24. Sayı
Bu çalışmanın hareket noktası, Mümtaz Soysal'ın Avrupa Topluluğunun insan
haklarına yönelik tutumunu, Paris Sözleşmesi'ni temel alarak irdelediği bir
çalışmadır (Soysal 1995). Soysal'a göre sözkonusu belge, insan hakları bakımından
iki temel çelişki içermektedir: İlk olarak, belgede yapılan ulusal ya da etnik
azınlıkların "hakları" üzerindeki vurgu, insan haklarının evrenselliği
ilkesi ile çelişmekte ve ikinci olarak da temel hak ve özgürlüklerin belirli bir
sosyal ve ekonomik sisteme, yani piyasa sistemine bağlanması ve insan haklarının
piyasa ekonomisine ulaşmada bir "araç" olarak değerlendirilmesi, yine insan
haklarının evrenselliğiyle bağdaşmayan ideolojik bir seçimi göstermektedir. Bu
çalışmada, Soysal'ın sözünü ettiği çelişkilerin gerçekte yalnızca sözkonusu
metne özgü çelişkiler olmayıp, piyasa sisteminin, özellikle "global"
dönemindeki işleyişinde aranması gereken kimi eğilimlerin bir yansıması olduğu
ileri sürülmektedir. Bu çalışmada kullanılan kavramsal çerçeve büyük ölçüde,
Karl Polanyi'nin piyasa sistemini tarihsel olarak analiz etmek için kullandığı
çerçeveye dayanmaktadır. Bu çerçeveye dayanarak ileri sürülecek olan nokta, piyasa
sisteminin, ve bu sistemin dayattığı düşünce biçiminin, yani Polanyi'nin deyişiyle
"piyasa mantığının", esas olarak emek, toprak ve para biçimindeki
"hayali metaların" yaratılmasına ve dolayısıyla bireyleri
"atomlaştırarak" onların toplumsal birer varlık olma özelliklerinin ortadan
kaldırılmasına dayanan bir "insanlıktan çıkarma" sürecine yol açma
eğiliminde olmasıdır. Böyle bir eğilim ise, "insan" hakları kavramının
en temel anlamının gözden yitmesine ve insanların birbirini, kendi amaçlarına
ulaşabilmek için kullanabilecekleri "araçlar" olarak değerlendirme
noktasına gelmelerine yol açmaktadır.
Bu bakış açısından, çalışmanın ilk bölümünde öncelikle Karl Polanyi'nin
piyasa sistemini analizi ele alınarak bu analize dayanan bir kavramsal çerçeve
geliştirilecektir. Bu bölümde, Polanyi'nin ortaya koyduğu, piyasa sisteminde yer alan
üç kurumsal eğilim, yani sırasıyla, "ekonomik" ve "politik"
alanlar arasındaki ayrım, "toplumun gerçekliğinin yadsınması" ve piyasa
toplumlarındaki istikrarsızlık eğilimini ortaya çıkaran "ikili devinim",
yani piyasanın genişlemesi ile bu genişlemeyi kısıtlama yönündeki eğilimler
vurgulanmaktadır. İkinci bölümde, çağcıl piyasa sisteminde geçerli olduğu ileri
sürülen "globalleşme" sürecinin temel özellikleri kısaca özetlendikten
sonra, yukarıda sözü edilen üç kurumsal eğilimin varlığının, globalleşme
çağındaki piyasa sisteminde insan hakları konusunda ortaya çıkardığı kimi
içermeler dikkate alınacaktır.
1. Karl Polanyi'nin Piyasa Sistemi Analizi
1.1. Hayali Metalar ve Piyasa Sisteminin Kurumlaşması
Esas olarak 1930'lardaki faşist deneyimi anlamaya yönelik bir çaba olan Karl
Polanyi'nin Büyük Dönüşüm (GT) adlı kitabı, aslında "piyasa
ekonomisinin" kendisine yönelik bir eleştiriye dayanmaktadır, çünkü Polanyi'ye
göre, "Alman faşizmini anlamak için Ricardo'nun İngilteresine dönmek
zorundayız" (GT, 30); yani faşist deneyim, bu "büyük dönüşüm",
ondokuzuncu yüzyılda oluşturulan piyasa sisteminin doğrudan bir sonucu olarak ortaya
çıkmıştır. Polanyi bu kitapta, "görünmez el" anlayışı ile bunun
uzantısı olan laissez faire ilkesine dayanan faydacı toplum kuramının öngördüğü
biçimde bir ekonomik sistem oluşturmanın olanaksız olduğunu ileri sürmektedir. Bunun
nedeni, bireysel kazanç güdüsü ve aç kalma korkusu üzerine temellenecek olan böyle
bir "kendi kendini düzenleyen" ekonomik sistemin, bütün bir toplumu
piyasanın egemenliği altına sokması yüzünden insanın hem toplumdaki diğer
insanlarla hem de doğayla olan "yaşamsal birliğini" bozarak toplumun hem
doğal, hem de insani özünü tahrip etmesidir. Böyle bir tahribatın engellenebilmesi
için piyasanın genişlemesini sınırlayıcı nitelikte yapılacak müdahaleler ise
sonuçta sistemin işleyişini bozarak çözülmesine yol açacaktır. Polanyi'nin
deyişiyle sistem, toplumun, kendi kendini düzenleyen piyasanın işleyişi tarafından
yokedilmemek için benimsediği önlemlerin bir sonucu olarak çözülmüştür (GT, 249).
19. yüzyılda kurumsal çerçevesi çizilen bu kendi kendini düzenleyen ekonomik sistem,
birbiriyle ilişkili iki özellik tarafından tanımlanmaktadır: bütün insanlık
tarihinde ilk kez bağımsız, toplumun geri kalanından ayrı bir varlığı olan bir
"ekonomik" alanın ortaya çıkmasına yol açan "hayali metaların"
yaratılması ile bu kurumsal yapının insan zihnindeki yansıması olan "piyasa
mantığı" ya da daha doğru bir deyişle ekonomik determinizm. Piyasa ekonomisi,
insanlık tarihinde biricik olan ve kendine özgü bir sistemdir; bu sistemden daha önce,
ekonomik alan, kendi "yasalarına" göre işlemesi, herhangi bir politik etkiden
ya da ekonomik olmayan unsurlardan bağımsız olması anlamında, toplumun geri
kalanından kurumsal olarak ayrılmış nitelikte değildi. Piyasa sisteminden önce,
"ekonomik" alan toplumsal ilişkiler içine "yerleşik" niteliktedir
ve diğer toplumsal, politik, dinsel vb. kurum ve ilişkilerden bağımsız olarak,
yalnızca değişim ilişkisine girenlerin "ekonomik" güdülerine, yani kazanç
elde etme isteği ve/veya aç kalma korkusuna dayanarak işleyişini sürdüren bir kurum
niteliğinde değildir. Bu tür toplumlardaki "ekonomik" nitelikte
görülebilecek unsur ya da işlemlerin temel olarak ekonomik olmayan unsurların ve
ilişkilerin etkisi altında olmaları yüzünden "ekonomik yaşam" deyişinin
belirgin bir anlamı bulunmamaktadır. Böylesine belirgin bir anlam, ancak kendi başına
varolan ve kendi kendini düzenleyebilen bir ekonomik sistemin, yani genel bir kurum
olarak piyasanın varlığıyla ortaya çıkabilir. Bu kurum ilke olarak, toplumun
özellikle politik ve yönetsel yapısından bağımsız, ondan herhangi bir etkilenme
olmadan işleyişini sürdürmektedir ve bu da piyasanın, toplumsal ilişkilerden
bağımsız, "ayrışık" bir nitelik taşıdığını göstermektedir (TMEE,
68-70). Kendi fiyatını belirleme özelliğine sahip olan her bir tekil piyasanın bir
diğerine bağlanarak oluşturduğu ve kendi kendine işleyen böyle bir sistem, yani
"piyasa" kurumu, yalnızca fiyat mekanizması temelinde işlemeli ve
dolayısıyla bütün politik etkilerden bağımsız olmalıdır (GT, 43). Bu da giderek
kendi kendini düzenleyen bir piyasa sisteminin, toplumun kurumsal olarak başlıca iki
alana, ekonomik ve politik alanlara ayrıştırılmasını gerektirdiğini ortaya
koymaktadır. "Böyle bir ikilik, aslında yalnızca, bir bütün olarak toplum
dikkate alındıkta, kendi kendini düzenleyen bir piyasanın varlığının başka bir
biçimde dile getirilişidir" (GT, 71).
Bununla birlikte, böylesine bir kurumsal yapı aslında piyasa sisteminin temel
özelliği olmak yerine bir sonuçtur: bu yapıyı ortaya çıkaran, "hayali
metalar"ın yaratılması, yani kendileri ekonomik anlamda "üretilmiş"
olmasalar bile, piyasanın kendi kendi kendine işleyebilmesi için serbestçe
değiş-tokuşa konu olması gereken emek, toprak ve paranın birer meta olarak ortaya
çıkmasıdır.
Bu metalaşma süreci, toplum açısından önemli değişimleri ortaya çıkarmaktadır,
çünkü; örneğin, "hammadde" terimi, ki bir "üretim faktörü"
olarak "toprak" içerisinde kapsanmaktadır, aslında, doğaya göndermede
bulunurken "emek" terimi de insanın yaşam etkinliğinin tümüne göndermede
bulunmaktadır. Buna karşılık bir ölçü ve değer birimi olarak "para" da
üretimin sürdürülmesi için bütün ekonomik işlemlerin parasal işlemler olması
zorunluluğu yüzünden metalaşmıştır (GT, 41; 74-75). Dolayısıyla sonuç, satılmak
amacıyla üretilmeyen, hatta gerçek anlamda "üretilmiş" bile olmayan üç
"hayali meta"dır:
Emek, yaşamın kendisiyle elele giden, satılmak için üretilmiş olmayan ancak
tamamıyla farklı nedenlerle üretilen, yaşamın geri kalanından ayırılamayan,
saklanamayan ya da devinime geçirilemeyen, insan etkinliğinin yalnızca bir başka
adıdır; toprak, insan tarafından üretilmeyen doğanın yalnızca bir başka adıdır;
son olarak para, yalnızca satınalma gücünün bir ölçüsü olarak üretilen bir şey
değildir, ancak bankalar ve devlet finansmanı yoluyla ortaya çıkar. Bunların
hiçbirisi, satılmak için üretilmemiştir. (GT, 72-73)
Ancak bunların meta olarak değerlendirilmesi aslında bütün bir toplumun piyasanın
egemenliği altına girmesi anlamına gelir, çünkü böyle bir sistemde insanlar
varlıklarını sürdürebilmek için kendi emek güçleri ve doğal çevreleri de dahil
olmak üzere sahip oldukları metaları piyasaya arz ederek bunların karşılığında
elde edecekleri gelirle kendi tüketimlerini gerçekleştirmek zorundadırlar (BED, 97).
