24. Sayı
İskenderiye Yazıları dergisinin Ekoloji genel başlığı içerisinde toplanan
yazılardan oluşan bu sayısında Frankfurt Okulu'nun görüşlerinden bahsetmeye neden
gerek duyulduğu sorulabilir. Öyle ya ekoloji ya da ekolojik sorunlar denilince artık
herkesin yüzeysel olarak bildiği, Ozon Deliği, hava ve denizlerin kirliliği ya da son
derece güncel bir konu olan nükleer santral gibi konulardan bahsetmek gerekir gibi
hazır yargılar varken Frankfurt Okulu'nun bunlarla ne ilgisi olabilir? Böyle genel
geçer yaklaşımların yanlışlığını hemen belirtmekte yarar var: Bu sayıda yer
alan ekoloji ile ilgili diğer yazılarla paylaştığımız ortak sav "ekolojik
sorunların tümünün toplumsal sistemden kaynaklanan sorunlar olduğu ve ekolojik bir
politikanın da ancak bugünkü kapitalist toplumsal sistemi hedef aldığında gerçek
bir çözüm olabileceği" şeklindeki yalın önermedir. Daha açık bir ifade ile
doğayı, bütünüyle sanayi ve teknolojinin hammadde kaynağı ve üretimin
ihtiyaçları için sınırsızca sömürülebilecek bir alan olarak gören, genel olarak
insanlık değil sermayenin maksimum karı temel dürtüsünü tüm toplumsal sistemin
temeline yerleştirmiş olan kapitalist sistemdir. Ancak bu tahakkümcü anlayış
kapitalizmle birlikte ortaya çıkmamış, en eski egemenlik ve sömürü ilişkilerinin
Aydınlanma Felsefesi ve Sanayi devrimi sürecinde doğaya aktarılmasıyla gelişmiştir.
Frankfurt okulunun bu konuyla ilgisi dolaysızdır. Ancak yanlış anlamaya yer vermemek
için belirtelim, adlarını biraz sonra anacağımız bu düşünürlerin hiç biri
doğrudan doğruya doğanın tahrip edilmesinden, teknolojinin yıkıcı etkilerinden,
ekolojik sorunlardan ve buna karşı yürütülmesi gereken politik mücadeleden
bahsetmiş değildir. Aslına bakarsanız bu tartışmaların hepsi de ancak ikinci dünya
savaşı sonrasında, Batılı devletlerin hızlı ekonomik büyüme ortamında giderek
ekolojik sorunların gözle görülür hale gelmesiyle başlamıştır. Ancak Frankfurt
Okulu, ekolojik sorunlar görülür bir şekilde ortaya çıkmadan ve Avrupa'da muhalif
hareketlerin gündemine girmeden önce daha 30'lu 40'lı yıllarda, doğayı tahakküm
altına alma düşüncesini rasyonalize eden Aydınlanma Felsefesini; pozitivist bilim
felsefesini; kapitalist sanayileşmenin sonucu olan teknolojik rasyonaliteyi; ekonomik
mantığın tüm toplumsal ilişkileri - bireyler arasındaki ilişkileri bile -
niceliksel ilişkilere indirgemesini; toplumsal hedefler açısından bütün etik
değerlerin bir yana bırakılarak verimlilik ölçütünün temel alınmasını; her
şeyin metalaştırılması ve ölçülebilen bir nesneye dönüştürülmesi yoluyla
insana dair ne varsa şeyselleşmesi sürecini; yabancılaşma olgusunu; kitle
kültürünü ve birbiriyle bağıntılı olarak tüm toplumsal - kültürel sorunları
eleştiren son derece keskin bir teori - kendi ifadeleri ile Eleştirel Teori -
geliştirmişlerdir. Aslında son derece geniş bir alana yayılan bu teorik eleştiri
mirasının bütünsel ve sistematik bir teori oluşturmadığını görürüz. Kendileri
de zaten böyle bir amaca karşıdırlar. Çünkü her türlü kapalı teorileştirmeye,
realitenin tek yanlı ve durağan bir formülasyonuna karşıdırlar. Çok geniş ve her
an elden kaçabilecekmiş gibi görünen bu teorik eleştirinin konumuzu ilgilendiren
yanı hemen ortaya çıkıyor: Modern toplumda tahakkümcü ilişkilerin sanayileşmeyle
bağlantısını ve doğanın - hem insanın iç doğası hem de dış doğa olarak -
baskı altına alınma sürecinin incelenmesi. Bu eleştiriyi en ileri noktasına
vardırdıklarında bugün bizim için alarm sinyalleri veren ekolojik sorunları doğuran
kaynağa, doğayı tahakküm altına alma anlayışının Aydınlanma Felsefesindeki ve
Sanayileşme paradigmasındaki köklerine kadar giderler. Ve her ne kadar kendileri bir
politik praxis önerisinde bulunmasalar da bugünkü bir özgürleşme politikası için
çok önemli araçlar sunarlar: Toplumu özgürleştirmeyi hedefleyen bir politika,
