24. Sayı
Modern birliktelik, iki zıt dünyanın, iki zıt karakterin, iki zıt ruhsal ve maddesel
zenginliğin çatışmalı uyumudur. Hayat dolu, gelişmeye açık, dürüst bir
birlikteliğin temeli özgürlüktür. Karşılıklı veya tek taraflı kontrol ve baskı,
bütün davranışları sorgulama, birlikteliği sarsar, onun hücre yaşamına girmesine
neden olur.
Bağımsızlık ve özgürlük, insanın en güçlü iki temel eğilimidir. İnsanın
yapısında olan bu iki öğeden her biri birbirini tamamlayıcı niteliktedir.
Bağımsızlığın olmadığı bir yerde birey özgür olamaz, özgürlüğün
olmadığı yerde de bağımsızlık kullanılamaz. Buna göre bireylerin gelişimlerini
özgür bir biçimde sağlayabilmesi bu iki öğeyi tam anlamıyla içselleştirmelerine
ve pratikte kullanmalarına bağlıdır. Bunu gerçekleştirmeyen birey kişiliğini
geliştiremez, insiyatifini ve perspektifini yitirir. Birlikte yaşayan, birbirine
karşılıksız sevgi besleyen bir çiftin, birbirlerine bağlı olmaksızın serbest
hareket etme, özgür kararlar alma insiyatifleri vardır. Yaşamın her alanına ilişkin
olan bu durumu, yanlış anlaşılmaması için kültürümüzün bize öğrettiği
açıklamakta fayda vardır. Öncelikle, çiftlerden her birinin aldığı kararlar
birbirlerini bağlayacağı gibi, bireysel de olabilir. Kadının aldığı bir karara
erkeğin kendisini ilgilendiren boyutunda katılmamış olması ve bunu desteklememesi
durumunda, diyalektik olarak bir çözüme ulaşılmalıdır. Bağımsız, samimi ve
dürüst olmayan kişiliklerle, böyle bir durumda çatışma yaşanması
kaçınılmazdır. Bu durumda, en güçlü, en sarsılmaz, en sağlam birliktelik
gelişmeye açık iki bağımsız, iki özgür, iki güçlü kişiliğin birlikteliğidir.
Bu tip kişiliklerde gördüğümüz en belirgin özellik 'kafaca gelişmeyi tamamlamış'
olmalarıdır. Ruhsal zenginleşme için, kişiliğin derinlik ve zenginlik kazanması
şarttır. Bu da kafaca gelişme ilegerçekleşir. Kafaca gelişme ise kültür birikimini
artırarak sağlanır.
Peki davranışın gelişmesi, güzelleşmesi, yalansız, açık, dürüst ve özgür bir
çizgiye oturması neye bağlıdır. Tabii ki hayatın esaslı bir şekilde, çok yönlü
kavranmasına bağlıdır. Ancak bu durumda birey için yaşamanın ne anlama geldiği
çok önemlidir. Yaşamı, tüm hayvani dürtü ve isteklerinin tatmini süreci olarak
algılayan ve bu uğurda her şeyi yapabilen birey,
özgürlüğünü,bağımsızlığını, kafaca gelişmesini nasıl gerçekleştirebilir?
Ve toplumsal bir değer yaratmada ya da toplumsal kültürün gelişmesinde nasıl bir rol
oynar?
Bunun karşısında kafasını, aklını insanlığın birikmiş dev kültürel
zenginliğini, mirasını kavramak için kullanan bireyi düşünelim. Tarihsel süreçte
bunların örneklerini yüzlerce kez görmüşüzdür. Heraklitos, Baba İshak, Bruno,
Marx, Lenin, Mao ve yaşamı uğrunda ölebilecek kadar seven diğerleri...