Başka deyişle, bu insanları gelir elde etmeye zorlayan iki temel güdü, kazanç elde
etme güdüsü ile aç kalma korkusu, piyasa ekonomilerindeki evrensel güdüler haline
gelmektedir. Polanyi'ye göre, işleyen bir üretim aygıtına sahip olmayan hiçbir
ekonomi varolamayacağı ve piyasa ekonomisinde bu üretim aygıtı piyasanın egemenliği
altında olduğu için, toplumun "geri kalan" bölümü de aslında ekonomik
alana bağımlı hale gelmektedir (OMM, 111). 19. Yüzyılda yaratılan, piyasa
ekonomisine "yerleşik" olan ya da bu ekonomiye bağımlı olan böyle bir
piyasa toplumu, terimin tam anlamıyla bir "ekonomik toplum"dur. Bu toplumdaki
sınıflar yalnızca "emek", "sermaye" ve "toprak"
faktörleri için sözkonusu olan "arz" ve "talep" tarafından
belirlenmekle kalmamakta, toplumdaki bütün kurumlar, aile, bilim ve eğitimin
örgütlenişi, din ve sanatlar, kısacası yaşamın bütün alanları piyasanın
gerekleri ile uyumlu olmak zorundadır (BED, 100).
Bununla birlikte, böyle bir metalaşma süreci, Polanyi'ye göre, bütün bir insan
varoluşunu bu mekanizmaya bağımlı hale getirdiğinden önünde sonunda toplumsal
dokunun çözülmesine yol açacaktı. Yine de böyle bir sürecin yarattığı tehlike
ekonomik olmak yerine, insanların yaşamlarını ve hatta giderek tüm bir toplumu
"tahrip etme" sonucunu verecekti. Böyle bir kurumsal yapının, özellikle de
emek piyasasının yaratılması, insanı kendi etkinliğinden koparıp aç kalma
korkusuna bağımlı kıldığı için aslında yaşamın "bütünlüğünü"
parçalayarak insanın etkinliğini ekonomik, politik, dinsel vs. gibi belirli alanlara
bölerek yalnızca "ekonomik" güdülerin, kazanç güdüsü ile açlık
korkusunun, insanların yaşamlarını yönlendirmeleri sonucunu verecekti. Başka
deyişle, bütün bir insan yaşam etkinliğinin bütünü ile bu etkinliği
gerçekleştirirken insanın kullandığı yetenek ve kapasite, yani emek gücü artık
"metalaşmış" nitelikte idi. Böyle bir süreç de giderek insanın yalnızca
kendi etkinliğinden değil, kendi "eyleme" gücünden de koparılması
anlamına gelecektir, çünkü insanı tanımlayan bu gücün artık meta olması
sözkonusudur.(ii) Dolayısıyla bu kurumsal yapı, insanın tüm varoluşunu ve
"insan" terimine yüklenen fiziksel, psikolojik ve moral anlamın da tümden
değişmesi sonucunu verecektir (GT, 73).
Emeğin metalaşmasının en önemli sonucu toplumun, her birisi diğer insanları dikkate
almadan yalnızca kendi güdüleri temelinde davranan "atomlara" bölünmesidir.
Bu, sözleşme serbestliği ilkesinin bir sonucu olarak, pratikte, piyasa toplumlarından
önceki toplumlarda egemen olan akrabalık, komşuluk, meslek ve yetenek gibi unsurlara
dayanan sözleşme dışı ilişkilerin, "bunlar bireyin bağlanmış olmasını
gerektirdiğinden ve dolayısıyla onun özgürlüğünü kısıtladığından ortadan
kaldırılması gerektiği" (GT, 163) anlamına gelmektedir. Yani, emek sözleşmesi,
aslında "ilkel" toplumlarda bireyin açlıktan ölmemesini sağlayan, bireyin
toplumla olan bağından kopması anlamına gelecektir. Öte yandan öbür hayali meta
olan toprak dikkate alındıkta, toplumun bu biçimdeki atomlaştırılması aynı zamanda
insan yaşam etkinliğini içinde gerçekleştiği doğal çevreden de ayırmak anlamına
gelir, çünkü toprağın kendisi de bir metaya indirgenmiştir. Polanyi'ye göre,
toprağın ekonomik işlevi, yaşamsal işlevlerinden yalnızca birisidir. "insanın
yaşamına istikrar kazandırır; insanın yerleşme yeridir; fiziksel güvenliğinin
koşuludur... İnsanın yaşamını toprak olmadan sürdürebileceğini düşünmek,
elleri ve ayakları olmadan doğmuş olmasını düşünmek gibidir" (GT, 178). Bu
yüzden, piyasa sisteminin kurumlaşması için bir başka zorunluluk olan
"toprağın bireyselleşmiş değerlendirmesi" (GT, 179), esas olarak insan
yaşamını doğal çevresinden koparmakla aynı anlama gelmektedir. Başka deyişle, bu
iki aşama birarada bir "insanlıktan çıkarma" sürecini tanımlamaktadır;
piyasa sisteminde, insanlar, kendilerini insan yapan özelliklerden koparılarak
"ters" bir yaşam sürmeye zorlanırlar.
Piyasa ekonomisinin kurumsal yapısı insanları, birbirinden ayrılmış, parçalanmış
bir yaşama zorlar; başka deyişle insanın "bütünlüğü" bu sistemde
parçalanır: önce hayali metaların yaratılması insan yaşamının bütünlüğünü
"ekonomik" ve "ekonomik olmayan" alanlara ayırarak insanın gerek
kendi etkinliğini, gerekse de doğayla bütünlüğünü kendisinden koparır. İkinci
olarak da ekonomik alanın ayrı bir kurumsal alan olarak ortaya çıkması,
"insanlık durumu"nun da dönüşmesine yol açar: insanlar artık iki
"ekonomik" güdü, kazanç güdüsü ile açlık korkusu, tarafından
yönlendirilir olarak düşünülürler. Diğer tüm güdüler, insan için ne kadar
önemli olurlarsa olsunlar, günlük yaşamlarında "ideal" terimi ile
karakterize edileceklerdir: "insanın yaşamsal birliği", maddi değerlere
dayanan "gerçek" insan ile "ideal" benliği biçiminde ikiye
ayrılmıştır" (OMM, 116).
Yine de, bir başka açıdan, bu, insanın toplumsallığının da ihlal edilmesidir.
Piyasa mekanizması, insan ekonomisinin özünü, "insanın varlığını
sürdürebilmesi için doğaya ve diğer insanlara olan nihai bağımlığını" (LM,
8), piyasanın kurallarına tabi kılarak bireyi yalnızca bir "atoma" çevirme
yoluyla dönüştürmektedir. Bu da ayrışmış piyasa ekonomisinin "insanın bir
toplumsal varlık olarak değişmezliğini" (GT, 46), bireyin bir homo oeconomicus
olarak davranması sonucu ortaya çıkan toplumdaki çözülme yoluyla ihlal etmesidir.
Polanyi'nin argümanının, insan varoluşunun genel ve tarihsel bakımdan özgül
özellikleri arasındaki ayrıma dayandığı açıktır; piyasa ekonomisi dışındaki
her toplum biçiminde, maddi ihtiyaçların karşılanması anlamındaki ekonomik
işlemler, ne kadar yaşamsal olurlarsa olsunlar, toplumsal kurumlar tarafından
düzenlenirler: "bir kural olarak, insan ekonomisi toplumsal ilişkilere yerleşik
durumdadır" (GT, 46; BED, 99). Başka deyişle, Polanyi'ye göre, "insanlık
durumu", "ekonomik" güdülerce belirlenmez. Ekonomik etken bütün
toplumsal yaşamın temelinde yer alsa da, "aynı derecede evrensel olan yerçekimi
yasasının verdiklerinden daha fazla belirli teşvikler sunmaz", çünkü
"açlık, otomatik olarak üretme isteğine yol açmaz. Üretim, bireysel değil,
kollektif bir iştir... İnsan için, bu politik hayvan için, herşey, doğa tarafından
değil, toplumsal durum tarafından verilir. 19. Yüzyılın, açlık ve kazancı
'ekonomik' olarak düşünmesine yol açan, yalınca üretimin bir piyasa ekonomisi
altındaki örgütlenişidir" (OMM, 111). Başka deyişle, 19. Yüzyıl liberal
düşüncesinin yanılgısı, insan varoluşunun genel ve tarihsel olarak özgül
yanlarını birbirinden ayırmadaki başarısızlığıdır ki bunun da sonucu, yaygın
ekonomik determinizmdir. Bu "ekonomistik yanılgı", yani "ekonomik
görüngülerin" piyasa görüngüleriyle karıştırılması (TMEE, 270 ve LM, 20),
ya da piyasa sisteminde geçerli olan kategorilerin tüm diğer toplum ve/veya zamanlara
uzatılmasıdır. Polanyi için, piyasa kurumu insanlık tarihinde oldukça yaygın olsa
da, "zamanımızdan önce hiçbir ekonomi, ilke olarak bile, piyasalar tarafından
kontrol edilmemiştir" (GT, 43). Bundan daha da önemlisi, insanları
"tanımlayan", ekonomik güdülerin varlığı değildir; Polanyi burada,
Aristoteles'in insanların politik, yani sosyal hayvanlar oldukları düşüncesini
izlemektedir.
