!ktphane.gif (4763 bytes)

24. Sayı

[email protected]

Mısır tarlalarının ortasında uzanan ince, asfalt yolda yavaş yavaş yürüyorum. Güneşin kızgın ışınlarının etkisiyle erimeye yüz tutmuş asfalt. Ben göğsüne ayak izlerimi gömerken, her attığım adımla birlikte acı çekercesine hışırdıyor. İçinde gizlice sevişenlerin olduğu, tavan arasına atılmış, bir yatak misali. Ben hızlandıkça, hışırtı da hızlanıyor. Havanın kuru sıcaklığı daha fazla hızlanmamı engelliyor. Daha doğrusu nefesim yetmiyor. Aslında ulaşmak zorunda olduğum hiç bir yer yok.
On-onbeş metre koştuktan sonra boğazım yanmaya başlıyor ve yavaşlamak zorunda kalıyorum. Gözlerim asfaltın üzerinde -çevredeki tarlalara hiç aldırmadan- yürüyüşümü sürdürüyorum. Başım dönüyor. Eğer hava bu kadar sıcak olmasaydı, asfaltın hışırtısı ve adımlarımın temposu ile bir cinsel ilişki sahnesinin dublajını başarmış olacaktım. Ne yazık ki orgazmdan kısa bir süre önce asfaltın boğazımı yakması nedeniyle bu ses deneyine ara vermek zorunda kaldım.
Neyse ki yolumun uzun olduğunu; belki de sonsuz olduğunu biliyorum. Yol hafif bir yokuşa sarıyor. Buralarda mısırın boyu biraz daha kısa, rengi biraz daha fazla yeşil, sanki bu tarlalar diğerlerine göre daha geç ekilmiş gibi. Yolun çevresindeki mısırdan duvar böylelikle biraz daha alçalmış oluyor. İlerde kendi gücüyle uçmaya çabalayan bir gazete sayfası görüyorum. Asfaltın yükselen buharına takılıveririyor. Çocukken izlediğim bir uçak gösterisinde, mavi gökyüzünde klasik müzik eşliğinde taklalar atarak süzülen kanarya sarısı planörleri anımsıyorum. Sayfa, izleyicilerinin şehvetli düşüncelerine aldırış etmeyen bir dansözün becerisiyle, cesaretiyle kıvrılarak üzerime doğru geliyor, başımın üzerinden, kauçuk elbisemi yalayarak gökyüzüne doğru yükseliyor. Tarlalardan yolun sağ tarafında kalanının üzerinde yılan avlayan bir leyleği andırırcasına süzülüyor. Hava gösterisinde çaldıkları Radetzky Marşı aklıma düşüyor, gazete sayfasını izlerken. Şimdi ters bir looping yapmak için kendisini yere doğru düşmeye bırakıyor. Doksan derecelik bir açıyla düşerken, yeterli hıza ulaştığı anda burnunu kendine göre yukarıya değil; aşağıya vermesi gerekiyor. Böylece başı aşağıya dönük olarak kısa bir süre yere paralel uçacak ve düşüşten kazandığı hızla birlikte tekrar tırmanışa geçecek. Yere paralel ters uçuş ne kadar kısa olursa o kadar fazla tırmanabilecek. Düşüyor, düşüyor ve gözden kayboluyor. Şimdi yere ters paralel uçuşu gerçekleştiriyor olmalı ve yükselmeye başlamalı... Yükselmiyor tekrar. Bekliyorum, umudumu yitirmedim; fakat yükselmiyor. Bazen yapılan küçük hataların korkunç sonuçları var. Mısırların tepesine takılıp kaldığı kesin. Küçük bir hata ve sonuçları?
Yolun hafif tırmanışı sanırım birazdan sona erecek. En azından yolun görebildiğim sonundan edindiğim izlenim, beni bu umuda sürüklüyor. Artık üzerimdeki kauçuk elbisenin kavuran güneş ışınlarının altında dayanılmaz olduğunu düşünüyorum.
