!ktphane.gif (4763 bytes)

24. Sayı

Globalleşme Çağında "İnsan" Hakları

Bu çalışmanın hareket noktası, Mümtaz Soysal'ın Avrupa Topluluğunun insan haklarına yönelik tutumunu, Paris Sözleşmesi'ni temel alarak irdelediği bir çalışmadır (Soysal 1995). Soysal'a göre sözkonusu belge, insan hakları bakımından iki temel çelişki içermektedir: İlk olarak, belgede yapılan ulusal ya da etnik azınlıkların "hakları" üzerindeki vurgu, insan haklarının evrenselliği ilkesi ile çelişmekte ve ikinci olarak da temel hak ve özgürlüklerin belirli bir sosyal ve ekonomik sisteme, yani piyasa sistemine bağlanması ve insan haklarının piyasa ekonomisine ulaşmada bir "araç" olarak değerlendirilmesi, yine insan haklarının evrenselliğiyle bağdaşmayan ideolojik bir seçimi göstermektedir. Bu çalışmada, Soysal'ın sözünü ettiği çelişkilerin gerçekte yalnızca sözkonusu metne özgü çelişkiler olmayıp, piyasa sisteminin, özellikle "global" dönemindeki işleyişinde aranması gereken kimi eğilimlerin bir yansıması olduğu ileri sürülmektedir. Bu çalışmada kullanılan kavramsal çerçeve büyük ölçüde, Karl Polanyi'nin piyasa sistemini tarihsel olarak analiz etmek için kullandığı çerçeveye dayanmaktadır. Bu çerçeveye dayanarak ileri sürülecek olan nokta, piyasa sisteminin, ve bu sistemin dayattığı düşünce biçiminin, yani Polanyi'nin deyişiyle "piyasa mantığının", esas olarak emek, toprak ve para biçimindeki "hayali metaların" yaratılmasına ve dolayısıyla bireyleri "atomlaştırarak" onların toplumsal birer varlık olma özelliklerinin ortadan kaldırılmasına dayanan bir "insanlıktan çıkarma" sürecine yol açma eğiliminde olmasıdır. Böyle bir eğilim ise, "insan" hakları kavramının en temel anlamının gözden yitmesine ve insanların birbirini, kendi amaçlarına ulaşabilmek için kullanabilecekleri "araçlar" olarak değerlendirme noktasına gelmelerine yol açmaktadır.
Bu bakış açısından, çalışmanın ilk bölümünde öncelikle Karl Polanyi'nin piyasa sistemini analizi ele alınarak bu analize dayanan bir kavramsal çerçeve geliştirilecektir. Bu bölümde, Polanyi'nin ortaya koyduğu, piyasa sisteminde yer alan üç kurumsal eğilim, yani sırasıyla, "ekonomik" ve "politik" alanlar arasındaki ayrım, "toplumun gerçekliğinin yadsınması" ve piyasa toplumlarındaki istikrarsızlık eğilimini ortaya çıkaran "ikili devinim", yani piyasanın genişlemesi ile bu genişlemeyi kısıtlama yönündeki eğilimler vurgulanmaktadır. İkinci bölümde, çağcıl piyasa sisteminde geçerli olduğu ileri sürülen "globalleşme" sürecinin temel özellikleri kısaca özetlendikten sonra, yukarıda sözü edilen üç kurumsal eğilimin varlığının, globalleşme çağındaki piyasa sisteminde insan hakları konusunda ortaya çıkardığı kimi içermeler dikkate alınacaktır.
1. Karl Polanyi'nin Piyasa Sistemi Analizi
1.1. Hayali Metalar ve Piyasa Sisteminin Kurumlaşması
Esas olarak 1930'lardaki faşist deneyimi anlamaya yönelik bir çaba olan Karl Polanyi'nin Büyük Dönüşüm (GT) adlı kitabı, aslında "piyasa ekonomisinin" kendisine yönelik bir eleştiriye dayanmaktadır, çünkü Polanyi'ye göre, "Alman faşizmini anlamak için Ricardo'nun İngilteresine dönmek zorundayız" (GT, 30); yani faşist deneyim, bu "büyük dönüşüm", ondokuzuncu yüzyılda oluşturulan piyasa sisteminin doğrudan bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Polanyi bu kitapta, "görünmez el" anlayışı ile bunun uzantısı olan laissez faire ilkesine dayanan faydacı toplum kuramının öngördüğü biçimde bir ekonomik sistem oluşturmanın olanaksız olduğunu ileri sürmektedir. Bunun nedeni, bireysel kazanç güdüsü ve aç kalma korkusu üzerine temellenecek olan böyle bir "kendi kendini düzenleyen" ekonomik sistemin, bütün bir toplumu piyasanın egemenliği altına sokması yüzünden insanın hem toplumdaki diğer insanlarla hem de doğayla olan "yaşamsal birliğini" bozarak toplumun hem doğal, hem de insani özünü tahrip etmesidir. Böyle bir tahribatın engellenebilmesi için piyasanın genişlemesini sınırlayıcı nitelikte yapılacak müdahaleler ise sonuçta sistemin işleyişini bozarak çözülmesine yol açacaktır. Polanyi'nin deyişiyle sistem, toplumun, kendi kendini düzenleyen piyasanın işleyişi tarafından yokedilmemek için benimsediği önlemlerin bir sonucu olarak çözülmüştür (GT, 249).