1.2. "Piyasa Toplumu" ve "İkili Devinim"
Polanyi'ye göre kapitalist toplumun en önemli özelliklerinden birisi, ekonomik ve
politik alanlar arasındaki ayrışmadır, çünkü piyasanın kendi kendini
düzenleyebilmesi için dışarıdan hiçbir politik ya da toplumsal müdahalenin
olmaması gerekir. Bununla birlikte, toplumun bütünü açısından hayali metaların
yaratılmasının en dolaysız etkisi, bireyin atomlaşmasıdır. Birey, emek gücünün
bir "taşıyıcısı" olarak bir "dişliye" ya da asıl işlevi piyasa
ilişkilerini yeniden üretmek olan bir işlevsel birime dönüşmüştür. Üretim
sürecinin "rasyonelleşmesi" ile elele giden bu "şeyleşme" süreci,
bireyleri yalnızca makinelerin uzantılarına indirgemekte ve giderek onların
bilinçlerine de yerleşmektedir (Lukacs 1971: 93). Bunun sonucu ise, meta formunu ve onun
"yasalarını" doğal ve değişmez gören "şeyleşmiş zihin"in
ortaya çıkışıdır (Lukacs 1971: 938). Başka bir deyişle, "rasyonel ekonomik
insan", homo oeconomicus, bir gerçeklik haline gelir: birey, sistemin işlevsel bir
parçasına dönüşür ve böyle olmakla sistemin işleyişi için vazgeçilmez hale
gelir. Burada, Karel Kosik'in ileri sürdüğü gibi, aslında gerçekliğin kendisinin
insanı bir soyutlama haline dönüştürdüğünü görmek esastır:
İktisat alanına girdiğinde, insan dönüşür. Ekonomik ilişkilere girdiği anda insan
-kendi isteği ve bilincinin dışında olarak- homo oeconomicus olarak işlev gördüğü
durum ve yasa benzeri ilişkilere çekilir; bu ilişkiler içinde ancak ekonomik insanın
rolünü yerine getirdiği ölçüde varolabilir ve kendi kendisini gerçekleştirebilir.
(Kosik 1976: 52)
Bu atomlaşmanın mantıksal sonucu ise kuşkusuz, ekonomik "rasyonelliği"
temel alan "piyasa mantığı"dır: birey bir kez "piyasa içerisindeki
birey"e (LM, 29) homo oeconomicus'a indirgendiğinde, artık "ekonomik"
eylemin "insan için 'doğal' olduğu ve dolayısıyla kendi kendini
açıkladığı" (LM, 14) düşüncesini ileri sürmek kolaydır. Yani bundan böyle
"ekonomik" terimi piyasa etkinliğiyle bir tutulabilir.
Dolayısıyla, piyasa toplumundaki "ekonomik determinizm aldanması"nın (OMM,
114) bilincimiz üzerinde de egemen olmasına şaşmamak gerekir, çünkü bu sistemde
insan yalnızca bir parçaya dönüşmüştür. Bu kurumsal yapının sonucu da
"maddi" ve "ideal" arasındaki ayrımdır: bu toplumdaki
"ekonomik" davranışların tümü, yalnızca iki güdüye, açlık korkusu ile
kazanç umuduna dayanmakta, onur, gurur, dayanışma, ahlaki ödev ve yükümlülükler
gibi ve diğer tüm güdüler, insanın gündelik yaşamını etkileyen tipik güdüler
olsalar da, günlük etkinlikte gereksiz ve anlaşılması güç bir nitelik kazanarak
"ideal" terimine sıkıştırılırlar çünkü bu güdüler üretim sürecinin
yürütülmesinde dayanılacak nitelikte güdüler değildirler (BED, 100-101). Bundan
böyle, Polanyi'ye göre:
İnsanın, birisi açlık ve kazanca yönelik olan, diğeri ise onur ve güce yönelik
olan iki unsurdan oluştuğuna inanılmıştı. Birisi, "maddi", öbürü de
"ideal"; birisi "ekonomik", öbürü "ekonomik olmayan";
birisi "rasyonel", öbürü "rasyonel olmayan". Faydacılar bu iki
terimler kümesini birleştirerek insan karakterinin "ekonomik" yanını
rasyonellik halesi ile donatacak kadar ileri gittiler. Dolayısıyla, yalnızca kazanç
için davranmayı yadsıyabilecek birisinin yalnızca ahlak dışı değil, aynı zamanda
da deli olduğu kabul edilecekti (OMM, 114).
Yine de, bu "ikici yanılsamanın" (BED, 102), yalnızca bir aldanma
olmadığını, açlık korkusu ile kazanç umuduna dayanan ve kendi başına, toplumun
geri kalanından bağımsız bir varlığı olan bir ekonomik sistemin varoluşunun bir
yansıması olduğunu bir kez daha vurgulamak önemlidir. Yani, bu yanılsama,
"piyasa ekonomisi altında insan toplumunun kendisinin ikici bir çizgide
örgütlendiği, günlük yaşamın maddi olana yaslanırken Pazar günlerinin ideal olana
ayrıldığı" (BED, 101) olgusunun doğrudan bir sonucudur. Başka deyişle,
Marx'ın ünlü "Yahudi Sorunu Üzerine" adlı yazısında geliştirdiği
çerçeve kullanıldıkta, birey sivil toplum, yani "ekonomik" alan içerisinde
"kendi içine dönmüş, yalıtılmış bir monad" (Marx 1975: 229) olarak
bencilce bir yaşam sürerken "politik" alanda soyut bir "vatandaş"
kategorisine indirgenmektedir. Yani, kapitalist bir toplumda insanın iki varoluş biçimi
bulunmaktadır: birisi "dünyevi", özgürlüğünün "özel mülkiyet
özgürlüğü" olarak görüldüğü ekonomik alandaki varoluş biçimi, ve öbürü
de "göksel", politik alandaki varoluş biçimi: "dinibütün insan ile
vatandaş arasındaki fark, tüccarla vatandaş, ücretli ile vatandaş, toprak sahibi ile
vatandaş, yaşayan birey ile vatandaş arasındaki farktır" (Marx 1975: 220-21).
Ne ki, böyle bir kurumsal çerçeve içerisinde kısıtlanan insan bir biçimde buna
karşı koymakta ve bu da giderek piyasa sisteminin istikrarını bozucu etkide
bulunmaktadır. Polanyi'nin temel savı, hayali metaların yaratılması ve bunun sonucu
olan toplumun piyasaya tabi kılınması, gerçekte bir bütün olarak toplum için bir
tehdit oluşturduğundan, insanların toplumsal dokuyu piyasanın yıkıcı etkilerine
karşı korumasının son derece doğal olduğudur. Başka bir deyişle, piyasa toplumu
başından beri işleyen bir "ikili devinim" ile karakterize edilmektedir:
Piyasa ilişkilerinin yaşamın her alanına yayılmasının yol açtığı toplumsal
"çözülme"ye karşı hayali metalar üzerinde yoğunlaşan bir korumacı
karşı devinim sözkonusudur. Ancak, birbiriyle çatışan iki eğilimin varlığı,
kapitalist toplumu özünde istikrarsız kılmaktadır. Bunun nedeni, korumacı karşı
devinimin giderek kendi kendini düzenleyen piyasanın işleyişini bozması ve bunun da,
özellikle toplumsal sınıflar arasında, politik gerilimler yaratması ve bu
gerilimlerin yine piyasanın işleyişini bozmasıdır. Korumacı devinim, kendi kendini
düzenleyen piyasanın işleyişine dolaysız ve ister istemez politik bir müdahale
olduğundan, sistemin üzerine kurulduğu ekonomik ve politik alanlar arasındaki kurumsal
ayrımın sürdürülmesini giderek zorlaştırmaktadır. Bu zorluk, toplumda varolan
gerilimleri daha da artırdığından sonuç, faşist deneyimin de gösterdiği gibi
istikrarsızlık, hatta tüm bir uygarlığın değilse bile tüm bir toplumun
çözülüşüdür. Bunun nedeni, faşizmin, piyasa mekanizmasının işleyişi için
ekonomik ve politik arasındaki ayrımın kaba güç yoluyla yeniden kurulmasına dayanan
bir "çözüm" olduğunun ileri sürülebilmesidir.
İkili devinim, birbirinden ayrı, ancak yine de birbiriyle ilişkili iki düzeyde ele
alınmalıdır: sınıf düzeyi, çünkü toplumsal sınıflar, öncelikle de çalışan
sınıflar, gerçekte korumacı karşı devinimi sırtlayan nedensel eyleyenler olarak
görünmektedir, ve kurumsal düzey, çünkü korumacı karşı devinim tarihsel olarak
piyasa sisteminin kurumsal yapısında gerilimler yaratmış ve bu gerilimler yıkıma
götürmüşlerdi. Bu iki bakış açısı, piyasa sisteminde yeralan kurumsal gerilimler
ile sınıflar arasındaki çatışma, sözkonusu yıkımı anlamak için esastır
(GT?134). Gerçekte burada sözkonusu olan, ikili, daha doğrusu çevrimsel bir
süreçtir. Kapitalist bir toplumda sınıfların kendileri ve bu sınıflar arasındaki
çatışmalar ekonomik alanda ortaya çıksalar da, bu çatışmaların ister istemez
toplumsal bir boyutu olacak, bu toplumsal etkenler de yine ekonomik alanı etkileyecek ve
sonuçta bir kez daha ekonomik alanın işleyişindeki gerilimler toplumda varolan
gerilimleri daha da artıracaktır. Polanyi'nin deyişiyle: "toplum, piyasa
mekanizmasının gereklerine uyumlu kılındığından, bu mekanizmanın işleyişindeki
aksaklıklar toplumda da birikimsel gerilimler yarattı" (GT, 201). Başka deyişle
ikili devinim süreci, piyasa sisteminin temelindeki ekonomik ve politik alanlar
arasındaki kurumsal ayrımı bozma eğiliminde olacaktır. Bunun da sonucu, toplumsal
dokudaki çözülme ve bunun üzerine sözkonusu kurumsal ayrımı yeniden kurabilmek
için piyasaya yönelik her türden toplumsal muhalefeti, faşist dönemdeki gibi kaba
güç de dahil olmak üzere her yolu kullanarak ortadan kaldırmaya çalışmaktır.
