
24. Sayı
Mısır tarlalarının ortasında uzanan ince, asfalt yolda yavaş yavaş yürüyorum.
Güneşin kızgın ışınlarının etkisiyle erimeye yüz tutmuş asfalt. Ben göğsüne
ayak izlerimi gömerken, her attığım adımla birlikte acı çekercesine hışırdıyor.
İçinde gizlice sevişenlerin olduğu, tavan arasına atılmış, bir yatak misali. Ben
hızlandıkça, hışırtı da hızlanıyor. Havanın kuru sıcaklığı daha fazla
hızlanmamı engelliyor. Daha doğrusu nefesim yetmiyor. Aslında ulaşmak zorunda
olduğum hiç bir yer yok.
On-onbeş metre koştuktan sonra boğazım yanmaya başlıyor ve yavaşlamak zorunda
kalıyorum. Gözlerim asfaltın üzerinde -çevredeki tarlalara hiç aldırmadan-
yürüyüşümü sürdürüyorum. Başım dönüyor. Eğer hava bu kadar sıcak
olmasaydı, asfaltın hışırtısı ve adımlarımın temposu ile bir cinsel ilişki
sahnesinin dublajını başarmış olacaktım. Ne yazık ki orgazmdan kısa bir süre
önce asfaltın boğazımı yakması nedeniyle bu ses deneyine ara vermek zorunda kaldım.
Neyse ki yolumun uzun olduğunu; belki de sonsuz olduğunu biliyorum. Yol hafif bir
yokuşa sarıyor. Buralarda mısırın boyu biraz daha kısa, rengi biraz daha fazla
yeşil, sanki bu tarlalar diğerlerine göre daha geç ekilmiş gibi. Yolun çevresindeki
mısırdan duvar böylelikle biraz daha alçalmış oluyor. İlerde kendi gücüyle
uçmaya çabalayan bir gazete sayfası görüyorum. Asfaltın yükselen buharına
takılıveririyor. Çocukken izlediğim bir uçak gösterisinde, mavi gökyüzünde klasik
müzik eşliğinde taklalar atarak süzülen kanarya sarısı planörleri anımsıyorum.
Sayfa, izleyicilerinin şehvetli düşüncelerine aldırış etmeyen bir dansözün
becerisiyle, cesaretiyle kıvrılarak üzerime doğru geliyor, başımın üzerinden,
kauçuk elbisemi yalayarak gökyüzüne doğru yükseliyor. Tarlalardan yolun sağ
tarafında kalanının üzerinde yılan avlayan bir leyleği andırırcasına
süzülüyor. Hava gösterisinde çaldıkları Radetzky Marşı aklıma düşüyor, gazete
sayfasını izlerken. Şimdi ters bir looping yapmak için kendisini yere doğru düşmeye
bırakıyor. Doksan derecelik bir açıyla düşerken, yeterli hıza ulaştığı anda
burnunu kendine göre yukarıya değil; aşağıya vermesi gerekiyor. Böylece başı
aşağıya dönük olarak kısa bir süre yere paralel uçacak ve düşüşten
kazandığı hızla birlikte tekrar tırmanışa geçecek. Yere paralel ters uçuş ne
kadar kısa olursa o kadar fazla tırmanabilecek. Düşüyor, düşüyor ve gözden
kayboluyor. Şimdi yere ters paralel uçuşu gerçekleştiriyor olmalı ve yükselmeye
başlamalı... Yükselmiyor tekrar. Bekliyorum, umudumu yitirmedim; fakat yükselmiyor.
Bazen yapılan küçük hataların korkunç sonuçları var. Mısırların tepesine
takılıp kaldığı kesin. Küçük bir hata ve sonuçları?
Yolun hafif tırmanışı sanırım birazdan sona erecek. En azından yolun görebildiğim
sonundan edindiğim izlenim, beni bu umuda sürüklüyor. Artık üzerimdeki kauçuk
elbisenin kavuran güneş ışınlarının altında dayanılmaz olduğunu düşünüyorum.