doğanın ve insanın iç doğasının özgürleştirilmesini de içermediği sürece yeni
tahakküm ilişkilerine gebedir. Bunun geleneksel sosyalist politika için ne gibi
eleştirel sonuçları olduğu açıktır. Öte yandan bugünkü yeşil hareketlerin,
kapitalist toplumun sınırları içinde kalınarak doğanın tahribatının
durdurulabileceği yanılgısını da çürüten çok güçlü argümanlar sunarlar. Bu
uzun girişten sonra Frankurt Okulunun kurucu üyeleri Max Horkheimer, Theodor Adorno ve
Herbert Marcuse'ün konumuz açısından önemli görüşlerini burada aktarabiliriz. 1
Bilindiği gibi iki dünya savaşı ve faşizmin yükselişi, Sovyetler Birliğinde
sosyalizmin beklenenden farklı olarak bir bürokratik tahakküm devletine dönüşmesi,
Avrupa'da işçi sınıfı hareketlerinin yenilgiye uğraması ve kapitalizmin hızlı bir
toparlanma sürecine girmesi gibi temel olgular, Avrupalı radikal entelektüelleri
Marksizmin teorik sorunlarıyla uğraşmaya yöneltmiş ve bazı temel savlarının
tartışmalı görülmesine yol açmıştır. Avrupa'da Marksizm bu etkenler sonucunda hem
kurucularından hem de Sovyetlerdekinden oldukça farklı yönelişlere girmiştir.
Kapitalizmin beklenenden çok daha uzun süre ayakta kalması olgusu ve bunun nedenlerinin
ekonomik ve politik alanda değil kültürel alanda aranması gerektiği savında
özetlenebilecek bu teorik yöneliş Batı Marksizmi adıyla anılacak olan düşünürler
kuşağının yetişmesine yol açmıştır. Bunlar arasında Marksizmin Hegeldeki
köklerine dönerek pozitivist sızmalardan arındırmayı ve bir özgürleşim felsefesi
olarak yeniden kurmayı hedefleyen Frankfurt okulunun ayrı bir yeri vardır.
Modern kapitalist toplumu ekonomik sömürü ilişkileri açısından değil sanayileşme,
teknolojik rasyonalite, kitle kültürü ve bunların dolayımıyla kurumsallaştırılan
yeni tahakküm ilişkileri açısından incelerler. Derin ve oldukça zor kuramlarının
Marksizme yönelik en önemli katkısı ve eleştirisi, Aydınlanma Felsefesi ile
başlatılabilecek modernleşme ve sanayileşme sürecini özgürlüğe doğru gelişen
bir ilerleme değil tam tersine giderek karmaşıklaşan bir bürokratik ve kültürel bir
tahakküm sonucunda özgürlüğün daha da yitimi süreci olarak görmeleridir.
İlk dönemlerinden başlayarak epistemolojik sorunlar, modern kültürün eleştirisi,
pozitivizmin eleştirisi, otoriter kişilik gibi alanlar üzerine çalışmalarıyla
gelişen entelektüel ilgileri ileri dönemlerinde kapsamlı bir biçimde insanın
doğayla ilişkisi sorunsalı üzerine yoğunlaşmıştır. Özellikle 40'larda Adorno ve
Horkheimer'in birlikte yazdığı Aydınlanmanın Diyalektiği adlı çalışmalarında,
Horkheimer'in Akıl Tutulması adlı yapıtında, Marcuse'nin 60'lı - 70'li yıllarda
yazdığı Karşıdevrim ve İsyan, Eros ve Uygarlık, Tek Boyutlu İnsan gibi
kitaplarında bu temel sorun ana temadır. Diğer yandan Walter Benjamin, Pasajlar adlı
yapıtında, Tarih Üzerine Tezler ve Mekanik Yeniden Üretim Çağında Sanat Yapıtı
adlı denemelerinde teknolojik ilerleme fikrinin eleştirisi ve teknolojik gelişimin
getirebileceği yıkıcı ve özgürleşimci olanaklar üzerine önemli perspektifler
geliştirmiştir.2
Tarihsel gelişimi sınıf savaşımlarının tarihi boyunca ilkel toplumlardan
kapitalizme ve zorunlu olarak komünizme giden bir ilerleme biçiminde gören klasik
Marksist görüş, üretim güçlerinin gelişiminin insanı "kör doğa
yasalarının" boyunduruğundan kurtararak onun üzerinde denetim kurmasını
sağladığını söyler. Bu denetimin sonucunda elde edilen artı ürünün sömürücü
sınıflar tarafından temellük edilmesi klasik Marksizm açısından insanın
özgürleşmesinin önündeki temel engeldir. Bu engel, yani üretim araçları
üzerindeki özel mülkiyet kaldırıldığında toplumsal sınıflar da ortadan kalkacak
ve komünizmin gelişiyle birlikte doğaya egemenliğin sağladığı özgür bir toplum
kurulacaktır. Yani insanların yönetiminden şeylerin yönetimine geçilecektir.
