süren bu görüş adeta genetik yapımıza
sirayet etti. Bir de şu anki üretmek için üreten, ya büyü ya da öl şiarıyla kar
esasına dayalı burjuva toplumu -doğası gereği-, her şeyin haraç mezat olduğu,
dolar ve sente endekslendiği bir küreselleşme sürecinde insanlığın doğayla
çatışmasını tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar şiddetlendirmektedir. Öyle
ki; özel hayatımızdan kamu yaşamımıza, çocuk yetiştirmekten erotik arzularımıza,
hatta varolan "radikal toplumsal muhalefetimize" dek, yani toplumsal
hayatımızın aklınıza gelebilecek en ücra köşelerine dek bu görüşün etkisinde
yaşamaktayız. Ancak daha ne kadar yaşayabileceğimiz ise meçhuldür. Bu temel
varsayımı ve ilişkiler bütününü sorgulamayan ve bu uğurda somut önerilerle
çözüm üretmeyen her tartışma havada boş bir seda olarak kalmaya mahkum olacaktır.
İnsanın insan üzerinde tahakküm kurduğu ve sömürdüğü, bireylerin artık pazarda
alınıp satılan metalara dönüştürüldüğü ve bireysel farklılıkların ve
kişiliklerin buharlaştırıldığı bir toplumun sınırları içinde ekolojik krizler
çözülebilir mi? Sadece doğal çevreyi koruyan teknikler geliştirmek yeterli mi? Hele
hele nükleer santrallerin bizatihi kendi özlerinden kaynaklı ekolojik zararı görmeden
kapitalist değil de sosyalist bir yönetimde olması bir şey değiştirir mi? Sadece
toplumdaki sömürüyü (ekonomik eşitsizliği) ortadan kaldırmak soruna çözüm
getirir mi? Toplumsal kurumlarda ve bilinçlerde bir değişim olmadan devrimi düşünmek
olanaklı mı?
Gücün Merkezsizleştirilmesi(yerinden yönetimi)
İnsanlık kendini bireysel ve kolektif olarak yaşamın tüm alanlarını kontrol altına
alabilecek şekilde yönetmelidir. Bu da kaçınılmaz olarak toplumdaki her bireyin,
toplum ve kendisi ile ilgili her türlü konuda doğrudan söz sahibi olması demektir.
Böyle bir toplumda siz de takdir edersiniz ki; güç bazı sınıfların, elit tabakanın
veya partinin elinde değil ancak halka yayıldıkça anlamlı olur. Gücü bu şekilde
merkeziyetçi bir mantıktan kurtarıp merkezsizleştirebildiğimiz (decentralization)
yönetim şeklinde ancak demokratik ve özgürlükçü kurumlar oluşturmak mümkün
olabilecektir. Burada şunu açıkça vurgulamak isterim ki; 'geleceğin toplumu
"demokratik" bir toplum olmalıdır.' düşüncesine katılıyorum. Tabii ki
demokrasi derken kesinlikle şu anki toplumumuzda (burjuva toplumunda) var olan
"temsili demokrasiyi" kastetmiyorum. Zira "temsiliyet" ve
"demokrasi" kavramlarının birbirleriyle uzlaşmaz şekilde çelişik anlamlar
taşıdığını vurgulamalıyım. Toplumsal ekoloji, "doğrudan demokrasi"
kurumlarının oluşturulması için çaba sarf eder. Peki şu anda, sadece gücün
merkezsizleştirilmesiyle oluşturulacak bir yönetimin her derde deva olacağını
söylemek ne kadar akıllıcadır? Özel mülkiyetin ve pazar ekonomisinin etkisi
altındaki bu değer(sizlik)ler dehlizinde boğulan bir toplumda, her bireyin hayatının
her alanına özgürce müdahale edebileceği ve maddi hayatın tüm araçlarının ortak
olarak işletildiği, üretildiği ve "eşitsizlerin eşitliği" ilkesiyle
paylaşıldığı özyönetimi savunmaksızın "gücün merkezsizleşmesi"nden
medet ummak bir şeyi değiştirir mi? Özel mülkiyetli, hiyerarşik ve sınıflı bir
toplumda gücün merkezsizleşmesinin her şeyi kökünden çözeceğini dillendirmek
kabaca, safdillik olacaktır.
