24. Sayı
"İnsanlığı doğadan, hayatın bütünlüğünden ayırmanın onun kendi
yıkımına ve ulusların yokoluşuna sebep olduğunu anlamış bulunuyoruz. İnsanlık
ancak hayatın bütünlüğüne yeniden eklemlenmek suretiyle güçlü olabilir. İşte
bu, çağımızın biyolojik yükümlülüklerinin temel direğidir. İnsanoğlu
tekbaşına düşüncenin odağı olamaz artık, olsa olsa hayatın bütünlüğüdür
düşüncenin odağı... Hayatın bütünlüğüyle bağlantı kurmaya yönelik çabalar,
içine doğduğumuz doğanın kendisiyle birlikte Nasyonal Sosyalist düşüncenin en
derin ve doğru özüdür" (1).
Statükoyu bertaraf etme yönündeki çabalarımızda radikallerin dikkatsizce
kullandıkları "faşist" ve "ekofaşist" gibi sıfatlar toplumsal
eleştiriyi ileriye götürmeyen bir kavram bolluğuna sebep olmaktadır. Böylesi bir
ortamda, marjinal olsa da, politik kültürümüzde bugün hala geçerliliğini koruyan
tehlikeli bir faşizm baskısının olduğu gerçeğini es geçmek kolaylaşır. En az
anlaşılan veya farkına varılan baskı unsurlarından biri de "varolan güncel
ekofaşizm" olgusudur ki, bu bildiğimiz anlamdaki faşist hareketin çevreci
yaklaşımlarla donanarak karşımıza çıkmış halidir. Bu ilişkinin gücünü ve
dayanıklılığını anlayabilmek için bunun tarih sahnesinde ortaya çıktığı
zamana, Alman Nasyonal Sosyalizm'inin "yeşil kanadı"na daha yakından
bakmamız gerekir.
Çok geniş belge arşivlerinin varlığına rağmen konu hep üstü kapalı kalmış,
profesyonel tarihçilerin ve aktif çevrecilerin ilgisini çekememiştir. İngilizce
konuşulan ülkelerin yanısıra Nazi hareketinin yeşil kanadına evsahipliği yapan
Almanya'da da hareketin esin kaynaklarına, amaçlarına ve sonuçlarına ilişkin yeteri
kadar araştırma ve analiz yapılmıştır. Eldeki bulguların ve yorumların çoğu, ya
konunun entellektüel bir uğraşa dönüşmesi (2) ya da "Nasyonal Sosyalizm'le
doğa korumacılığı arasındaki ideolojik benzeşimin kapsamlı bir
değerlendirilmesine safça karşı çıkılması arasına sıkışmıştır" (3). Bu
makale, Nazizm'in ekolojik bileşenlerinin Nazi ideolojisindeki merkezi rolüne ve 3.
Reich sırasındaki pratik uygulamalarına vurgu yaparak kısa ama yeterli bir özet
vermeyi amaçlamaktadır. Klasik ekofaşizmin 19. ve 20. yy.'daki öncüllerinin kısa bir
gözden geçirilmesiyle tepkisel (reaksiyoner) ekoloji hareketlerinin aldığı tüm
biçimlerin içerdikleri kavramsal destekler aydınlatılmış olacaktır.
İlk olarak iki noktanın aydınlatılması gerekmektedir. İlki, "çevreci" ve
"ekolojik" kavramları, çağdaş çevreci hareketin büyük kısmına özgü
fikirlerin, çabaların ve pratiklerin açıklanabilmesi için bazen birbiri yerine
kullanılmıştır. Bu anakronizm değildir; sadece güncel duyarlılıkların
bağlantılarını ortaya çıkaran yorumlamayı kolaylaştıran bir yaklaşıma olanak
vermektir. İkincisi, bu yaklaşım, 1933 öncesi tarihsel verilerin Nazi felaketine yol
açmış gibi okunabileceğine ya da okunması gerektiğini ileri süren gözden
düşmüş yaklaşımı kabul etmek, onaylamak anlamına gelmemektedir. Buradaki
amacımız bunun yerine geçmişi bugünün ışığı altında anlamak, günümüz
toplumsal ve ekolojik krizlerini tarihle ilişkilendirmek için ideolojik
devamlılıkları anlamaya çalışmak ve işin siyasal köklerinin izini sürmektir.
Kan Ve Toprak Mistisizminin Kökleri:
Almanya sadece ekoloji biliminin doğduğu ve Yeşil Siyasanın ünlendiği bir yer
olmakla kalmayıp Romantik geleneğin aydınlanma-karşıtı irrasyonalizminin etkisi
altında naturalizmin ve nasyonalizmin kendine özgü sentezine evsahipliği yapmıştır.
Bu uğursuz birlikteliği iki 19. yy figürü temsil etmektedir: Ernst Moritz Arndt ve
Wilhelm Heinrich Riehl.
Arndt, Almanya'da en çok fanatik düzeydeki nasyonalizmi ile tanınıyorsa da, kendini
toprağın refahını düşünmeye sevkedecek köycülük yaklaşımının da kurucusudur.
Alman çevre tarihçileri kendisinden modern anlamda 'ekolojik' düşüncenin ilk
temsilcisi olarak sözederler (4). 1815 tarihli Ormanların Bakımı ve Korunması isimli
kaydadeğer makalesinde, ki Orta Avrupa'daki sanayileşmenin başlarında yazılmıştır,
orman alanlarının kısa vadeli çıkarlar uğruna sömürülmesine karşı çıkmış,
ormansızlaştırmayı ve bunun ekonomik sebeplerini suçlamıştır. O zamanlarda
yazdıkları, çağdaş biyomerkezcilik (biocentrism) tartışmalarıyla birçok açıdan
benzeşir: "Ne zaman ki kişi doğayı zorunlu bağlantılar ve karşılıklı
ilişkiler bağlamında görürse, o zaman herşey eşit önem derecesine gelir -çalı,
solucan, bitki, insan, taş hepsi tek bir birlik, ne ilk ne de son" (5). Ancak
Arndt'ın çevreciliği onu şiddetli bir yabancı düşmanlığına götüren
ulusalcılığı ile içinden çıkılmaz bir şekilde sıkı sıkıya bağlıdır. İyi
dile getirilmiş ve ileriyi gören ekolojik duyarlılığı her zaman Alman toprağı ve
insanının çıkarlarını ele alan terimlerle ifade edilmiştir. Melezleşmeye karşı
çılgınca polemikleri, Germen (Töton) ırkının saflaşmasına ilişkin talepleri ve
Fransız, Slav ve Yahudi karşıtı tanımlamaları düşünce dünyasının her yanında
ortaya çıkar. 19. yy.'ın hemen başlarında vatan aşkı ve militan ırkçı
ulusalcılık arasındaki ölümcül bağ böylelikle sıkı sıkıya kurulmuştu.
Arndt'ın öğrencisi olan Riehl, bu uğursuz geleneği daha da geliştirmiştir. Kimi
açılardan Riehl'in "yeşil" çizgisi Arndt'inkinden belirgin şekilde
derinlere inmiş; günümüzdeki çevreci aktivizminin gelişini önceden haber veren,
1853 yılında yazdığı "Alan ve Orman" (Field and Forest) isimli makalesini
"yaban dünyanın hakları" için savaşma çağrısı ile bitirmiştir. Ancak
burada bile ulusalcı yaklaşımlar genel havayı belirler: "Ormanları sadece soğuk
kış günlerinde sobalarımızın odunsuz kalmaması için değil, insanların yaşam
nabızları sıcak ve neşeli bir şekilde atsın, böylelikle Almanya Alman olarak
kalabilsın diye korumalıyız" (6). Riehl sanayileşmenin ve şehirleşmenin
uzlaşmaz bir karşıtıydı. Açıkça ortaya koyduğu antisemitik kırsal köylü
değerlerini yüceltmesi ve ayrımlandırılmamış modernite eleştirisi onu
"tarımsal romantizmin ve şehirleşme-karşıtlığının kurucusu" (7)
konumuna getirmiştir.
