24. Sayı
1928 yılında, Mübadele öncesi Ayvalık'ın yerlilerinden Çakırakis ile babam
arasında başlayan ticari ilişki samimi bir dostluğa varmıştı. Oysa mübadele
üzerinden henüz dört yıl, Kurtuluş Şavaşından isealtı yıl geçmişti.
Yunanlılar, Anadolu Rumları ve Türkler arasında geçen acı tatlı olaylar zihinlerde
hâlâ tazeliğini koruyordu. Girit'te acı çekmiş birçok insan Çakırakis'e öfkeyle
bakıyordu. O zeki bir insan olduğundan öfkeli bakışları fark etmişti. Birgün
babama "Kiriye yaşlıdaki (bay yaşlızade), hemşerileriniz benden
hoşlanmıyorlar, varlığımı hazmedemiyorlar" demiş. Babam, Çakırakis'in
teşhisinin doğruluğundan kuşkusu olmadığı halde "hayır yanılıyorsunuz"
demek zorunda kalmış. Çünkü huzursuz olmasını, kırılmasını istemiş.
Çakırakis, devletin ve babamın himayesi altında olmasına rağmen şehir içinde bile
yalnız dolaşmaya çekiniyordu.
Birgün babama yukarıdaki mahallede bulunan Panayia Kilisesi'ne gitmek için teklifte
bulundu. Babam beni de yanına aldı. Bu kilise adanın en büyük ve en görkemli
kilisesiydi. Geniş bir avlunun içine oturtulmuştu. Duvarları yüksekti ve üzerlerinde
her iki metrede bir sarmısak taşından sütunlar dikilmişti. Bu sütunlar arasında
uçları ok şeklinde yapılmış tahminen 140-150 cm yüksekliğinde duvarlar boyunca
devam eden demir parmaklıklar bulunuyordu. Kilise avlusu üç kapıyla kapanıyordu. Bir
kapı kilisenin tam karşısında batı yönünde, diğer bir kapıda avlunun güneybatı
yönünde tam köşede yer alıyordu. Yarım yuvarlak merdiven ve çok güzel basamaklara
sahip olan bu kapı girişleri şimdi yalnız güneybatı yönündeki giriş kapısının
merdivenlerinin temelleri görünmektedir. Doğuda yani kilisenin arka tarafında daha dar
bir kapı vardı. Avlu içinde günlük ayinler, özellikle de gece ayinleri için
kullanılan küçük bir kilise daha mevcuttu. Kilisenin zemini diğer kiliselerde de
olduğu gibi deniz kenarındn toplanmış parlak, beyaz ve siyah küçük taşlarla
çeşitli geometrik şekiller oluşturularak döşenmişti. Avluya kilise karşısındaki
ana kapı girişinin solunda kuzey yola dayanan iki katlı bir yapı vardı. Üst katın
ön tarafında yapının uzunluğunca devam eden bir balkon bulunuyordu. Her iki tarafta
mevcut olan merdivenlerle yukarıya çıkılabiliyordu. Balkon çok güzel demir
parmaklıklarla çevrilmişti. Üst kat misafirhane, alt kat ise kilisenin idari ve mali
işlerinin görüldüğü büro olarak kullanılıyordu. Odaların ilkinde meşe
ağacından yapılmış kocaman bir para kasası vardı. Kasa demir çemberlerle
çevrilmiş ve tahminen dört santimetre kutrunda kaba bombeli çivilerle (tahminen her 15
santimetrekarede dört çivi) sağlamlaştırılmıştı. İki anahtarla kilitlenebilen
çok büyük bir dahili kilidi vardı. Kasa açık vaziyette duruyordu.
Kilise binası üç taraftan beş merdivenli kapıyla çevrilmişti. Kilisenin ön cephesi
çok görkemliydi. Geniş merdivenden çıkarak binanın ön giriş kısmını ayakta
tutan dört adet sarmısak taşından yapılmış bu kalın sütunlar azamet teşkil
ediyordu.(1) Her sütun başlık ve alt kaideler hariç dört parçadan imal edilmişti.