Peki modern birliktelikte çevrenin rolü nedir? Onu nasıl dikkate almak gerekir? Hiç
kuşkusuz her toplumsal ve ekonomik düzen, karşıt düşünce ve grupları bağrında
yetiştirir, olgunlaştırır. İleri olan düşünceler, ondan daha geri bir toplum ve
çevrenin ürünüdürler. Yani çevre ve toplum geridir. Geri olanın yaptığı gibi
davranırsak da ilerici özelliğimiz tamamıyla yok olur. Yaşam tarzımızı, kendi
özgür bilincimizle tayin etmeliyiz. Geleneğin ve çevrenin geriletici etkisinden uzak
bir şekilde kendi zevkimizi ve davranışımızı, toplumun dayattığı zevke ve
davranışa kurban etmemeliyiz. Kendi kendimizi yenileyerek güzel yaşamak bir sanattır.
Çevreyi, toplumu ve geleneği dinleyen bir insan nasıl ilerici(devrimci)olur? Çevrenin
bize dayattığı şey mülk duygusudur, bireyciliktir. Mülk duygusunun iğdiş ettiği
değer yargıları ve davranış kurallarıdır. Konuyu bir örnekle açmak,
açıklayıcı olması bakımından faydalı olacaktır. Birlikte yaşayan iki insanın,
çevrenin baskısı karşısında evlenmek zorunda kalması-bırakılması ya da böyle
bir istekle onların yaşamına müdahale edilmesi, çevrenin ve toplumun gerici
özelliğinin bir kanıtıdır. Bu baskılara gerektiği biçimde güçlü bir karşı
duruş göstermeyen, çevrenin, kendi yaşayış biçimlerine yaptığı eleştirileri
göğüsleyemeyen çiftin pasifliği, çevreyi daha bir cesaretlendirmekte ve bu anlamdaki
gericiliğin bir gelenek haline gelmesine yol açmaktadır.
Aşırı mülk duygusuyla yoğrulduğumuzu söyledik. Aşırı mülk duygusuyla özgür
birliktelik bağdaşmaz. Yaşamı mülke tabi kılan, amacı mülke tabi kılan bir
dünyada ileri(devrimci)olmak büyük bir sorumluluktur. Mülkiyet duygusunun güçlü
olduğu birlikteliklerde eşler birbirlerini mülk olarak görürler. 'Benimsin',
'seninim' biçiminde metalaştırırlar birbirlerini. Bunun doğal bir sonucu olarak mal,
mülk aşkı gerçek aşkı öldürür. Aşk ölünce de eşler birbirinden ayrılır. Bu,
düşünsel ayrılıkla aynı anlama gelir. Bu ayrılma durumunda eşler iki temel olgudan
kaçarlar.
Birincisi, güçlüklerden kaçmadır. Güçlüklerden kaçma, bireyin yapması gereken
fakat, mevcut şartlarda aşamadığı zorlukları aşmamasıdır. Çatışmadan korkmak,
susmaktır. Sorunlar üzerine yorum yapmamak (yorumunu genellikle diğerinden habersiz
başka birisine ikiyüzlü ve de karalar biçimde yapar), konuşmamaktır. Ancak,
çatışan insan hem kendisini, hem de karşısındakini değiştirir.
İnsanların geri, karanlık, çürütücü yanlarını eleştiren (doğru bir tarzda)
insan gelişmeye açık olur. Bunun kadar önemli bir nokta da bu eleştirilerin bir
boyutu olan karşı tarafın, hiçbir komplekse girmeksizin kendini geliştirmesi,
yenilemesidir. Yani yapılan eleştirinin kişiliğine yapılmadığını bilmesi, buna
göre eleştirinin gelişme ve değişme için gerekli olduğunu bilerek incinmemesidir.
Böyle bir insan, durgun, sıradan, sessiz, durumu idare eden ve yapabileceğim kadarını
yaptım diyen bir insandan daha açık olur gelişmeye. Şu bir gerçek ki, insanın
yapabileceklerinin sınırı yoktur. Buna inanmayanlar, kimseye söylemedikleri bir
şeylerden kaçan insanlardır.