Bu yolu son yürüdüğümde 17 yaşındaydım sanırım. Annem ve ben sadece yürüyüş olsun diye yola çıkmıştık. Ne kadar yürüyeceğimizi bilmeden. Hızlı adımlarla yürümemiştik bu kadar yolu. Dinlenerek; yolda gördüğümüz köylülerle söyleşerek. Ağaç altlarında gölgede saklanmış olan testilerden ikram edilen serin ayranlardan içerek katetmiştik bu yolu o zaman. Buralarda annemi iyi tanıyorlardı. Buna çok şaşırmıştım o zaman. Arada bir uğradığımız bu yerlerde annemi tanımaları garipti doğrusu. "Anneannen buralarda iyi tanınır evlat!" dedi annem. "Birazdan tepenin doruğuna ulaşıyoruz. Aşağıya bakınca bütün köy ayaklarının altında olacak, mezarlığa kadar her yeri görürüsün oradan. Köye yaklaştıkça mısır tarlaları da bitiyor. Böylece biraz manzarasından da haberin olur bu yörenin. Bu mısır tarlaları yüzünden bir şey gözükmüyor ki!"
Dorukta duruyorum. Yani yolun geçici sonunda. Annemle yaptığımız yürüyüşte sorduğum soru aklıma geliyor. Daha doğrusu annemin benim soruma verdiği yanıt aklıma geliyor. "Mısır tarlaları köye yaklaştıkça iki sebebten azalıyorlar evlat: köylüler yaban domuzundan çok korkarlar. Karşılaşmamak için de ellerinden geleni yaparlar. Domuz da ağzının tadını bilen hayvandır, durmaz dağda gelir mısır tarlasına; bir de aşk meşk sebebiyle mısır tarlalarının uzaklarda olması iyi. Mısırın boyu tarlada iki metreye yaklaşınca, bu tarlaların rüzgarsız havalarda nasıl hışırdadığını sen bilemezsin. İhtiyarlar tarlalar uzaklarda olsun, gençler o kadar uzaklara gidip takışamazlar diye düşünüyor; gençler de bizi buralarda moruklar gelip gözetleyemez diye tarlaların uzaklarda olmasını istiyorlar. Anlayacağın danışıklı döğüş." Dorukta duruyorum. Sanki geçen yılların etkisiyle mısır tarlaları köye biraz daha yaklaşmışlar. Yol, köye sakince akan bir dereyi andırırcasına sağa sola devrilerek yaklaşıyor. Ya da avına sessizce yaklaşan bir yılan gibi. En azından bir saatlik yol köye kadar. Arkama dönüp bakıyorum, belki mısır tarlalarından birisinde bir hareket vardır umuduyla. Her şey olduğu yere çakılmış betonlaşmış gibi. Dikkatimi bir karartı çekiyor. Sanki korkuyla saklanan bir çocuğun gölgesini görüyormuşum gibi geliyor. Saçmalama ne çocuğu! Bu olup bitenlerden sonra çocuk mu kaldı? Ürkek adımlarla soldaki tarlanın kenarındaki karartıya doğru yaklaşıyorum. Elbisemin maskesinin göz deliklerindeki renkli camlar da zaten her şeyi olduğundan biraz daha koyu gösteriyor. Karartı da hiç bir hareket yok. İyice yaklaşınca bir mucizenin gerçekleşmediğini görüyorum. Neden bir mucize gerçekleşsin ki? Belki mucizeleri de hak etmek gerekiyor! Tay tarlanın kenarına döşenmiş sulama borusundan sızan suyu içerken yakalanmış ışınıma. Sırtüstü uzanmış ve kalmış orada. Artık günlerdir bu görüntülere alıştığım için fazla üzerinde durmaya pek gerek yok. Bu da kavrulmuş işte diğerleri gibi. Annemin köyün cinsel yaşamıyla ilgili anlattığı eğer doğruysa, bu tarlaların içinin şimdi sevişirken ölmüş gençlerle dolu olması gerekiyor. Tekrar doruğa doğru yöneliyorum. Artık bu kauçuk elbisenin içinde terlemek ve sıkışıp kalmaktan bir an önce kurtulmak istiyorum. Tek başarmam gereken köye kadar dayanmak. Çünkü bu tay gibi yol kenarında devrilip kalmak istemiyorum. İnsanın kendisine yakıştırdığı bir şekilde kuyruğu titretmesi gerekiyor. En azından benim böyle bir hakkım var.