Birbiriyle çelişen bu iki eğilimin, yani piyasanın genişlemesi ile bu genişlemeye
karşı koymanın ilginç bir başka boyutu da, aslında bunların kapitalist toplum
içerisinde varolan "topluluk" özellikleri ile "toplum"
özelliklerinin, ya da Ferdinand Tönnies'in sözdağarcığı kullanıldıkta,
Gemeinschaft özellikleri ile Gesellschaft özellikleri arasındaki çelişkiyle elele
gittiğidir. Sözü edilen üç hayali metanın yaratılması toplumsal bağlar üzerinde
çözücü bir etki yapsa da, üretimin artan toplumsal niteliği yüzünden, kapitalizmin
gelişmesiyle birlikte birey aynı zamanda diğer bireylere giderek daha fazla bağımlı
olacaktır. Polanyi'ye göre, "bir sanayi toplumunda yaşıyor olma sonucu elde
ettiğimiz" toplumun "bilgisi", "çağcıl insanın bilincinin kurucu
unsurudur." (GT, 258A). (iii) Başka deyişle, tarihsel metalaşma süreci, yani
piyasanın genişlemesi, aynı zamanda "topluluk"tan "toplum"a, ya da
Gemeinschaft'tan Gesellschaft'a geçiş sürecini nitelemektedir. Tönnies'e göre,
örneğin, en saf biçimi ailede geçerli olan Gemeinschaft, bireyler arasındaki birlik
tarafından nitelenirken, Gesellschaft, bireyler arasındaki ayrılma ile nitelenmektedir
(Tönnies 1988: 64-65). Öte yandan, bu iki insan topluluğundaki bireylerin
düşünceleri dikkate alındıkta bu ayrımla elele giden bir başka ayrım, Gemeinschaft
koşullarını taşıyan "doğal istenç" (Wesenwille), ile, Gesellschaft'ı
ortaya çıkaran "rasyonel istenç" (Kürwille) arasındaki ayrımdır. Doğal,
ya da bütünleştirici istenç, insanların doğal eğilimlerine gönderme yapar ve
insanların güdüleri ve isteklerinin dile getirilişindeki kendiliğindenlik ile
nitelenir. Buna karşılık rasyonel istenç, doğal istencin sahip olduğu
kendiliğindenlik ve itkisellikten yoksundur ve esas olarak rasyonel hesaplamaya gönderme
yapar (Tönnies 1988: 103-105). Başka deyişle rasyonel istenç, terimin
düşündürdüğü üzere, kendi çıkarını gözeten bireyin, ya da kendi amaçlarına
eldeki araçlarla ulaşmaya çalışan homo oeconomicus'un istencini yansıtmaktadır.
Burada rasyonel istencin önemi, hem kişisel ilişkilerinde, hem de ekonomik
ilişkilerinde, araçlar ve amaçlar arasında ayrım yapması, ve hatta insanların
kendisini, birbirleri için araç kılmasıdır (Pappenheim 1959: 73). Tönnies'in de
vurguladığı gibi, Gesellschaft ile temel unsuru olan rasyonel istenç, kapitalist ya da
"burjuva toplumu" ile aynıdır (Tönnies 1988: 76); çünkü Gesellschaft temel
olarak değiş-tokuş ilişkileri ile nitelenmektedir. Bu ise, yalnızca ticaretin insan
istenci tarafından yaratılan, hayali, doğal olmayan meta ile, yani emek gücü ile
sınırlanması durumunda geçerli olur (Tönnies 1988: 101). Kısaca, Gesellschaft,
ücretli emeği, ya da bir meta olarak emek gücünü varsaymaktadır.
Dolayısıyla, Gesellscaft, ya da "piyasa toplumunun" iki önemli yönü
bulunmaktadır. İlk olarak, "rasyonel", kendi çıkarını gözeten, toplumda
yalnızca bir atom olan ve diğer insanları özgül araçlar olarak değerlendiren
bireyin ortaya çıkması ve böylece de insanlar arasındaki bağların, özgülleşmiş
bireylerin oluşturduğu "yararlı" birlikler tarafından yürütülmesi gerekir
(Pappenheim 1958: 81). Ancak ikinci olarak, daha da önemlisi, çağcıl anlamdaki birey
kategorisinin kendisi de Gesellschaft ile birlikte ortaya çıkar.
Gemeinschaft içindeki bir kişi, yaşamına anlam kazandıran bir bütüne aittir; böyle
bir topluluk, Eric Fromm'un (1941: 40-41) Ortaçağ toplumunu betimleyişindeki gibi,
güvenlik duygusu, dayanışma, ekonomik olanın insan ihtiyaçlarına tabi olması, insan
ilişkilerinin dolaysızlığı ve somutluğu ile nitelenir. Ancak birey bu topluluk
içerisinde yalnız ve yalıtılmış olmasa da, bireysel özgürlükten sözetmek
güçtür. Başka deyişle, insanların birey olma nitelikleri yadsındığı için bu
tür topluluklarda insanın "türe ait" olma niteliğinden sözedilemez. Öte
yandan Gesellschaft'ta, birey olma ve bireysel özgürlük baskın görünmektedir.
Tönnies'e göre, Gesellschaft'a geçiş için, "bireyin, rasyonel istençten ayrı
bir biçimde doğal istence dayanan bağlarının çözülmesi gerekir. Bu bağlar bireyin
kişisel devinim özgürlüğünü, mülkünü satabilmeyi, tavırlarının değişmesini,
bilimin bulgularına kendisini uyarlayabilmesini engeller" (Tönnies 1988: 234). Bu
yüzden, Gemainschaft türü bir topluluktaki toplumsal bağlanmışlık üzerinde
yıkıcı bir etkisi olsa da, piyasa toplumu aynı zamanda "özgür" insanların
ya da insanların kendi olanaklarını gerçekleştirebilmelerinin koşullarını da
yaratmaktadır. Bunu mümkün kılan aslında sanayideki gelişme ile, Polanyi'nin deyişi
kullanıldıkta, "makina çağı" ile ortaya çıkan üretimin artan toplumsal
niteliğidir. Toplumsal üretim, işbirliği ve değiş-tokuş ilişkileri yoluyla,
bireyleri kendi birey olma niteliklerinden koparsa da, aynı zamanda, kendi "türe
ait olma" bilinçlerini de geliştirecektir (Tönnies 1988: 90). Başka deyişle bu
süreç, bireylerin birbirlerine bağımlı olduklarının farkına varmalarına yol
açarak, onların "toplumun gerçekliği"nin bilincine sahip olmalarına yol
açacaktır. Paradoksal görünse de, bu biçimdeki "toplumun keşfi",
"piyasa toplumu"nun önemli bir parçasıdır. Dolayısıyla, bireyin kaderi
sözkonusu oldukta, piyasa toplumunda birbirine karşıt yönde işleyen iki eğilimin
varlığını görebiliriz: bir yandan bireyin bağlarından kurtuluşu onu giderek daha
bağımsız, kendine güvenli ve eleştirel kılarken öte yandan giderek artan bir
yabancılaşma, yalıtılma ve korku ortaya çıkacaktır (Fromm 1941: 104).
Polanyi'ye göre topluluk ile toplum arasındaki bu ayrım, "çağcıl toplumu
anlamakta esastır" (TMME, 68). Aslında, Gemeinschaft ile Gesellschaft arasındaki
bu karşıtlık, Polanyi'nin "piyasa toplumu"nu eleştirisinin en önemli
unsurudur. Piyasa toplumu kişisel olmayan ve dolaylı toplumsal ilişkilerle nitelendiği
halde "prekapitalist" toplumlar dayanışma ve bağlanmışlık ile
nitelenirler. Yine de bu, böyle toplumlardaki topluluk arasındaki ilişkiler ile
topluluk dışındakilerle gerçekleştirilen ilişkiler arasında çarpıcı bir
karşıtlık bulunduğu olgusunu değiştirmemektedir: "burada dayanışma, orada
düşmanlık geçerlidir. 'Onlar' düşmanlık, aşağılanma ve köleleştirmeye tabi
iken 'biz' birbirimize aitiz" (LM, 59). Dolayısıyla, Polanyi de, Tönnies'in piyasa
toplumundaki iki eğilim konusundaki düşüncesini paylaşmaktadır: bireyin
olanaklarını geliştirme ve gerçekleştirme yolları kapitalizmle birlikte artarken, bu
sistem aynı zamanda insanları, kendilerini soyut, işlevsel birimler haline
dönüştüren değiş-tokuş ya da bir başka "hayali meta" olan para
tarafından yönlendirilmeden diğer insanlarla girdiği dolaysız, kişisel ilişkilerden
kopararak onların toplumsallıklarını ortadan kaldırmaktadır. Başka deyişle piyasa
sistemi ile, toplumun gerçekliği hem ilk kez farkedilmekte, hem de "insanın bir
toplumsal varlık olarak değişmezliği" ilkesini ihlal eden bir sistemdeki insanın
varlığı yüzünden bu gerçeklik aynı zamanda yadsınmaktadır. Bunun nedeni, bu
toplumun, yalnızca "politik devletten ayrı bir biçimde ortaya çıkan" bir
"ekonomik toplum" (GT, 115-16) olmasıdır. Bu olgunun, Gesellschaft'a
geçişin, ikili devinimin işleyişi bakımından önemli içermeleri bulunmaktadır.