Çünkü Marksizm açısından tüm tahakküm ilişkilerinin kaynağında özel mülkiyet
olgusu vardır. Doğayı, daha önceki kapitalist toplumun, Aydınlanma Felsefesinin, ve
hatta tek tanrılı dinlerin de öğrettiği gibi, insan için verilmiş, denetlenmesi ve
fethedilmesi gereken bir nesne olarak gören bu anlayış (Doğanın Tahakküm altına
alınması paradigması) klasik Marksizm tarafından pek fazla eleştirilmeden bir ön
kabul haline getirilmiştir. 3 Bu söylediklerimizi destekleyen ifadelere Marks, Engels ve
Lenin'de bolca rastlamak mümkündür. (Engels Anti - Dührig'te "sanayileşmenin
teknik temelinin devrimci olduğunu söylüyordu; Marksa göre tarih aynı zamanda
insanın doğayla mücadele alanıdır.)
Adorno ve Horkheimer bu anlayışı büyük ölçüde eleştirmişlerdir: "Onlara
göre, insanın başlangıçta doğadan kopuşu ve bu kopuş üzerinde gittikçe
yükselmesi süreci insanın kurtuluşu için gereken ilerlemeyi getirmemişti. Çünkü
insanın ayrılmaz bir parçası olduğu doğa egemenliğinin bedeli, insanın kurtuluş
için her zamankinden daha büyük imkanlar yarattığı bir çağda bile insanı daha
çok ezen bir toplumsal ve ruhsal işbölümü olmuştu. Doğaya bağımlılık
sınıfların güçlenmesiyle aynı oranda artmış, böylelikle, insanların
çoğunluğunun toplum düzenine bağımlılığı da kendini insanların üzerinde
kaçınılmaz, olağan bir durumu olarak göstermişti. Teknolojinin ilerlemesi bugüne
kadar ancak baskı aygıtlarını yetkinleştirmişti.
Bunun yanısıra, uygarlığın ön koşulu olarak aklın yapısı insanın kendisindeki
doğanın baskı altına alınması üzerine kurulmuş, ego ile id arasındaki insanın
kendiliğinden dürtülerinin akılcı denetim altına alınmasına yol açan psikolojik
bir bölünme yaratmıştı. Aklın, mantığın ve bilimin aracı olarak incelmesi,
insanın dışındaki doğa dünyasını zamanla sadece elle tutulabilen nicel nesnelere
indirgemiş, varolan şeylerle bilgisel kavramlar arasındaki ayrımı ortadan kaldırıp
işlemsel bir kimliğe indirgemişti. " 4
Anderson'un bu açıklayıcı pasajı okulun yaklaşımını özetliyor, ancak burada
özenle vurgulamamız gereken bir nokta var. Frankfurt okulu düşünürleri doğanın
tahakküm altına alınması kavramını kullanırken birbirini besleyen iki süreci
anlatıyorlardı. Birincisi insanın içindeki doğasının, daha doğrusu doğal
yanının baskı altına alınması. Diğeri doğanın sanayi ve teknoloji tarafından
baskı altına alınarak bütünüyle rasyonalize edilmiş teknik ve yapıntı bir yaşama
alanı yaratılması yoluyla insanın doğadan yabancılaşması. Yani bu ikinci anlayış
yine insanın, doğanın denetlenmesi dolayımı ile baskı altına alınmasına vurgu
yapar. Ancak bugünkü anlamda bir ekolojik kavrayışla doğanın yok edilmeye doğru
gidişini ve insan türünün varlığını da tehdit eden bir doğa tahribatı
anlayışına rastlanmaz. Aslında bu nokta çok önemli çünkü modern sanayi
kapitalizmi ekolojik sistemi hiç bir biçimde bozmayacak şekilde yeniden
yapılandırılsa bile bu onun doğa tahakkümcü yapısını değiştirmez. Böylece
liberal çevreci düşüncenin, sanayinin, çevreyi kirletmeyecek şekilde
ehlileştirilmesi ile sorunların çözülebileceğine ilişkin hayalinin ne denli
uzlaşmacı olduğu ortaya çıkar. Çünkü bugünkü haliyle sanayi toplumu her şeyden
önce insan üstünde tahakküm kurulması demektir. Bu da insanın insanı sömürmesine
dayalı ilişkilerin olduğu gibi kalarak insanın doğayı sömürmesini de getirecek
şekilde genişlemesinden kaynaklanır.