Tepeden aşağıya doğru yürürken yol kenarındaki nar ağacının gölgesine kapıları sonuna dek açılmış, korku ve aceleyle terk edilmiş, bir araba görüyorum. Sanki yeni gibi gözüküyor araba. Köylülerin satın alacağı cinsten değil, kibar yol arabası bu. Herhalde buralara gezmeye geldiler. Belki de akrabaları vardı bu köyde. Arabaya yaklaştıkça tanıdığım bir marka olduğunu anlıyorum. Hangi marka olduğunu kesinlikle söyleyemeyeceğim; tanıyorum bu markayı. Bir kere bindim böyle bir arabaya hatta, ama nerede? Kimin arabasıydı acaba? Arabaya yaklaştıkça açık kapılardan dışarıya süzülen klasik müziği duymaya başlıyorum. Alman ekolünden birisinin eseri olduğu belli. Ama kimin olduğunu anlamak ve düşünmek işime gelmiyor. Şu anda işime gelen tek şey gölgedeki arabaya girip içinde bir kaç litre nükleer olmayan su bulmak. Belki de biraz radyo dinlemek. Belki şu lanet arabanın içinde serinlemek. Arabanın yanında duruyorum. Radyo yayınını sürdürmeye devam ediyor. Radyo istasyonunun bilgisayarında ne kadar mp3 dosyası varsa otomatik olarak yayınlanıyor. Sonsuzluğa kadar müzik. Birazdan bu arabanın aküsü bitecek. Kendisini algılayan ve çalan aletlerin teker teker susmasıyla birlikte bu kafa ütüleyen klasik müzik de kendi kendisine kalacak. Enerjisi bitene kadar yayınlayacak bu mp3 dosyalarını. Arabanın içerisine bakıyorum. Bir aileye ait olduğuna ilişkin hiç bir belirti yok. Arka koltuktaki soğutucuyu görüyorum. Mavi kapağını dikkatle açıyorum. Lanet olsun içi boş. Pis köpek! Hem soğutucu takıyorsun arabaya, hem de içini doldurmuyorsun! Ben sana gösteririm. Hışımla arabadan gövdemi çıkarıyorum. Elbisemin yırtılmaması için dikkat etmem gerekiyor. Uzağa gitmiş olamaz it! Bütün kapıları açıp içindeki önemli, değerli nesneleri alıp taşıdığına göre: yakında bir yere gizlenmiş olmalı. Ben sana gösteririm it! Tarlanın kenarında çimenlerin üzerindeki izler beni aslında istemediğim yöne götürüyor. Fakat içimdeki intikam duygusu dur durak bilmiyor. İzler iki tarlanın arasından asfalta çıkıyor. Bu benim geldiğim yol değil. Şimdi aklım karışıyor ha! Bir de yolu kaybetmeyeyim. Fakat elindeki eşyalarla daha uzağa gitmiş olması olanaksız. Bu pis elbisenin içerisinde de nefes almak sanıldığından da zor. Ayrıca maskesinin de filitresini değiştirmek gerekiyor. Asfaltın kenarında yatıyor işte it! Öylece yıkılmış kalmış oraya. Elindeki eşyaları dağılmış oraya buraya. Bu, tam hak ettiği gibi boğularak gebermiş. Elinde sadece işle ilgili dosyaların içinde olduğu çantalar var. Hepsine tek tek bakıyorum. İş gezisindeymiş anlaşılan. Kafasına bir tekme atıyorum ki suratı başka tarafa baksın diye. Bir de gözetliyor salak!