Çakırakis ile kilisenin girişine geldiğimizde buradaki dört sütunun götürülmüş
olması cephenin eski görkemli güzelliğinin yitirilmesine neden olmuştu. Binanın ön
kısmı kilisenin inşaası sırasında bir duvardan diğer duvar arasına
yerleştirilmiş gergin, kalın bir demir lamaya dayanıyordu. Bu sayede cephenin adeta
havada durduğu hissine kapılmanız kaçınılmazdı.(2) Çakırakis merdivenden
çıkarak bu manzarayı daha yakından gördüğünde dona kalmıştı. Çok etkilendiği
ve üzüldüğü her halinden belliydi. İstavrozunu yaparak kiliseye girerken biz de onu
takip ettik.
Kilisenin içi muazzamdı. İki sıra sütun, kubbelerle çevrilmiş tavan.(3) Mahfillerin
ve kubbelerin ağırlığını sütunlar sırtlamış gibiydi. Taban beyaz ve siyah
mermerlerle şekilli olarak döşenmişti. Zemin kat duvarlarıyla mahfil duvarlarının
etrafı açılır kapanır sandalyelerle donatılmıştı. Sandelyeler duvarlara
tutturulmuşlardı. Mihraba girişin ön cephesi bir altın deryası sanırdınız;
kabartma süslemeler, çeşit çeşit güzellikte motifler tamamı altın yaldızlarla
kaplanmıştı. Bu güzelliğe bakmaya doyamazdınız. Mukaddes Masanın (Ayia Trepeza)
bulunduğu yer ve mihrabın tabanı beyaz mermerlerle döşenmişti. Dahili sütunlar ve
başlıkları alçıdan yapraklarla, alçıdan kornişler ise çeşitli motiflerle
bezenmişti. Tamamı çeşitli renklerde boyalarla ve altın yaldızlarla süslenmişti.
Duvarlar ve mahfillerin dış kenarları sıva üstüne ve deri tabakaları üzerine
işlenmiş, sayısız aziz resimleriyle donatılmıştı. Aziz toplulukları, İsa'nın
doğumu ve çarmıha gerilişi, Yunus peygamber, 12 havari freskoları yanında Mihrabı
kaplayan Meryem Ananın büyük bir ikonu bu resimlerin bazılarındandır. İkonlar o
kadar hünerle ve ustalıkla yapılmıştıki canlı olduklarını sanırdınız. Despotun
tahtı, vaaz mahali paha biçilmez varlıklardı. Oyma mermerler altın varaklarla
süslenmiş bir şahaserdi. Burası bir ibadethaneden ziyade bir müze görünümündeydi.
O zaman henüz bir çocuk olmama rağmen çok etkilenmiştim. Sonraki yıllarda ailemle
beraber kiliseyi daha çok görme ve gezme imkanım oldu.
Kilisenin güney yönünde çok yüksek bir çan kulesi vardı. Çakırakisle beraber
kilisedeki gezintimizde çan kulesinin dibine geldiğimizde onun yine üzüldüğüne
tanık oldum. Üzüntüsünü gizlemeden istavroz çıkararak "çok yazık oldu"
dedi. Kuleden aşağıya düşürülmüş olan çanın yanına gitti. Çanın kenarındaki
kırığa işaret ederek babama "bu kırık, çan kuleden aşağıya
düşürüldüğünde oldu" dedi. Bir kaç defa daha "yazık, yazık"
dedikten sonra anlatmaya devam etti. "Bu kilisenin inşasına bir Türk neden
olmuştur". Babam şaşırarak "nasıl olur" dedi. Çakırakis devam eder;
"Moskonisi'de (Alibey Adası) yaşayan Rumlar tarafından çok sevilen Emin Ali
Baltacı adında yetenekli bir demirci ustası vardı. Demirci üç gece üst üste aynı
rüyayı görür. Rüyasında Azizler, şimdi içinde bulunduğumuz kilisenin yerini
göstererek 'git söyle bu yere bir kilise inşa etsinler, kilisenin çanını da sen
yapacaksın' derler. Ali Ağa ilk gece rüyayı önemsemez, doğal karşılar. Fakat
ikinci gece de aynı rüyayı görünce şaşırır ve heyecanlanır. Yine de kimseye bir
şey söylemez. Üçüncü gece Azizler kilisenin yapılmasıyla ilgili söylediklerinin
ilgililere söylenmesi hususunda Ali Ağayı sıkıştırırlar. Biraz korkan fakat
fazlasıyla heyecanlanan Ali Ağa yatağından fırladığı gibi soluğu Episkopos'un
evinin kapısında alır. Kapıyı çalarak Episkopos'un uyandırılmasını ve anlatacak
çok önemli şeylerinin olduğunu söyler. Episkopos, Ali Ağayı tanıyan hizmetkarı
tarafından uyandırılır. Ail Ağa ziyaretinin sebebini anlatmaya başlar; 'Aziz peder
bu saatte sizi rahatsız ettiğim için beni affediniz. Üç gecedir azizler rüyama
girerek belirttikleri yerde bir büyük ve güzel bir kilise yapılmasını istediklerini
size söylememi emrediyorlar. İnşa edilecek kiliseye uygun bir çanın da benim
tarafımdan yapılmasını şart koşuyorlar. Bu konu için sizi rahatsız ettim.'
