24. Sayı
Minima Moralia ya da diğer adıyla Sakatlanmış Bir Yaşamdan Yansımalar T.W.
Adorno'nun 1944-47 yılları arasında yazdığı, en uzunu dört sayfa civarındaki 153
fragmandan oluşan, kelimenin tam anlamıyla başyapıtı. Savaş, faşizim, uygarlık,
ırkçılık, soykırım, diyalektik, psikoloji, hümanizm, konformizm, eşyalar, umut,
bilgi ve benzeri konuları işleyen ve yazıldığı tarihten itibaren öneminden hiçbir
şey kaybetmediği gibi aynı konulara daha sonra eğilenlerden bile farklılığını
koruyan bir kitap... Minima Moralia'yı Türkçeye kazandıran çevirmenlerinden Orhan
Koçak'ın yıllar önce yazdığı Maelström Üslubu'nda belirttiği gibi, ancak özgün
olamayacağını bilen birinin yeni bir şeyler söyleyebileceği ve ancak üslupçuluğa
karşı verilen bir mücadele sonunda bir üslup kazanabileceğini düşünen bir
"kazazedenin" kitabı. Bütün kazazedeler gibi Adorno da yere, zamana,
duyulara, önsel kabullere, gerçekliğe, bildik olana travmatik etkinin sonucu ile bakan,
"varolan koşulla çok net gören, habisce bakışını" görmek için kullanan
biri.
Adorno, Minima Moralia'da yalnız düşüncelerini açıklamak, göstermek, yazmakla
kalmaz-bunlarsız zaten düşünülemezdi-, kitabına bir sanat eserinin günümüzde
oynadığını düşündüğü bir rol de biçer. Nedir bu rol? Sanat eseri sistemin
tümelinin içinde, içten içe sistemin avantajlarından yararlanarak bir uzlaşı
gösterir; öte yandan ise her fırsatta tikelliğini öne sürüp parçası olmak
istemediği tümele karşı hıncını sergiler... Minima Moralia'nın kurgusundaki
eşsizlik rahat bırakmaz Adorno'yu. Yazmak sanki zuldür. En ufak bir konuşmada dahi
sayısız ihanetin izini gören Adorno, konuşmanın ve yazmanın sürdürülmesinin
ardından, "bunları yaşama geçir" diyen çağrıların da gelebileceğini
sezinliyordur. Düşünmekle, bir çağın tüm dehşetini iliklerine kadar tekrardan
yaşama sorumluluğunu alan birinden, elini başka taşların altına da koymasını
isteyenlerde, elçilerinden mucizeler bekleyen kavimlerin açgözlülüğü ve
kolaycılığı vardır. Adorno'nun anlatımıyla: "Beraberinde eyleme dair
talimatlar barındırmayan düşünceye baskıcı bir hoşgörüsüzlükle
yaklaşılmasının ardında korku var. Manipüle edilmeyen bir düşünceden, bu
düşünceden herhangi bir çıkarım yapılmasına imkan tanımayan bir konumdan
korkuluyor; söylenmeyen, ama aslında gayet açık olan bir şey vardır bu korkunun
ardında: adı geçen düşünce doğru bir düşüncedir.''
Elbette pratik dünyanın önemini çok iyi bilmektedir Adorno: "Aydın kişi,
özellikle felsefeye yatkınsa, pratik yaşamdan kopuktur. Duyduğu iğrenti onu sadece o
'zihinsel' denilen işlerle uğraşmaya yöneltmiştir. Ama maddi pratik sadece onun
varoluş koşulu olmakla kalmaz, aynı zamanda yapıtında eleştirdiği dünyanın da
temelidir. Eğer bu temel hakkında hiçbir şey bilmiyorsa, mermisini boşa harcıyor
demektir." Sorun pratiğe kayıtsız kalmak değildir Adorno için, sorun, "sık
sık bahsedilen teori-pratik birliğinde daha ziyade pratiğe üstünlük tanıma
eğilimindedir." Entellektüelleri ve düşünceyi küçümseme ya da her
düşünceden hemencecik bir şeyler varetme çabası ekonomik mübadele
faydacılığının bir uzantısıdır. Pozitivist-faşist bir çağda, herşeyi en iyi
kendilerinin bildiği düşüncesiyle yaptıklarını meşru gören anlayışların
benzerleri arasına da mesafe koyma çabasında, yeniden insanlıkdışı olayların
yaşanmaması isteği yatar Adorno'da.