Bu son iki saptama etnomerkezli(etnocentric) populizm ve doğa mistisizmini birleştiren
güçlü bir toplumsal yaklaşım olan völkisch hareketinin içinde 19. yy'ın ikinci
yarısında olgunluğa erişmiştir. Völkisch hareketinin cazibesinin merkezinde
moderniteye hastalıklı bir başkaldırı vardır. Ulusal birleşmenin ve sanayi
kapitalizminin heyecanıyla yaşanan şiddetli sarsıntıların karşısında völkisch
düşünürleri toprağa, basitliğe ve doğanın saflığı ile uyumlu bir
bütünselliğe geri dönmeyi salık vermişlerdir. Bu sulandırılmış
ütopyacılığın mistik coşkunluğu, onun siyasal bayağılığı ile örtüşmektedir.
"Völkisch hareketi tarihin yaptırımıyla doğanın içinden çıkmış ve kozmik
hayat ile uyum içinde olacak toplumu yeniden kurmayı amaç edinirken" (8)
yabancılaşmanın kaynaklarını, toplumsal yapılardaki köklerinden
koparılmışlığı ve çevresel yıkımı ortaya koymaktan kaçınarak suçu
rasyonalizme, kozmopolitanizme ve şehir uygarlığına yıkmıştır. Tüm bunların
temelinde Yahudiler'de vücut bulan Köylü nefreti ve orta-sınıfa duyulan küskünlük
yatmaktadır. "Yahudi kumpası sonucu şehre dayalı sanayi uygarlığı ile
kandırılmış olan Almanlar onları ilksel mutluluğa götürecek gizemli
bütüncüllüğü aramışlardır" (9).
Geleneksel Alman antisemitizmini doğa-dostu ifadelerle yeniden biçimlendiren völkisch
hareketi, 19. yy'ın sapkınlığa varan Romantik saflığını ve aydınlanma karşıtı
fikirlerini 20. yy'a taşıyan oldukça belirsiz bir karışımdır. Modern ekolojinin
ortaya çıkışı, şiddetli ulusalcılığı, mistisizmle bulandırılmış
ırkçılığı ve çevreci yönelimleri birbirine bağlayan zincirin son halkasını
perçinlemiştir. 1867' de Alman zoolojisti Ernst Haeckel "ekoloji" terimini
ortaya atmış, organizmayla çevre arasındaki ilişkiyi konu edinerek ekolojinin
bilimsel bir disiplin olmasında ilk adımı atmıştır. Haeckel aynı zamanda Almanca
konuşulan ülkelerde Darwin ve Evrim Teorisi'nin yaygınlaşmasında önemli rol
oynamış ve "monizm" dediği bir çeşit toplumsal Darwinci felsefe
geliştirmişti. Kendi kurduğu Alman Monist akımı bilimsel olarak temellendirilmiş
ekolojik bütünselliği (holizm) Völkisch hareketinin toplumsal görüşleri ile
birleştirmişti. Haeckel kuzey ırklarının üstünlüğüne inanıyor, ırkların
karışmasına katiyetle karşı çıkıyor ve ırkların ıslahını şiddetle
destekliyordu. Coşkun ulusalcılığı 1. Dünya Savaşı ile birlikte fanatik bir hal
almış ve savaş sonrası Bavyera'daki Cumhuriyet Meclisi'ne antisemitik ifadelerle
saldırmıştır. Böylelikle "Haeckel Alman düşün dünyasında Nasyonal
Sosyalizme yataklık eden bir varyasyonu temsil etmiş, Almanya'nın en güçlü ırkçı,
ulusalcı ve emperyalist ideologlarından biri haline gelmiştir" (10). Hayatının
sonlarına doğru "Nazi hareketinin doğmasında anahtar rol oynamış, gizli"
(11) Thule Derneği'ne katılmıştır. Düşüncesinin gelişiminde yalnız değildi.
Bilimsel ekolojinin kurucusu olarak kişisel çalışmaları ve izleyenleri olan Willibald
Hentschel, Wilhelm Bölsche ve Bruna Wille' nin doğal dünyaya ilişkin güçlü
geriletici toplumsal temalarla örülmüş kaygıları geleceğin çevreci kuşaklarının
düşünce dünyasını derinden etkilemiştir. En başından itibaren ekoloji böylelikle
yoğun bir biçimde tepkisel politik çerçeve içine eklemlenmiş oluyordu.
Ekoloji ile otoriter toplumsal görüşlerin bu erken evliliğinin belirgin hatları çok
öğreticidir. Bu ideolojik yapının temelinde biyolojik sınıflamanın toplumsal alana
dolaysız ve aracısız uygulanması yatmaktadır. Haeckel "uygarlık ve ulusların
yaşamı doğadan ve organik hayattan kaynaklanan aynı kurallarla belirlenir" (12)
görüşünü savunmuştur. "Doğal yasalar" ya da "doğal düzen"
fikri tepkisel çevreci düşüncenin uzun zamandan beri dayanak noktasını
oluşturmuştur. Ona eşlik eden anti-hümanizmdir, şöyle ki; "bu yüzden,
Monistlere göre, Avrupa burjuva uygarlığının en zararlı öğesi, insan
düşüncesine iliştirilmiş, insanın varlığı, yetenekleri ve tekil rasyonel düşün
dünyasının aracılığıyla dünyayı yeniden yaratacağı ve evrensel olarak daha
uyumlu ve ahlaken adil bir toplumsal düzen kurabileceği fikridir. İnsanoğlu kozmozun
ve doğanın inanılmaz güçlerinin bir parçası olarak görüldüğünde ve onlarla
karşılaştırıldığında önemsiz bir yaratıktır" (13). Diğer monistler de bu
anti-hümanist vurguyu, yeni yeni türemeye başlayan yarı-bilimsel ırkçılık ile
geleneksel Völkisch hareketinin sanayileşme ve şehirleşmeye toptan karşıt motifleri
ile harmanlamışlardır. Fikirleri birarada tutan ana öğe aynı şekilde yine biyolojik
ve toplumsal kategorilerin birlikteliğidir. Monist akımının kurucusu üyesi biyolog
Raoul France doğal düzenin toplumsal düzeni belirlediğini öneren "hayatın
kuralları" Lebensgesetze fikrini özenle işlemiştir. Irk karışımına,
örneğin, doğal olmadığı için karşı çıkmıştır. France çağdaş
ekolojistlerce ekoloji hareketinin öncüsü olarak alkışlanmıştır" (14).
France'in meslektaşı, Haeckel'in bir diğer öğrencisi olan Ludwig Woltmann ise
kültürel davranış kalıplarından iktisadi düzenlemelere kadar bütün toplumsal
olgulara biyolojik bir yorum getirmekte ısrar etmiştir. Çevrenin el değmemişliği,
saflığı ile ırkın saflığı arasında varsaydığı bağlantı üzerinde çokça
durmuştur. "Woltmann modern sanayileşmeye karşı bir duruş almıştır. Zirai
toplumdan sanayi toplumuna geçmenin ırkların çözülüşünü hızlandırdığını
iddia etmiştir. Almancılığın uyumlu formlarını doğurmuş olan doğadakinin aksine
insana yakışmayan ve cansız büyük şehirler ırkın tüm özelliklerini
yokediyor" (15).
Böylelikle 20. yy'ın ilk yıllarından başlayarak Alman siyaset kültürünün sağcı
içeriği ile beslenen belirli bir ekolojik tanımlama saygınlık kazanmış oldu. 1.
Dünya Savaşı'nı çevreleyen karmaşık dönem sırasında insanmerkezci fanatizm,
modernitenin tümden reddi ve samimi çevreci kaygının karışımından oluşan bir
ilacın ne kadar güçlü olduğunu şüphesiz kanıtlamıştı.
Gençlik Hareketi ve Weimar Dönemi:
Bu ideolojik yapıyı üne kavuşturan ana öğe, reddedici yönüyle yüzyılın ilk 30
yılında Alman popüler kültürünü bir hayli biçimleyen gençlik hareketidir.