Bu yolu son yürüdüğümde 17 yaşındaydım sanırım. Annem ve ben sadece yürüyüş
olsun diye yola çıkmıştık. Ne kadar yürüyeceğimizi bilmeden. Hızlı adımlarla
yürümemiştik bu kadar yolu. Dinlenerek; yolda gördüğümüz köylülerle
söyleşerek. Ağaç altlarında gölgede saklanmış olan testilerden ikram edilen serin
ayranlardan içerek katetmiştik bu yolu o zaman. Buralarda annemi iyi tanıyorlardı.
Buna çok şaşırmıştım o zaman. Arada bir uğradığımız bu yerlerde annemi
tanımaları garipti doğrusu. "Anneannen buralarda iyi tanınır evlat!" dedi
annem. "Birazdan tepenin doruğuna ulaşıyoruz. Aşağıya bakınca bütün köy
ayaklarının altında olacak, mezarlığa kadar her yeri görürüsün oradan. Köye
yaklaştıkça mısır tarlaları da bitiyor. Böylece biraz manzarasından da haberin
olur bu yörenin. Bu mısır tarlaları yüzünden bir şey gözükmüyor ki!"
Dorukta duruyorum. Yani yolun geçici sonunda. Annemle yaptığımız yürüyüşte
sorduğum soru aklıma geliyor. Daha doğrusu annemin benim soruma verdiği yanıt aklıma
geliyor. "Mısır tarlaları köye yaklaştıkça iki sebebten azalıyorlar evlat:
köylüler yaban domuzundan çok korkarlar. Karşılaşmamak için de ellerinden geleni
yaparlar. Domuz da ağzının tadını bilen hayvandır, durmaz dağda gelir mısır
tarlasına; bir de aşk meşk sebebiyle mısır tarlalarının uzaklarda olması iyi.
Mısırın boyu tarlada iki metreye yaklaşınca, bu tarlaların rüzgarsız havalarda
nasıl hışırdadığını sen bilemezsin. İhtiyarlar tarlalar uzaklarda olsun, gençler
o kadar uzaklara gidip takışamazlar diye düşünüyor; gençler de bizi buralarda
moruklar gelip gözetleyemez diye tarlaların uzaklarda olmasını istiyorlar.
Anlayacağın danışıklı döğüş." Dorukta duruyorum. Sanki geçen yılların
etkisiyle mısır tarlaları köye biraz daha yaklaşmışlar. Yol, köye sakince akan bir
dereyi andırırcasına sağa sola devrilerek yaklaşıyor. Ya da avına sessizce
yaklaşan bir yılan gibi. En azından bir saatlik yol köye kadar. Arkama dönüp
bakıyorum, belki mısır tarlalarından birisinde bir hareket vardır umuduyla. Her şey
olduğu yere çakılmış betonlaşmış gibi. Dikkatimi bir karartı çekiyor. Sanki
korkuyla saklanan bir çocuğun gölgesini görüyormuşum gibi geliyor. Saçmalama ne
çocuğu! Bu olup bitenlerden sonra çocuk mu kaldı? Ürkek adımlarla soldaki tarlanın
kenarındaki karartıya doğru yaklaşıyorum. Elbisemin maskesinin göz deliklerindeki
renkli camlar da zaten her şeyi olduğundan biraz daha koyu gösteriyor. Karartı da hiç
bir hareket yok. İyice yaklaşınca bir mucizenin gerçekleşmediğini görüyorum. Neden
bir mucize gerçekleşsin ki? Belki mucizeleri de hak etmek gerekiyor! Tay tarlanın
kenarına döşenmiş sulama borusundan sızan suyu içerken yakalanmış ışınıma.
Sırtüstü uzanmış ve kalmış orada. Artık günlerdir bu görüntülere
alıştığım için fazla üzerinde durmaya pek gerek yok. Bu da kavrulmuş işte
diğerleri gibi. Annemin köyün cinsel yaşamıyla ilgili anlattığı eğer doğruysa,
bu tarlaların içinin şimdi sevişirken ölmüş gençlerle dolu olması gerekiyor.