Minima Moralia herkesin okuyabileceği daha doğrusu okumak isteyebileceği bir kitap
değil. Zorluğundan, geniş ve farklı alanlara dair önbilgi istemesinden, sabırlı ve
dikkatli bir okumaya zorlamasından dolayı da değil. Mutluların, huzurluların,
kendinden eminlerin, mazeretçilerin, konformistlerin, uyumlulaştırıcıların,
bulundukları konumların mesleklerin övgülerini yapanların zekaya-akla-teknolojiye
tapanların gösterdikleri algı, akıl, ahlak ve sevgi biçimine çok uzaktır Minima
Moralia. Profesyonel okuyucunun okuduğu metne gösterdiği soğuk, mesafeli, ilgisiz,
iştahsız, "eninde sonunda yazılı bir metin" ve benzeri tavırları daima
darmadağın eder Minima Moralia. Sunuştan 153. fragmanın sonuna kadar batırılmış,
kışkırtılmış, saptırılmış onca şeyin hayatımızdaki yerini, eleştirel bir
tarzda, çeşitli disiplinler ile açık-kapalı hesaplaşarak,. hakikatin bütünde
olduğunu, kötülerin içinde en kötüyü görmenin iyi olabileceğini, dünyadan,
toplumdan, kendinden rahatsızlıkları olanlara, metnin içine çekerek gösterir. Tam
kendinizle aynı şeyleri mi düşünüyor diye içinizden geçirirken birkaç satır
sonra Adorno'nun olaya ne kadar farklı ve haklı baktığını görüp
yanıldığınızı anlarsınız. Mantık ve yazım sırasını önceden kestirebilmek
mümkün değildir Adorno'nun... Çok yazarda görülen o güzel birşeyler söyledikten
sonraki çoşkuyla yapılan abartılara anlamsız benzetmelere, konudan uzaklaşmalara,
yılışıklıklara rastlanılmaz Adorno'da. Konuya sadık kalmak ve konunun gerektirdiği
zorlukta yazmak yeter: Okurun hayıflanmasını, kızmasını engelleyen bir içtenlik
vardır ki, okura kendini beğenmişliği bir tarafa bıraktırıp fragmanları okumaya
mecbur hissettirir Adorno.
Minima Moralia, rotasından saptırılmış hayatın asıl sorunun-hedefinin-ne olması
gerektiğinin anımsatılmasıyla başlar: iyi yaşam nedir?Bir zamanlar felsefe bunun
için vardı, bu soruya daha iyi yanıtlar bulunabilmesi için... Oysa şimdi yaşam önce
özel hayata sonra tüketime ve ikisini de kapsayacak biçimde üretime sıkıştırılır
oldu. Araçlarla amaçlar tümden saçma bir yer değişikliğine uğratıldı. İyi bir
yaşam için araç olması gereken şeyler (özel hayat, tüketim, üretim, teknoloji vb.)
kendi başlarına özerklik ilan ederek yaşamı kendileri için kıldılar. Adorno'nun
"her noktası merkeze eşit uzaklıktaki bir yazıyla" hedeflediği de bu
sakatlanmış yaşamın ideolojisini tek tek alanlara uygulayarak deşifre etmektir.
Sakatlanmış hayatın deşifrasyonunda Adorno kullandığı mantık, diyalektik, tarih,
varoluş, psikoloji, estetik gibi alan ve araçları, bu genel sakatlanmış çerçevenin
dışında "temiz" araçlar olarak görmez. Masumiyetin, tahakküm ve otoriteye
bulaşmayan bir saflığın yitip gittiğinin, bilim ve modernliğin açtığı
olanakların toplama kamplarıyla işbirliğiyle sonuçlandığının farkındadır ki
Adorno; kullandığı bu araçların kibir ve despotluğunu sergileyerek -bazen takibi
bile çok güçtür bu sergilemenin- kurar yazılarını.