Frankfurt okulunun insan doğa ilişkisine eğilmesi 1940'lı yıllarda yani olgun
dönemlerinde başlar. Teorileri önemli bir değişiklik geçirir: tarihin itici
gücünü, başlangıcı sınıf çelişkisinden çok daha eski dönemlere kadar giden ve
kapitalist üretim ilişkilerinin aşılmasıyla da sona ermeyecek olan bir çelişkide
ararlar: İnsan ile Doğa arasında, hem birbirinden ayrı hem de iç içe iken daima var
olan çelişkide.
Horkheimer'e göre doğal dünyayı insanın işleyebileceği ve denetimi altında
tutabileceği bir alan olarak gören Aydınlanma anlayışı, kendini boyun eğmenin bir
nesnesi olarak gören insan anlayışına denk düşüyordu. Politik alandaki bu paralel
gelişmenin en açık görünümü ise, politik araçsalcılığı burjuva devletinin
ortaya çıkıp yükseldiği dönemde çok işe yarayan Machievelli'nin savunduğu politik
düşünceler olmuştur.5 Horkheimer'e göre bugünkü kapitalizmin araçsal politika
anlayışının temellerini atan Machievelli'nin düşüncesinin özü insanı doğadan
ayrı ve ona hükmetmesi gereken üstün bir varlık olarak gören diyalektik olmayan bir
varsayıma dayanır.
Gerçekten de en eski kutsal kitaplar olsun, daha sonraki teolojiler olsun hep tanrının
doğayı insana hizmet etmesi için yarattığını vaaz etmişlerdir. İnsanın doğanın
efendisi olduğu anlayışı evrimci kuramın bu teolojilere son darbeyi vurmasıyla bile
değişmemiştir. Bilakis sanayi devrimi bu düşünceyi laikleştirerek
sürdürmüştür. Doğa kapitalist fabrika işletmesinin hammadde kaynağı olarak
görülmektedir. Tarih, toplum ve kültür bilimleri de insanın doğadan evrimsel bir
farklılaşma yoluyla ayrılarak uygarlığı kurduğunu belirterek kültür kavramını
"doğadan bütünüyle farklılaşmış olmak, doğanın üstünde tamamen insan
yapımı bir maddi dünya kurmak" şeklinde kavramışlardır. Horkheimer'in
ifadesiyle diyalektik olmayan bu anlayış insanla doğayı uzlaşmaz karşıtlıklar
olarak görür: Uygarlaşma ( ya da modernleşme ) aşağı bir varlık kademesi olan
doğadan kesin bir uzaklaşma olduğuna göre bu tür bir uygarlık anlayışı bunu
bilinçli bir hedef haline getirir. İlerlemenin tek yolu doğayı kendi amaçlarımız
için sınırsızca dönüştürmek ve kendi içimizdeki doğal yanımızı da
uygarlaştırmak/aklileştirmektir.