Toplumsal ekolojinin belki de en önemli yanı ve buradan aldığı gücü,
"bütünlükçü" bir toplum önermesi ve hedeflemesidir. Gücün
merkezsizleştirilmesini, karşılıklı yardımlaşma, indirgenemez asgari, doğrudan
eylem, doğrudan demokrasi ve yaşam araçlarının herkesin elinde ve hizmetinde olduğu,
çevreyi ve mülkiyeti hiyerarşik olmayan bir tarzda komünal paylaşılan bir toplumun
bütünlüğüne yayar. Aksi taktirde, tüm bu "duyarlılıkları" ayrı ayrı
ve birbirlerinden kopuk bir şekilde ele alıp, tek başlarına var olmalarını talep
etmenin hiçbir şeyi değiştirmeyeceğini vurgulamalıyım. Daha da vahimi, böyle bir
"bütünsüzlük" durumunda bu kavramların içeriğinin boşaltılıp
"dile düşmelerine" neden olacağını da belirtmeliyim ki; şimdiye dek de
bunun aksi ispatlanmadı.
Bu bağlamda Toplumsal Ekoloji, şu anki toplumda var olan ve özgürlükçü demokratik
gelenekte "potansiyelleri" gereği ele alınan yerel yönetimlerin (belediyeler
ve halk meclisleri gibi) yukarıda dile getirdiğim "duyarlılıklar"
çerçevesinde yeniden yapılandırılarak, konfederatif bir birlikte oluşturulacak
alternatif bir toplum hedefler.
Bergama ve "Bir Soru":
Daha da somutlaştırarak konuşmak gerekirse, şu anki ekolojik duyarlılığımızın
giderek yükseldiği ülkemizde Bergama Köylüleri'nin onurlu direnişinden bahsetmeden
geçemeyeceğim. Bergama Köylüleri'nin hareketini burada uzun uzadıya hakkettiği
irdelemeyi yapacak kadar yerim olmadığından, kısaca bence önemli olan temel bir
noktaya vurgu yapmakla yetineceğim. Bergama Köy Halkı'nın yörelerindeki çok uluslu
bir şirket olan Eurogold' un siyanür ile altın arama girişimine karşı mücadeleleri
takdire şayandır. Hele hele yöre halkının hemen her bireyinin kolektif bir bilinçle
bu mücadeleye renk katan eylem çeşitliliğini ve siyanür hakkındaki bilgi birikimini
de düşününce, insanın aklına 68 Paris gençliğinin şu ünlü sloganı geliveriyor:
"Gerçekçi ol imkansızı iste". Daha da önemlisi, belki de Bergama' lıların
bir araya gelip doğrudan bire bir oluşturulan toplantılarda olayı enine boyuna
tartışmaları, kararlar almaları ve uygulamalarındaki özbilinçlilik ve
özeylemliliktir. Bu bağlamda yaşamlarını ve geleceklerini kontrol etme, yönetme
taleplerini ve doğrudan denebilecek eylemlerinin önemini belirtmeliyim. Mahkeme
kararlarına rağmen hala Eurogold' un kapatılmadığı ve hala işletmenin yabancı
askerler ile korunduğu hatta faaliyette bulunduğu söylentileri(?) de düşünülürse,
ister istemez insanın aklına "ulusal hukuk mu? MAI mi? (çok yönlü yatırım
anlaşması- nam-ı diğer, "küreselleşmenin anayasası") diye geliveriyor. Bu
konu detaylı bir araştırmayı hakkeder diye düşünüyorum.
Beni asıl düşündüren ve kafamı kurcalayan soruya gelirsek: Var sayalım ki Bergama
halkının mücadelesi sonuç verdi ve Eurogold faaliyetine son verip, kapatıldı (gerçi
şu anda şafakta bunu destekleyecek hiçbir ışık görünmüyor). Bu durumda Bergama'
lılar haklı olarak zaferi kazandıklarını dile getirip, gönül rahatlığıyla tekrar
eski yaşamlarına çekilip , hayatlarının kontrolünü tekrar başkalarına
devrederlerse neyin değişip neyin değişmediğini sorgulamak gerekmez mi? Bunun böyle
olacağına yönelik hiçbir işaret olmadığı gibi aksi bir işaret de yok. Bu yüzden
kimileriniz "fol yok yumurta yok, bu da nesi" diyebilirsiniz. Ama yine de böyle
bir durumda, Bergama' lıların tüm topluma örnek oluşturan mücadelelerinin yarım
kalıp kalmaması sorunu üzerinde düşünmeye değer diye düşünüyorum. Zira
süreğenleşmeyen ve kurumsallaşmayan hiçbir hareketin uzun süreli ayakta kalmayı
başaramayacağını düşünüyorum. On yıl sonra aile toplantılarında veya anma
törenlerinde mazide kalan bir hareket olarak hatırlanıp, "vay be neydi o
günler" ile başlayan sohbetleri süsleyip süslemeyeceği üzerinde şimdiden
düşünmeye değmez mi?