Yanında su yok. Acaba susuzluktan mı ? Bütün kagıt parçalarını orada bırakıyorum. Fakat taşınabilir bilgisayarını, cep telefonunu yanıma alıyorum. Ayağa kalktığımda çimenlerin bittiği yerdeki çalılıkların içerisinde parlayan gümüş renkli koruyucu elbise dikkatimi çekiyor. Buradan çalılara kadar elbiseyi fırlatmak için oldukça kuvvet gerektirir. Elbisenin yanına kadar gidiyorum, elime alıyorum. Belki değiştirmek akıllıca olur. Benimkinden daha hafif ne de olsa. Yırtığı görünce neden elbiseyi fırlattığını anlıyorum. İçimden yanına gidip, bilgisayarını kafasında parçalamak geliyor.
Bilimin hızla gelişimine hayran kalmamak olanaksız. Şu elimde taşıdığım yaklaşık bir kiloluk çantanın içerisindeki bilgisayarın neler yapabildiğini bilmek bile ürkütücü. Artık ne nefes alacak halim var, ne de köye yürüyecek kadar güçlü hissediyorum kendimi. Elimdekilerle birlikte arabaya gidiyorum. Nar ağacının gölgesi arabanın üzerini iyice kaplamış. Artık güneşin batışına kadar burada oturmakta yarar var. Rüzgar ne güzel esiyor/esiyordur? Günlerdir vücudumu kaplayan bu elbisenin yarattığı saldırganlık duygusu inanılmaz. Sanki yürüyen bir hücre gibiyim. Nereye gidersem gideyim içinden çıkmam yasak. Yağmurlu günlerde günde bir kaç kez toplam 15 dakika bu hücreyi terk etmem mümkün. Bunun gibi kuru ve rüzgarlı günlerde bu hücreyi hiç terk etmemek en akıllıcası. Ama ister istemez içinden çıkmak zorundayım. Tuvalet gereksinimi yüzünden her şeyden önce arada bir çıkarmalıyım bu elbiseyi. Sıcak ve terlemenin etkisiyle vücudumda çıkan yaralar dur durak bilmeden kaşınıyorlar ve her geçen gün sahip oldukları deri yüzeyini de sanırım iki katına çıkararak gelişiyorlar.
Adamın bilgisayarını açıyorum. İşte her zamanki saçmalıklar gözüküyor ekranın üzerinde. Şimdi sıra cep telefonunu açmakta ve bunu bilgisayara bağlantı kablosuyla bağlamakta. Bu arada arabanın zırıldayan radyosu sinir bozmaya başlıyor. Ayağa kalkıp Radetzky Marşını, anlaşılan sonsuza kadar ötmeye niyeti var bunun, kapatıyorum. Telefon ve bilgisayar üzerinden radyasyondan etkilenmeyen internetin sanal dünyasına dalıyorum. Her taraf hala reklam dolu. Bütün sayfaların tarihleri zincirleme kazaların olduğu temmuzun 11 inde takılıp kalmış. Pek çok sayfa da enerjinin serverleri besleyememesi sebebiyle karanlıklara gömülmüş. Adamın Outlook Express programını açıp e maillerine göz atmak istiyorum. Program hızla açılıyor. Bütün gelen mailleri silmiş herif. Bir de gönderdiklerine bakıyorum. Evet işte son gönderdiği duruyor. Evet elimde bir tek mail var okumak için. Heyecanlanıyorum. Ve okumaya başlıyorum. İşte şu anda ne susuzluk ne de üzerimdeki elbise beni rahatsız ediyor. Heyecanlanıyorum. Eldivenler hızlı hareketler yapmamı engelliyor.
Mail sevgilim diye başlıyor. Bak sen sevgilisi de varmış köpeğin. Devamını okumak için iyice sabırsızlanıyorum.
Mail: Sevgilim ! Bütün aramızda geçen tatsız konuşmalara rağmen hala seni sevdiğimi bilmeni istiyorum. Elimden geldiği kadar seni bu kargaşanın sürdüğü günlerde korumaya çalıştım. Fakat sen ne yazık ki beni bir türlü anlamak istemedin. Bizim ilişkimiz...............