Episkopos, 'Geldiğine çok iyi ettin, ben böyle mukaddes meseler için rahatsız olmam.
Sen şimdi evine dön ve uyu, yarın sabah kiliseye gel. Ben Kiliseler Kurulunu ve Şehir
Meclisini toplayarak rüyalarınızı kendilerine anlatacağım. Elbet toplantıda konu
değerlendirilir ve bir karara varılır' diyerek Ali Ağayı gönderir.
Ali Ağa Episkoposun ellerini öper ve evine döner. Sabah olduğunda doğruca Episkopi
olan Ayia Triada Kilisesine gider. Heyetler toplantı halindedir. Görüşmeler
bittiğinde Ali Ağayı çağırırlar bir kez daha onu dinlerler. Daha sonra hep beraber
rüyasında gördüğü araziye, yani şimdi kilisenin bulunduğu yere gelirler. O zamana
kadar herhangi bir yerleşimin olmadığı bu boş arazi beğenilir ve kilisenin
inşasına karar verilir. Yıl 1860. Derhal hazırlıklar başlar. Sarmısaktan gemilerle
getirilen taşlar bütün ada halkının ortak çabasıyla limandan kilisenin
yapılacağı tepeye kadar elden ele taşınır. Hızlı bir çalışma başlar. Adanın
en büyük ve en görkemli kilisesi yavaş yavaş yükselmeye başlar. Bu arada Ali Ağa
planlanan çan kulesine uygun büyük bir çanın imalatı için Almanya'nın Bochum
Dökümhanelerine sipariş verir. Çanı yaptıranın isminin ve imal tarihinin çan
üzerine yazılmasını da ister. Kilisenin inşaatı bittiğinde çan kulesi yörenin ve
Ayvalık'ın en yüksek ve taş işlemesi bakımından en güzel çan kulesi olmuştu.
Kilisenin inşasının bitiş tarihiyle çanın imal tarihi aynıdır; 1863."
Çan gemiyle limana getirildiğinde adanın bütün halkı toplanmış sevinç
çığlıkları arasında çanı karaya çıkarmışlar, elbirliğiyle arabaya yükleyerek
kiliseye götürmüşler. Çan kuleye çekildikten ve yerine asıldıktan sonra büyük
bir törenle kiliseyi ayine açmışlar. Çan sesinin Midilli'den ve Anadolu köylerinden
duyulduğunu büyük bir heyecanla anlatmıştı Çakırakis.
Kilisenin çan kulesi, alt bloğundan sonraki iki katı pembe sarmısak taşından,
çeşitli motiflerle işlenerek inşa edilmişti. Görülmeye değer bir sanat
şaheseriydi. Böyle işlemeli ve yüksek bir çan kulesi Ayvalık'ta olmadığı gibi
İstanbul'da dahi görmedim. Ne yazık ki o çan kulesinden şimdi elimizde yanlız iki
sütun başlığıyla bir sütun alt taşı bulunmaktadır.