Ekolojik Bir Toplum
Toplumsal ekoloji, bu gezegen üzerindeki yaşamın geleceğinin, toplumun geleceği
üzerinden şekilleneceğini kabul eder. Ne "biyomerkezci" çerçeveyle doğal
evrimin ne de şimdiye kadar bildiğimiz şekliyle "insanmerkezli" olan
toplumsal evrimi seçmek zorundayız. Doğal ve toplumsal olanın her ikisinin de ötesine
geçen ve her ikisinin de en iyisini içeren yeni bir senteze ulaşmak zorundayız.
Şimdi yanıtlamamız gereken çok önemli bir soruyla karşı karşıyayız: peki
"özgür doğayı" nasıl organize edebiliriz? Toplumsal ekolojiye göre,
konfederal olarak birleşmiş özgürlükçü yerel yönetimlerce şehirlerin
merkezsizleştirilmesi yani ademimerkezileşme olmaksızın "özgür doğa" ya
ulaşılamaz. Toplumsal ekoloji, konfederal özgürlükçü yerel yönetimlerin bölgesel
ihtiyaçlarını karşılamak için insani ölçekte düzenlenmiş çok yönlü
endüstriyel projelerini, organik tarım şekillerinin kullanımını, güneş, rüzgar,
metan gibi diğer enerji kaynaklarını ve ekoteknolojilerin kullanımını amaçlar.
Halkın sorunlarına yönelip, beceriyle sorunlarını çözmek ve her bir bireyin her
yönüyle kendisini geliştirmesi için boş zamanı amaçlar.
İkili Güç
Ekolojik bir toplumun esinlenişi, vizyonu veya etiği bir yaşam politikası içinde
vücut bulmazsa anlamlı olmayabilir. Toplumsal ekolojiye göre, politikanın anlamı;
yaklaşık 2000 yıl önce demokratik Atina polisindeki eski anlamı gibi; meclisin
yurttaşlarının kararlarına uymadıkları takdirde kolayca geri çağrılabilecek
koordinatörleri dikkatlice denetleyen kurulları ve vekilleri tarafından yönetimleri ve
halk meclislerinde politika oluşturulmasıdır. Yani "yönetim", vekalet
verilen ve her an geri çağrılabilen temsilciler tarafından oluşturulmuş konseylerce
icra edildiğinde ve "politika", yerleşik tüm yurttaşlar tarafından yurttaş
meclislerinde formüle edildiğinde özde tanımlanan demokrasi, yüz yüze halk
meclislerinde toplumun doğrudan yönetilmesidir. Bu talep, doğrudan ve dolaylı olarak,
1793 deki Fransız Devrimini son derece radikal bir doğrultuda ilerleten az bilinen Paris
seksiyonları (ki bunlar aslında 48 semt meclisleriydi), New England kasaba
toplantıları, yurttaşların son zamanlardaki kendi kendini yönetme girişimleri ve
kimi ortaçağa özgü kasabalardaki gibi daha sonraları tamamını kapsayacak şekilde
oluşturulan demokrasilere ilham vermiştir.