Tekrar doruğa doğru yöneliyorum. Artık bu kauçuk elbisenin içinde terlemek ve
sıkışıp kalmaktan bir an önce kurtulmak istiyorum. Tek başarmam gereken köye kadar
dayanmak. Çünkü bu tay gibi yol kenarında devrilip kalmak istemiyorum. İnsanın
kendisine yakıştırdığı bir şekilde kuyruğu titretmesi gerekiyor. En azından benim
böyle bir hakkım var.
Tepeden aşağıya doğru yürürken yol kenarındaki nar ağacının gölgesine
kapıları sonuna dek açılmış, korku ve aceleyle terk edilmiş, bir araba görüyorum.
Sanki yeni gibi gözüküyor araba. Köylülerin satın alacağı cinsten değil, kibar
yol arabası bu. Herhalde buralara gezmeye geldiler. Belki de akrabaları vardı bu
köyde. Arabaya yaklaştıkça tanıdığım bir marka olduğunu anlıyorum. Hangi marka
olduğunu kesinlikle söyleyemeyeceğim; tanıyorum bu markayı. Bir kere bindim böyle
bir arabaya hatta, ama nerede? Kimin arabasıydı acaba? Arabaya yaklaştıkça açık
kapılardan dışarıya süzülen klasik müziği duymaya başlıyorum. Alman ekolünden
birisinin eseri olduğu belli. Ama kimin olduğunu anlamak ve düşünmek işime gelmiyor.
Şu anda işime gelen tek şey gölgedeki arabaya girip içinde bir kaç litre nükleer
olmayan su bulmak. Belki de biraz radyo dinlemek. Belki şu lanet arabanın içinde
serinlemek. Arabanın yanında duruyorum. Radyo yayınını sürdürmeye devam ediyor.
Radyo istasyonunun bilgisayarında ne kadar mp3 dosyası varsa otomatik olarak
yayınlanıyor. Sonsuzluğa kadar müzik. Birazdan bu arabanın aküsü bitecek. Kendisini
algılayan ve çalan aletlerin teker teker susmasıyla birlikte bu kafa ütüleyen klasik
müzik de kendi kendisine kalacak. Enerjisi bitene kadar yayınlayacak bu mp3
dosyalarını. Arabanın içerisine bakıyorum. Bir aileye ait olduğuna ilişkin hiç bir
belirti yok. Arka koltuktaki soğutucuyu görüyorum. Mavi kapağını dikkatle
açıyorum. Lanet olsun içi boş. Pis köpek! Hem soğutucu takıyorsun arabaya, hem de
içini doldurmuyorsun! Ben sana gösteririm. Hışımla arabadan gövdemi çıkarıyorum.
Elbisemin yırtılmaması için dikkat etmem gerekiyor. Uzağa gitmiş olamaz it! Bütün
kapıları açıp içindeki önemli, değerli nesneleri alıp taşıdığına göre:
yakında bir yere gizlenmiş olmalı. Ben sana gösteririm it! Tarlanın kenarında
çimenlerin üzerindeki izler beni aslında istemediğim yöne götürüyor. Fakat
içimdeki intikam duygusu dur durak bilmiyor. İzler iki tarlanın arasından asfalta
çıkıyor. Bu benim geldiğim yol değil. Şimdi aklım karışıyor ha! Bir de yolu
kaybetmeyeyim. Fakat elindeki eşyalarla daha uzağa gitmiş olması olanaksız. Bu pis
elbisenin içerisinde de nefes almak sanıldığından da zor. Ayrıca maskesinin de
filitresini değiştirmek gerekiyor. Asfaltın kenarında yatıyor işte it! Öylece
yıkılmış kalmış oraya. Elindeki eşyaları dağılmış oraya buraya. Bu, tam hak
ettiği gibi boğularak gebermiş. Elinde sadece işle ilgili dosyaların içinde olduğu
çantalar var. Hepsine tek tek bakıyorum. İş gezisindeymiş anlaşılan. Kafasına bir
tekme atıyorum ki suratı başka tarafa baksın diye. Bir de gözetliyor salak!
Yanında su yok. Acaba susuzluktan mı ? Bütün kagıt parçalarını orada
bırakıyorum. Fakat taşınabilir bilgisayarını, cep telefonunu yanıma alıyorum.