19. yüzyılda kurumsal çerçevesi çizilen bu kendi kendini düzenleyen ekonomik sistem, birbiriyle ilişkili iki özellik tarafından tanımlanmaktadır: bütün insanlık tarihinde ilk kez bağımsız, toplumun geri kalanından ayrı bir varlığı olan bir "ekonomik" alanın ortaya çıkmasına yol açan "hayali metaların" yaratılması ile bu kurumsal yapının insan zihnindeki yansıması olan "piyasa mantığı" ya da daha doğru bir deyişle ekonomik determinizm. Piyasa ekonomisi, insanlık tarihinde biricik olan ve kendine özgü bir sistemdir; bu sistemden daha önce, ekonomik alan, kendi "yasalarına" göre işlemesi, herhangi bir politik etkiden ya da ekonomik olmayan unsurlardan bağımsız olması anlamında, toplumun geri kalanından kurumsal olarak ayrılmış nitelikte değildi. Piyasa sisteminden önce, "ekonomik" alan toplumsal ilişkiler içine "yerleşik" niteliktedir ve diğer toplumsal, politik, dinsel vb. kurum ve ilişkilerden bağımsız olarak, yalnızca değişim ilişkisine girenlerin "ekonomik" güdülerine, yani kazanç elde etme isteği ve/veya aç kalma korkusuna dayanarak işleyişini sürdüren bir kurum niteliğinde değildir. Bu tür toplumlardaki "ekonomik" nitelikte görülebilecek unsur ya da işlemlerin temel olarak ekonomik olmayan unsurların ve ilişkilerin etkisi altında olmaları yüzünden "ekonomik yaşam" deyişinin belirgin bir anlamı bulunmamaktadır. Böylesine belirgin bir anlam, ancak kendi başına varolan ve kendi kendini düzenleyebilen bir ekonomik sistemin, yani genel bir kurum olarak piyasanın varlığıyla ortaya çıkabilir. Bu kurum ilke olarak, toplumun özellikle politik ve yönetsel yapısından bağımsız, ondan herhangi bir etkilenme olmadan işleyişini sürdürmektedir ve bu da piyasanın, toplumsal ilişkilerden bağımsız, "ayrışık" bir nitelik taşıdığını göstermektedir (TMEE, 68-70). Kendi fiyatını belirleme özelliğine sahip olan her bir tekil piyasanın bir diğerine bağlanarak oluşturduğu ve kendi kendine işleyen böyle bir sistem, yani "piyasa" kurumu, yalnızca fiyat mekanizması temelinde işlemeli ve dolayısıyla bütün politik etkilerden bağımsız olmalıdır (GT, 43). Bu da giderek kendi kendini düzenleyen bir piyasa sisteminin, toplumun kurumsal olarak başlıca iki alana, ekonomik ve politik alanlara ayrıştırılmasını gerektirdiğini ortaya koymaktadır. "Böyle bir ikilik, aslında yalnızca, bir bütün olarak toplum dikkate alındıkta, kendi kendini düzenleyen bir piyasanın varlığının başka bir biçimde dile getirilişidir" (GT, 71).
Bununla birlikte, böylesine bir kurumsal yapı aslında piyasa sisteminin temel özelliği olmak yerine bir sonuçtur: bu yapıyı ortaya çıkaran, "hayali metalar"ın yaratılması, yani kendileri ekonomik anlamda "üretilmiş" olmasalar bile, piyasanın kendi kendi kendine işleyebilmesi için serbestçe değiş-tokuşa konu olması gereken emek, toprak ve paranın birer meta olarak ortaya çıkmasıdır.
Bu metalaşma süreci, toplum açısından önemli değişimleri ortaya çıkarmaktadır, çünkü; örneğin, "hammadde" terimi, ki bir "üretim faktörü" olarak "toprak" içerisinde kapsanmaktadır, aslında, doğaya göndermede bulunurken "emek" terimi de insanın yaşam etkinliğinin tümüne göndermede bulunmaktadır. Buna karşılık bir ölçü ve değer birimi olarak "para" da üretimin sürdürülmesi için bütün ekonomik işlemlerin parasal işlemler olması zorunluluğu yüzünden metalaşmıştır (GT, 41; 74-75). Dolayısıyla sonuç, satılmak amacıyla üretilmeyen, hatta gerçek anlamda "üretilmiş" bile olmayan üç "hayali meta"dır:
Emek, yaşamın kendisiyle elele giden, satılmak için üretilmiş olmayan ancak tamamıyla farklı nedenlerle üretilen, yaşamın geri kalanından ayırılamayan, saklanamayan ya da devinime geçirilemeyen, insan etkinliğinin yalnızca bir başka adıdır; toprak, insan tarafından üretilmeyen doğanın yalnızca bir başka adıdır; son olarak para, yalnızca satınalma gücünün bir ölçüsü olarak üretilen bir şey değildir, ancak bankalar ve devlet finansmanı yoluyla ortaya çıkar. Bunların hiçbirisi, satılmak için üretilmemiştir. (GT, 72-73)
Ancak bunların meta olarak değerlendirilmesi aslında bütün bir toplumun piyasanın egemenliği altına girmesi anlamına gelir, çünkü böyle bir sistemde insanlar varlıklarını sürdürebilmek için kendi emek güçleri ve doğal çevreleri de dahil olmak üzere sahip oldukları metaları piyasaya arz ederek bunların karşılığında elde edecekleri gelirle kendi tüketimlerini gerçekleştirmek zorundadırlar (BED, 97). Başka deyişle, bu insanları gelir elde etmeye zorlayan iki temel güdü, kazanç elde etme güdüsü ile aç kalma korkusu, piyasa ekonomilerindeki evrensel güdüler haline gelmektedir. Polanyi'ye göre, işleyen bir üretim aygıtına sahip olmayan hiçbir ekonomi varolamayacağı ve piyasa ekonomisinde bu üretim aygıtı piyasanın egemenliği altında olduğu için, toplumun "geri kalan" bölümü de aslında ekonomik alana bağımlı hale gelmektedir (OMM, 111). 19. Yüzyılda yaratılan, piyasa ekonomisine "yerleşik" olan ya da bu ekonomiye bağımlı olan böyle bir piyasa toplumu, terimin tam anlamıyla bir "ekonomik toplum"dur. Bu toplumdaki sınıflar yalnızca "emek", "sermaye" ve "toprak" faktörleri için sözkonusu olan "arz" ve "talep" tarafından belirlenmekle kalmamakta, toplumdaki bütün kurumlar, aile, bilim ve eğitimin örgütlenişi, din ve sanatlar, kısacası yaşamın bütün alanları piyasanın gerekleri ile uyumlu olmak zorundadır (BED, 100).