Burada vurgulanması gereken "gücün" bir kişide, zümrede, partide ya da
devlette toplanmayıp, mahallelerdeki, köylerdeki, kentlerdeki yurttaşlara
"yayılmasıdır". Yurttaş olarak herbir bireyin yüz yüze doğrudan
etkileşerek kendi sorunlarını tartışıp "politikalar" üretebilecekleri
yerleşimlerde kurulacak olan meclislerin oluşturduğu yeni özgürlükçü yerel
yönetimlerin "konfederal" bir yapıda bir arada oluşturacakları bir güç
ancak, ulus-devletin karşısında bir alternatif oluşturabilir. Mahallelerde,
kasabalarda oluşturulacak "halk meclis"lerinden gelecek olan delegelerin
oluşturacağı yasal güçleri bulunmayan, ancak büyük ahlaki güce sahip olan
meclislerin kurulması, yerleşimlerde yurttaşların aktifleşmesini sağlayarak yeni bir
"politik alan" oluşturulmasına hizmet edecektir. Bu da insanların
yerleşimlerindeki ve ulusal düzeydeki her tür sorun ile yakından ilgilenmelerinin ve
aktif olarak yaşamlarına müdahale edebilmelerinin somut ve psişik alt yapısını
oluşturacak mekanlarını bugünden "kurma" olanağını sağlayacaktır. Bu
şekilde bariz bir kitleselliğe sahip olmuş kurumsallaşmış bir delegeler meclisinin
temsil gücü azalmış yerel yönetim idaresinin etkinliklerini yakından izlemesi ,
denetlemesi ve kendi sorunları ile ilgili "halk meclis"lerinde oluşturulan
"politikaları" icra etmeleri , yerleşim alanındaki politik havayı son derece
değiştirecektir. Bu biçimde oluşturulacak özgürlükçü yerel yönetimlerin bölge
ve ulus çapında oluşturacakları konfedere yapılarda, aynı etki ulusal düzeye
yayılabilir. Toplumsal Ekoloji düşüncesine göre bu şekilde oluşturulacak
özgürlükçü ve demokratik konfedere yerel yönetimler ancak ulus-devletin baskıcı ve
yabancılaştırıcı etkisini hafifletecek ve bertaraf edebilecek bir "güç"
oluşturabilir.
Bundan dolayı Toplumsal ekoloji, kasaba ve şehirlerin farklılıklara uyum sağlayan,
geri çağrılabilir delegelerden oluşan vekillerini gönderen yerel yönetimlerin
oluşturduğu konfederal bir özgürlükçü yerel yönetim politikasında, etiğini
cisimleştirir.10 Bütün kararların, konfedere kasaba ve şehirlerin halk meclislerinin
çoğunluğu tarafından onaylanması gerekir. Burada hiçbir şekilde atlanmaması
gereken; politikanın halk meclislerinde yerleşik yurttaşlar tarafından
oluşturulacağı ve sadece bu politik kararların seçilmiş vekiller tarafından icra
edileceğidir. Seçilmiş vekillerin hiçbir şekilde ve koşulda dahi kendi başlarına
"politika oluşturma" yetkilerinin olmadığı unutulmamalıdır. Bu kurumsal
süreç küçük kasaba ağlarındaki gibi bir geçiş süreci olarak dev şehirlerin
semtlerinde ve mahallerinde de oluşturulabilir.. Geçmişte bu talep pek çok kez New
York ve Paris gibi büyük şehirlerde tekrar tekrar önerilmiş ancak, gücün
merkezsizleştirilmesinden ziyade merkezileştirilmesi için çabalayan iyi organize
olmuş elit gruplar tarafından bozguna uğratılmıştı.
Politik Alanın Bir Parçası Olarak Ekonomi
Toplumsal ekoloji, sadece özgürlükçü bir politika değil aynı zamanda
özgürlükçü bir ekonomi de önerir ve geliştirir. Bookchin'in önerdiği
"ekonomik" yapılanma düşünceleri kendisinin de belirttiği gibi belki de en
karmaşık olan önerisidir
Özgürlükçü yerel yönetimcilik, ekonominin "yerel yönetimlere verilmesini"
önerir. Tabi ki ekonomiden bahsedince "mülkiyet" ve "mülkiyetin
denetimi" sorununa nasıl yaklaşılacağı hayati bir mesele halini alır. Tarihsel
olarak modern radikal hareketlerin bu konuda temel iki görüş ileri sürdükleri
görülür. Marksizmin ve reel sosyalizm denemelerinin öne sürdüğü toprağın ve
sanayinin kamulaştırılması, bir diğeri ise genelde şu anda sendikalist
-anarkosendikalist ya da kollektivist de diyebileceğimiz düşüncelerden beslenen
yukarıda bahsedilen kaynakların "işçi denetimine" verilerek
kollektifleştirilmesidir. Anarşistlerin de vurguladığı gibi kamulaştırılmış bir
ekonomi devletin varlığını gerektirir. Ayrıca ekonominin tepeden
"planlanıp" "yönetilme" gerekliliği ekonomik bürokrasilere
kaynaklık oluşturur.