2. İkili Devinim ve Globalleşme
2.1. İkili Devinimin Anlamı
Hayali metaların yaratılması ve onun zorunlu sonucu, ekonomik ve politik alanların
kurumsal olarak birbirlerinden ayrılmaları, piyasa sisteminin işleyişi için
vazgeçilmez olsa da, korumacı karşı devinim bu kurumsal ayrımı geçersizleştirerek
sistemin işleyişini çelişkili hale getirmektedir. Bu korumacı devinim, devletin de
içerisinde olduğu daha genel bir sürecin bir parçasıdır: piyasanın genişlemesinin
getirdiği "toplumsal çözülme"ye karşı işleyen bir eğilim olarak Polanyi
toplumun "kendi kendisini koruması"ndan sözetmektedir. Buradaki "kendi
kendini koruma", aslında piyasanın etkisini yaşamın her alanına, yani hayali
metalara da uzatacak biçimde genişlemesine karşı toplumdaki çeşitli sınıf ve
örgütlerde yer alan insanların direnmesine göndermede bulunmaktadır (GT, 76).
Korumacı devinimin ekonomik alanla sınırlanmadığını görmek önemlidir; bu devinim,
piyasa sisteminin "insanlık dışı" koşullarına karşı toplumsal, ya da
kurumsal bir direnmeyi, hatta başkaldırıyı anlatmaktadır. Kabaca, topluluk
özellikleri insan varoluşunun "insan" yönlerini oluşturduğundan ve bu
özellikler piyasa toplumunda tehdit edildiğinden, toplum içerisinde yaşayan
insanların bu tehdide kendi toplumsallıklarını, ya da bağlanmışlık duygularını
öne çıkararak direnmeleri şaşırtıcı olmamalıdır. Bu nokta, Polanyi'yi anlamak
için esastır. Örneğin Polanyi bir yerde şöyle demektedir:
Ancak insanın gerçek doğası kapitalizme direnir. İnsan ilişkileri toplumun
gerçekliğidir. İşbölümüne karşın bu ilişkiler dolaysız, yani kişisel olmak
zorundadır. Üretim araçlarının toplum tarafından denetlenmesi zorunludur. İnsan
toplumu gerçek olmalıdır, çünkü insanca olmalıdır: yani kişiler arasındaki bir
ilişki. (Polanyi 1935: 375-76)
Başka deyişle ikili devinim, "ayrışık" ekonomiyi temsil eden güçlerle bu
ekonomiyi yeniden topluma "yerleştirmeyi" temsil eden güçler arasındaki bir
savaşım olarak görülmektedir. Bu bağlamda, devletin etkinlikleri de ikili devinimin
ayrılmaz bir parçasıdır. Piyasa sisteminin en başından beri devlet önemli bir rol
oynamaktadır: devlet yalnızca piyasa sisteminin kurulmasına etken bir biçimde
katılmakla kalmamış, aynı zamanda koruyucu karşı devinimin bayrağını da taşıma
işlevi görmüştür. Tarihsel olarak, devlet hem piyasanın işleyişinde, hem de
piyasanın etki alanının kısıtlanmasında temel bir rol oynamıştır. Bu durumda,
piyasa toplumunda devletin ekonomik ve politik alanlar arasındaki kurumsal ayrımı
koruyup sürdürmek için uygun bir araç olduğu söylenebilirse de, aynı devlet, ikili
devinimin tarihinin de gösterdiği gibi, toplumu piyasanın yıkıcı etkilerinden
korumak durumunda olmuştur. Dolayısıyla devletin, aynı konumda olan tek kurum olmasa
bile, çelişkili bir bir işleyişi olduğu görülebilir: kapitalist ilişkileri hem
derinleştirecek, hem de bu ilişkileri kısıtlamaya çalışacaktır. Yani, kapitalist
bir toplumda devlet, bir yandan "egemen sınıfların" yönetsel organı
işlevine sahipken öte yandan da toplumun tümünü temsil etme işlevi yüklenmektedir.
Yine de, devletin, ya da bürokrasinin, toplumun bütününü temsil etme savı(iv),
devletin piyasa ilişkilerini hem derinleştiren, hem de kısıtlamak zorunda kalan bir
eyleyen olduğunu gösterir. Kapitalist bir toplumda devletin varlığının bile sermaye
birikimine bağlı olduğu düşünüldüğünde, devletin olası tüm araçlarla
kapitalist ilişkileri geliştirmeye çalışmasında şaşılacak bir yan
bulunmamaktadır. Bu bakımdan devletin, aslında şiddet araçları üzerindeki
tekelinden kaynaklanan merkezi gücünün bir sonucu olarak, mülkiyet haklarının
oluşması ve korunmasında ve ayrıca para ve kredi sisteminin oluşturulmasında başka
hiçbir kurumla kıyaslanamayacak bir rolü bulunmaktadır (Giddens 1986: 152-54). Bu
açıdan Polanyi, piyasa sisteminin en başından beri devlet müdahalesini
gereksindiğini, hatta sistemin kendisinin devlet müdahalesi ile kurulduğunu
söylemektedir. Ancak devletin bu konumu ona aynı zamanda ekonomik alana doğrudan
politik araçlarla müdahale edebilme gücü de vermektedir. Yani devlet bir yandan
ekonomik ve politik alanlar arasındaki kurumsal ayrımı koruma işlevi taşırken,
diğer yandan, piyasanın baskısı altındaki toplumsal dokunun çözülmesini
engellemeye yönelik "korumacı karşı devinimi" de yürüten bir eyleyen
haline gelir.
Bununla birlikte, piyasa sistemini hem geliştirmeye hem de kısıtlamaya yönelen tek
kurum devlet değildir. Polanyi için, insanlar, kendi özlerini dile getiren ve
"insan" özelliklerine dayanan bir kimlik geliştirmek için kullandıkları,
din, aile, çalışma gibi bir kurumlar çokluğu yoluyla "insanlaşırlar".
Toplumsal kurumlar en azından kısmen insanın özünün yansıtılması ve dile
getirilmesi olarak görülebileceğinden, yalnızca ekonomik etkenlerle nitelenmeyen kimi
kurumlar, bireylerin diğer insanlarla kişisel, doğrudan ilişkilerini
yaşayabilmelerini sağlayıcı bir işlev yüklenecektir. Başka deyişle, bu tür
kurumlar, sendikalar ve politik partiler de dahil olmak üzere istendik bir biçimde
yaratılacak birlik ve topluluklarla birlikte, kapitalizmin yabancılaştırıcı,
şeyleştirici, yıkıcı etkilerinden kaçabilecekleri "güvenli sığınaklar"
olarak işlev görebilir. Birey açısından böyle bir sığınma tekil bir edim olsa da,
yine de bir topluluğun varlığını gerektirmektedir, çünkü bu tür toplulukların
insanların toplumsallıklarını, doğrudan ilişkilerini sağlama işlevleri
bulunmaktadır. Bu kurumsal yapıların, ya da toplulukların, örneğin çalışan
sınıfların örgütleri gibi, ekonomik-politik ayrımının sınırlarını
çiğneyebilme güçlerinin varlığı ölçüsünde, piyasanın genişlemesinin yıkıcı
etkilerine karşı koyabilmede başarılı olmaları olasıdır. Gemeinschaft benzeri
toplulukları oluşturma girişimlerinin, piyasa sisteminin özellikle "global"
çağında geçerli olan etkinlik biçimi olduğu söylenebilir.
2.2. Globalleşme ve "İnsan" Hakları
Bilindiği gibi, globalleşme terimi esas olarak, aşağıdaki beş özellikle tanımlanan
"ma'lumat ekonomisi"nin (Üşür 1998) gelişimiyle birlikte piyasa
ilişkilerinin dünya ölçeğinde yaygınlaşması ve derinleşmesi sürecine göndermede
bulunmaktadır:
1) "Bilgisayar çağı"nı başlatan "ma'lumat [information]
devrimi"nin bir sonucu olarak, bilim ve teknoloji, giderek artan biçimde üretim,
tüketim ve ticaret süreçlerine uygulanmaktadır.
2) Hem reel GSMH, hem de istihdam içerisindeki ağırlık, maddi üretimden bilgi işleme
etkinliklerine kaymaktadır.
3) Üretim sürecinde, kitle üretiminden esnek üretime bir kayma sözkonusudur ve bu
kaymanın bir sonucu olarak, yüksek teknolojiyle çalışan daha dinamik küçük ve orta
ölçekteki firmaların büyük ölçekli firmaların yerini almaları eğilimi ortaya
çıkmıştır. Her ne kadar çok uluslu şirketlerin dünya ekonomisindeki ağırlığı
sürse de, bu şirketler de kendilerini, daha esnek stratejiler benimseyerek piyasaların
değişen koşullarına uyarlama zorunluluğunu duymaktadırlar.
4) Bu global ortamda, emek ve sermaye gibi üretim faktörleri, yönetim, piyasalar, bilgi
ve teknoloji, ulusal sınırları aşmaktadır.
5) Tüm bu eğilimler, üretim süreçlerindeki değişimleri uyaran ve insanlık
tarihindeki en önemli teknolojik yeniliklerden birisi olan bir süreçle, yani bilgiye
ilişkin teknolojilerde (mikroelektronik, bilgi işleme, telekominikasyon vb.)
yoğunlaşan devrimle elele gitmektedir. (Üşür 1998: 317-18).