20. yüzyıl bilim adamları bir nevi "disiplin hezeyanı" içindedirler. Bu
hezeyanın temelinde de derinleşen, uzmanlaşma ve işbölümü sonucu ayrıntılara
bölünen bilim içindeki rekabetin yarattığı "en önemli ve en temel
belirleyen" olma iddiaları vardır... Bir grup "kör"ün, o eski
hikayedeki gibi, elleriyle yoklayıp ne olduğunu anlamaya çalıştıkları
"fil"i, halat (filin hortumu), ağaç (filin bacağı), yelpaze (filin
kulakları) olarak tasvirlerindeki ısrara benziyor bu disipliner hezeyan. "Temel
belirleyici önem" saplantısı, fizik, iktisat derken psikoloji bilimlerine de
sirayet etmiştir. Fizikçiler ve iktisatçılar karşı çıktıkları diğer insanlara
karşı "yönteminiz-hesaplamalarınız yanlış, günümüz gerçeklerinden
uzaksınız, ideolojik bakıyorsunuz gibi savları öne sürerken, psikoloji bilimleri ile
uğraşanlar ise hasta, sorunlu, saldırgan, nevrotik, dengesiz diyerek bilimlerine (daha
doğrusu geçim kapılarına) laf ettirmemektedirler.
Adorno'yu bilimsel yöntem saplantısından kurtaran, bilimci anlayışın temelindeki
pozitivizmden uzak durmasıdır. Pozitivizm her geçen gün biraz daha mutlak bilgiye
ulaşacağına inanır. Düşünce bir gün varlığın tüm bilgisine vakıf olacaktır.
Hesaplama teknikleri ve araçları geliştikçe bilinmeyen birşey kalmayacaktır. Adorno,
pozitivizmin, düşünce ile varlığın arasına konan mesafeyi daraltma çabasına
kuşkuyla bakar. Kavramları insanlar üretir, kavramlarla onu karşılayan şeyler
arasında bire-bir karşılık imkansızdır. Adorno, düşünce ile varlığın
arasındaki mesafeyi aşılabilir görmediği gibi, bu mesafenin sayesinde düşüncenin
zindeliğini koruduğunu düşünür: "Zihinsel yaşam ancak yaşamdan belli bir
uzaklıkta sürdürebilir varlığını; empirik gerçeklikle bağlantı kurmasının
koşulu da budur. Düşünce olgularla ilişki kurar ve onları eleştirerek devinim
kazanır, doğru; ama devinimi yine de mesafenin korunmasına bağlıdır."
Düşüncenin güzel yanı, oyunsal yanı, düşünceyi barbarizmden uzaklaştıran yanı
da düşünce ile nesnesi arasındaki mesafenin aynı anda birden fazla düşünceye
olanak tanımasıdır. Adorno'dan aşağıda yapılacak olan uzun alıntı hem pozitivizm
konusuna hem de felsefi tartışmalarda öne sürülen düşüncenin doğruluğunu
sorgulayan soruların kendi kendilerini de yargılayacak sezişler geliştirmesine bir
örnek olacaktır. Bundan da maksat, tez ile akıl yürütme arasındaki farkın
kaybolmasını isteyen diyalektik düşünüşün, bir tez keskinliği kazanması ve tezin
de gerideki mantığa sahip çıkmasıdır: " (düşünce ile düşüncenin konusu
olan şey arasındaki mesafe) mesafesini bir ayrıcalık olarak koruması da işe yaramaz
çünkü böyle yapmakla iki çeşit hakikat olduğunu öne sürmüş olur. Bir yanda
olguların hakikati, diğer yanda kavramların hakikati. Hakikat kavramının kendisini
çökertmek ve düşünceyi lekelemektir bu da. Bir güvenlik kuşağı değil, bir
gerilim alanıdır mesafe. Kavramların hakikat iddiasının gevşetilmesinde değil,
düşünmenin incecik ve kırılganlığında gösterir kendini. Pozitivizm karşısında
alınacak tavır ne haklı ve doğru çıkmaya çalışmak olmalıdır ne de seçkinlik ve
farklılık havalarına bürünmek. Yapılması gereken, bilginin eleştirisi yoluyla bir
kavramla öte yanda onu karşılayan şey arasında tam bir örtüşmenin imkansız
olduğunu göstermektir."