Wandervögel ("ortalıkta dolaşan özgür ruhlar" olarak çevrilebilecek)
olarak tanınan bu gençlik hareketi Yeni-Romantizm'le, doğu felsefelerini, doğa
mistisizmini, sebebe duyulan düşmanlığı ve kafası biraz karışık olsa da oldukça
ateşli bir gerçek, yabancılaşmamış toplumsal ilişkiler arayışını harmanlayan
bir türlü idi. Toprağa geri dönüşü vurgulayan düşünceleri doğal dünyaya ve
onun çektiği acılara sevdalı bir duyarlılıkla bağlıydı. Hareketin kimi
kollarının özgürleştirme siyasetlerine doğru kaymış olmaları, sağcı hippiler
olarak tanımlanabilecek Wandervögel'lerin çoğunun sonunda Nazilerce içerilmesini
engelleyememiştir. Doğaya tapınmadan Führer'e tapmaya geçiş incelenmeye değer bir
süreçtir.
Gençlik hareketinin çeşitli kolları ortak bir kavrayışa sahipti: Duyumsal deneyimi
toplumsal eleştiri ve hareketin üzerinde öne çıkaran bir anlayışla derin kültürel
krize politik olmayan bir karşılık. Yaşadıkları zamanın çelişkilerini kırılma
noktasına kadar zorladılarsa da "toplumda bir etki bırakacak değişikliklerin
kaynağını siyasal araçlardan ziyade bireyin güçlendirilmesinde" (16) görmeleri
onları örgütlü toplumsal ayaklanmaya yönelik son adımı atmakta isteksiz bıraktı.
Bunun ölümcül bir hata olduğunu şimdi görüyoruz. "Kabaca söylersek,
önlerinde iki çeşit isyan duruyordu; radikal toplum eleştirilerini öne sürüp
toplumsal devrimin eşiğine gelebilirlerdi. Ama Wandervögel topluma karşı protestonun
öteki biçimini seçti - romantizm"(17). Bu tavır hareketi faşizmin politik
olmayan yardakçılığına kadar sürükledi. Gençlik hareketi sadece seçtiği protesto
biçiminde yanılmadı, aynı zamanda binlerce üyesinin Nazilere katılmasıyla ağır
bir darbe yedi.
Varolan kültüre karşı enerjisi ve doğayla uyum şeklindeki hayalleri boşa çıktı.
Bu belki de toplumsal ve ekolojik sorunları bilen ve karşı çıkan ancak bu durumu
yaratan siyasal ve ekonomik yapılara aktif bir şekilde karşı çıkmayan ve sistematik
köklerini gözardı eden herhangi bir hareketin başına gelecek kaçınılmaz sondur.
Bireyi değiştirmeyi toplumu dönüştürmeye yeğ tutmak açık bir şekilde apolitik
asilik peşinde koşmak kriz zamanlarında barbarca sonuçlar doğurabilir. Bu türlü
görüşlerin idealist gençlik üzerindeki çekim etkisi açıktır; krizin yolaçtığı
kötülükler, onun görünür sebeplerini toptan reddetmeyi gerektirir gibi gözüküyor.
Asıl tehlike de işte bu şekilde bir reddedişte yatıyor. Dönemin daha teorik bir
kafaya sahip olanlarının çalışmaları öğreticidir. Filozof Ludwig Klages gençlik
hareketini derinden etkilemiş ve belirgin bir şekilde ekolojik bilincin oluşmasını
sağlamıştı. Wandervögel'in 1913'teki efsanevi Meissner buluşması üzerine
yazdığı "İnsan ve Dünya" adlı makalesi çok önemlidir (18). Makale
Klages'in çalışmaları arasında yarattığı etki açısından en tanınmışı idi.
"Alman ekopasifist hareketinin en büyük manifestolarından biri" (19)
olmasının yanında tepkisel ekoloji literatürünün de klasikleri arasına girmiş bir
çalışmadır. "İnsan ve Dünya" çağdaş ekoloji hareketinin tüm vurgu
noktalarını bünyesinde barındırır. Türlerin artan bir şekilde hızlanarak
yokolmasını, küresel ekosistem dengesine yapılan müdahaleleri,
ormansızlaştırmayı, yerli insanların ve habitatlarının yokedilmesini, şehirlerin
yayılıp genişlemesini ve insanların doğaya giderek yabancılaşmasını
eleştirmiştir. Kesin bir dille Hıristiyanlığı, kapitalizmi, ekonomik
faydacılığı, gereksiz tüketimi ve "gelişme ideolojisini" küçümser,
eleştirir. Gereğinden fazla turizmin çevreye verdiği zararı, balinaların
katledilmesini şiddetle eleştirirken, gezegenin ekolojik bir toplam olduğu fikrini
sergilemiştir. Ve tüm bunlar 1913 yılındaydı!
Klages'in tüm hayatı boyunca sıkı bir muhafazakar ve aşırı antisemitik
düşüncelere sahip olduğunu öğrenmek insanı şaşırtabilir. Herhangi bir tarihçi
onu "völkisch fanatiği" olarak tanımlarken, bir diğeri faşist felsefenin
gelişim yolunu açtığı için "3. Reich için entelektüel arabulucu" olarak
tanımlayabilir (20). "İnsan ve Dünya" da doğal çevrenin yokoluşu
kültürel çöküşün siyasi bir eleştirisi ile eleledir (21). Klages'in modern
toplumun hastalığına ilişkin teşhisi, kapitalizm hakkındaki görüşlerin
ışığında tek bir suçluya işaret eder:"Geist". Akıl ya da kavrayış
anlamındaki terimi kendine has yorumlayışı yalnızca hiperrasyonalizmi ya da araçsal
sebepleri (instrumental reason) suçlamakla kalmaz, rasyonel düşüncenin kendisini de
yargılar. Aklın bu şekilde toptan reddi siyasi uygulamaları kolaylaştırmaktan öte
onu imkansız kılar. Bu anlayış toplumun doğayla rasyonel bir şekilde uyumlu
kurgulanması yolunu tıkar ve en zalim otoriter yönetim biçimini haklı çıkarır.
Ancak Klages'in hayatının ve çalışmalarının ekolojistler tarafından öğrenilmesi
hayli geç olmuştur. 1980 yılında "İnsan ve Dünya" Alman Yeşilleri'nin
doğuşuna eşlik etmesi amacıyla saygı dolu ifadelerle yeniden basılmıştır.
Faşizmle çevreciliğin arasındaki köprünün kurulmasına yardım eden bir diğer
filozof ve aydınlanma eleştiricisi Martin Heidegger'dir. Klages'e oranla daha fazla
tanınan Heidegger "öz varoluş"u savunmuş ve modern teknolojiyi şiddetle
eleştirmesi onun ekolojik düşüncenin öncüsü olarak sık sık anılmasına sebep
olmuştur. Hümanizmi reddi ve teknoloji eleştirilerine dayanarak günümüz "derin
ekolojist"leri Heidegger'i eko-kahramanlar safına katmıştır.
"Heidegger'in insanmerkezli hümanizmi eleştirmesi, insanlığı birşeyler yapmaya
çağıran daveti, insanlığın dünya, gök ve Tanrı ile ilişkisini "oyun"
ya da "dans" şeklinde yorumlayışı, dünyada yaşamaktan başka çaremiz
olmadığına dair görüşleri, sınai teknolojinin dünyayı kirlettiğine ilişkin
şikayetleri, yerellik ve "anayurda" verdiği önem, insanlığın çevresindeki
canlı cansız tüm doğayı tahakküm altına alacağına koruyup kollaması gerektiği
yönündeki çıkışları, işte Heidegger'in düşünce dünyasının tüm bu unsurları
onun büyük bir derin ekolojist teorisyeni olduğunu gösteriyor (22).
Bu şekilde tanımlamalar en iyi ihtimalle tehlikeli bir saflığa işaret ediyor.
Heidegger'in övgüyle bahsedilen düşünce bileşenlerinin faşist hareketin tarihinde
varolduğu unutulmuş görünüyor (yukarıdaki satırların sahibi yazar, bir zamanlar
önemli bir derin ekolojist iken şimdilerde safını değiştirmiş ve arkadaşlarından
da aynısını yapmalarını istemiştir) (23).