Ayağa kalktığımda çimenlerin bittiği yerdeki çalılıkların içerisinde parlayan
gümüş renkli koruyucu elbise dikkatimi çekiyor. Buradan çalılara kadar elbiseyi
fırlatmak için oldukça kuvvet gerektirir. Elbisenin yanına kadar gidiyorum, elime
alıyorum. Belki değiştirmek akıllıca olur. Benimkinden daha hafif ne de olsa.
Yırtığı görünce neden elbiseyi fırlattığını anlıyorum. İçimden yanına
gidip, bilgisayarını kafasında parçalamak geliyor.
Bilimin hızla gelişimine hayran kalmamak olanaksız. Şu elimde taşıdığım
yaklaşık bir kiloluk çantanın içerisindeki bilgisayarın neler yapabildiğini bilmek
bile ürkütücü. Artık ne nefes alacak halim var, ne de köye yürüyecek kadar
güçlü hissediyorum kendimi. Elimdekilerle birlikte arabaya gidiyorum. Nar ağacının
gölgesi arabanın üzerini iyice kaplamış. Artık güneşin batışına kadar burada
oturmakta yarar var. Rüzgar ne güzel esiyor/esiyordur? Günlerdir vücudumu kaplayan bu
elbisenin yarattığı saldırganlık duygusu inanılmaz. Sanki yürüyen bir hücre
gibiyim. Nereye gidersem gideyim içinden çıkmam yasak. Yağmurlu günlerde günde bir
kaç kez toplam 15 dakika bu hücreyi terk etmem mümkün. Bunun gibi kuru ve rüzgarlı
günlerde bu hücreyi hiç terk etmemek en akıllıcası. Ama ister istemez içinden
çıkmak zorundayım. Tuvalet gereksinimi yüzünden her şeyden önce arada bir
çıkarmalıyım bu elbiseyi. Sıcak ve terlemenin etkisiyle vücudumda çıkan yaralar
dur durak bilmeden kaşınıyorlar ve her geçen gün sahip oldukları deri yüzeyini de
sanırım iki katına çıkararak gelişiyorlar.
Adamın bilgisayarını açıyorum. İşte her zamanki saçmalıklar gözüküyor ekranın
üzerinde. Şimdi sıra cep telefonunu açmakta ve bunu bilgisayara bağlantı kablosuyla
bağlamakta. Bu arada arabanın zırıldayan radyosu sinir bozmaya başlıyor. Ayağa
kalkıp Radetzky Marşını, anlaşılan sonsuza kadar ötmeye niyeti var bunun,
kapatıyorum. Telefon ve bilgisayar üzerinden radyasyondan etkilenmeyen internetin sanal
dünyasına dalıyorum. Her taraf hala reklam dolu. Bütün sayfaların tarihleri
zincirleme kazaların olduğu temmuzun 11 inde takılıp kalmış. Pek çok sayfa da
enerjinin serverleri besleyememesi sebebiyle karanlıklara gömülmüş. Adamın Outlook
Express programını açıp e maillerine göz atmak istiyorum. Program hızla açılıyor.
Bütün gelen mailleri silmiş herif. Bir de gönderdiklerine bakıyorum. Evet işte son
gönderdiği duruyor. Evet elimde bir tek mail var okumak için. Heyecanlanıyorum. Ve
okumaya başlıyorum. İşte şu anda ne susuzluk ne de üzerimdeki elbise beni rahatsız
ediyor. Heyecanlanıyorum. Eldivenler hızlı hareketler yapmamı engelliyor.
Mail sevgilim diye başlıyor. Bak sen sevgilisi de varmış köpeğin. Devamını okumak
için iyice sabırsızlanıyorum.
Mail: Sevgilim ! Bütün aramızda geçen tatsız konuşmalara rağmen hala seni
sevdiğimi bilmeni istiyorum. Elimden geldiği kadar seni bu kargaşanın sürdüğü
günlerde korumaya çalıştım. Fakat sen ne yazık ki beni bir türlü anlamak
istemedin. Bizim ilişkimiz...............
Bu ağlamaklı mail canımı iyice sıktı. Şöyle güzel bir romantik aşk/şehvet
yazısı yazar adam ölmeden önce. Kime göndermek istediğine bakıyorum.