Bununla birlikte, böyle bir metalaşma süreci, Polanyi'ye göre, bütün bir insan varoluşunu bu mekanizmaya bağımlı hale getirdiğinden önünde sonunda toplumsal dokunun çözülmesine yol açacaktı. Yine de böyle bir sürecin yarattığı tehlike ekonomik olmak yerine, insanların yaşamlarını ve hatta giderek tüm bir toplumu "tahrip etme" sonucunu verecekti. Böyle bir kurumsal yapının, özellikle de emek piyasasının yaratılması, insanı kendi etkinliğinden koparıp aç kalma korkusuna bağımlı kıldığı için aslında yaşamın "bütünlüğünü" parçalayarak insanın etkinliğini ekonomik, politik, dinsel vs. gibi belirli alanlara bölerek yalnızca "ekonomik" güdülerin, kazanç güdüsü ile açlık korkusunun, insanların yaşamlarını yönlendirmeleri sonucunu verecekti. Başka deyişle, bütün bir insan yaşam etkinliğinin bütünü ile bu etkinliği gerçekleştirirken insanın kullandığı yetenek ve kapasite, yani emek gücü artık "metalaşmış" nitelikte idi. Böyle bir süreç de giderek insanın yalnızca kendi etkinliğinden değil, kendi "eyleme" gücünden de koparılması anlamına gelecektir, çünkü insanı tanımlayan bu gücün artık meta olması sözkonusudur.(ii) Dolayısıyla bu kurumsal yapı, insanın tüm varoluşunu ve "insan" terimine yüklenen fiziksel, psikolojik ve moral anlamın da tümden değişmesi sonucunu verecektir (GT, 73).
Emeğin metalaşmasının en önemli sonucu toplumun, her birisi diğer insanları dikkate almadan yalnızca kendi güdüleri temelinde davranan "atomlara" bölünmesidir. Bu, sözleşme serbestliği ilkesinin bir sonucu olarak, pratikte, piyasa toplumlarından önceki toplumlarda egemen olan akrabalık, komşuluk, meslek ve yetenek gibi unsurlara dayanan sözleşme dışı ilişkilerin, "bunlar bireyin bağlanmış olmasını gerektirdiğinden ve dolayısıyla onun özgürlüğünü kısıtladığından ortadan kaldırılması gerektiği" (GT, 163) anlamına gelmektedir. Yani, emek sözleşmesi, aslında "ilkel" toplumlarda bireyin açlıktan ölmemesini sağlayan, bireyin toplumla olan bağından kopması anlamına gelecektir. Öte yandan öbür hayali meta olan toprak dikkate alındıkta, toplumun bu biçimdeki atomlaştırılması aynı zamanda insan yaşam etkinliğini içinde gerçekleştiği doğal çevreden de ayırmak anlamına gelir, çünkü toprağın kendisi de bir metaya indirgenmiştir. Polanyi'ye göre, toprağın ekonomik işlevi, yaşamsal işlevlerinden yalnızca birisidir. "insanın yaşamına istikrar kazandırır; insanın yerleşme yeridir; fiziksel güvenliğinin koşuludur... İnsanın yaşamını toprak olmadan sürdürebileceğini düşünmek, elleri ve ayakları olmadan doğmuş olmasını düşünmek gibidir" (GT, 178). Bu yüzden, piyasa sisteminin kurumlaşması için bir başka zorunluluk olan "toprağın bireyselleşmiş değerlendirmesi" (GT, 179), esas olarak insan yaşamını doğal çevresinden koparmakla aynı anlama gelmektedir. Başka deyişle, bu iki aşama birarada bir "insanlıktan çıkarma" sürecini tanımlamaktadır; piyasa sisteminde, insanlar, kendilerini insan yapan özelliklerden koparılarak "ters" bir yaşam sürmeye zorlanırlar.
Piyasa ekonomisinin kurumsal yapısı insanları, birbirinden ayrılmış, parçalanmış bir yaşama zorlar; başka deyişle insanın "bütünlüğü" bu sistemde parçalanır: önce hayali metaların yaratılması insan yaşamının bütünlüğünü "ekonomik" ve "ekonomik olmayan" alanlara ayırarak insanın gerek kendi etkinliğini, gerekse de doğayla bütünlüğünü kendisinden koparır. İkinci olarak da ekonomik alanın ayrı bir kurumsal alan olarak ortaya çıkması, "insanlık durumu"nun da dönüşmesine yol açar: insanlar artık iki "ekonomik" güdü, kazanç güdüsü ile açlık korkusu, tarafından yönlendirilir olarak düşünülürler. Diğer tüm güdüler, insan için ne kadar önemli olurlarsa olsunlar, günlük yaşamlarında "ideal" terimi ile karakterize edileceklerdir: "insanın yaşamsal birliği", maddi değerlere dayanan "gerçek" insan ile "ideal" benliği biçiminde ikiye ayrılmıştır" (OMM, 116).
Yine de, bir başka açıdan, bu, insanın toplumsallığının da ihlal edilmesidir. Piyasa mekanizması, insan ekonomisinin özünü, "insanın varlığını sürdürebilmesi için doğaya ve diğer insanlara olan nihai bağımlığını" (LM, 8), piyasanın kurallarına tabi kılarak bireyi yalnızca bir "atoma" çevirme yoluyla dönüştürmektedir. Bu da ayrışmış piyasa ekonomisinin "insanın bir toplumsal varlık olarak değişmezliğini" (GT, 46), bireyin bir homo oeconomicus olarak davranması sonucu ortaya çıkan toplumdaki çözülme yoluyla ihlal etmesidir.
Polanyi'nin argümanının, insan varoluşunun genel ve tarihsel bakımdan özgül özellikleri arasındaki ayrıma dayandığı açıktır; piyasa ekonomisi dışındaki her toplum biçiminde, maddi ihtiyaçların karşılanması anlamındaki ekonomik işlemler, ne kadar yaşamsal olurlarsa olsunlar, toplumsal kurumlar tarafından düzenlenirler: "bir kural olarak, insan ekonomisi toplumsal ilişkilere yerleşik durumdadır" (GT, 46; BED, 99). Başka deyişle, Polanyi'ye göre, "insanlık durumu", "ekonomik" güdülerce belirlenmez. Ekonomik etken bütün toplumsal yaşamın temelinde yer alsa da, "aynı derecede evrensel olan yerçekimi yasasının verdiklerinden daha fazla belirli teşvikler sunmaz", çünkü "açlık, otomatik olarak üretme isteğine yol açmaz. Üretim, bireysel değil, kollektif bir iştir... İnsan için, bu politik hayvan için, herşey, doğa tarafından değil, toplumsal durum tarafından verilir. 19. Yüzyılın, açlık ve kazancı 'ekonomik' olarak düşünmesine yol açan, yalınca üretimin bir piyasa ekonomisi altındaki örgütlenişidir" (OMM, 111). Başka deyişle, 19. Yüzyıl liberal düşüncesinin yanılgısı, insan varoluşunun genel ve tarihsel olarak özgül yanlarını birbirinden ayırmadaki başarısızlığıdır ki bunun da sonucu, yaygın ekonomik determinizmdir. Bu "ekonomistik yanılgı", yani "ekonomik görüngülerin" piyasa görüngüleriyle karıştırılması (TMEE, 270 ve LM, 20), ya da piyasa sisteminde geçerli olan kategorilerin tüm diğer toplum ve/veya zamanlara uzatılmasıdır. Polanyi için, piyasa kurumu insanlık tarihinde oldukça yaygın olsa da, "zamanımızdan önce hiçbir ekonomi, ilke olarak bile, piyasalar tarafından kontrol edilmemiştir" (GT, 43). Bundan daha da önemlisi, insanları "tanımlayan", ekonomik güdülerin varlığı değildir; Polanyi burada, Aristoteles'in insanların politik, yani sosyal hayvanlar oldukları düşüncesini izlemektedir.