Güçlüklerden, değişme ve değiştirme görevlerinden kaçan insan, kendisinden
kaçıyor demektir. Kaçmak hiçbir zaman çözüm getirmez. Yeryüzünde en zor ve en
zevkli şey, insanları dönüştürmek, yenilemek ve yenilenmektir. Zaten, en başta
kendisini yenilemeyen, değiştirmeyen insana hiç kimse inanmaz, güvenmez ve onun
yaptığı da lafazanlıktan başka bir şey değildir.
İkinci temel kaçma durumu çürüyüşten- yozlaşmadan kaçmadır. Bu, kaçan kişinin
kendi kendisine şöyle demesidir. 'Birlikte yaşadığım bu insan, tepeden tırnağa
çürüyüşünü, kokuşmuşluğunu yaşamaktadır. Artık, tövbe tutmaz, iflah olmaz
bir durumdadır. Eğer bu insanla birlikte yaşarsam benim de gideceğim nokta onun
yanıdır. Yani, bu çürüyüş beni de etkiler, sarar ve öldürür. En güzel, en
etkili dönüştürme silahlarını, en doğru yöntemlerle bu insana karşı kullandım
ve hiçbir sonuca ulaşamadım. Ben de çürümeye başlamadan ayrılıyorum'. İşte bu
tür kaçış gerekli ve yararlıdır.
Peki, tüm bunlardan, kadının ve erkeğin istediği zaman, istediği kişilerle birlikte
olma özgürlüğü sonucu mu çıkarılmalıdır? Tabii ki cinslerin özgürlüğü
burjuvazinin yaratmaya çalıştığı gibi bu değildir. Burada önemli bir nokta,
özgürlük kavramını nasıl algıladığımızdır. Bilindiği gibi Yeni Dünya Düzeni
ile birlikte özellikle vurgulanan ve yayılan bir kavram olan 'Liberalizm'in
karşılığı özgürlük, özgür düsünceciliktir. Kapitalizm'in isleyiş yasalarına
baktığımızda kadının, özellikle cinsel ve sınıfsal yönden sömürüldüğü
görülmektedir (Bunun için Kapital'i okumaya gerek yoktur). Bu bağlamda Liberalizm'in
kadına tanıdığı özgürlük; erkeğin her istediğini yapacak bir köle olma
özgürlüğüdür! Erkeğin özgürlügü ise; tüm hayvanı dürtülerini
doyurmasıdır. Görülmektedir ki kadın ve erkeğin birbirlerine ait olmaması, boyalı
medyada hergün aktarılan 'sanatçıların' ve 'yüksek sosyete'nin günlük ask
maceraları değildir. Modern birliktelikte kadın ve erkek birbirlerine karşı
duydukları saygı ve sevgi çerçevesinde böyle bir yozlaşmaya bulaşmazlar.
Özgürlük ahlaki bir sorundur aynı zamanda...
Paylaşıl(a)mayan Yalnızlık
I.
İnsan, kendisiyle ne zaman başbaşa -kalmak zorunda- kalır? Kendisiyle başbaşa
kalması bilinçli bir seçim midir yoksa bir nedenin ya da nedenlerin sonucu mudur?
Yalnızlık tehlikeli midir? Ve en son, yalnızlık bireysel midir yoksa toplumsal
mıdır?
Şimdi desem ki; insan hiç bir zaman yalnız kal(a)maz; evet hem de, her koşulda.
"Beş metre karelik bir hapishanede tek başına da mı?" deseniz ve ben de
"evet" dersem bir açıklama beklersiniz benden doğal olarak. Ben de, sorunuza
yanıt olarak, beş metre karelik bir hapishanedeki adam yalnız olamaz; çünkü
yaşadığı yerde bir canlı vardır mutlaka, örneğin; hamamböceği, tırtıl, akrep,
örümcek, sinek v.s. İnsanın nefes alıp verdiği yerde, bir canlı olması
kaçınılmaz bir gerçektir.