[email protected] adresine yazılmış. Siliyorum bütün yazdıklarını yerine ben
kendi mailimi yazıyorum.
Maıl: "Nagehancığım, sensiz geçirdiğim her dakika ihtirasla titriyorum.
Üzerimdeki koruyucu elbiseyi bile çıkarmadan senin üzerine atlayıp, şimdiye kadar
hiç denemediğimiz cinsel oyunları denemek istiyorum. Sanırım radyasyon insanın
cinsel isteklerini artırıyor. Artık dayanamıyorum. Çabuk bana yanıt yolla."
İşte mail dediğin böyle yazılır. Yolluyorum elekronik mektubu. Hemen hemen ışık
hızıyla yola koyuluyor. Acaba hangi kente, hangi ülkeye doğru. Bu adreslerden bir
insanın nerede yaşadığını tespit etmek olanaksız. Dünyanın her yerinden insanlar
[email protected] adresini alabiliyor. Fakat bu adreslerin de içerdiği gizlediği
anlamlar var. Nagehan, kadın adı örneğin, ayrıca aniden demek. 63 de büyük bir
ihtimalle doğuım tarihi. Nahegan bir kaçamak yapan kadının kendisi için anonim
kalabilmeyi sağlamak amacıyla aldığı bir adres gibi de çağrışım yapıyor. Ne
olursa olsun. O da ölmemiş miydi diğerleri gibi. Ölüler alemine yollanan ilk mail
sanırım bu oldu.
Güneş yavaş yavaş karşıdaki tepenin ardında gözden kayboluyor. Sanırım hava
serinlemeye başlamıştır. Köylüler sallanarak asfalt yoldan aşağıya, evlerine
doğru yürüyorlar. Hepsi yorgunlar. Yürüyüşlerinden ve sessizliklerinden bu
anlaşılıyor. Yüzlerindeki ifadeyi pek kestiremiyorum. Batan güneşin kızıl
ışınları yüzlerindeki ifadeyi sertleştiriyor olmalı. Kimilerinin yanında
çocukları da var. Sessizlik içerisinde, sonsuzluğa sürüklenircesine köylerine
doğru ilerliyorlar. Benim, yolun kenarında, sırtımı nar ağacına dayayarak
kendilerini izlediğimi fark etmiyorlar bile. İçlerinde bana doğru bakanlar var, en
azından bu korkunç elbiseyle dikkatlerini çekmem gerekli, fakat beni görmüyorlar. Nar
ağacını görebiliyorlar mı acaba? Aralarında köyün gençleri de var. Hepsi mısır
tarlalarının oradan geliyorlar. Bu gençlerin içinden acaba kaç tanesi bu gün günah
işledi? Üzerlerini dikkatle incelemeye koyuluyorum, belki sperm izleri görebilirim
diye. Güneşin kaybolmasıyla birlikte azalan ışık bu türlü ayrıntıları görmemi
engelliyor. Nar ağacıyla yolun arasında en az dört metre uzaklık var. Bilgisayarın
ekranından yayılan ışık neredeyse göz alacak derecede güçlü. Acaba tarlaların
arasında seviştiler mi? Tesbit etmek için yapılacak en akıllıca şeyi yapıyorum ve
ayağa kalkıp yanlarına gidiyorum. Rüzgar hızlanıyor, köy yönünden gelen yoğun
bir toz bulutu kısa süreli çevremizi sarıyor ve hemen rüzgarla birlikte yükselerek
acelesi varmışcasına yoluna koyuluyor. Maskenin gözlüğünün koyu renkli camları
görmemi engelliyor. Sperm lekelerini, dudaklardaki öpüşme yaralarını,
gırtlaklardaki şiddet sonucu kalan mor izleri bu camların ardından görmem olanaksız.