1.2. "Piyasa Toplumu" ve "İkili Devinim"
Polanyi'ye göre kapitalist toplumun en önemli özelliklerinden birisi, ekonomik ve politik alanlar arasındaki ayrışmadır, çünkü piyasanın kendi kendini düzenleyebilmesi için dışarıdan hiçbir politik ya da toplumsal müdahalenin olmaması gerekir. Bununla birlikte, toplumun bütünü açısından hayali metaların yaratılmasının en dolaysız etkisi, bireyin atomlaşmasıdır. Birey, emek gücünün bir "taşıyıcısı" olarak bir "dişliye" ya da asıl işlevi piyasa ilişkilerini yeniden üretmek olan bir işlevsel birime dönüşmüştür. Üretim sürecinin "rasyonelleşmesi" ile elele giden bu "şeyleşme" süreci, bireyleri yalnızca makinelerin uzantılarına indirgemekte ve giderek onların bilinçlerine de yerleşmektedir (Lukacs 1971: 93). Bunun sonucu ise, meta formunu ve onun "yasalarını" doğal ve değişmez gören "şeyleşmiş zihin"in ortaya çıkışıdır (Lukacs 1971: 938). Başka bir deyişle, "rasyonel ekonomik insan", homo oeconomicus, bir gerçeklik haline gelir: birey, sistemin işlevsel bir parçasına dönüşür ve böyle olmakla sistemin işleyişi için vazgeçilmez hale gelir. Burada, Karel Kosik'in ileri sürdüğü gibi, aslında gerçekliğin kendisinin insanı bir soyutlama haline dönüştürdüğünü görmek esastır:
İktisat alanına girdiğinde, insan dönüşür. Ekonomik ilişkilere girdiği anda insan -kendi isteği ve bilincinin dışında olarak- homo oeconomicus olarak işlev gördüğü durum ve yasa benzeri ilişkilere çekilir; bu ilişkiler içinde ancak ekonomik insanın rolünü yerine getirdiği ölçüde varolabilir ve kendi kendisini gerçekleştirebilir. (Kosik 1976: 52)
Bu atomlaşmanın mantıksal sonucu ise kuşkusuz, ekonomik "rasyonelliği" temel alan "piyasa mantığı"dır: birey bir kez "piyasa içerisindeki birey"e (LM, 29) homo oeconomicus'a indirgendiğinde, artık "ekonomik" eylemin "insan için 'doğal' olduğu ve dolayısıyla kendi kendini açıkladığı" (LM, 14) düşüncesini ileri sürmek kolaydır. Yani bundan böyle "ekonomik" terimi piyasa etkinliğiyle bir tutulabilir.
Dolayısıyla, piyasa toplumundaki "ekonomik determinizm aldanması"nın (OMM, 114) bilincimiz üzerinde de egemen olmasına şaşmamak gerekir, çünkü bu sistemde insan yalnızca bir parçaya dönüşmüştür. Bu kurumsal yapının sonucu da "maddi" ve "ideal" arasındaki ayrımdır: bu toplumdaki "ekonomik" davranışların tümü, yalnızca iki güdüye, açlık korkusu ile kazanç umuduna dayanmakta, onur, gurur, dayanışma, ahlaki ödev ve yükümlülükler gibi ve diğer tüm güdüler, insanın gündelik yaşamını etkileyen tipik güdüler olsalar da, günlük etkinlikte gereksiz ve anlaşılması güç bir nitelik kazanarak "ideal" terimine sıkıştırılırlar çünkü bu güdüler üretim sürecinin yürütülmesinde dayanılacak nitelikte güdüler değildirler (BED, 100-101). Bundan böyle, Polanyi'ye göre:
İnsanın, birisi açlık ve kazanca yönelik olan, diğeri ise onur ve güce yönelik olan iki unsurdan oluştuğuna inanılmıştı. Birisi, "maddi", öbürü de "ideal"; birisi "ekonomik", öbürü "ekonomik olmayan"; birisi "rasyonel", öbürü "rasyonel olmayan". Faydacılar bu iki terimler kümesini birleştirerek insan karakterinin "ekonomik" yanını rasyonellik halesi ile donatacak kadar ileri gittiler. Dolayısıyla, yalnızca kazanç için davranmayı yadsıyabilecek birisinin yalnızca ahlak dışı değil, aynı zamanda da deli olduğu kabul edilecekti (OMM, 114).
Yine de, bu "ikici yanılsamanın" (BED, 102), yalnızca bir aldanma olmadığını, açlık korkusu ile kazanç umuduna dayanan ve kendi başına, toplumun geri kalanından bağımsız bir varlığı olan bir ekonomik sistemin varoluşunun bir yansıması olduğunu bir kez daha vurgulamak önemlidir. Yani, bu yanılsama, "piyasa ekonomisi altında insan toplumunun kendisinin ikici bir çizgide örgütlendiği, günlük yaşamın maddi olana yaslanırken Pazar günlerinin ideal olana ayrıldığı" (BED, 101) olgusunun doğrudan bir sonucudur. Başka deyişle, Marx'ın ünlü "Yahudi Sorunu Üzerine" adlı yazısında geliştirdiği çerçeve kullanıldıkta, birey sivil toplum, yani "ekonomik" alan içerisinde "kendi içine dönmüş, yalıtılmış bir monad" (Marx 1975: 229) olarak bencilce bir yaşam sürerken "politik" alanda soyut bir "vatandaş" kategorisine indirgenmektedir. Yani, kapitalist bir toplumda insanın iki varoluş biçimi bulunmaktadır: birisi "dünyevi", özgürlüğünün "özel mülkiyet özgürlüğü" olarak görüldüğü ekonomik alandaki varoluş biçimi, ve öbürü de "göksel", politik alandaki varoluş biçimi: "dinibütün insan ile vatandaş arasındaki fark, tüccarla vatandaş, ücretli ile vatandaş, toprak sahibi ile vatandaş, yaşayan birey ile vatandaş arasındaki farktır" (Marx 1975: 220-21).