Bu anlayışın iki önemli ve yıkıcı sonucu vardır: birincisi doğanın ya da
ekolojik sistemin yıkımı, ikincisi insan benliğinin ayrılmaz bir yanı olan doğal
yanının yok sayılarak akılcı bir denetim altına alınması. Horkheimer'e dayanarak
söyleyebiliriz ki Dekart'tan beri bu ikilem yani insan ve doğa, akıl ve duygu
karşıtlıkları gibi ikilemler batı düşüncesinin temelini oluşturuyor. "Doğa
üzerindeki egemenlik, insan üzerindeki egemenliği getirir. Her özne sadece dışsal
doğanın (gerek insanın fiziksel varlığının, gerekse insanın dışındaki
doğanın) köleleştirilmesine katılmakla kalmaz, bunu yapabilmek için kendi içindeki
doğayı da boyunduruk altına alır."6 Burada bir yanlış anlamaya yer vermemek
için şunu belirtelim: Horkheimer tarihsel bir sıralamayla önce doğanın tahakküm
altına alındığını sonra da insanın insanı sömürü ilişkilerinin doğduğunu
söylemiyor. Burada söylenen toplumdaki sömürü ilişkilerinin tarihsel bir devamı
olan doğanın sömürülmesinin, aynı zamanda insanın iç doğasını da bugüne kadar
görülmedik ölçüde rasyonelleşmiş şekilde tahakküm altına aldığıdır. Yani
modern kapitalist sanayi toplumunda insanın özgürlük olanakları görünürde
artarken, bu yeni yaşama biçimi sınıf farkı gözetmeksizin, tüm insanların hem
içsel dürtülerini hem de bedenlerini, daha önceki toplumsal sistemlerdekinden çok
daha kapsamlı, rasyonel ve incelmiş denetim biçimlerine maruz bırakmaktadır. Üstelik
bu denetim ve baskı kültürel hayatın öylesine ayrılmaz bir bileşeni olmuştur ki
kolaylıkla görülemeyecek şekilde içselleştirilmiş ve rasyonalize edilmiştir. Tüm
doğayı nesneleştiren bu sistem insan duygularını ve bedenini de denetimin konusu
olacak şekilde nesneleştirmiştir.7 Modern hayatın her bir anı bizden öylesine uyum
talep eder ki "İçten gelen, kendiliğinden davranışlarımızın yerini,
boğazımızı sıkan mekanik zorunluluklara yönelttiğimiz dikkati dağıtacak her
türlü duygu ya da düşünceyi silmemizi gerektiren bu zihniyet"8 bizi dev bir
makinenin parçaları haline getirir. Diğer bir deyişle modern rasyonalizm, toplumu da
düzenli işleyen ve hiç aksamayan dev bir makine gibi yönetmek istemektedir. Sözü
edilen rasyonalizm, Adorno ve Horkhemer'in Adınlamanın Diyalektiği'nde belirttikleri
gibi sanayi ve teknolojinin gerisindeki sermaye tekellerinin rasyonalizmidir.
"İnsanın doğayı boyunduruk altına alma çabalarının tarihi, insanın insanı
boyunduruk altına almasının da tarihidir. Ego, benlik kavramının gelişimi bu iki
yanlı tarihi yansıtır."9 Doğayı sömürmek için insan üstündeki sömürü
ilişkilerini kullanan bugünkü sistem her şeyi olduğu gibi insanın doğasını da
denetim altına almak zorundadır. "Egonun ilk çabası, tutkulara yani içimizdeki
doğaya egemen olmaktır. Ego, mazbut ve sağlıklı duygulara karşı anlayışlıdır
ama kedere, üzüntüye yol açabilecek her şeye karşı da katıdır. En önemli
çabası ve kaygısı, duyguların yargıları etkilemesini önlemektir."10
İnsanın hem içindeki hem de dışındaki doğa üzerinde kurduğu bu baskıya karşı
doğanın tepkisi de aynı ölçüde yıkıcı olur. Bir yandan uygarlığın otoritesinin
bireyde içselleşmiş biçimi olan egoya karşı bilinçli ya da bilinçsiz bir öfke
büyümeye başlar. Bu öfkenin dışavurumu aileye ya da toplumdaki değerler sistemine
karşı birikmiş bir öfke şeklinde olur. Bu da akla topyekün bir karşı çıkış ya
da suça yöneliş şeklinde gelişebilir. Ancak bundan da kötüsü bastırılan ilkel
doğa tüm uygarlığa karşı bir isyan halini de alır ve politik biçimini faşizm
şeklinde gösterir. Horkheimer, Nazilerin, Alman halkının engellenmiş arzularını
kullanarak iktidara geldiklerini belirtiyor. Bastırılan doğal dürtülerini, tümüyle
doğayı ve insan doğasını tahrip eden modern uygarlığa yönelten kitlelerin
başkaldırısı, Naziler tarafından manipüle edilmiştir. Ama sonuç doğanın çok
daha büyük bir yıkımı olmuştur. "Modern faşizmde rasyonellik artık sadece
doğanın bastırılmasıyla yetinemeyecek bir noktaya ulaşmıştır; rasyonellik şimdi
doğanın isyankar gizil güçlerini kendi sistemine bütünleştirerek doğayı
sömürmektedir. (...) Bastırılmış doğal dürtüler Nazi rasyonelliğinin emrine
girdi. Ve bu dürtüleri tatmin etme çabalar, yadsınmalarıyla sonuçlandı."