Hava gittikçe kararıyor. Ay da yok bu gece! Benimle ilgilenmeden sağımdan solumdan
geçerek yollarına koyuluyorlar. Fundementalist bir cemaatin eyleme gidişini andırıyor
yürüyüşleri. Gidiyorlar arkalarına ve hatta önlerine bile bakmadan. Sadece
gidiyorlar... Fakat aklımdaki soru beni bir türlü rahat bırakmıyor. Acaba bu gençler
tarlalarda kendilerini tüm dünyadan ayıran mısır duvarların ardında günah
işlediler mi? Aradığım izleri bulamıyorum üzerlerinde. Kokulardan kurtulmak
olanaksızdır. Maskeyi çıkarıyorum başımdan. Yağlı saçlarımın arasına girmeye
çalışıyor şımarık, öldüren yaz rüzgarı. Karşımdaki genç kızın ağzını,
ellerini kokluyorum. Sperm kokusu gelmiyor burnuma. Hiç bir koku gelmiyor burnuma.
Kokuları yok ki bunların! Elimle itiyorum kızı yere. Düşüyor. Ayağa kalkıp
diğerlerinin peşinden yürümeye devam ediyor. İhtiyar adamlardan kısa boylu
olanının suratına tükürüyorum. Yanağından yakasına doğru dolgun bir göz yaşı
gibi süzülen tükürükle hiç ilgilenmiyor. Elinden testiyi hırsla alıp içinde
kalmış olan suyu son damlasına kadar kana kana içiyorum. Göğsüm genişliyor sanki.
Rüzgar ve su ve çöken karanlık ve bu ne olduğu belli olmayan köylüler. Ağzıları,
elleri sperm kokmayan/kokamayan gençler. Hiç bir şey kokmayan insanlar. Leş gibi
kokuyor bu lanet elbise! Yırtarcasına kurtarıyorum kendimi hücremden, gömleğimden,
donumdan, çoraplarımdan. Vücudumdaki terden oluşmuş yaralar sarılıyorlar özlemle
rüzgara. Sevişiyorlar üzerlerini, tozuyla birlikte, yalayan akşam serinliğiyle.
Başlarına bir kaç gün sonra neler geleceğini bilmeden? Çıplak ayaklarımı yere
vurarak dans ediyorum. Sarkan kıllı göbeğim ve cinsel organım birbirlerine aldırış
etmeden tepiniyorlar.
Nar ağacına koşuyorum ve çişimi yapıyorum yamuk gövdesine. Bilgisayarın
ekranından gelen ışıkla birlikte büyüyen gölgem yola doğru uzuyor. Elektronik
anlamlar, bilgiler içeren bu ışığın kıpırtısı annemin güzel kahverengi
gözlerini anımsatıyor bana. Zorluklarla dolu yaşamında bazı şeyleri
anımsadığında böyle titremez miydi gözleri? Ne anlatıyor bu bilgisayarın titreyen
ışığı? Outlook Express canlanıyor birden ekranın üzerinde. [email protected] dan
bir mail geldi! Okumak için eğiliyorum ekranın üzerine. Bir takım harfler belirmeye
başlıyor nar ağacının altında. Okuyorum ve anlamıyorum. Nesin sen? Nagehan diye
bağırmak geliyor içimden. Ne yazıyorsun sen buraya! Delirtme beni kadın! diye
bağırmak gelirken içimden, belirginleşiyor anlamlar ekranın üzerinde. Okumadan önce
bu anlamları koruyucu elbisemi giymek için ayağa kalkıyorum. Köylüler çoktan
gitmişler bile. Evlerinin ışıkları yanmıyor. Nerede bu lanet elbise? Buraya mı
atmıştım? Yok ama? Köylüler mi giderken götürdüler? Onlara ne yararı var ki bu
elbisenin? Tekrar bilgisayara koşuyorum. Nagehan neler yazmış diye. Anlamını
anlamıyorum ama yazdığını yüksek sesle okuyorum ve rüzgar toz tanecikleriyle
birlikte sesimi alıp götürüyor tarlalara doğru.
" İkimiz de yokuz ki ? Gerçi arzulu olman beni sevindirdi ama. Unutma, artık
yokuz. Olmadığımız için arzularımız da yok. Onlardan kurtulmaya çalış. Arzular
hep yaşama dairdir. Oysa biz... bundan sonrasını sen de biliyorsun sanırım...
Görüşmek ümidiyle. Nagehan "
İçindekilere geri dön