Pozitivist bir bilim, kendinden teknoloji çıkartarak, yaşamı kurutan kaynaklardan
birine dönüşmüştür. Salt işlevleri için kullanılan nesneler, hem insanları hem
nesneleri tek boyutluluğa indirgemiştir. Özne ile nesne bir yaşamı iyi kılmak için
yeniden kurgulamak yerine, bir işlevi maksimum kılma noktasına takılmışlardır.
Adorno, teknolojinin dakiklik, kesinlik ve hunharlık özelliklerini insanlara da
bulaştırdığını düşünür: "... Böylece, sözgelimi bir kapıyı yavaşça
ama sıkıca kapatma yeteneği de yitiriliyor. Arabaların ve buzdolaplarınkiler
çarpılarak kapatılmak zorunda; kimi kapılarsa kendiliklerinden kapanıyor, içeri
girenleri arkalarına bakmama ve kendilerini kabul eden evi korumama gibi
nezaketsizliklere mahkum ederek ... Yumuşak kapı mandallarının yerinde döner
tokmakların olması, avluların ortadan kalkması, sokak kapısının önündeki bir kaç
basamağın ve bahçe duvarının yokolması acaba nasıl etkilemiştir onu
(özneyi)?Sırf motorun gücünden ötürü, sokakların haşaratını, yayaları,
çocukları ve bisikletleri ezip geçme isteğini bir kez olsun içinde duymamış
sürücü var mıdır? Makinelerin kendi kullanıcılarından talep ettikleri hareketler
de faşist zorbalıkta gördüğümüz o vahşi, sert, huzursuz savrukluk ve dengesizliği
içermiştir çoğu zaman."
Minima Moralia'daki karamsar, içe-dönük hava, Adorno'nun yirminci yüzyılın ilk
yarısındaki tüm olumsuzlukları (savaşları, kıyımları, sayısız insanın
yokolması, başarısız direniş hareketleri) yaşamasından dolayı değildir sadece.
Sorun, aklın ve teknolojinin aydınlanmadan beri vaat ettiklerinin dönüp dolaşıp bir
bumerang gibi özneyi vurmasıdır. Aksi halde o çok övünülen modern uygarlığın
çağdaş teknolojik araçları, organizasyon gücü, 'insan kaynakları' olmasaydı altı
milyon Yahudi bu kadar incelikli ve faydalı bir iş yapılıyormuşçasına Avrupa'nın
göbeğinde yokedilebilir miydi? Adorno her ne amaçla olursa olsun özneyi sakatlayan
herşeyi içererek iptal etmekle görevlendirir kendini. Aydınlanmamış aydınlanmanın
kullandığı herşey kirlenmekte, ilk doğuş amaçlarından sapmaktadır. Adorno'nun
yazılarının güçlü bir bileşeni olan psikanaliz buna güzel bir
örnektir:Psikanalizden yararlanır ama onun konformist kullanımıyla beraber öznenin
tamamıyla teslim alınabileceğinin tehlikelerini de kıyasıya eleştirir.
Herkesi ev, iş, araba, tatil ve benzeri olanaklara kavuşturacağını söyleyen batık
bankacılara benziyor psikolojinin söylemi: "mutlu olacaksınız, kendinizi iyi
hissedeceksiniz, başarılı olacaksınız." Oysa Adorno "psişik"çilerin
vaat ettiklerinin ne kadar kapsamlı, çetrefil, zor ve psikoloji dışı sosyal
değişikliklerle kazanılabileceğinin farkındadır ve bu kolaycı psikolojiyi
küçümser: "Psikanaliz, nevrozlarla kısıtlanan haz duyma yeteneğini eski haline
getirmekle övünür. Sanki sırf bu haz -duyma- yeteneği kavramı bile böyle bir şeyi
-eğer gerçekte varsa- epeyce değersizleştirmeye yetmezmiş gibi. Sanki mutluluk
üzerine spekülasyonla gerçekleşen bir mutluluk bu sözcüğün anlattığı şeyin tam
karşıtı değilmiş (gibi)." Adorno'nun psikanalizin egemen akıl tarafından
kullanılışını reddedişinin altında; psişik olguların toplumsal, ekonomik ve
politik kökenleri olduğunu göremeyen bir psikolojinin, her şeyi psikoloji ile
açıklaması yatar. Haz duyma ve mutluluk halinin ardında insan psikolojisinin
damıtıldığı tarihsel bir süreç vardır. Özneyi kurtarmayı hedefleyen bir terapi
ancak nesnel bir kuram içinde değer taşır. Psikolojinin terimlerinin -benlik, birey,
kişi, ego- sık sık kullanılması, insana, kıraç ve insanlıktan çıkarılmış bir
toplumda soluk alabileceği alanlar yaratmasına yetmez; çünkü öznellik son nüvesine
varıncya dek toplum tarafından yapılanmıştır. Öznelliği bugün varolan şekliyle
(daha doğrusu varolmadığı şekliyle) kabullenmek, özneyi kötürümleştiren
toplumsal düzeni de zımnen kabullenmektir. Yapılması gereken, Adorno için,
"yaşamın yabancılaşmış biçimini incelemek, bireysel varoloşu en gizli, en
gözden ırak noktalarında bile belirleyen nesnel güçleri araştırmaktır."