Ne ki, böyle bir kurumsal çerçeve içerisinde kısıtlanan insan bir biçimde buna karşı koymakta ve bu da giderek piyasa sisteminin istikrarını bozucu etkide bulunmaktadır. Polanyi'nin temel savı, hayali metaların yaratılması ve bunun sonucu olan toplumun piyasaya tabi kılınması, gerçekte bir bütün olarak toplum için bir tehdit oluşturduğundan, insanların toplumsal dokuyu piyasanın yıkıcı etkilerine karşı korumasının son derece doğal olduğudur. Başka bir deyişle, piyasa toplumu başından beri işleyen bir "ikili devinim" ile karakterize edilmektedir: Piyasa ilişkilerinin yaşamın her alanına yayılmasının yol açtığı toplumsal "çözülme"ye karşı hayali metalar üzerinde yoğunlaşan bir korumacı karşı devinim sözkonusudur. Ancak, birbiriyle çatışan iki eğilimin varlığı, kapitalist toplumu özünde istikrarsız kılmaktadır. Bunun nedeni, korumacı karşı devinimin giderek kendi kendini düzenleyen piyasanın işleyişini bozması ve bunun da, özellikle toplumsal sınıflar arasında, politik gerilimler yaratması ve bu gerilimlerin yine piyasanın işleyişini bozmasıdır. Korumacı devinim, kendi kendini düzenleyen piyasanın işleyişine dolaysız ve ister istemez politik bir müdahale olduğundan, sistemin üzerine kurulduğu ekonomik ve politik alanlar arasındaki kurumsal ayrımın sürdürülmesini giderek zorlaştırmaktadır. Bu zorluk, toplumda varolan gerilimleri daha da artırdığından sonuç, faşist deneyimin de gösterdiği gibi istikrarsızlık, hatta tüm bir uygarlığın değilse bile tüm bir toplumun çözülüşüdür. Bunun nedeni, faşizmin, piyasa mekanizmasının işleyişi için ekonomik ve politik arasındaki ayrımın kaba güç yoluyla yeniden kurulmasına dayanan bir "çözüm" olduğunun ileri sürülebilmesidir.
İkili devinim, birbirinden ayrı, ancak yine de birbiriyle ilişkili iki düzeyde ele alınmalıdır: sınıf düzeyi, çünkü toplumsal sınıflar, öncelikle de çalışan sınıflar, gerçekte korumacı karşı devinimi sırtlayan nedensel eyleyenler olarak görünmektedir, ve kurumsal düzey, çünkü korumacı karşı devinim tarihsel olarak piyasa sisteminin kurumsal yapısında gerilimler yaratmış ve bu gerilimler yıkıma götürmüşlerdi. Bu iki bakış açısı, piyasa sisteminde yeralan kurumsal gerilimler ile sınıflar arasındaki çatışma, sözkonusu yıkımı anlamak için esastır (GT?134). Gerçekte burada sözkonusu olan, ikili, daha doğrusu çevrimsel bir süreçtir. Kapitalist bir toplumda sınıfların kendileri ve bu sınıflar arasındaki çatışmalar ekonomik alanda ortaya çıksalar da, bu çatışmaların ister istemez toplumsal bir boyutu olacak, bu toplumsal etkenler de yine ekonomik alanı etkileyecek ve sonuçta bir kez daha ekonomik alanın işleyişindeki gerilimler toplumda varolan gerilimleri daha da artıracaktır. Polanyi'nin deyişiyle: "toplum, piyasa mekanizmasının gereklerine uyumlu kılındığından, bu mekanizmanın işleyişindeki aksaklıklar toplumda da birikimsel gerilimler yarattı" (GT, 201). Başka deyişle ikili devinim süreci, piyasa sisteminin temelindeki ekonomik ve politik alanlar arasındaki kurumsal ayrımı bozma eğiliminde olacaktır. Bunun da sonucu, toplumsal dokudaki çözülme ve bunun üzerine sözkonusu kurumsal ayrımı yeniden kurabilmek için piyasaya yönelik her türden toplumsal muhalefeti, faşist dönemdeki gibi kaba güç de dahil olmak üzere her yolu kullanarak ortadan kaldırmaya çalışmaktır.