Bununla birlikte, bu sürecin kimi yeni kurumsal düzenlemeleri de birlikte getirdiği
gözden kaçmamaktadır. Öncelikle, "refah devleti"nin, ya da kimi zaman
dendiği gibi "Fordist" birikim rejiminin altın çağının, 1970'lerin
başından itibaren sona erdiği söylenebilir. 1980'lerin başından itibaren, dünya,
"ütopyacı ve toplumsal olarak yıkıcı nitelikteki kendi kendini düzenleyen
piyasayı gerçekleştirmek için bir başka felakete yol açacak çabaya
kalkışmış" (Bienefeld 1991: 16) görünüyor. Bu yeni "global" ortam,
aslında ekonomik ve politik arasındaki kurumsal ayrımı korumanın daha
"barışçı" bir yönü olarak görülebilecek bir kurum olan refah devletinin
"ölümünü" ve çalışanlarla yapılan tam istihdam ve kapsamlı bir
toplumsal güvenlik biçimindeki "toplumsal sözleşme"nin bozulmasını
haberlemektedir (Kapstein 1996: 16-17). (v) Sözkonusu "toplumsal sözleşme"nin
bozulduğu bu yeni aşamada, "sanayi sonrası" bir toplumda yaşama olanağına
ilişkin iyimserlik giderek yerini sıradan insanların ekonomik ve toplumsal
güvenliğine ilişkin bir kötümserliğe bırakmaktadır. Bu konuda bir yorumcu şöyle
demektedir:
Maddi refahın insanların dikkatlerini kendi ailelerine, kültürlerine ve doğa ve
korunum için yenilenmiş bir saygıya yönelttiği bir bolluk toplumu düşü yerini
yavaş yavaş, umut edilecek en iyi şeyin yabancılaşmış bireylerin "yaşamak
için çalışmak" yerine "çalışmak için yaşamak" olduğu yeni-tutucu
bir kabusa; insanların kendi kimliklerini, benlik duygularını ve toplumsal değer
duygularını kişisel olmayan, artan bir biçimde değişken olan piyasadan elde
edebilecekleri bir dünyaya, aile ve topluluk bağlarının sıklıkla anakronistik,
uluslararası rekabetin meydan okuması karşısında "bizlerin" hiç bir zaman
göze alamayacağı, etkinliğin karşısındaki duygusal bir engel olduğu bir dünyaya
bırakmaktadır. Gerçekte, artan emek piyasası esnekliği istemleri, çeşitli yönetim
gurularının genç insanlarımıza düzenli, yaşam boyu sürecek bir istihdamın bu yeni
cesur dünyada bekleyemeyecekleri bir lüks olduğunu söyledikleri günlerde daha da
keskin bir biçimde artmaktadır. (Bienefeld 1991: 4)
Bununla birlikte, bu eğilimin aslında II. Dünya Savaşından sonra başladığı,
"refah" kapitalizminin özelliklerinde, hatta piyasa toplumunun başlangıcında
aranması gerektiği akılda tutulmalıdır.(vi) Bunun nedeni, hayali metaların
yaratılmasını izleyen ekonomik ve politik alanlar arasındaki kurumsal ayrım ve bunun
sonucu olan atomlaşmanın, ya da piyasanın yaşamın tüm alanlarına yayılmasının,
giderek artan bir biçimde parçalanmış, yalıtılmış bireylerin ortaya çıkışına
yol açmasıdır.
İmdi, piyasa sisteminin bu global çağında ikili devinim kavramı hala yararlı
olabilir, çünkü bu aşama böylesine bir parçalanmışlığı getirse de, insanlar
hala kendi insanlıklarını, Gemeinscaft-benzeri "topluluklar" oluşturarak hem
kendi kimliklerini tanımlamaya hem de bir "toplumsal" varlık olarak kendi
bağlanmışlıklarını duyumsama yoluyla öne çıkarmaya çalışmaktadırlar.
Azınlıklar ve hatta dinsel topluluklar üzerinde giderek artan vurgu, böylesine bir
çabayı, "güvenli sığınaklar" bulma çabasını en azından kısmen
yansıtıyor diye değerlendirilebilir. Bununla birlikte, piyasanın yaşamın her
alanına yayılması, bu tür topluluklara sığınmayı bir yanılsamaya
dönüştürmektedir.(vii) Bunun nedeni, piyasanın etkinlik alanının giderek
genişlemesi yüzünden, ikili devinimdeki birbiriyle çelişen eğilimleri birbirinden
ayırmanın çok kolay olmamasıdır; hatta insanı niteleyen özellikler, söylem
düzeyinde, "piyasa mantığı"nın yeniden üretimi dolayısıyla öylesine
tersine dönebilir ki, piyasa ilişkilerinin yeniden üretimi için kullanılabilecek
araçlara dönüşebilir.(viii) Öyle görünüyor ki böyle bir eğilim, bizim çağdaş,
"global" sistemimizde geçerlidir ve etkinliğini giderek artırmaktadır.
Topluluk istemlerinin sorunlu tarafı, piyasa sistemindeki gelişmelerin
"Gemeinschaft" koşullarını ortadan kaldırmasıdır. Örneğin, Eric Hobsbawm
(1994: 428), "'topluluk" sözcüğü, gerçek yaşamda toplumbilimsel anlamıyla
toplulukları bulmanın güçleştiği dönemlerden daha önce hiç bu kadar dikkatsizce
ve boş bir biçimde kullanılmamıştı -'haberalma topluluğu', 'halkla ilişkiler
topluluğu', ... gibi" demektedir. Bu bakımdan, özellikle yirminci yüzyılın son
üç onyılında gerçekleşen, "geleneksel toplumsal normlar, doku ve değerlerdeki
olağandışı çözülme"nin (Hobsbawm 1994: 428), Gemeinschaft-benzeri topluluklar
oluşturmaya yönelik çabalara yol açtıkları, ve daha da ilginci, aslında bu türden
toplulukların "sahte-Gemeinschaft"lara (Pappenheim 1959: 68) dönüştüklerini
söylemek yanlış olmayacaktır.
Dahası, "yitik topluluğa" dönüş söyleminin de anlamsız, hatta faşist
dönemin de gösterdiği gibi tehlikeli olduğu görülebilir.(ix) Bu dönemde, kuşkusuz,
kişisel olmayan ilişkilerin, anlamsız atomların ve insan kendiliğindenliğinin
yokedilmesi gerçekleştirilmiştir. Dolayısıyla, tüm söylem biçimlerine karşın
Nasyonal Sosyalizmin "demokratik koşullarda hala insanın kendiliğindenliğinin
kalıntılarını koruyan her kurumun, bireysel ve ailenin özelliğini, sendikaları,
politik partileri, kiliseyi, yardım kuruluşlarını yoketmesi" (Neumann 1944: 367)
şaşırtıcı değildir. Ancak "yitik topluluk" söyleminin yarattığı
gerçek tehlikeyi en iyi Hobsbawm özetlemektedir:
Kişinin kimliği artan biçimde, öbürlerinin kimliksizlikleri üzerinde direterek
kurulmak zorunda kalınmaktadır: Başka türlü, Almanya'daki, kozmopolitan bir gençlik
kültürünün üniformaları, saç biçimleri ve müzik zevklerine sahip olan Neo-Nazi
dazlakların kendi öz Almanlıklarını, yöredeki Türkler ve Arnavutları dövmeden
oluşturmaları nasıl mümkün olabilir? "Kendilerinden" olmayanların
yokedilmesinden başka, bir bölgede, tarihin büyük bölümünde, bir dizi etnik unsur
ve din ile komşu olarak yaşamış olan "esas" Hırvat ya da Sırp
kişiliğinin oluşturulması nasıl mümkün olacaktır? (1994: 429)
Başka deyişle, "yitik topluluk" söylemi nihai olarak, insanın hem kendisinin
hem de toplumun, ya da Rotstein (1990: 104)'in yerinde metaforuyla "topluluk
içindeki bireyin" gerçekliğini kabul etmesi biçimindeki "türün
bilinci"ne sahip olma pahasına yeni "klan", "kabile",
"topluluk" vs. üzerindeki bir vurguyu ve dolayısıyla bu topluluklara dahil
olmayanlara karşı düşmanca bir tavrı ortaya çıkaracaktır. Bu bakımdan, ne yazık
ki, piyasa sisteminin etkinliği ve "topluluklar" üzerindeki giderek artan
vurgu, özellikle "insan" haklarına ilişkin olarak iyimser olmayı
engellemektedir.
Epilog: "İnsan" Hakları
Eğer bu çalışmadaki savın bir anlamı varsa, benimsenen çerçevenin insan hakları
bakımından ortaya çıkardığı içermeler oldukça dolaysız niteliktedirler: İlk
olarak, eğer piyasa sistemi, toplumu kendisine tabi kılma yoluyla, Polanyi tarzı bir
"insanlıktan çıkarma" sürecine neden oluyorsa, bu durumda "insan
hakları" terimi de anlamını yitirme eğiliminde olacaktır. Bu terim ile,
insanlara "eğer yapabiliyorlarsa ve yapabildikleri ölçüde, insan türü için
uygun olan belirli etkinlikleri yerine getirebilecekleri ... kendi insan olanaklarını
geliştirmelerini" sağlayacak haklar kastediliyorsa (Kuçuradi 1995: 11), bu durumda
insanları optimizasyona yönelik eyleyenler olarak gören, ve dolayısıyla onları
kişinin "ekonomik" amaçlarını gerçekleştirmek için kullanabileceği
araçlar olarak değerlendiren "piyasa mantığı"na direnmek esastır, çünkü
böyle bir bakış açısı insan haklarının evrensel niteliği ile çelişmektedir.
Başka deyişle, böyle bir bakış açısında, insanlar yalnızca, bir
"yanılsamayı" yani piyasa toplumunu sürdürmek için kullanılan işlevsel
birimlere, kendi "olanaklarını" ancak piyasanın sınırları içinde, yani
ancak kazanç isteği ile açlık korkusunun izin verdiği ölçüde
gerçekleştirmelerine izin verilen birimlere dönüşmektedirler. Kuşkusuz, burada ileri
sürülen nokta, piyasa ekonomisinin tümüyle insan hakları ile uyuşma içinde
olmadığı düşüncesi değil, ancak, piyasa ekonomisi ile demokrasi ve insan hakları
arasında, birçok Liberalin düşündüğü gibi, zorunlu bir bağlantı olmadığıdır.
Böyle bir zorunluluğu varsaymak, insan hakları kavramının bütünüyle tarihsel
olarak özgül, olumsal, yalnızca piyasa toplumuna uygulanabilecek bir kavram olduğunu
düşündürmektedir. Bunun nedeni, böylesine zorunlu bir bağlantının, "insanlık
durumu"nun, insanların içinde yaşadıkları tarihsel olarak özgül ekonomik ve
toplumsal koşullar tarafından belirlendiği varsayımını doğurması bakımından,
insanın gelişme olanaklarına göndermede bulunan insan haklarının evrenselliği ile
bağdaşmaması olgusudur. Eğer bu doğruysa, yalnızca insan hakları kavramının
değil, hatta özgürlük kavramının bile yalnızca, insanların kimi
"ekonomik" hedeflere ulaşmak için kullanılabilecek "şeyler" olarak
değerlendirildiği piyasanın sınırları içerisinde anlaşılabileceği anlamına da
gelmektedir.