Tekelci kapitalizmin örgütlü gücünün ahtopot gibi hayatı sardığı bir çağda
bireyin gücü ne kadar ki?Tümüyle şeyleşmiş, yabancılaşmış bir toplumda salt
kollektif hayatın basit bir işlevine indirgenmiş bireyin bu devasa ağ üzerindeki
etkisi ne kadar olabilir? Tezat açıkça ortada: Öznenin hayat sahaları gittikçe
daralırken, özneye kurtuluş vaad eden psişik bir dil televizyonlardan, gazetelerden,
kliniklerden, uyduruk kitaplardan, boşluk bulduğu her yerden uzanmaktadır. Bu reçeteli
mutluluk bireydeki son akıl kırıntılarını da yoketmek istemektedir. Terapiye
gitmeden hiçbir sosyal aktiviteyi beceremeyen insan tipi gitgide yaygınlaşmaktadır.
Adorno, Hume'dan hareketle "ben" olarak ortaya konan şeyin kapsayıcı bir
önyargı olduğunu, bu önyargınının eleştirisinin "kişilik'' ideolojisini
yıkacağını, bu yıkımın da bireyi tahakküm altına alacak şekilde öznenin
özerkliğini tamamen ortadan kaldıracağını söyler. İnsan, psikanaliz için
özerkliği olmayan ama uyarlanma yeteneği ile yaşayan bir canlıya dönüşür.
İnsanların kendileriyle yüzyüze kalmalarının ve kendilerini yaşamalarının son
olanağı da yokedilmek istenir. Ego, büyüyen baskıcı gerçeklik ilkesi karşısında
ilkel benliğe (ide) geri dönmek zorunda kalır. Gerçeklik dünyası karşısında
kendini ortaya koyamayan bireyin geri çekilişinin bir sonucu da kendi kendine tapınç
(narsizim) değil midir? Egemen akıl da bu narsist kişiliğe durmadan yağ çekmiyor
mudur, "başarılısınız", "güzelsiniz", "farklısınız"
diyerek... Psikanaliz, varoluşçu felsefeler gibi insan söylemini öne çıkartarak
insanlar arasındaki farklılıkları görmezden gelir. İnsan söylemi, tüm insanları
kurtaracak formüller öne sürüp, insanın asıl sorununun "diğer insanlar"
olduğunu gizler. Terapi dünyası ve ilaç sektörünün kurduğu "Prozac
Enternasyonali", kumar borcu yüzünden batan burjuva ile iğrenti duyduğu hayata
katlanamayan aydını bir çırpıda "yardıma muhtaç insan" kategorisinde
toplar. "Hepimiz kardeşiz!!"... Adorno eskiden insanların düşüncelerini
kavram düzeyine çıkarma olanakları varken, şimdi ise insan düşüncelerinin
yalnızca uzmanların "zorlantılı karakter", "ağızsal tip",
"histerik" tanılarından birinin içine sokulduğunu söyler. Oysa Freud
psikanalizin sınırların şöyle ortaya koyuyor bir hastasıyla konuşurken:
"Histerik derdinizi gündelik mutsuzluğa dönüştürmekte başarılı olursak çok
şey kazanacaksınız." Gündelik mutsuzluk hedefi herhalde günümüz
psişikçilerine yetmeyecek bir hedeftir ama onların gerçek sınırı da budur.