Kilisenin o muhteşem çanı ise 1935 yılına kadar kulenin dibinde, düşürüldüğü
yerde durmaktaydı. 16 Mart 1935'de Hitlerin Versailles Anlaşmasının tanımadığını
duyurması, 2 Ekim 1935 de İtalya'nın Habeşistan ve Etopya'yı işgal etmesi, 7 Mart
1937 de Almanya'nın Versailles Anlaşmasını ihlal ederek Rhineland'a girmesi, 18 Temmuz
1936 da başlayan askeri isyanların iç savaşa dönüşmesi Türk Hükümeti ve Genel
Kurmayını da harekete geçirdi. Milli Savunma Bakanlığı halkı sivil savunma
konusunda bilinçlendirmek için bir kampanya başlattı. Askerlik çağı geçmiş
olanları grup grup Profit İlia tepesinde pasif korunma yöntemleri konusunda
bilgilendirme ve eğitme çalışmaları yürütüldü. Sivil savunma seferberliği
sırasında herhangi bir tehlike karşısında halkı uyarmak için bir araca gereksinim
duyulduğu ortaya çıktı. O zamanda henüz elektirikli canavar düdükleri, sirenler
yoktu. Üstelik Ayvalık'ta elektrik geceden geceye verilmekteydi. Ayvalık'taki
yöneticiler Alibey Nahiyesindeki büyük çanın sirenlerin yapacağı işi yerine
getireceğini düşündüler. Çanın Ayvalık Profit İlia tepesindeki kilisenin çan
kulesine koymayı kararlaştırdılar. Bu işin yerine getirilmesini de rahmetli Sakı
Beye (Barok) havale ettiler. Bu olay, okul yıllarımın iki tatilinde Sakı Beyin
atölyesinde devam ettiğim zamana rastlar.
Sakı Bey, çanın Ayvalık'a taşınmasında Mustafa Bodin Bey ve beni görevlendirdi.
Yanımıza da yardımcı olarak iki işçi verdi. Caraskal, sehpa ve zincirleri motorla
adaya getirdikten sonra o dönemde adanın tek öküz arabası sahibi Zübeyir Kırağ
Ağayı bularak çanı Ayvalık Profit İlia tepesine götürmek istediğimizi anlattım.
Nakliye işinde yardımcı olması konusunda anlaştık. İskeleden sehpa ve takımları
alarak kiliseninin avlusuna gittik. Sehpayı kurarak koca çanı Zübeyir Ağanın o eski
arabasına yükledik. Çok ağır yol alarak Profit İlia tepesine güçlükle vardık.
Burada bir problemle karşılaştık. Kilisenin çan kulesinin üst katı
yıktırılırken ikinci katın sütunları onar santimetre kadar yerlerinden
ayrılmışlardı. Bu durumu gören Sakı Bey canı çok sıkılmış bir vaziyette
"şimdi ne yapacağız" diye dert yandığında hiç tereddüt etmeden fikrimi
öne sürdüm. Üç çeyrek kalınlığında demirden kule genişlşği kadar dört adet
vida yaptırarak, bu vidaların yivsiz tarafına, üç çeyrek kalınlığındaki demirin
geçeceği şekilde halkalar çevireceğiz sonra dört vidayı kulenin etrafında
birbirine geçirdikten sonra somunları sıkarak sütunları yerlerine oturtacağız
dediğimde, Saki Bey, "bravo Ali, en iyisini sen düşündün" dedi. Ertesi gün
yapmış olduğumuz vidaları çan kulesinin ertafına geçirerek somunları dört
taraftan sıkarak sütunları eski yerlerine oturttuk. Çanı kuleye asmak için haç
şeklinde yaptığımız putrelden bağlantıyı kulenin üzerine yerleştirdikten sonra
çanı çekerek kuleye bağladık. Çanı Ayvalık'a götürürken tokmağını
bulamamıştık. Balyoz vurarak çanı sesini kontrol ettiğimizde sağır olacağımızı
sandık. Büyük bir uğultu ortalığı kapladı. Çanın sesi her taraftan Alibey
adasından da duyulmuştu. Ayvalık halkıda henüz çanın asıldığından haberli
olmadıklarından bu dehşetli sesten ürkmüş ve heyecanlanmışlardı.
Çan, 1944 yılının 5 Ekim sabahı meydana gelen büyük depreme kadar yeni yerinde,
kulede asılı kalmıştı. Çan kulesi aniden yıkılır ve çan yere çakıldığında
yarısına kadar toprağa gömülür. 1968 yılında adanın belediye zabıtasında
görevli olan Mustafa Güngör'e, Profit İlia tepesirdeki çanın hikayesini anlattıktan
sonra o anki durumunu izah ederek işçileriyle gidip çanı topraktan çıkararak dik
kaldırmasını rica ettim. Mustafa birkaç gün sonra yanıma gelerek çanı topraktan
temizleyerek dik kaldırdıklarını söyledi. Kendisine teşekkür ettim.