Bu ağlamaklı mail canımı iyice sıktı. Şöyle güzel bir romantik aşk/şehvet yazısı yazar adam ölmeden önce. Kime göndermek istediğine bakıyorum. [email protected] adresine yazılmış. Siliyorum bütün yazdıklarını yerine ben kendi mailimi yazıyorum.
Maıl: "Nagehancığım, sensiz geçirdiğim her dakika ihtirasla titriyorum. Üzerimdeki koruyucu elbiseyi bile çıkarmadan senin üzerine atlayıp, şimdiye kadar hiç denemediğimiz cinsel oyunları denemek istiyorum. Sanırım radyasyon insanın cinsel isteklerini artırıyor. Artık dayanamıyorum. Çabuk bana yanıt yolla."
İşte mail dediğin böyle yazılır. Yolluyorum elekronik mektubu. Hemen hemen ışık hızıyla yola koyuluyor. Acaba hangi kente, hangi ülkeye doğru. Bu adreslerden bir insanın nerede yaşadığını tespit etmek olanaksız. Dünyanın her yerinden insanlar [email protected] adresini alabiliyor. Fakat bu adreslerin de içerdiği gizlediği anlamlar var. Nagehan, kadın adı örneğin, ayrıca aniden demek. 63 de büyük bir ihtimalle doğuım tarihi. Nahegan bir kaçamak yapan kadının kendisi için anonim kalabilmeyi sağlamak amacıyla aldığı bir adres gibi de çağrışım yapıyor. Ne olursa olsun. O da ölmemiş miydi diğerleri gibi. Ölüler alemine yollanan ilk mail sanırım bu oldu.
Güneş yavaş yavaş karşıdaki tepenin ardında gözden kayboluyor. Sanırım hava serinlemeye başlamıştır. Köylüler sallanarak asfalt yoldan aşağıya, evlerine doğru yürüyorlar. Hepsi yorgunlar. Yürüyüşlerinden ve sessizliklerinden bu anlaşılıyor. Yüzlerindeki ifadeyi pek kestiremiyorum. Batan güneşin kızıl ışınları yüzlerindeki ifadeyi sertleştiriyor olmalı. Kimilerinin yanında çocukları da var. Sessizlik içerisinde, sonsuzluğa sürüklenircesine köylerine doğru ilerliyorlar. Benim, yolun kenarında, sırtımı nar ağacına dayayarak kendilerini izlediğimi fark etmiyorlar bile. İçlerinde bana doğru bakanlar var, en azından bu korkunç elbiseyle dikkatlerini çekmem gerekli, fakat beni görmüyorlar. Nar ağacını görebiliyorlar mı acaba? Aralarında köyün gençleri de var. Hepsi mısır tarlalarının oradan geliyorlar. Bu gençlerin içinden acaba kaç tanesi bu gün günah işledi? Üzerlerini dikkatle incelemeye koyuluyorum, belki sperm izleri görebilirim diye. Güneşin kaybolmasıyla birlikte azalan ışık bu türlü ayrıntıları görmemi engelliyor. Nar ağacıyla yolun arasında en az dört metre uzaklık var. Bilgisayarın ekranından yayılan ışık neredeyse göz alacak derecede güçlü. Acaba tarlaların arasında seviştiler mi? Tesbit etmek için yapılacak en akıllıca şeyi yapıyorum ve ayağa kalkıp yanlarına gidiyorum. Rüzgar hızlanıyor, köy yönünden gelen yoğun bir toz bulutu kısa süreli çevremizi sarıyor ve hemen rüzgarla birlikte yükselerek acelesi varmışcasına yoluna koyuluyor. Maskenin gözlüğünün koyu renkli camları görmemi engelliyor. Sperm lekelerini, dudaklardaki öpüşme yaralarını, gırtlaklardaki şiddet sonucu kalan mor izleri bu camların ardından görmem olanaksız. Hava gittikçe kararıyor. Ay da yok bu gece! Benimle ilgilenmeden sağımdan solumdan geçerek yollarına koyuluyorlar. Fundementalist bir cemaatin eyleme gidişini