Bıyık altından güleceğinizi ve "bir bakıma, aslında evet" diyeceğinizi
de biliyorum. Buradan şuraya gelmek istiyorum: İnsanın yalnızlığının nedeni,
"insansızlık"tır." O kadar. Gerisi; optimizmdir, tatlı limonculuktur
(Polyannacılık) v.s.
yalnızlığı -genelde- bir mekanda bir kişinin tek başına olmasıyla canlandırırız
usumuzda hep. yalnız insan, sabah kalkar işe gider, çalışır; iş çıkışında
arkadaşlarıyla buluşur, eğlenir belki. Ama yine de yalnızdır. Demek ki insan
ilişkileri içinde bilinçli bir özne olmak da yalnızlığı ortadan kaldırmıyor.
Burada yalnızlığın nedeni, insansızlık değil; yalnız insanın duygularını,
düşüncelerini paylaşacak usundaki insan(lar)la birlikteliksizliktir. yalnız inasanın
usundaki birlikteliğin olmaması, ilişki içinde olduğu insanları da yok saymaya neden
olur ki böylece yalnız insan, kendini içsel olarak insansızlığa kuşatır.
İnsanın yalnız kalması "bilinçli bir seçim" değildir. yalnızlık,
insanın usunda canlandırdığı insan(lar)la yaşanan toplumda karşılaşamama, onlarla
dost/sevgili olamamadır. Tıpkı, aşk gibi. Usumuzda canlardırdığımız kişiyle
karşılaştığımız an aşık oluruz. Yalnız insan içinse bu durum,
yalnızlığının sonlanmasıdır.
Yalnızlık insan yaşamında -aşk gibi- süreğen değildir asla. "Belli bir zaman
dilimi"nden sonra, yeni bir insanla tanışma yalnızlığı yok eder. yalnızlığı
yok etme, aradığmız insanla karşılaşmamız anlamına gelmez her zaman. Bazen,
yalnızlık duygusunun "belli bir zaman" kaybetmeye neden olur yalnızca.
yalnızlık duygusunun bir ana bile kaybolması, yalnız insan için mutluluk ve umut
veiricidir. Ancak, yalnız insanı belli bir zaman yalnızlığından kurtaran kişi,
yalnız insanla "belli bir zaman dilimi"nde bir birliktelik yaşamak
zorundadır. yalnızlık duygusunun yitip yitmemesi ancak bu "belli bir zaman
dilimi"ndeki birliktelikle ölçülebilir. yalnız insanın ilişkide olduğu insan,
yalnızlık duygusunu yitiriyorsa, yalnız insan ona yakınlaşır. Tersi, uzaklaştırır
e yalnız insan yine yalnızdır.
ıı.
Yalnızlık, bireyseldir. Dolayısıyla, iki kişi yalnızlığı asla paylaşmaz.
Paylaşım varsa, yanızlık yoktur. İki kişinin yalnızlığı, "iki
yalnızlık"tır. Çünkü, şairin dedeği gibi, "yalnızlık
paylaşılmaz/paylaşılsa yalnızlık olmaz."
Herkesin yalnızlığı kendinindir. Birinin yalnızlığı, bir başkasının
yalnızlığına karıştığında, yalnızlık da ortadan kalkar.
III.
Yalnızlık eşittir mutsuzluk değildir. yalnızlık duygusundan kurtulma, yalnızlık
duygusunu duyumsayan özneye bağlıdır. Yalnızlıktan, içsel insansızlıktan
kurtulmanın tek yolu, içsel insansızlığa son vermektir. Bu da, ilişki içinde
olduğumuz/olacağımız insanlarla insanansal bir paylaşım içinde olmakla
mümkündür. yalnızlık çekmemenin tek yolu -aslında bu insansal bir gerekliliktir!-
egoist olmamaktır.
Evet, yalnızlık eşittir mutsuzluk değildir; ama egoistlik eşittir yalnızlıktır.
Hiç kimse, egoist bir insan karşısında sonsuza dek paylaşımcı (verici) olamaz.