Birbiriyle çelişen bu iki eğilimin, yani piyasanın genişlemesi ile bu genişlemeye karşı koymanın ilginç bir başka boyutu da, aslında bunların kapitalist toplum içerisinde varolan "topluluk" özellikleri ile "toplum" özelliklerinin, ya da Ferdinand Tönnies'in sözdağarcığı kullanıldıkta, Gemeinschaft özellikleri ile Gesellschaft özellikleri arasındaki çelişkiyle elele gittiğidir. Sözü edilen üç hayali metanın yaratılması toplumsal bağlar üzerinde çözücü bir etki yapsa da, üretimin artan toplumsal niteliği yüzünden, kapitalizmin gelişmesiyle birlikte birey aynı zamanda diğer bireylere giderek daha fazla bağımlı olacaktır. Polanyi'ye göre, "bir sanayi toplumunda yaşıyor olma sonucu elde ettiğimiz" toplumun "bilgisi", "çağcıl insanın bilincinin kurucu unsurudur." (GT, 258A). (iii) Başka deyişle, tarihsel metalaşma süreci, yani piyasanın genişlemesi, aynı zamanda "topluluk"tan "toplum"a, ya da Gemeinschaft'tan Gesellschaft'a geçiş sürecini nitelemektedir. Tönnies'e göre, örneğin, en saf biçimi ailede geçerli olan Gemeinschaft, bireyler arasındaki birlik tarafından nitelenirken, Gesellschaft, bireyler arasındaki ayrılma ile nitelenmektedir (Tönnies 1988: 64-65). Öte yandan, bu iki insan topluluğundaki bireylerin düşünceleri dikkate alındıkta bu ayrımla elele giden bir başka ayrım, Gemeinschaft koşullarını taşıyan "doğal istenç" (Wesenwille), ile, Gesellschaft'ı ortaya çıkaran "rasyonel istenç" (Kürwille) arasındaki ayrımdır. Doğal, ya da bütünleştirici istenç, insanların doğal eğilimlerine gönderme yapar ve insanların güdüleri ve isteklerinin dile getirilişindeki kendiliğindenlik ile nitelenir. Buna karşılık rasyonel istenç, doğal istencin sahip olduğu kendiliğindenlik ve itkisellikten yoksundur ve esas olarak rasyonel hesaplamaya gönderme yapar (Tönnies 1988: 103-105). Başka deyişle rasyonel istenç, terimin düşündürdüğü üzere, kendi çıkarını gözeten bireyin, ya da kendi amaçlarına eldeki araçlarla ulaşmaya çalışan homo oeconomicus'un istencini yansıtmaktadır. Burada rasyonel istencin önemi, hem kişisel ilişkilerinde, hem de ekonomik ilişkilerinde, araçlar ve amaçlar arasında ayrım yapması, ve hatta insanların kendisini, birbirleri için araç kılmasıdır (Pappenheim 1959: 73). Tönnies'in de vurguladığı gibi, Gesellschaft ile temel unsuru olan rasyonel istenç, kapitalist ya da "burjuva toplumu" ile aynıdır (Tönnies 1988: 76); çünkü Gesellschaft temel olarak değiş-tokuş ilişkileri ile nitelenmektedir. Bu ise, yalnızca ticaretin insan istenci tarafından yaratılan, hayali, doğal olmayan meta ile, yani emek gücü ile sınırlanması durumunda geçerli olur (Tönnies 1988: 101). Kısaca, Gesellschaft, ücretli emeği, ya da bir meta olarak emek gücünü varsaymaktadır.
Dolayısıyla, Gesellscaft, ya da "piyasa toplumunun" iki önemli yönü bulunmaktadır. İlk olarak, "rasyonel", kendi çıkarını gözeten, toplumda yalnızca bir atom olan ve diğer insanları özgül araçlar olarak değerlendiren bireyin ortaya çıkması ve böylece de insanlar arasındaki bağların, özgülleşmiş bireylerin oluşturduğu "yararlı" birlikler tarafından yürütülmesi gerekir (Pappenheim 1958: 81). Ancak ikinci olarak, daha da önemlisi, çağcıl anlamdaki birey kategorisinin kendisi de Gesellschaft ile birlikte ortaya çıkar.
Gemeinschaft içindeki bir kişi, yaşamına anlam kazandıran bir bütüne aittir; böyle bir topluluk, Eric Fromm'un (1941: 40-41) Ortaçağ toplumunu betimleyişindeki gibi, güvenlik duygusu, dayanışma, ekonomik olanın insan ihtiyaçlarına tabi olması, insan ilişkilerinin dolaysızlığı ve somutluğu ile nitelenir. Ancak birey bu topluluk içerisinde yalnız ve yalıtılmış olmasa da, bireysel özgürlükten sözetmek güçtür. Başka deyişle, insanların birey olma nitelikleri yadsındığı için bu tür topluluklarda insanın "türe ait" olma niteliğinden sözedilemez. Öte yandan Gesellschaft'ta, birey olma ve bireysel özgürlük baskın görünmektedir. Tönnies'e göre, Gesellschaft'a geçiş için, "bireyin, rasyonel istençten ayrı bir biçimde doğal istence dayanan bağlarının çözülmesi gerekir. Bu bağlar bireyin kişisel devinim özgürlüğünü, mülkünü satabilmeyi, tavırlarının değişmesini, bilimin bulgularına kendisini uyarlayabilmesini engeller" (Tönnies 1988: 234). Bu yüzden, Gemainschaft türü bir topluluktaki toplumsal bağlanmışlık üzerinde yıkıcı bir etkisi olsa da, piyasa toplumu aynı zamanda "özgür" insanların ya da insanların kendi olanaklarını gerçekleştirebilmelerinin koşullarını da yaratmaktadır. Bunu mümkün kılan aslında sanayideki gelişme ile, Polanyi'nin deyişi kullanıldıkta, "makina çağı" ile ortaya çıkan üretimin artan toplumsal niteliğidir. Toplumsal üretim, işbirliği ve değiş-tokuş ilişkileri yoluyla, bireyleri kendi birey olma niteliklerinden koparsa da, aynı zamanda, kendi "türe ait olma" bilinçlerini de geliştirecektir (Tönnies 1988: 90). Başka deyişle bu süreç, bireylerin birbirlerine bağımlı olduklarının farkına varmalarına yol açarak, onların "toplumun gerçekliği"nin bilincine sahip olmalarına yol açacaktır. Paradoksal görünse de, bu biçimdeki "toplumun keşfi", "piyasa toplumu"nun önemli bir parçasıdır. Dolayısıyla, bireyin kaderi sözkonusu oldukta, piyasa toplumunda birbirine karşıt yönde işleyen iki eğilimin varlığını görebiliriz: bir yandan bireyin bağlarından kurtuluşu onu giderek daha bağımsız, kendine güvenli ve eleştirel kılarken öte yandan giderek artan bir yabancılaşma, yalıtılma ve korku ortaya çıkacaktır (Fromm 1941: 104).