Varoluşçu bir filozof olarak -1915 sonrası İsviçre'de yaşamış Klages'in tersine --
kendisi Nazi Partisi'nin aktif bir üyesi, bir zamanlar Führer'in ateşli bir taraftarı,
hayranıydı. Heimat'a (anavatan) olan mistik hayranlığı derin bir antisemitizmle
tamamlanmıştı. Moderniteye ve teknolojiye karşı açtığı metafizik ifadelerle dolu
yaylım ateşi popülist demagoji ile bir hayli benzeşiyordu. 3. Reich'ın düşmesinden
sonra 30 yıl ders verip yaşamış olduğu halde, Heidegger hiçbir zaman yarım yamalak
da olsa Nazileri suçlamamış, ve Nasyonal Sosyalizm fikrine kapılmasına duyduğu
pişmanlığı yüksek sesle dile getirmemiştir. Çalışmaları, felsefi açıdan ne
değerler içerirse içersin, bugün hala politik anti-hümanist düşüncelerin ekoloji
kisvesi altında kullanılması onun eseridir.
Öncü faşist felsefeler ve gençlik hareketine ek olarak, Weimar döneminde doğal
habitatı korumaya yönelik pratik çalışmalar vardı kuşkusuz. Bu çalışmaların
çoğu "Kan ve Toprak"ın zaferiyle zirveye çıkan ideolojiye derinden
bağlanmıştı. 1923 yılında yapılmış ormanlık alanların korunmasına ait bir
çalışma, dönemin çevreci retoriği hakkında bilgi veriyor:
"Her Alman'ın kalbinde mağaralarıyla ve kayalıklarıyla Alman ormanlarına,
suyuna ve rüzgarına, efsanelerine ve masallarına, şarkıları ve ezgileriyle evine,
vatanına duyduğu güçlü bir özlem vardır; her Alman'ın ruhunda Alman ormanları
tüm uçsuz bucaksızlığı, tüm zenginliği ve güzelliği ile yaşar, dalgalanır.
Alman olmanın özü, Alman olmanın ruhu ve Alman özgürlüğünün kaynağıdır bu. Bu
sebeple, yaşlılar ve gençlerin hatırına Alman ormanlarını koruyun ve yeni kurulan
Alman Ormanlarını Koruma Derneği'ne üye olun." (24).
Alman sözcüğünün Hint duaları benzeri bunca çok tekrarlanışı, ve kutsal orman
kavramının bu şekilde mistik anlatımı yine nasyonalizm ve natüralizmi birbirine
bağlıyor.
İki kavramın bu beraberliği Weimar Cumhuriyeti'nin dağılmasından sonra ürpertici
bir belirginlik kazandı. Göreli olarak daha zararsız koruma gruplarının yanında, bu
fikirleri dile getiren yeni bir örgüt kurulmuştu: Alman Nasyonal Sosyalist İşçi
Partisi (ANSİP).
Arndt, Riehl, Haeckel ve diğerlerinin mirası üzerinde (ki hepsi 1933-1945 arasında
Nasyonal Sosyalizm'in neferleri olarak şereflendirilmişlerdi), Nazi hareketinin çevreci
temalarla olan içlidışlılığı hareketin popülaritesinin yükselmesinde ve ülkenin
yönetimine yerleşmesinde önemli bir faktördür.
Nasyonal Sosyalist İdeolojisinde Doğa:
Yukarıda anahatlarıyla özetlenmeye çalışılan tepkisel ekolojik fikirler ANSİP'in
merkezi figürleri üzerinde güçlü ve uzun süreli bir etki oluşturdu. Weimar
kültürü bu tür teorileri bol miktarda barındırsa da Naziler bunlara özel bir biçim
verdiler. Nasyonal Sosyalist "doğa dini", bir tarihçinin onu tanımladığı
gibi, tarihöncesi çağlara ait Germanik mistisizminin, yarı- bilimsel ekolojinin,
irrasyonalist anti-hümanizmin ve toprağa dönüş yoluyla sağlanacak ırkçı kurtuluş
mitolojisinin patlamaya hazır bir karışımıydı. Onun baskın temaları 'doğal
düzen', organikçi holizm ve insanlığın değersizleştirilmesi idi: "Yalnızca
Hitler'in değil, Nazi ideologlarının birçoğunun yazdıklarının çerçevesinde,
insanın vis-‡-vis doğasına radikal bir itirazın olduğu ve buradan yapılacak
mantıksal bir çıkarımla, usta doğaya yönelik insani etkinliklere karşı bir
saldırı olduğu görülebilir (25). Bir Nazi eğitimcisinden alıntı yaparsak aynı
yaklaşımın sürdüğünü görebiliriz: "İnsanmerkezli düşünceler genel olarak
reddedilmek zorundadır. Onlar yalnızca 'doğanın insanlar için yaratıldığı
farzedildiğinde geçerli olabilirler. Biz bu yönelimi kesin olarak reddediyoruz. Bizim
doğa anlayışımıza göre, insan aynı diğer organizmalarda olduğu gibi yaşayan
doğa zincirinde bir halkadır'"(26).
Bu gibi argümanlar modern ekolojik tartışmalarda ümit kırıcı bir geçerliliğe
sahiptirler: toplumsal-ekolojik harmonizasyonun anahtarı "doğal süreçlerin
tartışmasız kanunlarının" (Hitler) araştırılması ve toplumun onlara uygun
bir şekilde organize edilmesidir. Führer özellikle "doğanın ebedi kanunlarının
karşısındaki aciz insanoğluna"(27) vurgu yapmayı seviyordu. Haeckel ve
monistleri tekrar ederek Mein Kampf'ta şunları yazıyordu: "İnsanlar doğanın
demir mantığına başkaldırmaya yeltendiklerinde, insani varlıklar olarak
varolmalarını borçlu oldukları aynı temellerle karşı karşıya gelirler. Doğaya
karşı eylemleri onların kendi düşüşlerine yol açacaktır"(28).
İnsanlığa ve doğaya ait bu bakışın otoriteryan imaları, Nazilerin holizm ve
organizm üzerine olan vurgularında daha açık bir hale gelir. Reich Doğayı Koruma
Dairesi'nın yöneticisi olan Walter Schönichen 1934'te biyoloji programı için
şunları söylemişti: "Gençlik, çok erken yaşta 'organizma'nın, yani tüm
parçaların ve organların birin ve yaşamın üstün görev çıkarı için
koordinasyonunu anlamak zorundadırlar"(29). Bu (şu ana dek tanıdık olan)
biyolojik fikirlerin toplumsal olgulara doğrudan adaptasyonu, yalnızca 3.Reich'ın
totaliter toplumsal düzeninin şekillendirilmesine hizmet etmedi, aynı zamanda
Lebensraum (Alman halkı için Doğu Avrupa'da 'yaşam alanı' oluşturma planı)
politikalarına da hizmet etti. Ayrıca çevresel saflık ile ırksal saflık arasında
bağ kurulmasını da sağladı:
Biyoloji eğitiminin holistik perspektiften gelen iki merkezi teması [Nazilere göre]:
doğayı koruma ve sağlıklı, zeki çocukların insan genetiği stoğunun
geliştirilmesi yoluyla üretilmesi idi. Eğer doğa birleşmiş bir bütün olarak
görülürse, öğrenci otomatik olarak ekoloji ve çevre koruma için bir duyarlılık
geliştirecektir. Aynı zamanda, doğayı koruma fikri kentlileşmiş ve 'aşırı
uygarlaşmış' modern insan ırkına dikkat çekilmesini sağlayacaktır(30).