Kamulaştırmaya karşı olan sendikalist düşünceler tarafından şekillenen ve
savunulan "işçi denetimi" nin de ciddi sınırlılıkları vardır. Kolektif
bir işletmenin zorunlu olarak bir komün olacağını söyleyemeyiz; hatta böyle bir
işletme bakış açısı itibariyle komünist de olmayabilir. Bu güne değin işçi
denetiminde olan çok sayıda işletme kapitalist bir şekilde çalıştı; kaynaklar,
müşteriler ve kar gibi meselelerde kapitalist sistemin yasalarına tabi olup
kapitalistlere benzer biçimlerde hareket ettiler. Aslında bu tür işletmelerin temel
özelliği daha az ya da daha çok iyi niyet taşımalarından bağımsız olarak,
özelleşmiş bir çıkar haline gelmeleridir. Bu yüzden tür olarak kapitalist
işletmelerden farklı değillerdir. Kapitalist sistemin "büyü ya da öl"
mantığına saplanan işletmelerde "büyüme" zorunluluğu, daha fazla kar elde
etme güdüsü etik değerlerin yerinin alır. Böylece kapitalist sistem içinde
"özelleşmiş" çıkarların oluşmasına neden olacak yapılanmalara
yatkınlıkları düşünüldüğünde, işçi-denetiminin kast ya da özelleşmiş meslek
gruplarının arasındaki ayrımı ve çatışmayı doğurma tehlikesiyle karşı
karşıya kalırız. Bu şekilde oluşturulmuş kolektif mülkiyet çok kolay bir şekilde
"oligarşik ekonomik korporasyonlara" dönüşebilirler. Bu da geleneksel
ekonominin yeniden özel mülkiyete açılması anlamına gelir.
Özgürlükçü yerel yönetimcilik, ekolojik yönelimli akılcı bir toplumsal vizyon
eşliğinde, bütünlüklü bir ekonomi önerir. Tarım ve sınai üretimle ilgili
politikalar ve somut kararlar yurttaşlar tarafından, yüz yüze toplanılan meclislerde
alınır. İnsanlar işçiler, çiftçiler, teknisyenler ya da profesyoneller olarak
değil, mesleki uzmanlıklarına bakılmaksızın üretim etkinliklerinin
yönlendirilmesinde yer alacak yurttaşlar olarak bu meclislere katılırlar.
Özelleşmiş statü çıkarlarını değil, genel insani çıkarları dile getirirler.
Ekolojik bir toplum bu şekilde toprağı, fabrikaları, atölyeleri ve dağıtım
merkezlerini kamulaştırmak ve kolektifleştirmek yerine, ekonomisini yerel yönetime
dönüştürür ve diğer yerel yönetimlerle bir araya gelerek kaynaklarını bölgesel
bir konfedere sisteme dahil eder. Toprak , fabrikalar ve atölyeler bir ulus-devlet veya
mülkiyetçi bir çıkar geliştirebilecek olan işçi-üreticiler tarafından değil,
özgür toplulukların halk meclisleri tarafından denetlenecektir. Bir anlamda herkes öz
çıkarını düşünen bir ben, sınıfsal bir varlık, ya da özelleşmiş bir
"kolektif"in parçası olarak değil, bir yurttaş olarak iş
görecektir.11Böylece konfederal özgürlükçü yerel yönetimlerin oluşturacağı
ekolojik bir toplumda mülkiyet nihayetinde ne devletin, ne özel sermayenin, ne de
partinindir, halkındır. Toplumsal ekoloji bakımından mülkiyet çıkarları herkesi
kapsar.
Ekonominin yukarıdaki duyarlılıklar çerçevesinde yeniden kurulması ekolojik akılcı
bir toplum için vazgeçilmez bir maddi temel oluşturur. Ekonominin yüz yüze
oluşturulan meclislerde yurttaşlar tarafından denetlenmesi ve üretim politikalarının
belirlenmesi sayesinde mesleki farklılıkların özel çıkarlarını da bertaraf etmekle
kalmaz ,aynı zamanda yaşam için gerekli malları ve üretim araçlarını da ortak
kullanıma açar. Bu "eşitsizlerin eşitliği" ilkesi doğrultusunda
oluşturulmuş olan "herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre"
düsturunu da kamu yaşamının içinde kurumsallaştırmak demektir.