Yalnız olmamak, "fedakar" olmaktır. İnsanın hayatında yalnızlığını
ortadan kaldıran bir kişi de olabilir yüz kişi de... Bir kişiyle de, yüz kişiyle de
olsa bu ilişki (yalnız olmama) "karşılıklı fedakarlık" ortadan kalkarsa,
bu iki insan arasındaki ilişki, "yalnızlık ilişkisi"dir artık.
"Ben, yalnız değilim; çünkü kedim, çiceğim... var." gibi sözleri
gündelik yaşamımızda sıkça duyarız. Aslında, yalnızlığa karşı hoş bir
direnişözünde bu içsel kaçışlar. Hoş ama boş bir sonucudur bu tip söylemler.
Bireysel doyuma ulaşamayanlar içinse durum daha trajik ve arabesk olsa gerek. Çünkü;
onların, bir kedicikleri bile yoktur (!)
Bu tip, hoş ama boş kaçışları olan, yalnız olmadığını söyleyen bir insan
kedisiyle, çiçeğiyle... paylaşımı (her ne ise) karşılıklı mıdır yoksa tek
taraflı mıdır?
İşten yorgun argın gelen bir kişi (kedisiyle yalnızlığını paylaşan!)
yalnızlığını paylaştığını söylediği kedisini; okşayabilir,
mıncıklayabilir... Peki, kedinin yalnızlığını paylaştığını söyleyen kişiyi
-bilinçli olarak- cırmalama, ona, "bugün süt yerine havyarla karnımı doyurmak
istiyorum" ya da "Mart geldi. abazanlıktan ölüyorum. Ben, bugün, dışarı
çıkıyorum. Biraz gönül eğlendireceğim. Hadi, sana eyvallah'' deme özgürlüğü
var mı? Varsa, mesele yok(!)
IV.
İnsanın yalnız kaması "bilinçli bir seçim" değildir dedik. Ama
kapitalizim, yalnızlığı, insanlara dayatır. Bu dayatmanın en bilirgin ve şat olanı
"depolitizasyon"dur. Depolitizasyon, yani yalnızlaştırma, belli bir zaman
dilinde bireyle üzerinde (bir baskı aracı olarak) gerçekleşir. yalnızlığın bu
yönü, siyasaldır. Bu tür yalnızlık empoze edilen insanların yalnızlığı ise
topumsaldır. Tıpkı, 12 Eylül faşizminin insanları depolitize etmesiyle oluşan
yalnızlık gibi. Bu tip yalnızlaştırmalar, birey(ler)in "düşünsel
izgürleşim"lerini dumura uğratarak ya da manipüle ederek gerçekleştirir.
V.
Yalnız insanlar, karamsar ve (u)mutsuz mudurlar? Ve intihar eden insanlar, yalnız
mıdırlar?
İnsanın yalnız kalmasının nedeni, insansızlıktır evet ama bu yalnızlık, kaba bir
benzetmeyle, Robenson yalnızlığıdır. Günümüz toplumlarında bu tür bir fiziksel
yalnızlıktan bahsetmek olanaksız gibi. Peki nasıl bir yalnızlık? Psikolojik
yalnızlık. Robenson'un yalnızlığı kaçınılmaz bir dışsal (fiziksel) yalnızlık.
Günümüz toplumlarındaki yalnızlıksa içseldir (ruhsal).
İçsellik, öznenin iradesiyle ilintilidir. Özne, kendini insansızlığa kuşatıyorsa
aslında "nesne"leşiyor demektir. Bu da, kendine "yabancılaşma''nın
başlangıcıdır. Kendine yabancılaşmış özne kendi içinde bir "öteki''dir.
Ötekilişme, yani yabancılaşmanın temel nedeni, depolitizasyonda olduğu gibi gene
siyasal bir baskıdır ki bu, kapitalizmin işleyebilmesi için gerekli -ve önemli-
veçhelerden biridir.