Nasyonal Sosyalist dünya görüşünün değişik varyasyonlarında, ekolojik konular
geleneksel toprakçı romantizm ve şehir uygarlığı düşmanlığı ile, doğadaki
kökleşmişlik ideali etrafındaki her şeyle ilişkilendirilmişti. Bu fikirsel biraraya
geliş, özellikle doğa ile kaybolmuş bağın araştırılması, Nazi liderliğinde,
herkesten önce de Heinrich Himmler, Alfred Rosenberg ve Walther Darré tarafından,
neo-pagan elementler arasında sıklıkla telaffuz ediliyordu. Rosenberg kendisinin devasa
20.Yüzyılın Miti'nde şöyle yazdı: "Bugün kırdan şehre doğru, Volk için
ölümcül, sürekli bir akış görüyoruz. Şehirler gittikçe daha fazla şişiyor,
Volk'u güçsüzleştiriyor ve insanlığı doğaya bağlayan ilişkiler tahrip ediliyor;
maceracıları ve kar peşinde koşanların her çeşidini cezbediyor ve bu nedenle
ırksal kaosu besliyor"(31).
Bu ifadelerin yalnızca retorik olmadıkları vurgulanmak zorundadır; bunlar bağlı
oldukları inançları yansıtıyorlardı ve şüphesiz bugünün geleneksel ekolojik
yönelimleri ile birleşmiş olan Nazi hiyearşisinin en tepesindeki pratikleri de. Hitler
ve Himmler'in her ikisi de katı vejeteryandılar, hayvanları severlerdi, doğa
mistisizminin ve homeopatik kürlerin cazibesine kapılmışlardı ve canlı hayvan
deneyleri ile hayvanlara acı veren şeylere kesinlikle karşıydılar. Himmler SS'lerin
tıbbi amaçları için bitki yetiştiren deneysel organik çiftlikler bile kurdurmuştu.
Ve Hitler, zaman içinde, otoriter şekilde ve detaylı olarak, yenilenebilir enerji
kaynaklarını (çevresel olarak uygun su gücü ve atık yağdan doğal gaz üretimi
dahil olmak üzere) kömüre alternatif olarak tartışan ve "su, rüzgar ve
gel-giti" gelecegin enerji kaynakları olarak deklere eden gerçek Yeşil bir
ütopyacı gibi düşünebildi.
Savaşın tam ortasında dahi, Nazi liderleri, ırksal yenilenmenin vazgeçilmez bir
parçası olan ekolojik ideallere olan bağlılıkları korudular. Aralık 1942'de,
Himmler Doğu sınırlarında yeni işgal edilen toprakları kastederek "Doğu
Sınırlarındaki Toprağın İşlenmesi Üzerine" bir talimat yayınladı. Bunun bir
bölümünde şöyle deniliyordu:
Bizim ırkımızın stoğundaki köylü daima dikkatli bir şekilde toprağın, bitkilerin
ve hayvanların doğal güçlerini artırmak ve doğanın bir bütün olarak değerini
korumak için çaba harcar. Onun için, bu tanrısal yaratıma saygı duymak tüm
kültürün ölçüsüdür. Eğer, bundan dolayı yeni Lebensraeume (yaşama alanları)
bizim yerleşimcilerimiz için bir yurt olacaksa, planlanan toprak düzenlemelerinin
doğaya yakın olması kararı verilmiş bir ön gerekliliktir. Bu Alman Volk'unu besleyen
temellerden birisidir(33).
Bu pasaj klasik ekofaşist ideoloji tarafından oluşturulan retorik araçların hemen
tamamını özetler: Lebensraum, Heimat, tarımsal mistik, Volk'un sağlığı, doğaya
yakınlık ve saygı (ki toplumun karşısında yargılanmak zorunda olduğu standartlar
olarak açıkça inşa edilimşti), doğanın sağlam olmayan dengesinin, toprağın ve
onun yaratımlarının bedensel güçlerinin korunması. Bu motifler kısmen Hitler,
Himmler ve Rosenberg'in ve hatta Göring'in- Göbbels ile birlikte Nazilerin iç
çemberinde bulunan ve ekolojik fikirlere en az sıcak bakan üyelerden biriydi- kişisel
bir karakteristiği olmaktan, zaman içinde, tutucu bir bağlılığa dönüştüler. Bu
sempati duyuş yalnızca partinin üst kademesi ile sınırlı değildi. Weimar
dönemindeki birçok baskın Naturschutz (Doğa koruma) organizasyonları üzerine
yapılan bir üyelik araştırması ortaya çıkardı ki, 1939'a kadar bu tutucuların %
60'I (yetişkinerkeklerin %10'una, öğretmen ve hukukçuların %25'ine denk bir oran)
NSAİP'ne girmişti. Açıkçası çevrecilik ve Nasyonal Sosyalist arasındaki ilişkiler
derindi.
Ekolojik konular ideoloji seviyesinde Alman faşizminde hayati bir rol oynadı. Ama
bunları yalnızca Nazizmin teknokratik-endüstriyalist yıkıcı yüzünü maskeleyen,
zekice mevzilenmiş bir propaganda olarak değerlendirmek ölümcül bir hata olur. Alman
anti-şehirleşme ve tarımsal romantizmini bütünsel bir tarihi bu görüşe karşı
keskin bir karşı çıkış sağlar:
Hiçbirşey öndegelen Nasyonal Sosyalist ideologların çoğunluğunun tarımsal
romantizmi ve şehir kültürüne düşmanlığı, hiçbir içsel inanç olmaksızın ve
yalnızca seçim ve propaganda amaçları için halkı aldatmak maksadıyla, çıkarcı
olarak düşünmekten daha yanlış olamazdı. Gerçekte ise, önde gelen Nasyonal
Sosyalist ideologların çoğunluğu, şüpheye mahal vermeksizin az ya da çok tarımsal
romantizme ve anti-şehirleşmeye eğilimli idiler ve görece yeniden-tarımsallaşma
için kararlıydılar (36).
Tüm bunlara rağmen geriye şu soru kalmaktadır: Naziler çevreci politikalarını oniki
yıllık Reich dönemi boyunca hangi ölçekte ilerlettiler? Bugün büyük ölçüde
ihmal ediliyor olsa da, partide 'ekolojik' eğilimin olduğu katı gerçeği parti
hükümranlarının çoğu için önemli bir başarı olmuştu. NSAİP'nin bu "yeşil
kanatı" herkesten önce faşist ekolojiyi pratikte temel olarak şekillendiren dört
figür tarafından; Walther Darré, Fritz Todt, Alwin Seifert ve Rudolf Hess tarafından
temsil edilmekteydi.
Resmi Doktrin Olarak Kan ve Toprak
"Kan ve toprağın birliği yeniden restore edilmek zorundadır", diye
bildirmişti 1930'da Richard Walter Darré. Bu ahlakdışı deyim Germen halklarının ve
örneğin Keltler ve Slavlar arasındaki Germenlere özgü 'kan' (ırk veya Volk) ve
'toprak' (ülke veya doğal çevre) arasındaki yarı mistik bir bağlantıyı sembolize
ediyordu. Blut und Boden'ın fanatiklari için, Yahudiler özellikle köksüz, göç eden,
toprakla herhangi bir gerçek ilişki kurma kapasitesi olmayan insanlardı. Başka bir
deyişle, Alman kanı kutsal Alman toprağı için açıkça hak iddia etmenin dayanağı
oluyordu. "Kan ve toprak" terimi völkisch çevresinde en azından Weimar
döneminden beri dolaşımda iken, bunu bir slogan olarak ilk defa popülerleştiren ve
ardından onu rehber olarak Nazi düşüncesinin temeline yerleştiren Darré idi. Arndt
ve Riehl'e yeniden dönersek, Darré Almanya'nın ve Avrupa'nın düzgün bir şekilde
kırlaştırılmasının vizyonunu belirledi; bu ırksal sağlığı ve ekolojik
sürdürülebilirliği garanti altına almak için küçük çiftçiliği yeniden
canlandırmak temeline dayanıyordu.
Darréé partinin önde gelen "ırk teorisyenlerinden" birisiyidi ve aynı
zamanda Nazilerin 1930'ların başlarındaki kritik döneminde köylü desteğini harekete
geçiren enstrümanı idi. 1933'ten 1942'ye kadar Reich'ın Köylü Lideri ve Tarım
Bakanı idi. Bu küçük bir makam değildi. Tarım Bakanlığı sayısız Nazi
bakanlıkları arasında savaş zamanında dahi dördüncü en büyük bütçeye sahipti.