O zamanlar Yunanistan'la ilişkilerimiz daha yumuşak ve dostaneydi. Bir gün rahmetli
dostum Yahya Akıncı'yla beraber Turizm Bürosuna gittik. Yetkilelere çanın
öyküsünü ve imalatını anlattım. Çanın o tepeden alınarak Turizm Bürosu önüne
koymalarını önerdim. Bir Türk'ün kiliseye çan yapacak kadar açık fikirli ve uygar
olduğunun kanıtı olarak sergilenmesinin iyi olacağını izah etmeye çalıştım.
Bunun güzel bir jest olduğunun bilinmesi gerektiğini söyledim. Yetkililer,
"aldırırız" dedikleri halde hiç ilgilenmedilier. Bir süre sonra da Bergama
Müzesi'nden gelenlerin çanı götürdüklerini haber aldım. Ayvalık yöneticileri
çana sahip çıkmadılar, götürülmesine göz yumdular.
Çan, Bergama Müzesi'nde sergilenmektedir. Fakat hikayesinden arındırılmış ve ait
olduğu yerden kopartırılmıştır. Alibey adasından, Ayvalık'a, oradan da Bergamay'a.
Oysa çan adanın malıdır. Bergama'da ne olduğu bilinmeyen bir çan olarak
görülmektedir. Adada ise tarihi temsil edecektir. Çan, Bergama'dan alınarak ait
olduğu Panayia Kilisesi'nin yıkıntıları üzerine konularak herkesin görmesi
sağlanmalıdır.
Panayia Kilisesi'nin batı yönünüde avluya giriş kapısının tam karşısındaki evde
oturan balıkçı Nafi Eldek efendinin karısı Nazife Hanım 13 Nisan 1930 da
ölmüştü. Kilisenin yıkılış sürecide bu ölümün ardından gelişen olaylarla
başlar. Tesadüf eseri oluşmuş ilk zarar, ilgisizlik ve kültüre saygısızlıkla
birleşerek bir sanat eserinin yıkılışına neden olmuştur.
Nazife Hanımın ölümünün üçünçü gününde hayır için helva yapıp
dağıttılar. Helva yapımında kullanılan sac ocağı sönmemiş kömürlerle beraber
merdiven altına koydular. Evde kimse yokken kömürlerin sağladığı sıcaklıkla
merdivenler tutuşur. Ateş bir anda bütün evi sarar. Ev kocaman bir çıra gibi yanmaya
başlar. Yangını gören ahali yardıma koşar. Fakat batıdan esen şiddetli rüzgar,
kovalar ve tenekelerle sağlanan suyla söndürülmeye çalışılan yangının
şiddetlenmesine neden olur. Rüzgarın marifeti bununla kalmaz. Evden taşıdığı
kıvılcımlar ve tahtalardan fırlayan yanık budaklarla kilisenin çatısını ve
bağdadi kubbelerden birini tutuşturur. O zamanlar adada itfaye yoktu. Ahali yangının
söndürmek için kendi olanaklarıyla çırpınıp duruyordu. Söndürme
çalışmalarına katılanlar arasında bulunan çok kuvvetli ve çevik bir genç olan
Erzincan Kemah doğumlu, Kopuk Hasan lakaplı Timur oğlu Hasan Kıran kilise çatısına
sıçrayan yangına müdahale etmek için çatıya çıkar. Kubbelerin bağdadi olduğunu
düşünmeden kendini yanan yere atar. Çatının o kısmı kubbeyle beraber çöker.
Herkes yangını söndürme çalışmalarını bırakarak Hasan'ın yardımına koştu.
Biz çocuklar da peşlerinden. Hasan o yükseklikten mermer zemin üzerine büyük bir
hızla düşerek döküntülerle beraber büyük bir yığın oluşturuyordu. Her tarafı
yara bere ve kan içindeydi. Kırıkları olduğu söylendi. Yardıma koşanlar arasında
bulunan çoban Tevfik, Hasan'ın o feci durumunu görünce koşarak evine gitti ve besi
için bulundurduğu koçu kesti. Sıcak koç derisine sarılan Hasan'ı aceleyle Edremit
Hastanesine götürüldü.