Polanyi'ye göre topluluk ile toplum arasındaki bu ayrım, "çağcıl toplumu anlamakta esastır" (TMME, 68). Aslında, Gemeinschaft ile Gesellschaft arasındaki bu karşıtlık, Polanyi'nin "piyasa toplumu"nu eleştirisinin en önemli unsurudur. Piyasa toplumu kişisel olmayan ve dolaylı toplumsal ilişkilerle nitelendiği halde "prekapitalist" toplumlar dayanışma ve bağlanmışlık ile nitelenirler. Yine de bu, böyle toplumlardaki topluluk arasındaki ilişkiler ile topluluk dışındakilerle gerçekleştirilen ilişkiler arasında çarpıcı bir karşıtlık bulunduğu olgusunu değiştirmemektedir: "burada dayanışma, orada düşmanlık geçerlidir. 'Onlar' düşmanlık, aşağılanma ve köleleştirmeye tabi iken 'biz' birbirimize aitiz" (LM, 59). Dolayısıyla, Polanyi de, Tönnies'in piyasa toplumundaki iki eğilim konusundaki düşüncesini paylaşmaktadır: bireyin olanaklarını geliştirme ve gerçekleştirme yolları kapitalizmle birlikte artarken, bu sistem aynı zamanda insanları, kendilerini soyut, işlevsel birimler haline dönüştüren değiş-tokuş ya da bir başka "hayali meta" olan para tarafından yönlendirilmeden diğer insanlarla girdiği dolaysız, kişisel ilişkilerden kopararak onların toplumsallıklarını ortadan kaldırmaktadır. Başka deyişle piyasa sistemi ile, toplumun gerçekliği hem ilk kez farkedilmekte, hem de "insanın bir toplumsal varlık olarak değişmezliği" ilkesini ihlal eden bir sistemdeki insanın varlığı yüzünden bu gerçeklik aynı zamanda yadsınmaktadır. Bunun nedeni, bu toplumun, yalnızca "politik devletten ayrı bir biçimde ortaya çıkan" bir "ekonomik toplum" (GT, 115-16) olmasıdır. Bu olgunun, Gesellschaft'a geçişin, ikili devinimin işleyişi bakımından önemli içermeleri bulunmaktadır.
2. İkili Devinim ve Globalleşme
2.1. İkili Devinimin Anlamı
Hayali metaların yaratılması ve onun zorunlu sonucu, ekonomik ve politik alanların kurumsal olarak birbirlerinden ayrılmaları, piyasa sisteminin işleyişi için vazgeçilmez olsa da, korumacı karşı devinim bu kurumsal ayrımı geçersizleştirerek sistemin işleyişini çelişkili hale getirmektedir. Bu korumacı devinim, devletin de içerisinde olduğu daha genel bir sürecin bir parçasıdır: piyasanın genişlemesinin getirdiği "toplumsal çözülme"ye karşı işleyen bir eğilim olarak Polanyi toplumun "kendi kendisini koruması"ndan sözetmektedir. Buradaki "kendi kendini koruma", aslında piyasanın etkisini yaşamın her alanına, yani hayali metalara da uzatacak biçimde genişlemesine karşı toplumdaki çeşitli sınıf ve örgütlerde yer alan insanların direnmesine göndermede bulunmaktadır (GT, 76). Korumacı devinimin ekonomik alanla sınırlanmadığını görmek önemlidir; bu devinim, piyasa sisteminin "insanlık dışı" koşullarına karşı toplumsal, ya da kurumsal bir direnmeyi, hatta başkaldırıyı anlatmaktadır. Kabaca, topluluk özellikleri insan varoluşunun "insan" yönlerini oluşturduğundan ve bu özellikler piyasa toplumunda tehdit edildiğinden, toplum içerisinde yaşayan insanların bu tehdide kendi toplumsallıklarını, ya da bağlanmışlık duygularını öne çıkararak direnmeleri şaşırtıcı olmamalıdır. Bu nokta, Polanyi'yi anlamak için esastır. Örneğin Polanyi bir yerde şöyle demektedir:
Ancak insanın gerçek doğası kapitalizme direnir. İnsan ilişkileri toplumun gerçekliğidir. İşbölümüne karşın bu ilişkiler dolaysız, yani kişisel olmak zorundadır. Üretim araçlarının toplum tarafından denetlenmesi zorunludur. İnsan toplumu gerçek olmalıdır, çünkü insanca olmalıdır: yani kişiler arasındaki bir ilişki. (Polanyi 1935: 375-76)
Başka deyişle ikili devinim, "ayrışık" ekonomiyi temsil eden güçlerle bu ekonomiyi yeniden topluma "yerleştirmeyi" temsil eden güçler arasındaki bir savaşım olarak görülmektedir. Bu bağlamda, devletin etkinlikleri de ikili devinimin ayrılmaz bir parçasıdır. Piyasa sisteminin en başından beri devlet önemli bir rol oynamaktadır: devlet yalnızca piyasa sisteminin kurulmasına etken bir biçimde katılmakla kalmamış, aynı zamanda koruyucu karşı devinimin bayrağını da taşıma işlevi görmüştür. Tarihsel olarak, devlet hem piyasanın işleyişinde, hem de piyasanın etki alanının kısıtlanmasında temel bir rol oynamıştır. Bu durumda, piyasa toplumunda devletin ekonomik ve politik alanlar arasındaki kurumsal ayrımı koruyup sürdürmek için uygun bir araç olduğu söylenebilirse de, aynı devlet, ikili devinimin tarihinin de gösterdiği gibi, toplumu piyasanın yıkıcı etkilerinden korumak durumunda olmuştur. Dolayısıyla devletin, aynı konumda olan tek kurum olmasa bile, çelişkili bir bir işleyişi olduğu görülebilir: kapitalist ilişkileri hem derinleştirecek, hem de bu ilişkileri kısıtlamaya çalışacaktır. Yani, kapitalist bir toplumda devlet, bir yandan "egemen sınıfların" yönetsel organı işlevine sahipken öte yandan da toplumun tümünü temsil etme işlevi yüklenmektedir. Yine de, devletin, ya da bürokrasinin, toplumun bütününü temsil etme savı(iv), devletin piyasa ilişkilerini hem derinleştiren, hem de kısıtlamak zorunda kalan bir eyleyen olduğunu gösterir. Kapitalist bir toplumda devletin varlığının bile sermaye birikimine bağlı olduğu düşünüldüğünde, devletin olası tüm araçlarla kapitalist ilişkileri geliştirmeye çalışmasında şaşılacak bir yan bulunmamaktadır. Bu bakımdan devletin, aslında şiddet araçları üzerindeki tekelinden kaynaklanan merkezi gücünün bir sonucu olarak, mülkiyet haklarının oluşması ve korunmasında ve ayrıca para ve kredi sisteminin oluşturulmasında başka hiçbir kurumla kıyaslanamayacak bir rolü bulunmaktadır (Giddens 1986: 152-54). Bu açıdan Polanyi, piyasa sisteminin en başından beri devlet müdahalesini gereksindiğini, hatta sistemin kendisinin devlet müdahalesi ile kurulduğunu söylemektedir. Ancak devletin bu konumu ona aynı zamanda ekonomik alana doğrudan politik araçlarla müdahale edebilme gücü de vermektedir. Yani devlet bir yandan ekonomik ve politik alanlar arasındaki kurumsal ayrımı koruma işlevi taşırken, diğer yandan, piyasanın baskısı altındaki toplumsal dokunun çözülmesini engellemeye yönelik "korumacı karşı devinimi" de yürüten bir eyleyen haline gelir.