Darré bu pozisyonundan farklı ekolojik kökenli inisiyatiflere hayati desteğini
verebilmişti. Nasyonal Sosyalizm'de bulanık olan çevresel eğilimleri birleştirmede
önemli bir rol oynadı:
Nazi elitinin hastalıklı-tanımlanmış anti-uygarlık, anti-liberal, anti-modern ve
potansiyel anti-şehirleşme duyarlılıklarını tarımsal mistikte bir araya getiren
Darré idi. Ve öyle anlaşılıyor ki Darré'nin Nasyonal Sosyalist ideoloji üzerine
çok büyük bir etkisi vardı, sanki Nazi ideolojisindeki bir tarımcı toplumun
değerler sistemini kendisinden öncekilerden çok daha açık bir şekilde ifade
edebilmişti ve -herşeyden önce-bu tarımsal modeli hukukileştirebilmiş ve Nazi
politikasına uzun erimli bir yeniden tarımcılaştırmaya yönelik bir amaç
verebilmişti (39).
Bu amaç yalnızca Lebensraum adına emperyalist genişleme ile uyumlu bir şey değil,
gerçekte onun ilk gerekçelendirmelerinden hatta motivasyon kaynaklarından biri idi.
Darré, Organizmacılığın biyolojistik metoforları ile doldurulmuş diliyle şunları
söylemektedir: "Kan ve toprak fikri bizlere, bizim Volk ile jeopolitik uzam
arasında bir harmoni oluşturmak için gerekli, yeteri kadar toprağı (doğuda bulunan)
geri alma etik hakkını verir(40).
Doğu Avrupa'nın kolonizasyonu için yeşil bir kamuflaj oluşturmanın yanısıra,
Darré 3.Reich'ın tarım politikalarının temelini teşkil edecek bir çevresel
duyarlılığı yerleştirmek için çalıştı. En üretken dönemlerinde dahi bu
kurallar Nazi doktrininde sembolik olarak kaldı. "Üretim İçin Savaş"
(Tarım sektöründeki üretkenliği artırmak için bir şablon), 1934'teki İkinci Reich
Çiftçiler Kongresi'nde ilan edildi. Programın ilk satırı "Toprağın
sağlığını koruyun" idi. Fakat Darré'nin en önemli yeniliği organik
çiftçilik metodlarının geniş çerçevesine ilk adımı atmasıydı, ve bu
"lebensgezetzliche Landbauweise", veya yaşamın kurallarına göre tarım
adını taşıyordu. Bu terimler tepkisel ekolojik düşüncenin altında yatan doğal
düzen ideolojisini bir kez daha açık bir şekilde göstermektedir. Bu daha önceden
bilinmeyen enstrümanlara destek Rudolf Steiner'in antroposopy'sinden ve onun biyodinamik
tarım tekniklerinden geliyordu. Organik tarımın kurumsallaştırılması kampanyası
tüm Almanya sathında onbinlerce küçük çiftliği ve tarım alanını kuşattı. Bu
Nazi hiyerarşisinin diğer üyelerinin, herkesten önce de Backe ve Göring'in tahmin
edilebilir direnci ile karşılaştı. Fakat Darré, Hess ve diğerlerinin yardımı ile
politikasını 1942'de istifaya zorlanmasına (ki onun çevreci eğilimleri ile çok az
ilgisi vardı) kadar sürdürebildi. Hitler ve Himmler'in "tamamen sempati beslediği
bu fikirler" hiçbir anlamda yalnızca Darré'nin kişisel tercihlerini göstermiyor,
standart Alman tarım politikaları tarihini ortaya çıkarıyordu(42). Ekolojik olarak
anlamlı tarım metodları ve hiçbir devlet tarafından daha önce ve bugüne kadar
karşılaşılmayan toprak kullanımı planlamasına Nazi aygıtı içinde sunulan bu
hükümet desteğinin büyüklüğü pratikte hala Darré'nin etkilemesi sonucuydu.
Bu nedenlerden dolayı Darré bazen çağdaş Yeşil hareketin öncüsü olarak
görülür. Biyografi yazarı ondan bir kez "Yeşillerin babası" olarak
bahsetmişti. Kan ve Toprak adlı kitabı, hem Almanca hem de İngilizce'de Darré
üzerine yazılmış en iyi tek kaynaktır, onun düşüncelerindeki düşmanca faşist
elementleri sürekli olarak önemsizleştirmiş ve onu yanlış yönlendirilmiş tarımcı
bir radikal olarak portrelemiştir. Yargılamadaki bu ölümcül hata, 'ekolojik' auranın
güçlü bir şekilde yanlış yönlendirilmiş çekimini gösterir. Darré'nin yirmili
yılların başına giden yayınlanmış yapıtları bile, aşırı bir ırkçı, vülger
ve nefret dolu bir yahudi düşmanlığına doğal olarak eğilimli (Yahudilerden
açıkça "solucanlar" olarak bahsetti) biri olduğunu göstermek için
yeterlidir. Onun onyıl süren kraliyet hizmeti ve dahası Nazi devletinin mimarı olması
Hitler'in hastalıklı amacına kendisini adadığını gösterir. Hatta birisi
Darré'nin, Yahudiler ve Slavlar'ın tamamen yokedilmelerinin gerekli olduğu fikrinin
Hitler ve Himmler tarafından gerçekleştirilmesine neden olduğunu dahi iddia
etmektedir(44). Sonuç olarak, düşüncelerindeki ekolojik görüşler Nazi
bakışaçısı çerçevesinden ayrı düşünülemezler. Darré Nasyonal Sosyalizmin
yüzünü maskelemek bir yana ekofaşizmin şeytani ruhunu temsil eder.
Ekofaşist Programın İlerletilmesi
Nazi ideolojisi ve politikasındaki tarımcı ve romantik anların, Üçüncü Reich'ın
hızlı modernizasyonunun teknokratik-endüstriyalist itkisi ile, eğer doğrudan bir
zıtlık içinde değillerse, sabit bir gerilim içinde oldukları çok sık vurgulanır.
Sıklıkla belirtilmeyen şey ise bu modernizasyon eğilimlerinin dahi önemli bir
ekolojik bileşene sahip olduğudur. Bu yoğun endüstrileşmenin ortasında çevreci
bağlılığın devam etmesinden temelde sorumlu olan iki kişi Reichminister Fritz Todt
ve onun asistanı, yüksek düzeyde planlamacı ve mühendis Alwin Seifert idi.
Todt, doğrudan teknoloji ve endüstri politikaları ile ilgili problemlerden sorumlu,
"en etkileyici Nasyonal Sosyalistlerden birisi"(45) idi.1942'de öldüğünde,
devasa yarı-resmi Organisation Todt'a ek olarak üç farklı kabine seviyesinde
bakanlığı yönetiyor ve "Reich'ın asli teknik görevlerini kendi ellerinde
topluyordu"(46). Halefi Albert Speer'e göre, Todt "doğaya aşık"tı ve
"Bormann ile, onun Obersalzberg etrafındaki toprakları tahrip etmesini protesto
eden, sürekli bir kavgaları vardı"(47). Başka bir kaynak onu kolayca "bir
ekolojist" olarak adlandırmaktadır(48). Bu kanı büyük ölçüde Todt'un otoban
yapımını -bu yüzyıldaki en büyük inşa girişimlerinden birisidir- mümkün
olduğunca ekolojik olarak duyarlı yapma çabalarından kaynaklanmaktadır.