Böyle bir anlayıştan kaçınmak için benimsenecek olası bir "çözüm",
Polanyi'nin uyardığı gibi, demokratik ilkenin ekonomik alana genişletilmesidir, ki bu
da ancak bu bağımsız, özerk alanın ortadan kaldırılması ile olanaklıdır. Ancak
bu da sonuçta, Büyük Dönüşüm'ün son bölümünde tartışıldığı gibi,
"karmaşık bir toplumdaki özgürlük" sorununun çözümünü
gerektirmektedir. Karmaşık bir toplum, makina ile birlikte yaşamak zorunda olan
toplumdur. Böyle bir toplum, kurumsal yapısı ne olursa olsun, gelişmiş bir
işbölümüne dayanmak zorundadır ve bu bu yüzden de devlet ve toplumun
gereksinimlerinin karşılanabilmesi için büyük bir bürokratik ağa sahip olmalıdır
(Rotstein 1990: 100). Kapitalist toplum, ya da Gesellschaft, böyle karmaşık bir
toplumdur; aslında, Polanyi'ye göre bu toplum, "makina çağı"na verilmiş
bir yanıt diye değerlendirilmelidir (BED, 117; LM, xlviii). Böyle bir kavrayış,
makina çağına verilebilecek başka türden yanıtların mümkün olabileceğini
düşündürmektedir. Böyle bir kavrayışın hem teknolojik determinizm, hem de
istenççilik olarak algılanması mümkün olabilirse de, aynı teknoloji düzeyinin,
birbirinden farklı, hatta birbirine farklı üretim ilişkilerini destekleyebileceği
savı ciddiye alınması gereken bir savdır, çünkü Polanyi'ye göre, ondokuzuncu
yüzyıl toplumunun sorunu "sanayi toplumu olması değil, bir piyasa toplumu
olmasıydı" (GT, 250). Bu toplum, özgürlüğü koruyamazdı, çünkü kuruluş
nedeni özgürlük ve barışı korumak değil, kar ve maddi üretimi sağlamaktı (GT,
225). Bu yüzden de, sonuç toplumun gerçekliğinin yadsınması olmuştu.(x)
Dolayısıyla, özgürlük, ekonomik alanın yeniden toplumun içerisine
"yerleştirilmesi" yoluyla toplumun bütününe yayılabilir. Yalnızca böyle
yapmakla, bireyin kapitalizmin yabancılaştırıcı, insanlıktan çıkarıcı
etkilerinden kurtulması mümkündür. Bu bakımdan, Polanyi, karmaşık bir toplumdaki
özgürlük sorununun kurumsal bir sorun olduğunu vurgulamaktadır; yani özgürlük,
kurumsal olarak korunmalıdır. Özgür bir toplumun "damgası", Polanyi'ye
göre, kurumsal olarak korunacak "uyum göstermeme hakkı"dır (GT, 255). Böyle
bir kurumsal korumayı sağlamak ve sürdürmek, öte yandan, bireylerin sistemin
insanlığı tehdit eden özelliklerine etken bir biçimde karşı koymalarına
bağlıdır; ikili devinim, yukarıda da gördüğümüz gibi, aslında böyle bir karşı
koymanın toplum cephesini temsil etmektedir.
Yine de, bugünlerde, ikili devinimin, şeyleşmenin çağcıl bireyin düşünme
biçimine kadar yayılmasıyla yaşamın her alanını tehdit eder hale gelmesi
ölçüsünde zayıfladığı söylenebilir. Bu yüzden, korumacı karşı devinimin
başarısı, büyük ölçüde piyasa sisteminin dayattığı düşünce biçimi, ya da
"piyasa mantığı"ndan bilinçli olarak kaçınabilmeye bağlı
gözükmektedir. Bu şeyleştirici eğilim arttıkça ikili devinimin başarı şansı
azalacaktır. Yani, ikili devinim, "bir yandan uluslararası sermayenin gücü
tarafından bastırılması, öte yandan da giderek bölünen, parçalanan ve bireyleşen
toplumların kendilerini bir bütün olarak toplumun çıkarına örgütleyebilmelerindeki
güçsüzlük yüzünden engellendiği" (Bienefeld 1991: 26) ölçüde
zayıflamaktadır.
Bu durumda, piyasanın genişlemesine karşı kendi insanlığımızı, yani hem birey,
hem de toplumsal bir varlık olma niteliğimizi öne sürmek, insanlığımızı tekrar
kazanmak için ahlaki bir yükümlülük haline de gelmektedir. Bu bakımdan, kendi
kızına göre, Polanyi'nin yaşamı boyunca kendisini toplumsal düşünceye adamış
olmasının "insanın kaderine ilişkin yarı-dinsel bir sorumluluk"
(Polanyi-Lewitt 1990: 119) tarafından açıklanabilir olduğu gözden uzak
tutulmamalıdır. İnsanın "kaderi", öyle görünüyor ki, toplumun hangi
kesiminden olursak olalım, ikili devinimi bilinçli bir biçimde kullanmamıza
bağlıdır, çünkü böyle bir çaba, piyasa sisteminin dayattığı düşünce
biçiminden kaçabilmenin yolu olarak gözükmektedir. Bu, insanların "bireyi
doğallaştırmak ve politik bütünün sorumlu bir birimi olma işlevini yerine
getirememesini sağlamak için düzenlenmiş bir yeniden-eğitime" (GT, 237) tabi
tutulduğu faşist dönemin de gösterdiği gibi olanaklı tek seçenek olabilir. Böyle
bir eğilime karşı ikili devinimin kullanılması bugün daha da önemlidir, çünkü
piyasa mantığının "insanın kardeşliği" düşüncesini, kaba güç yoluyla
değil ancak daha "barışçı" yollardan, yokettiği süreç geçmişe göre
bugün daha da etkindir. Bu çabanın başarılı olabilmesi için, Polanyi'nin Büyük
Dönüşüm'ün son sayfasında ileri sürdüğü gibi, "toplumun gerçekliğine
boyun eğmek" esastır, çünkü:
Toplumun gerçekliğini yakınmadan kabul etmek insana sarsılmaz bir cesaret ve
adaletsizlik ile özgürlüğün önündeki kaldırılabilir engellerin temizlenmesi için
sarsılmaz bir güç vermektedir. Tüm insanlar için daha fazla özgürlük yaratma
ödevine bağlı kaldığı sürece insanın, güç ya da planlamanın kendisine karşı
dönerek bunları araç olarak kullanma yoluyla elde ettiği özgürlüğünü
yokedeceğinden korkması gerekmez. Bu, karmaşık bir toplumda özgürlüğün
anlamıdır; bütün istediğimiz belirliliği verecek olan da budur. (GT, 258B)
Polanyi'ye göre, "bireyin biricik olması ve insanlığın birliği biçimindeki
Hıristiyan keşfi, faşizm tarafından yokedilmiştir" (GT, 258A). Dolayısıyla,
insan türünün bu iki ayrılmaz özelliğinin, yani "bireyin biricikliği" ile
"insanlığın birliği"nin farkına varılmasının ilk elde "insan"
haklarının korunabilmesi için esas olduğuna inanıyorum.
Göndermeler
Bienefeld, Manfred (1991). "Karl Polanyi and the Contradictions of the 1980s,"
in Mendell, Marguerite and Daniel SalÈe, The Legacy of Karl Polanyi: Market, State and
Society at the End of the Twentieth Century, New York: St. Martin's Press, ss. 3-28.
Fromm, Erich (1941). Escape From Freedom, New York: Owl Books.
Fusfeld, Daniel R. (1993). "The Market in Society," Monthly Review, vol. 45,
no.1, May, ss. 1-8; reprinted in McRobbie, Kenneth (ed.), Humanity, Society and
Commitment: On Karl Polanyi, MontrÈal: Black Rose Books, 1994, ss. 1-6.
Giddens, Anthony (1986). Nation-State and Violence, (vol. 2 of) A Contemporary Critique of
Historical Materialism, London: Macmillan.
Hobsbawm, Eric (1994). The Age of Extremes: A History of the World, 1914-1991, New York:
Vintage Books.
Kaptstein, Ethan B. (1996). "Workers and The World economy," Foreign Affairs,
vol. 75, No. 3, May/June.
KosÌk, Karel (1976). Dialectics of the Concrete: A Study on Problems of Man and World,
Boston Studies in the Philosophy of Science, R. S. Cohen and M. W. Wartofsky (eds.), vol.
LII, Dordrecht-Holland and Boston-U.S.A.: D. Reidel Publishing Company.
Kuçuradi, Ioanna (1995). "Human Rights Instruments Questioned in the Light of the
Idea of Human Rights," The Idea and the Documents of Human Rights, edited by Ioanna
Kuçuradi, Ankara: The Philosophical Society of Turkey, ss.3-12.
Lasch, Christopher (1977). Heaven in a Heartless World: The Family Besieged, New York: W.
W. Norton & Company.
Luk·cs, George (1971). History and Class Consciousness: Studies in Marxist Dialectics,
(translated by Rodney Livingstone), Cambridge (Mass.), The MIT Press.
Marx, Karl (1975). Early Writings, translated by R. Livingstone, Harmondsworth: Penguin.
Marx, Karl (1976). Capital (vol. I), translated by B. Fowkes, Harmondsworth: Penguin.
McClintock, Brent and J. Ron Stanfield (1991). "The Crisis of the Welfare State:
Lessons from Karl Polanyi," in Mendell, Marguerite and Daniel SalÈe, The Legacy of
Karl Polanyi: Market, State and Society at the End of the Twentieth Century, New York: St.
Martin's Press, ss. 50-65.
Neumann, Franz (1944). Behemoth: The Structure and Practice of National Socialism,
1933-1944, New York: Octagon Books, 1963.
O'Connor, James (1973). The Fiscal Crisis of the State, New York: St. Martin's Press.
Offe, Claus (1984). Contradictions of the Welfare State, edited by John Keane, Cambridge,
Mass.: The MIT Press.