Aklı ve doğayı uzlaşmaz karşıtlıklar olarak gören modern rasyonalizm nasıl
akıldan yana doğanın baskı altına alınmasını öne çıkarıyorsa aynı
karşıtlığı veri alan romantizm ve uygarlık karşıtı düşünceler de doğa lehine
aklın reddini öne çıkarır.11 Doğanın akla karşı isyanını uygarlığın tümüne
karşı bir isyana dönüştüren duygusal tepki toplumun uygarlık öncesi ilkel
aşamalara dönmesini talep eder.12 Günümüzde son derece yaygın olan bu uygarlık,
teknoloji ve akıl karşıtı yöneliş görünüşteki radikalliğine rağmen hem modern
kapitalist toplumun hem de onun mantıksal bir devamı olan faşizmin rasyonalitesi ile
aynı öncüllerden hareket eder. "Aklın alçaltılmasına ve ham doğanın
yüceltilmesine yol açan akıl doğa özdeşliği rasyonelleşme çağına ait bir
mantık sapmasıdır. "13 Bu tür yapay karşıtlıkların eninde sonunda tahakküm
sisteminin meşrulaştırım aracı olacağını belirten Horkheimer bugünkü bunalımı
aşmanın yolunun ilkel evrelere geri dönmek değil doğaya yardım ederek bağımsız
düşüncenin önündeki zincirleri kırmak olduğunu, aksinin ise toplumsal tahakkümün
en barbarca biçimlerine sürükleyeceğini söyler.
Ağırlıklı olarak alıntılar yaptığımız Akıl Tutulması kitabı Frankfurt
okulunun son döneminde geliştirdiği aydınlanma eleştirisinin bütün temalarını
içerir. Frankfurt okulunun önerdiği çözüm genel önermeler düzeyindedir, İnsan ile
doğanın barışması, akıl doğa karşıtlığının eleştirisi ve bastırılan insan
doğasının serbestiye kavuşturulması. Bu son nokta özellikle Herbert Marcuse'ün
çalışmalarında daha da öne çıkmıştır. 68 hareketinin de verdiği ivmeyle Marcuse
insanın içindeki içgüdüsel doğanın özgürleşmesini yani cinsel libidonun
özgürleştirilmesini anlıyordu. Marcuse, Eros ve Uygarlık adlı yapıtında bu sorunu
ayrıntılı işlemiştir. Marcuse'e göre Tarih boyunca baskının ve sömürünün
birbirini izleyen türlü biçimlerini yaratmış olan toplum, modern kapitalist aşamada
yabancılaşmış emeğim özgürleştirilmesi yoluyla bu baskılara son verebilecek
olanakları da yaratmıştı. Bu baskı ortadan kaldırıldığında haz ilkesi dış
dünyanın gerçeklik ilkesi ile uzlaşacaktır. İnsani ve doğal kurtuluş o zaman
erotik kuruluşla birleşecektir. 14
Marcuse Karşıdevrim ve İsyan adlı kitabının Doğa ve Devrim başlıklı ikinci
bölümünde ekolojik yıkımı da dikkate alan ancak bunu insanın evrensel özgürleşme
sorunu içinde gören bir gözle yazar. Marcuse'e göre devrimin yeni tarihsel modeli,
yansımasını "muhalefetin biçiminin radikal değişiminde, yeni bir
duyarlılığın oynadığı rolde" bulmaktadır. Bu yeni duyarlılık radikal
hareketin insanla doğa - kendi doğası ve dış doğa - arasındaki ilişkiye yönelen
duyarlılıktır. "Doğanın ihlalinin insanın ihlalini daha da şiddetlendirdiği
sömürgen toplumlara karşı mücadelede doğanın bir müttefik olarak keşfi" yeni
radikal hareketin özelliğidir. "Doğanın özgürleştirici güçlerinin ve
bunların özgür bir toplumun yapılanmasındaki hayati rolünün keşfi, toplumun
değişiminde yeni bir güç haline gelir."15
Daha bu ilk satırlardan da anlaşılacağı üzere Marcuse de Adorno ve Horkheimer'in
temalarını ortaklaşmakla birlikte onlardan çok daha radikal, politik ifadelerle
konuşmaktadır. Bu nedenle 68 öğrenci hareketleri içinde oldukça popüler olmuş ve
devrimci radikalizmden yana tavrı nedeniyle de Adorno ile araları açılmıştır. 16
Marcuse'e göre doğa tarihin bir parçasıdır artık. Ve aynı zamanda insan tarihinin
bir nesnesi durumuna da gelmiştir. Doğa artık o başlangıçtaki ham doğa değildir.