Bookchin' in de dediği gibi: ancak "adım adım yerel yönetimlerin (belediyelerin
ya da halk meclislerinin) yeniden yapılandırılması, gücü yurttaşlara yayıp daha
geniş ağlar ile konfederasyon oluşturmaları, cumhuriyetçi temsili öğelerin,
doğrudan demokrasiye katılan yurttaşlara dönüştürülmesi- bunların tümünün
başarılması oldukça uzun bir zaman alabilir. Sonuçta onlar tek başına potansiyel
olarak insanın insan üzerindeki tahakkümünü bertaraf edebilirler, ve bu şekilde
yaşamın daha gelişmiş biçimlerini destekleyen biyosferin varlığını tehdit eder
ölçüde çoğalmış ekolojik sorunlarla ilgilenebilirler."12
Belki de şimdi hiç olmadığı kadar, kuvvetli ve topyekün, tüm insanların
yüreklerini sarsacak şu çığlığı yinelemenin zamanıdır:
Gül, burada raksetmelisin!
Dipnot/Kaynakça
1 Ekoloji kavramı üzerine bazı kişilerin anlamı ve doğruluğu kendinden menkul zatı
muhteremlerin yaptığı yorum gibi "oikos" tan türememiştir. Ekoloji kavramı
icat edilmiştir.Bu yorum tamda "bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olma
hastalığının" bir belirtisidir. Murray Bookchin, "Özgürlüğün
Ekoojisi",s 100, çev. Alev Türker, Ayrıntı y, 1994
2 Daha fazla bilgi için bkz. Derin Ekoloji çev: Günseli Tamkoç, Ege Yayıncılık,
1994
3 Günseli Tamkoç, "Derin Ekolojinin genel çizgileri", Birikim sayı 57-58, sy
87-91, ocak-şubat 1994
4 Stephan Elkıns, "Mistik ekolojik politika", çev: Sevda Alankuş Kural,
Telos, Kış 1989-90, sayı: 82
aynı makale Birikim sayı 57-58 de de yayınlanmıştır.
5 Murray Bookchin, "Özgürlüğün Ekolojisi",sy 22-77, Çev: Alev Türker,
Ayrıntı Yayınları, 1994
6 Murray Bookchin, Toplumsal Ekolojinin Felsefesi, Diyalektik Doğalcılık Üzerine
Denemeler, Kabalcı y. 'ikinci basıma önsöz' s 11, 1996
7 Murray Bookchin,"Ekolojik Bir Topluma Doğru", çev.Abdullah Yılmaz, s.40,
Ayrıntı y. 1996
8 Murray Bookchin, age s 95-125
9 Murray Boochin, Ekolojik Bir Topluma Doğru, s 44-45
( Bu projenin en detaylı çalışmasını Boochin'in 1992' de yeniden yayınladığı
"Urbanization Without Cities" kitabında bulabilirsiniz. Türkçeye
"Kentsiz Kentleşme" adıyla çevrildi. Çev. Burak Özyalçın, Ayrıntı y.
1999.
10 Age 286-360.
11 Burada anlatmaya çalıştığım "ekonomik" düşüncelerin
karmaşıklığından dolayı, Bookchin'in düşüncelerini mümkün olduğu kadar aynen
aktardığımı ifade etmeliyim. Temel görüşleri ve "toplumsal ekolojik"
bakış açısından politik vizyonun ışığı altında "politik alan"ın
yeniden oluşturulması ve de ekonominin "politik alanın" bir parçası haline
getirilip toplumsal yaşamın içine nüfus etmesinin önemini vurgulamalıyım. Daha
detaylı bilgi için bak. "Toplumu Yeniden Kurmak"Bookchin, 1990 çev.Kaya
Şahin, Metis,1999, s.190-200
"Kentsiz Kentleşme"yurttaşlığın yükselişi ve çöküşü-Bookchin,1992,
çev.Burak Özyalçın, Ayrıntı,s.326-347, 1999.
12 Murray Bookchin, "What is Social Ecology", Environmental Philosophy, 1993.