andırıyor yürüyüşleri. Gidiyorlar arkalarına ve hatta önlerine bile bakmadan. Sadece gidiyorlar... Fakat aklımdaki soru beni bir türlü rahat bırakmıyor. Acaba bu gençler tarlalarda kendilerini tüm dünyadan ayıran mısır duvarların ardında günah işlediler mi? Aradığım izleri bulamıyorum üzerlerinde. Kokulardan kurtulmak olanaksızdır. Maskeyi çıkarıyorum başımdan. Yağlı saçlarımın arasına girmeye çalışıyor şımarık, öldüren yaz rüzgarı. Karşımdaki genç kızın ağzını, ellerini kokluyorum. Sperm kokusu gelmiyor burnuma. Hiç bir koku gelmiyor burnuma. Kokuları yok ki bunların! Elimle itiyorum kızı yere. Düşüyor. Ayağa kalkıp diğerlerinin peşinden yürümeye devam ediyor. İhtiyar adamlardan kısa boylu olanının suratına tükürüyorum. Yanağından yakasına doğru dolgun bir göz yaşı gibi süzülen tükürükle hiç ilgilenmiyor. Elinden testiyi hırsla alıp içinde kalmış olan suyu son damlasına kadar kana kana içiyorum. Göğsüm genişliyor sanki. Rüzgar ve su ve çöken karanlık ve bu ne olduğu belli olmayan köylüler. Ağzıları, elleri sperm kokmayan/kokamayan gençler. Hiç bir şey kokmayan insanlar. Leş gibi kokuyor bu lanet elbise! Yırtarcasına kurtarıyorum kendimi hücremden, gömleğimden, donumdan, çoraplarımdan. Vücudumdaki terden oluşmuş yaralar sarılıyorlar özlemle rüzgara. Sevişiyorlar üzerlerini, tozuyla birlikte, yalayan akşam serinliğiyle. Başlarına bir kaç gün sonra neler geleceğini bilmeden? Çıplak ayaklarımı yere vurarak dans ediyorum. Sarkan kıllı göbeğim ve cinsel organım birbirlerine aldırış etmeden tepiniyorlar.
Nar ağacına koşuyorum ve çişimi yapıyorum yamuk gövdesine. Bilgisayarın ekranından gelen ışıkla birlikte büyüyen gölgem yola doğru uzuyor. Elektronik anlamlar, bilgiler içeren bu ışığın kıpırtısı annemin güzel kahverengi gözlerini anımsatıyor bana. Zorluklarla dolu yaşamında bazı şeyleri anımsadığında böyle titremez miydi gözleri? Ne anlatıyor bu bilgisayarın titreyen ışığı? Outlook Express canlanıyor birden ekranın üzerinde. [email protected] dan bir mail geldi! Okumak için eğiliyorum ekranın üzerine. Bir takım harfler belirmeye başlıyor nar ağacının altında. Okuyorum ve anlamıyorum. Nesin sen? Nagehan diye bağırmak geliyor içimden. Ne yazıyorsun sen buraya! Delirtme beni kadın! diye bağırmak gelirken içimden, belirginleşiyor anlamlar ekranın üzerinde. Okumadan önce bu anlamları koruyucu elbisemi giymek için ayağa kalkıyorum. Köylüler çoktan gitmişler bile. Evlerinin ışıkları yanmıyor. Nerede bu lanet elbise? Buraya mı atmıştım? Yok ama? Köylüler mi giderken götürdüler? Onlara ne yararı var ki bu elbisenin? Tekrar bilgisayara koşuyorum. Nagehan neler yazmış diye. Anlamını anlamıyorum ama yazdığını yüksek sesle okuyorum ve rüzgar toz tanecikleriyle birlikte sesimi alıp götürüyor tarlalara doğru.
" İkimiz de yokuz ki ? Gerçi arzulu olman beni sevindirdi ama. Unutma, artık yokuz. Olmadığımız için arzularımız da yok. Onlardan kurtulmaya çalış. Arzular hep yaşama dairdir. Oysa biz... bundan sonrasını sen de biliyorsun sanırım... Görüşmek ümidiyle. Nagehan "

İçindekilere geri dön