Polanyi, Karl. (1935) "The Essence of Fascism" in Christianity and The Social
Revolution, J. Lewis, K. Polanyi, D.K. Kitchin (eds.), London: Victor Gollancz Ltd.
Polanyi, Karl (GT). The Great Transformation: The Political and Economic Origins of Our
Time, New York: Rinehart & Co., 1944 (paperback edition: Boston: Beacon Press, 1957).
Polanyi, Karl (OMM). "Our Obsolete Market Mentality: Civilization Must Find a New
Thought Pattern" Commentary, vol. III, January-June 1947, ss. 109-117.
Polanyi, Karl (BED). "On Belief in Economic Determinism" The Sociological
Review, vol. 39, Section One, 1947, ss. 96-102.
Polanyi, Karl (LM). The Livelihood of Man, edited by Harry W. Pearson, New York; Academic
Press, 1977.
Polanyi, Karl,. Condrad M. Arensberg and Harry W. Pearson (eds.)(TMEE). Trade and Markets
in the Early Empires: Economies in History and Theory, New York: The Free Press, 1957.
Polanyi-Lewitt, Kari (1990). "Origins and Significance of The Great
Transformation," in Polanyi-Lewitt (ed.), The Life and Work of Karl Polanyi,
MontrÈal: Black Rose Books, ss. 111-24.
Rotstein Abraham (1990). "The Reality of Society: Karl Polanyi's Philosophical
Perspective," in Polanyi-Lewitt (ed.), The Life and Work of Karl Polanyi, MontrÈal:
Black Rose Books, ss. 98-110.
Soysal, Mümtaz (1995). "Contradictions in the 'Human Dimension' of the Paris
Charter," in The Idea and the Documents of Human Rights, edited by Ioanna Kuçuradi,
Ankara: The Philosophical Society of Turkey, ss. 93-103.
Tönnies, Ferdinand (1988). Community and Society (Gemeinschaft und Gesellschaft),
translated by Charles Loomis, New Brunswick: Transaction Publishers.
Üşür, İşaya (1998) "Ma'lumat Toplumu ya da Buharlaşan Herşey
Katılaşıyor," Türk-İş '97 Yıllığı, ss. 293-320.
Wolfe, Alan (1977). The Limits of Legitimacy: Political Contradictions of Contemporary
Capitalism, New York: The Free Press.
Notlar
i Bu yazı, 1-3 Ekim 1998 tarihinde Ankara'da gerçekleştirilen "50 Yıllık
Deneyimlerin Işığında Türkiye'de ve Dünyada İnsan Hakları" Uluslararası
Konferansında sunulan tebliğin kısaltılmış bir biçimidir.
ii "Emek" ve "emek gücü" terimlerinin Polanyi tarafından, Marx'ın
bu terimleri kullanım biçimine yakın bir anlamda kullanıldığı söylenebilir. Marx
"emek" terimini, "insan ve doğa arasındaki metabolik etkileşim, insanın
varoluşu üzerine doğa tarafından konan ve her zaman geçerli olan koşul" (Marx
1976: 290) anlamında, yani "fiziksel biçimdeki, yaşayan kişilikteki, bir insanda
varolan zihinsel ve fiziksel yeteneklerin toplamı" (Marx 1976: 270) olarak
tanımladığı "emek" gücünün içerisinde harcandığı bir sürece
gönderme yapar biçimde kullanmaktadır. Bu önermeye dayanarak "emek
gücü"nün aslında insandaki "eyleme" gücüne göndermede bulunduğu
ileri sürülebilir.
iii Bu süreç, Marx tarafından çarpıcı bir biçimde dile getirilmektedir:
Tarihte ne kadar geriye gidersek, bireyin, ve dolayısıyla üretici bireyin, giderek daha
bağımlı, daha geniş bir bütünlüğe ait olduğunu görürüz.... Yalnızca
onsekizinci yüzyılda, "sivil toplumda", değişik toplumsal bağlanmışlık
biçimleri bireyin karşısına, yalnızca kendi özel amaçlarına yönelik araçlar
olarak, dışsal zorunluluk olarak çıkmaktadır. Ancak bu bakış açısını yaratan
çağ, yalıtılmış bireyin çağı, aynı zamanda kesinlikle şimdiye dek en çok
gelişmiş toplumsal (bu bakış açısından, genel) ilişkilerin geçerli olduğu
çağdır. İnsan, en temel anlamında bir politik hayvandır, yalnızca bir sürü
hayvanı değil, ancak kendisini yalnızca bir toplum içerisinde bireyleştiren bir
hayvan. (Marx 1973: 84)
iv Kendisi de kapitalizmin bir sonucu olan ulus-devlet ile "toplum" arasında
her zaman yakın bir bağlantı bulunmaktadır, hatta öyleki, "kapitalist toplum,
yalnızca ulus-devlet olduğu için bir 'toplum'dur" (Giddens 1986: 141). Yani,
"toplum" terimi, bir ulus-devlet sınırları içerisinde yaşayan insanlarla
bir tutulma eğilimindedir ve bu yüzden de toplumun "keşfi", ulus-devletin
kuruluşu ile elele gider. "Toplum" terimindeki belirsizlikler ve ulus-devletle
olan ilişkileri için bak. Giddens (1986: 135-36).
v Kapstein, ulus-devletin çalışanları tam da, dünya ekonomisinin globalleşme
çağında bir korunak olarak devlete en çok gereksindikleri bir zamanda terkettiğine ve
globalleşmeye politik desteğin sürmesi için bu toplumsal sözleşmenin bozulmaması
gerektiğine inanıyor olsa da (1996: 17), böyle bir olasılık yakın gelecek için
ufukta görünmemektedir.
vi Dünya ekonomisinin 1960 ve 70'lerdeki krizi, kimi zaman "refah devleti"nin
krizi olarak sunulduğundan, yine Polanyi'nin çözümlemesinden elde edilecek çerçeve
kullanılarak, devletin işlevinin de sorgulanması gerekmektedir. O'Connor (1973) ve
Wolfe (1977) gibi çok sayıda yazarın inceledikleri gibi, kapitalist devletin iki
işlevi, yani, "meşrulaştırma" işlevi ile "birikim" işlevleri
arasında bir çelişki olduğu söylenebilir. Bu çerçeveye göre, devlet bu iki
çelişkili işlevi, yani hem sermaye birikiminin, hem de toplumsal uyumun koşullarını
aynı anda yerine getirmek zorundadır. Ancak devletin sermaye birikimini sağlamak için
kendi baskı gücünü açıkça bir sınıfın yararına kullanma zorunluluğu,
meşruiyetini tehlikeye atacaktır (O'Connor 1973: 6). Sözü edilen dönemdeki krizin bu
çelişki temelinde incelenmesinin gerekli olduğuna inanıyorum. Ayrıca, bu dönemin
temel nitelikleri için bak. McClintock ve Stanfield (1991), ve refah devletinin
çelişkileri için bak. Offe (1984).
vii Örneğin, Christopher Lasch'a (1977) göre, piyasanın katlanılması güç
gerçeklerinden kaçmak için kullanılabilen aile, "kalpsiz bir dünyadaki
sığınak" olma işlevini, piyasa ilişkilerinin aileye de girmesi ve bu kuruma
yapılan "refah" devleti müdahalelerinin giderek artması yüzünden,
yitirmektedir.
viii Örneğin, Daniel Fusfeld (1993: 8), A.B.D.'deki Cumhuriyetçi tutucuların hem
serbest piyasayı hem de "aile değerleri" dedikleri şeyi yüceltmelerini,
onların serbest piyasanın aile değerleri üzerindeki yıkıcı etkilerini görmedikleri
için eleştirmektedir. Ancak, bireylerin zihinlerindeki, piyasa ilişkilerinin sürmesini
sağlayacak biçimdeki "şeyleşme", bu çelişkiyi "zorunlu" bir
çelişkiye dönüştürmektedir.
ix Aslında, Nasyonal Sosyalizm üzerine yapılmış en kapsamlı çalışmalardan
birisini gerçekleştirmiş olan Franz Neumann (1944)'de birçok yerde belirtildiği gibi,
Nasyonal Sosyalizm çok zaman yandaşları tarafından, "Gemeinschaft"a
dönüş, "bütün"ü vurgulama yoluyla para ve kapitalizmin fetiş niteliğine
bir başkaldırı olarak sunulmuştur. Örneğin, bir zamanlar Nasyonal Sosyalist partinin
ekonomik komitesinin başkanı olan Bernhard Köhler, "en başından beri Nasyonal
Sosyalizm, insanların yaşayan duygularının, insanların bütününün ekonomi, maddi
varoluş tarafından belirlenmesi olgusuna karşı başkaldırısı olmuştur"
demektedir (aktaran: Neumann 1944: 232).
x Bu düşüncenin yine Marx'ın özgürlüğün piyasanın sınırları içinde
tanımlandığını söylediği aşağıdaki alıntıda da ortaya çıktığını
görüyoruz:
Sınırları içinde emek gücünün alınıp satıldığı dolaşım, ya da meta
değiş-tokuş alanı, aslında insanın doğuştan gelen hakları için bir Eden'dir. Bu
alan, Özgürlük, Eşitlik, Mülkiyet ve Bentham'ın ayırdedici alanıdır. Özgürlük,
çünkü bir metanın, haydi emek gücü diyelim, hem alıcısı hem de satıcısı,
yalnızca kendi özgür istenci tarafından belirlenir. Bunlar her ikisi de yasa önünde
eşit olan özgür insanlar olarak sözleşme yaparlar. Bu sözleşme, onların ortak
istençlerinin ortak bir yasal dile getiriş buldukları nihai sonuçtur. Eşitlik,
çünkü her ikisi de, yalınca metaların sahipleri olarak, ilişkiye girerler ve
eşdeğer ile eşdeğeri değiş-tokuş ederler. Mülkiyet, çünkü her ikisi de
yalnızca kendisinin olanı kullanırlar. Ve Bentham, çünkü her ikisi de yalnızca
kendi çıkarını gözetir. (Marx 1976: 280)