En büyük Alman mühendislik tarihçisi bu bağlılığı şu şekilde açıklıyor:
"Todt teknolojinin doğa ve toprakla hormoni içinde tamamlanmasını arzuluyordu,
bundan dolayı kendi çağının 'organological' temelleri ile olduğu kadar ekolojik
prensipleri ile de mühendisliği gerçekleştirmek kökenlerindeki völkisch ideolojisi
uyuşuyordu(49). İnşa etmeye ilişkin bu ekolojik bakışlar estetik nedenlerle doğal
çevreye harmonik adaptasyonu vurgulamanın ötesine taşındı; Todt ayrıca wetlandlar,
ormanlar ve ekolojik olarak duyarlı bölgeler için de katı kriterler koydu. Arndt,
Riehl ve Darré'de olduğu gibi bu çevreci kaygılar ayrışmaz bir şekilde
völkisch-ulusalcı bakış açısıyla bütünleşmişti. Todt'un kendisi bu
bağlantıyı kısaca şu şekilde ifade eder: "Yalnızca ulaşım amaçlarının
gerçekleşmesi Alman otoban inşaatının son amacı değildir. Alman otobanı onu
çevreleyen toprakların ve Alman özünün ifadesi olmak zorundadır"(50).
Todt'un şef danışmanı ve çevre konularındaki çalışma arkadaşı, Todt'un bir
keresinde raporunda "fanatik ekolojist"(51) olarak belirttiği, teğmeni Alwin
Seifert idi. Seifert Reich'ın Toprak Avukatı resmi ünvanını taşıyordu, ama parti
içindeki takma adı "Mr.Mother Earth" idi. Bu isimlendirmenin nedeni Seifert'in
"teknolojiden doğaya tümden dönüş"(52) rüyasından kaynaklanıyordu ve
sık sık Alman doğası ve "insanoğlunun" dikkatsizlik trajedisi hakkındaki
liriği cilalıyor gibiydi. 1934 gibi erken bir tarihte Hess'e su ile ilgili konulara
dikkat çeken ve "doğa ile daha fazla harmonize çalışma metotlarına"(53)
çağrıda bulunma arzusunu dile getiren bir yazı yazdı. Resmi görevlerinden
bağımsız olarak vahşiliğin önemine vurgu yaptı ve enerjetik bir şekilde
monokültüre, wetlandların drenajına ve kimyevileştirilmiş tarıma karşı çıktı.
Darré'yi ılımlı olmakla eleştirdi ve "'daha köylü-gibi, doğal, basit,
sermayeden bağımsız' tarım metodlarına doğru bir tarım devrimi çağrısında
bulundu'"(54).
Bu gibi kişiliklere güven duyan 3.Reich'ın teknoloji politikası ile Nazizmin kitlesel
endüstriya-list inşası bile belirgin yeşil tonlar aldı. Partinin felsefi geri
planındaki doğa projeksiyonu, daha radikal inisiyatiflerin Nazi devletinin en üst
ofislerinde genelde sempatik dinleyiciler bulmalarının garanti altına alınmasına
yardım etti. Otuzların ortalarında Todt ve Seifert, "tüm yaşamın bu yerine
konulamaz temellerinin"(55) sürekli erozyonunun durdurmak için, Doğa Ana'nın
Korunması için, herşeyi kapsayacak bir Reich Hukuku'nu şiddetle savundular. Seifert
ekonomi bakanı hariç tüm bakanların işbirliği için hazır hale getirildiğini rapor
etti. Ekonomi bakanın karşı çıkışı ise madenciliğe olan olumsuz etkisi nedeniyle
çıkan fatura nedeniyleydi.
Fakat tüm bunların en küçük başarı şansı dahi, parti hiyerarşisinin en tepesine
güvenli bir şekilde demir atmış olan ve NSAİP'nin "yeşil kanadı"nı
destekleyen Reich Şansölyesi Rudolf Hess olmaksızın düşünülemezdi. Hess'in
gücünü ve Nasyonal Sosyalist rejimin kompleks hükümet makinesindeki merkezi rolünü
hayal etmek çok güç olabilir. Partiye 1920'de 16.üye olarak kaydoldu ve yirmi yıl
Hitler'in vekili konumunda bulundu. Hitler'in "en yakın sırdaşı" (56) olarak
tanımlandı ve Führer'in bizzat kendisi Hess'i kendisinin "en yakın
danışmanı"(57)olarak deklere etti. Hess yalnızca en tepedeki parti lideri
değildi, Hitler'in başarısı için (Göring'ten sonra) sıradaki ikinci kişiydi;
ayrıca tüm kanun taslakları ve kararnameler, kanun olmadan önce, onun ofisinden
geçmek zorundaydı.
Samimi bir Steinerci olduğu kadar yerleşmiş bir doğa sevgisi nedeniyle Hess katı bir
biodinamik diyette ısrar etti-Hitler'in katı vejeteryan standartları bile onun için
yeterli değildi-ve sadece hemeoterapik ilaçları kabul etti. Darré'yi Hitler ile
tanıştıran Hess idi, bu nedenle "yeşil kanadı" güven altına alma onun
için önemliydi. Darré'den bile daha fazla organik tarım taraftarıydı, ve ona
lebensgezetzliche Landbauweise'nin desteklenmesinde daha açık adımlar atması için
baskı yaptı(58). Ofisi Reich'taki toprak kullanımının planlanmasından doğrudan
sorumluydu ve Seifert'in ekolojik yaklaşımlarını paylaşan birçok uzmana iş
veriyordu(59).
Hess'in gönülden desteği ile, "yeşil kanat"kendisinin en önemli
başarılarını gerçekleştirebildi. Mart 1933 gibi erken bir dönemde geniş kapsamlı
bir çevreci kanun onaylandı ve ulusal, bölgesel ve yerel seviyelerde geliştirildi.
Yeniden ormanlaştırma, hayvan ve bitki türlerini koruma altına alma kanunları ve
endüstriyel gelişmeyi engelleyici koruyucu talimatların içinde olduğu bu estrümanlar
hiç kuşkusuz "tarihin bu döneminde en ilerlemeci konumlar arasında
bulunuyordu"(60). Vahşi yaşam habitatının korunması için planlayıcı
talimatlar oluşturuldu ve bu aynı zamanda kutsal Alman ormanları için bir saygıyı
talep ediyordu. Nazi devleti ayrıca Avrupada'ki ilk doğa korumacılığını oluşturdu.
Todt ve Seifert'in çevreye duyarlı toprak kullanımı planlaması ve endüstri
politikasının yanı sıra, Darré'nin yeni-tarımcılık ve organik tarımın
desteklenmesi çabaları doğrultusunda Nazi ekolojistlerinin en temel başarısı
1935'teki Reichsnaturschutzgesetz idi. Daha önceden tamamiyle bilinemeyen bu "doğa
koruma kanunu" yalnızca flora, fauna ve Reich topraklarındaki "doğal
anıtları koruyucu hatları oluşturmakla kalmadı; aynı zamanda geriye kalan vahşi
yaşam alanlarına ticari ulaşımı sınırlandırdı. Ek olarak, büyük ölçekli
kanunlaştırmalar "tüm ulusal, devlet ve yerel ofislerin Naturschutz
otoritelerinden kırdaki temel değişikleri oluşturabilecek girişimlerinden önce
zamanında tavsiye almaları için gerekliydi"(61).
Kanunlaştırmanın ne kadar etkili olduğu her ne kadar soru işaretleri taşısa da,
geleneksel Alman çevrecileri onun paragraflarını çok sevdiler. Walter Schönichen onu
"völkisch-romantik arzularının tam gerçekleşmesi olarak"(62) deklere etti
ve Reich Doğa Koruma Ajansı'nın yöneticisi olan Schönichen'in halefi Hans Klose, Nazi
çevre politikasını Almanya'daki "doğa korumacılığının en yüksek
noktası" olarak tanımladı. Bu enstrümanların belki de en büyük başarısı
"Alman Naturschutz'unun entellektüel yeniden düzenlenmesi"ne ortam sağlamak
ve hakim çevreciliğin Nazi atılımına entegrasyonunu sağlamaktı(63).
"Yeşil kanat"ın başarıları cesaret kırıcı olsalar dahi
abartılmamalıdır. Ekolojik inisiyatifler tabi ki evrensel olarak parti içinde nadiren
popülerdiler. Göbbels, Bormann ve Heydrich, örneğin, toleranssız bir şekilde karşı
saftaydılar ve Darré, Hess ve onların takipçilerini güvenilmez hayalciler,
ekzantrikler ve basitçe güvenlik riskleri olarak düşünüyorlardı. Son kuşku Hess'in
1941'deki İngiltere'ye ünlü uçuşu ile teyit edildi; bu noktadan sonra çevreci
eğilim genelde baskı altına alındı. Todt 1942 Şubat'ında bir uçak kazasında
öldürüldü, hemen ardından Darré tüm görevlerinden alındı. Nazilerin
yıkıcılığının son üç yılda "yeşil kanat" hiçbir aktif rol oynamadı.