Adorno için yaşamın pırıltısını körelten, bütün algıları sakatlayan şey,
soyut emeklerin değiştirilebilirliğini temsil eden mübadele ilişkilerinde hakim olan
eş-değerlilik kıstasının tüm bireylere sıçramasıdır. Kullanım amaçları,
değerleri çok farklı olan metalar nasıl içerdikleri soyut emek miktarlarına göre
aynı tutarda bir paraya-değere satılarak özleri 'farklılıkları' gizleniyorsa, bu
eşdeğerliliğe göre düşünme de tüm insan düşüncesinde farklı olan şeyleri
görmeye kapalıdır. "Oyuncakçı Dükkanı" fragmanında Adorno,
"ömrümüzün sonbaharında yaşamın büyüsünü alıp götüren şeyin ne
olduğunu soran Hebbel'e şunları yazar: "Çünkü dönüp duran bütün o alacalı
kuklalarda onları harekete geçiren çarkı görürüz ve bu da yaşamın soluk kesici
çeşitliliğini dümdüz bir tek düzeliğe indirger. İp cambazlarının şarkı
söylediğini, kavalcıların kaval çaldığını kızların su dağıttığını,
arabacılaran kupa arabalarını sürdüğünü gören çocuk, hepsinin, sırf öyle
yapmak zevkli olduğu için yapıldığını sanır; bu insanların da karınlarını
doyurmak, uyumak uyanmak zorunda olduğunu düşünemez. Ama biz asıl amacın
farkındayızdır. Geçinmektir bu amaç ve bütün o faaliyetleri bir araç durumuna
sokar, mübadele edilebilir soyut emek sürecine indirger. Şeylerin nitelikleri onların
özü olmaktan çıkar ve eşdeğerlerin raslantısal görülüşü haline gelir.
"Eş-değer biçim" bütün algıları sakatlar. Artık kendi öz-belirleniminin
ışımasıyla bir "yapma sevinci" olarak yayılmayan şey, gözlere de soluk
görünür."
Adorno, burjuva toplumunda bireyin gereksinimleri ile toplumun gereksinimleri arasındaki
farklılaşmanın, zıtlığın farkındaydı; öznenin gitgide geri çekildiğinin de.
Toplumsalın öldüğünü, tarihin bittiğini, nesnel gerçeklerin olmadığını,
referans zeminlerinin yıkıldığını, anlamlı hedeflerin tükendiğini söyleyen ve bu
durumdan dolayı, üzerlerinde bir yük olarak gördükleri sorumluluk duygusundan
kurtulan, içten içe bu tıkanmadan memnun olan günümüz
"düşünürlerinden" çok daha etik kaygılarla hareket eden biridir Adorno.
Kendi tinsel yaşamını mutlak bir parçalanmada keşfettiğini yadsımaz ama kendi
hakikatini korumak için de mutlak parçalanmışlığa -negatife- dimdik bakarak,
yuvasını orada kurarak bir güç haline gelir. Duygulardan feragat etmez; çünkü
duygulardan feragatin düşüncelerde de bir yoksullaşma yaratacağını bilir. Duygu ile
anlamın birbirinden ayrılmasının insanın birbirinden kopuk işlevlere bölünmesini
kolaylaştırdığının, ahmaklığın azizlik mertebesine çıkartıldığının
bilincindedir. Aklın, dürtü ve duygulardan uzaklaştırılması, sonunda kendi
kendisinin ve dışsal gücün fetişizmine indirgenmesi, aklın kendisinin araca
dönüşerek kötürümleşmesidir. Adorno, her zekanın kendini temsil etmeye başlar
başlamaz zorunlu bir kibir anını da açığa vuracağını söyler ama düşünme
üstüne düşünmenin; düşüncenin bir bilgi yoklaması ya da yetenek testi
olmadığını göstermenin; insan aklının aydınlanma çağından başlayarak
Auschwitz'de son bulan özerkliğini kurtarma sorumluluğunu da üstüne alır. Adorno
için "zeka bir ahlak kategorisidir" ve iyi yaşam üstüne düşünmekle
anlamlıdır.
Telafi edilemeyecek şeylerden biridir Adorno okumamak!