İnsan her an, doğayla, toplum tarafından dönüştürülmüş biçimiyle karşı
karşıyadır. Doğanın özgürleştirilmesi teknoloji öncesine dönüş anlamına
gelmez. "İnsanı ve doğayı sömürünün hizmetindeki bilim ve teknolojinin
yıkıcı kullanımından kurtarmak için teknolojik uygarlığın başarılarının
kullanımını geliştirmek anlamına gelir." "Doğanın özgürleştirilmesi,
doğadaki yaşam arttırıcı güçlerin elde edilmesi, yani bitmez tükenmez rekabetçi
hareketlerin içinde harcanmış bir hayata yabancı olan duyusal estetik niteliklerin
elde edilmesidir: bunlar özgürlüğün yeni niteliklerinin nasıl olacağına dair bize
fikir verirler. "17
Marcuse ekoloji hareketi ile insanın özgürleşmesi sorunu arasındaki somut bağın
farkındadır. Bu nedenle ekolojik sistemin bozulmasına karşı girişilecek mücadelenin
açıkça siyasi bir mücadele olacağını vurgular. Doğanın ihlalinin kapitalist
ekonomiden ayrılamayacağını belirtirken bir uyarıda da bulunur: "Oysa aynı
zamanda ekolojinin siyasi işlevi kolayca "nötralize" edilerek Düzen'in
güzelleştirilmesine de hizmet edebilir." 18 Marcuse özgürlük sorununu doğayla
insan arasındaki ilişki çerçevesinde çözümlerken kitabın ileri sayfalarında
sorunun çok boyutluluğunu öne çıkartır.
Özgürleşme hem insanlar arasındaki sömürü ve tahakküm ilişkilerini ortadan
kaldıracak; hem insanın doğayı tahakküm altına almasına son vererek insanın iç
doğasını da özgürleştirecek; cinsel sömürü ilişkisini sona erdirdiği gibi
erotik dürtülerin de yaşamın bütününe yayılmasını sağlayacak; doğal ve
toplumsal yaşamın estetik bir biçimde yeniden inşasını gerçekleştirecek çok
geniş kapsamlı bir devrim sorunudur.
Notlar:
1. Burada Frankfurt okulunu tanıtan bir yazıya girişmeyi gerekli görmüyoruz. Bu
konuda oldukça yeterli kaynak kitaplar ve adı geçen yazarların bazı yapıtları yanı
sıra hem İskenderiye Yazıları Dergisi'nde olsun hem de başka dergilerde çok sayıda
yazı yayınlanmıştır.
2. Walter Benjamin'in teknoloji üzerine görüşlerine bruada girmeyeceğiz, çünkü
Frankfurt Okulu ile yoğun bir etkileşimi olmasına rağmen hiç bir zaman okulun bir
üyesi olmamış ve onların karamsar dünya görüşünü paylaşmamıştır. Yıkıcı
yanlarını ortaya koymakla birlikte teknolojinin özgürleşimci olanaklarına vurgu
yamış ve geleceğin değiştirilebilirliğine ilişkin umudunu hiç yitirmemiştir.Bkz.
Walter Benjamin, Pasajlar, çev. Ahmet Cemal, Yapı Kredi Yay., İstanbul 1994, ayrıca
Michael Löwy, "Yanngın Alarmı", 'Dünyayı Değiştirmek Üzerine' içinde,
çev. Yavuz Alogan, Ayrıntı yay., İstanbul 1998.