Hastanede zamanın tüm olanakları kullanılarak Hasan'ı çok iyi tedavi ettilir. Fakat
sıhhatine kavuşması için çok zamanın geçmesi gerekti. Sonunda bir ayağı az
sekerek yeniden hayata atıldı. Cesareti hayatı boyunca taşıyacağı bir hasarla
tescil edilmişti.
Yangının, Hasan üzerinde olduğu gibi kilisede de kalıcı izi oluşmuştu. Çatının
bir kısmı hasar görmüştü. Bu olay kilisenin acı sonunun başlangıcı olmuştu.
5 Ekim 1944 yılında meydana gelen depremden hasar görmesine rağmen kilise bütün göz
alıcılığıyla hala ayaktaydı. 1954 yılında Hulusi Zarplı adada babası adına bir
okul yaptırmaya karar verdi. Demir ve mamaullerinin piyasada kıt olduğu ve karaborsaya
düştüğü yıllardı.O dönem Balıkesir milletvekili ve bakan olan Y.S okulda
kullanılmak üzere demir tahsisi verilmesini sağlar. Okul inşaatı Bender Ahmet ustaya
verilir. Okulun temelleri açılır. Temellerde ve inşaatta kullanılmak üzere taş
gerekmektedir. Hulusi Zarplı Ayvalık'tan traktör ve işçilerini adaya getirtir. Taş
ocağı olarak Panayia Kilisesi kullanılır. Adanın en görkemli yapısı ve bir sanat
eseri olan kilise hiç düşünülmeden ve hesap sorulacağı endişesi taşınmadan
yıktırılır. Sadece bu katliamla da kalınmaz. Şehrin kuzeyinde Aşıklar Tepesinin
eteğinde 1915 yılında inşa edilmiş fakat dahili sıvası henüz yapılmadığı halde
ibadete açılmış bulunan Ayia Pandeleimonos Kilisesi de aynı şekilde
yıktırılmıştır. Kiliselerden elde edilen ganimetler olan taşların bir kısmı okul
inşaatında diğer kısmıda Sakarya Mahallesinde bulunan fabrikasının karşısında
yaptırdığı binalarda ve fabrikanın ek binaların inşaatında kullandı. Bu taşlar,
Bodur'ların evinin yanındaki rıhtımdan Kazdağlıların motorlarıyla Ayvalık'a
taşınmıştır.
O yıllarda kendi işlerimizde yaşadığımız büyük mali sıkıntılar yüzünden
beldemizde olan bitenle ilgilenememiştim. 1956-1968 yılları arasında Alibey
adasındaki kurşun madeni, İrvindi ve Çanakkale Yenice'deki madencilik faaliyetlerim
nedeniyle yıllarca şehrimizin üst mahallelerine çıkmak fısatı bulamamıştım.
7 Temmuz 1982 günü aslen Moshonisi'li (Alibey) olan Midilli Adası, Mitimna şehrinden
papaz Pavlos adaya geldi. Rastlantı sonucu evini ararken karşılaştık. İbrahim
Başkurt o esnada ikimizi evine davet etti. Orada uzun uzun konuşma imkanı bulduk. Tabii
konumuz Alibey Adası'ydı. Profesör Sitças Karaiskaki'nin yazdığı Moshonisia İ
Patridamu kitabını getirmesini rica ettim, olumlu karşıladı. Sohbet sırasında
Panayia kilisesinin 1944 depreminde zarar gördünü söylediğimde papaz kiliseyi ziyaret
etmek istediğini belirterek benden eşlik etmemi rica etti. Kilisenin yıkık olduğunu
söylediğim halde gitmemiz için ısrar edince ona katılmak zorunda kaldım. Yukarı
mahalleye doğru yürürken bir yandan da sohbet ediyorduk. Sokağın köşesini dönüpte
kilise avlusunu karşımıza aldığımızda, tüylerim diken diken oldu. Kanım başıma
hucum etti. Karşımızda bir moloz yığını vardı. Yıkıntılar arasından
yürüyerek kilisenin olduğu yere geldik. Papaz o manzara karşısında dona kalmıştı.