Bununla beraber yaptıkları uzun bir süre silinmeden kaldı.
Faşist Ekoloji Bağlamı
Bu ürkütücü ve rahatsız edici analizi, kabul edilebilir hale getirme çabası
kesinlikle yanlış bir sonuç çıkarma eğilimi göstermektir- daha açıkçası,
suçlamayı en çok hakeden politik vaatler dahi bazen beğenilen sonuçlar
üretebilirler. Fakat buradaki gerçek ders bunun tam tersidir: Çok beğenilen
düşünceler dahi cinayetler işleyen vahşiliklerin hizmetine sokulabilir ve araç
olarak kullanılabilirler. NSAİP'nin "yeşil kanat" ı bir grup masum, kafası
karışmış ve manupüle olmuş idealist veya bunların içinden gelen reformistler
değildir; onlar insanlıkdışı ırkçı şiddete, kitlesel baskı politikalarına ve
dünya çapında askeri üstünlüğe kendini açık bir şekilde adamış şeytani bir
programın bilinçli destekçileri ve yöneticileridirler. Onların "ekolojik"
içerikleri, onların bu temel adanmışlıklarını dengelemek bir yana, bunları
derinleştirmiş ve radikalleştirmiştir. Sonuç olarak, onların çevre politikası
konfigürasyonları organize kitle katliamlarından doğrudan ve büyük ölçüde
sorumludur.
Nazi projesinin hiçbir görünüşü büyük çaplı yıkıcılık niyetini ortaya
sermeksizin düzgün bir şekilde anlaşılamaz. Burada da ekolojik argümanlar büyük
şeytani roller oynadılar. "Yeşil kanat" yalnızca geleneksel tepkisel
ekolojinin kanlı yahudi düşmanlığını yeniden cilalamakla kalmadı, organik
şiddetsizlik ve öç alma politikasının korkutucu ırkçı fantazilerinin tamamen yeni
bir patlamasına katalizör oldu. Doğal "saflık" fetişleştirmesi ile
anti-hümanist doğmanın aynı mecrada birleşmesi Üçüncü Reich'ın birçok şeytani
cinayetinin yalnızca rasyonalize edilmesini değil aynı zamanda motivasyonunu sağladı.
Onun amaçlanmış arzusu daha önce gizil kalmış öldürme enerjilerini serbest
bıraktı. Sonuç olarak, mistik ekolojinin kendi lehine çevresel yıkımın herhangi bir
toplumsal analizin yerini alması son çözümün hazırlanışında biraraya getirilmiş
bir eleman olarak hizmet eder:
Alman halkının doğayla sıkı bağı gözönüne alınmaksızın, kırın yıkıma
uğratılmasının ve çevresel hasarların açıklamasını yapmak, yalnızca toplumsal
bağlamda çevresel hasarın analizini yapmadan ve bunları çatışan toplumsal
çıkarların açıklaması olarak anlamayı reddetmekle mümkün olabilir. Bu
yapılsaydı, Nasyonal Sosyalizmin kendisinin eleştirisi, bu güçlere bağışıklık
kazanmadan mümkün olacaktı. Çözümlerden biri bu gibi çevresel problemlerin diğer
ırkların yıkıcı etkisi ile birleştirmekti. Nasyonal Sosyalizm böylece Alman
halkının, kendi hakkını savunmak için doğayı hissetmek, anlamak ve böylece gelecek
için doğaya yakın harmonik yaşamı korumak amacıyla diğer ırkların elimine
edilmesi için onlara savaş açan bir şey olarak görülebildi(64).
Bu ekofaşizmin güçlü bir legalleştirilmesi idi: "Irkçılık çevre
korumacılığı örtüsü altında gereklilik haline getirildi(65).
* * *
Alman faşizminin "yeşil kanat"ının bu deneyimi ekolojinin politik
uçuculuğunun acı bir hatırlatıcısıdır. Bu kesinlikle ekolojik konularla sağ-kanat
politikaları arasında içsel ve kaçınılmaz bir ilişki olduğunu göstermez;
Almanya'da burada takip ettiğimiz tepkisel geleneğin yanısıra, herhangi başka bir
yerde olduğu gibi, eşdeğer önemde sol-özgürlükçü ekoloji daima mevcut
olmuştu(66). Fakat yönelimler ayırt edilebilir: "İnsanoğlunun doğa üzerinde
giderek artan ustalığından kaynaklanan problemlerle ilgili düşünceler ideolojilerin
aşırılıklarını kucaklayan büyük insan grupları tarafından paylaşılırken, en
sabit 'pro-doğal düzen' cevabı radikal sağda politik vücut buldu(67). Bu yalnızca
tutucuları veya doğrudan faşist çeşitlemeleri ile varsayımsal apolitik çevreci
manifestoları birleştiren bağdı.
Tarihsel kayıtlar "toplumu doğaya göre değiştirmek isteyenler ne sol ne sağ
fakat ekolojik olarak düşünen kimselerdir"(68) asılsız iddiasının kesinlikle
yanlış olduğunu gösterir. Sağdan veya soldan harekete geçirilebilir olan çevreci
konular, eğer politik olarak birleştirici olmak zorunda iseler şüphesiz açık bir
toplumsal bağlam gerektirirler. "Ekoloji" tek başına bir politika
oluşturmaz; yorumlanmak zorundadır, politik anlam kazanmak için bazı toplum
teorilerinin içinden geçmek zorundadırlar.
Yukarıda belirtildiği gibi, bu hata çoğu zaman "doğaya göre toplumu
reforme" etmek için bir çağrı şeklini alır; bu ise 'doğal düzen'in veya
'doğal kanun'un ve insan gereksinimlerinin ve eylemlerinin onun onayına sunulmasının
bazı türlerini formüle etmektir. Bir sonuç olarak, insanların çevreleriyle
ilişkilerini kuran ve şekillendiren toplumsal süreçlerin ve yapıların rolü
gözardı edilir. Bu gibi bilerek yapılan ihmaller, tüm doğaya ilişkin düşüncelerin
kendilerinin toplumsal olarak üretidiği yolları belirsizleştirir ve 'doğal olarak
konumlandırılmış' statüleri ile onları açıkça destekleyerek güç yapılarını
sorgulamadan bırakır. Bu nedenle ekomistisizmin toplumsal-ekolojik arayışın şeffaf
görüşünün yerine geçmesi, kompleks toplumsal-doğal diyalektiğin
saflaştırılmış Birlik'e çökertilmesi sonucu, katastropik politik sonuçlara
sahiptir. İdeolojik olarak doldurulmuş 'doğal düzen' uzlaşma alanı bırakmaz;
iddiaları mutlaktır.
Tüm bu nedenlerden dolayı birçok çağdaş Yeşil tarafından geliştirilmiş "Biz
ne sağız ne sol, öncüyüz" sloganı tarihsel olarak naif ve politik olarak
ölümcüldür. Özgürlükçü bir ekolojik politikayı yaratacak gerekli proje keskin
bir farkındalık, klasik ekofaşizmin ve onun günümüzdeki çevre tartışmalarındaki
fikri devamlılığının meşrulaştırılmasının anlaşılmasını gerektirir.
'Ekolojik' köken tek başına, eleştirel toplumsal çerçevenin dışında, tehlikeli
bir şekilde kararsızdır. Faşist ekolojinin seceresi uygun koşullar altında böyle
bir kökenin kolaylıkla barbarlığa dönüşebileceğinin göstergesidir.
Çev: Ahmet.A.Aşıcı/Sezgin Ata
Dipnotlar
Bu uzun kaynakça için aşağıdaki web adresine bakılabilir:
http://www.spunk.org/library/places/germany/sp001630/peter.html