3. Tam da bu noktada şöyle bir itiraz şekillenebilir: Sanayinin ve Teknolojinin
bugünkü yıkıcı niteliği kapitalist sistemden kaynaklanmaktadır, kapitalizm ortadan
kaldırıldığında zaten çevre sorunları kalmayacaktır basitleştirmesinde ifade
bulan indirgeyici yaklaşımlar olabileceği gibi toplumun temel sömürü problemleri
çözümlenmeden ekolojik sorunlar yalnızca ikincil sorunlardır türünden daha
"radikal" itirazlar da geliştirilebilir. Birinci türden itirazların
yanlışlaması basittir: bizatihi sosyalizmin yaşanmış deneyimleri, sınırsız bir
kar güdüsünün yerini yüksek toplumsal refah adına üretimi kışkırtan yarışmacı
bir sanayileşme anlayışının alabileceğini gösteren bir örnek olmasının yanı
sıra yarattığı ekolojik problemlerle de kapitalizmin hiç de gerisinde kalmadığını
kanıtlamıştır. Öte yandan ikinci yaklaşımın da zayıflığı şurada ortaya
çıkar: İnsanın tarihsel özgürleşme problemi yalnızca emeğin ekonomik
sömürüsünün ortadan kaldırılması sorununa indirgenemez. Özgürleşme aynı
zamanda yabancılaşmanın, hiyerarşik toplumsal ilişkilerin ve insanın - modern sanayi
toplumu ile ortaya çıkan - doğayla olan kopukluğunun da ortadan kaldırılmasını ön
- gerektirir. Dolayısı ile bugünkü toplumda insanı, dev sanayi metropollerinin ve
anonimleşmiş bürokratik aygıtların tahakkümü altında etkisiz bir nesneye
dönüştüren modern kapitalist sanayi toplumu ortadan kaldırılmak isteniyorsa,
üreticiyi hiyerarşik bir sistemin nesnesi haline getiren, yabancılaşmanın
kaynaklandığı alan olarak kitlesel merkezi üretim sisteminin ve onun üretim birimi
olan fabrika üretiminin de ortadan kaldırılması gerekmektedir. Bu şu anlama gelir:
üretimin özgürlükçü, ekolojik ve hiyerarşik olmayan bir yeniden
yapılandırılması. Yoksa bütünüyle teknolojiye ve üretime karşı olmak anlamına
gelmez.
4. Perry Anderson, Batı'da Sol Düşünce,çev. Bülent Aksoy, Birikim Yay., 1982, s. 126
- 128.
5. Martin Jay, Diyalektik İmgelem, çev. Ünsal Oskay, Ara yay, 1989, s. 371.
6. Max Horkheimer, Akıl Tutulması, çev. Orhan Koçak, Metis yay, 1986, s. 136
7. Bu konuda benim "Temizlik, Tüketim Kültürü ve Beden Stratejisi" yazıma
bakılabilir. (İnsancıl Dergisi, sayı 108, Eylül 1999 ) Özellikle Michel Foucault'nun
Hapishanenin Doğuşu, Deliliğin Tarihi, Cinselliğin Tarihi gibi büyük çalışmaları
Batı toplumlarında modernlik sürecinin insan bedeni üzerinde bu türden bir
tahakkümü nasıl rasyonalize ettiği ve bunu yapmak için geliştirdiği söylemler
üzerine yoğunlaşır.
8. Horkheimer, Akıl Tutulması, s. 140
9. Agy, s.146
10. Agy, s. 147, Burada söz konusu olan ego kavramı Freud'un terimleriyle düşünürsek
ego id ve süperego olarak bölünmüş olan benliğimizin bir katmanıdır. İd
içimizdeki temel dürtülerin oluştuğu ilkel benliğimize ya da doğal yanımıza
karşılık gelirken süperego ise uygarlığın bizden taleplerini temsil eder. Ego ise
bu ikisinin gerilimini akılcı bir biçimde çözmeye çalışıp topluma uyumlanmamızı
sağlayan bilinçli benlik alanıdır. Freud teorisi bu benlik yapısını evrensel ve
değişmez bir insan özü olarak tarif eder. Öte yandan Horkheimer'e baktığımızda
bunun modern batı toplumunda aklın insanın doğal yanı üzerinde tahakküm kurmaya
başladığı dönemde ortaya çıkan tarihsel bir durum olduğunu görürüz
11. Geç romantik filozolardan Nietzsche'nin akıl ve modernlik karşıtı felsefesinin
günümüz irrasyonalist felsefelerinden özellikle de postmodernistlerden ne denli itibar
gördüğünü biliyoruz.
12. Derin ekoloji ya da new age felsefeleri gibi mistisizmler.
13. Horkheimer, Agy, s. 162
14 Anderson, Agy, s 128 - 129
15. Herbert Marcuse, "Karşıdevrim ve İsyan" çev. Gürol Koca - Volkan Ersoy,
Ara Yay, 1991, s. 55
16. İskenderiye Yazılarında yayınlanan Adorno - Marcuse mektuplaşmalarına bakınız.
17. Marcuse, agy, s. 57
18. Agy, s 57