İstavroz çıkararak mihrap (apsist) ın olduğu yere gitti. Eğildi, mihrabın
tabanını gösterdi. "Alibey deprem yıktı, tamam. Fakat bu taşı da deprem mi
çıkardı?" dedi. Gösterdiği taşın üzerinde ve mihrabın kenarında ve
üzerinde kazma izleri vardı. Utancımdan kıpkırmızı kesildiğimi hissettim. Verecek
hiçbir cevabım yoktu ve yerin dibine batsam daha iyiydi. Yalnızca "dinim üzerine
yemin ederim ki kilisenin bu halde olduğunu bilmiyordum" diyebildim.
Papaz doğuya dönerek istavroz çıkardı, dua etti. Mihrabın önünden birkaç ufak
taş parçasını alarak cebine koydu. Üzüntüm papazın üzüntüsünden az değildi.
Milletime mensup olupta kendilerini kültürlü ilan edenlerden, memeleketimizin kültür
varlıklarından olan kiliseleri bu hale getirenlerden bir insan olarak utandım,
utanıyorum. Kilise avlusundan papazın kaldığı pansiyona kadar konuşmadan yürüdük.
Hulusi Zarplı'nın okul yaptırmak gibi örnek bir davranışı küçümsemiyorum, keşke
daha yüzlerce okul yaptıracak insan çıksa. Fakat okul yaparken kültürel yıkımın
anlamı ne? Okullarda okuyan çocukların kültüre yaklaşımlarını nasıl olacak?
Ancak belediye ve maliye arsalarında yüzlerce okul yapacak kadar taş varken,
şehrimizin bir sanat harikası dolan ve artık bizim öz malımız olan kiliseleri
taşları için yıkmaya ellerinin nasıl vardığını vicdanlarının nasıl kabul
ettiğini bir türlü anlayamıyorum, kabul edemiyorum.
Bunun yargısını halka bırakıyorum.
Dipnotlar
1. Kilise girişinin ve sütunlarının görkemli durumu Çakırakis ile beraber Kiliseyi
ziyaretimizden önce de tanık olduğum bir manzaraydı.
2. Kilisenin ön cephesindeki sütunlar 1927 yılında Edremit'ten diş doktoru Cemalettin
Bey, zamanın genç nahiye müdürü E. K. ile görüşerek Panayia Kilisesi'nin
sütunlarını Edremit'te yeni yapılacak olan Hükümet Konağı'nda kullanılmak üzere
Kilise'den sökülmesi için izin ister. Genç müdür hiç tereddüt etmeden izin verir.
Sütunları sökmek ve arabaya yüklemek için Ömer Usta ve Oğlu İbrahim'i bulurlar.
Sütunlar Cemalettin Bey'in Edremit'ten getirdiği manda arabalarına Ömer Usta'nın
ağaçtan yaptığı sehpa aracılığıyla kolaylıkla yüklenir. Bu olayın üzerinden
66 yıl geçtikten sonra Kilise'den götürülen sütunlar aklıma geldiğinde iki gün
üst üste Edremit'e gittim, soruşturdum. Benden daha yaşlı biri Akçay'da oturan Remzi
Molvalı ile görüşmemi söyledi. Remzi Bey'le görüştüğümde sütunların Ada'dan
getirildiğini hatırladığını, aynı zamanda Fransızca Hcası olan Dr. Cemalettin
Bey'in sütunları Hükümet Konağı'nda değil de yeni yaptırdığı kendi evinin
girişinde kullandığını öğrendim. Tekrar Edremit'e döndüm evi buldum. Artık evin
yeni sahibi olan Ali Yakın bana sütunları gösterdi ve evin yangın geçirdiğini, bu
sütunlar yüzünden Anıtlar Yüksek Kurulu inşaat izni vermediğini söyledi.
Anladığım kadarıyla başına bela olan bu sütunlardan kurtulmak isteyen Ali Yakın'a
sütunları tekrar Panayia Kilisesi'ne geri götürmek istediğimi söylediğimde ise
Anıtlar Yüksek Kurulu'ndan izin alırsam götürebileceğimi bildirdi.
3. Kubbeler tuğla kagir değil, Bağdadi Çıta'larla çevrilmiş olup çok güzel
sıvanmışlardı. Boya ve yaldızlarla yaptıkları süsler yapıya ayrı bir güzellik
ve büyüklük veriyordu. Dam, keresteden çatı ve kiremitle örtülüydü.