Bununla birlikte, piyasa sistemini hem geliştirmeye hem de kısıtlamaya yönelen tek kurum devlet değildir. Polanyi için, insanlar, kendi özlerini dile getiren ve "insan" özelliklerine dayanan bir kimlik geliştirmek için kullandıkları, din, aile, çalışma gibi bir kurumlar çokluğu yoluyla "insanlaşırlar". Toplumsal kurumlar en azından kısmen insanın özünün yansıtılması ve dile getirilmesi olarak görülebileceğinden, yalnızca ekonomik etkenlerle nitelenmeyen kimi kurumlar, bireylerin diğer insanlarla kişisel, doğrudan ilişkilerini yaşayabilmelerini sağlayıcı bir işlev yüklenecektir. Başka deyişle, bu tür kurumlar, sendikalar ve politik partiler de dahil olmak üzere istendik bir biçimde yaratılacak birlik ve topluluklarla birlikte, kapitalizmin yabancılaştırıcı, şeyleştirici, yıkıcı etkilerinden kaçabilecekleri "güvenli sığınaklar" olarak işlev görebilir. Birey açısından böyle bir sığınma tekil bir edim olsa da, yine de bir topluluğun varlığını gerektirmektedir, çünkü bu tür toplulukların insanların toplumsallıklarını, doğrudan ilişkilerini sağlama işlevleri bulunmaktadır. Bu kurumsal yapıların, ya da toplulukların, örneğin çalışan sınıfların örgütleri gibi, ekonomik-politik ayrımının sınırlarını çiğneyebilme güçlerinin varlığı ölçüsünde, piyasanın genişlemesinin yıkıcı etkilerine karşı koyabilmede başarılı olmaları olasıdır. Gemeinschaft benzeri toplulukları oluşturma girişimlerinin, piyasa sisteminin özellikle "global" çağında geçerli olan etkinlik biçimi olduğu söylenebilir.
2.2. Globalleşme ve "İnsan" Hakları
Bilindiği gibi, globalleşme terimi esas olarak, aşağıdaki beş özellikle tanımlanan "ma'lumat ekonomisi"nin (Üşür 1998) gelişimiyle birlikte piyasa ilişkilerinin dünya ölçeğinde yaygınlaşması ve derinleşmesi sürecine göndermede bulunmaktadır:
1) "Bilgisayar çağı"nı başlatan "ma'lumat [information] devrimi"nin bir sonucu olarak, bilim ve teknoloji, giderek artan biçimde üretim, tüketim ve ticaret süreçlerine uygulanmaktadır.
2) Hem reel GSMH, hem de istihdam içerisindeki ağırlık, maddi üretimden bilgi işleme etkinliklerine kaymaktadır.
3) Üretim sürecinde, kitle üretiminden esnek üretime bir kayma sözkonusudur ve bu kaymanın bir sonucu olarak, yüksek teknolojiyle çalışan daha dinamik küçük ve orta ölçekteki firmaların büyük ölçekli firmaların yerini almaları eğilimi ortaya çıkmıştır. Her ne kadar çok uluslu şirketlerin dünya ekonomisindeki ağırlığı sürse de, bu şirketler de kendilerini, daha esnek stratejiler benimseyerek piyasaların değişen koşullarına uyarlama zorunluluğunu duymaktadırlar.
4) Bu global ortamda, emek ve sermaye gibi üretim faktörleri, yönetim, piyasalar, bilgi ve teknoloji, ulusal sınırları aşmaktadır.
5) Tüm bu eğilimler, üretim süreçlerindeki değişimleri uyaran ve insanlık tarihindeki en önemli teknolojik yeniliklerden birisi olan bir süreçle, yani bilgiye ilişkin teknolojilerde (mikroelektronik, bilgi işleme, telekominikasyon vb.) yoğunlaşan devrimle elele gitmektedir. (Üşür 1998: 317-18).
Bununla birlikte, bu sürecin kimi yeni kurumsal düzenlemeleri de birlikte getirdiği gözden kaçmamaktadır. Öncelikle, "refah devleti"nin, ya da kimi zaman dendiği gibi "Fordist" birikim rejiminin altın çağının, 1970'lerin başından itibaren sona erdiği söylenebilir. 1980'lerin başından itibaren, dünya, "ütopyacı ve toplumsal olarak yıkıcı nitelikteki kendi kendini düzenleyen piyasayı gerçekleştirmek için bir başka felakete yol açacak çabaya kalkışmış" (Bienefeld 1991: 16) görünüyor. Bu yeni "global" ortam, aslında ekonomik ve politik arasındaki kurumsal ayrımı korumanın daha "barışçı" bir yönü olarak görülebilecek bir kurum olan refah devletinin "ölümünü" ve çalışanlarla yapılan tam istihdam ve kapsamlı bir toplumsal güvenlik biçimindeki "toplumsal sözleşme"nin bozulmasını haberlemektedir (Kapstein 1996: 16-17). (v) Sözkonusu "toplumsal sözleşme"nin bozulduğu bu yeni aşamada, "sanayi sonrası" bir toplumda yaşama olanağına ilişkin iyimserlik giderek yerini sıradan insanların ekonomik ve toplumsal güvenliğine ilişkin bir kötümserliğe bırakmaktadır. Bu konuda bir yorumcu şöyle demektedir:
Maddi refahın insanların dikkatlerini kendi ailelerine, kültürlerine ve doğa ve korunum için yenilenmiş bir saygıya yönelttiği bir bolluk toplumu düşü yerini yavaş yavaş, umut edilecek en iyi şeyin yabancılaşmış bireylerin "yaşamak için çalışmak" yerine "çalışmak için yaşamak" olduğu yeni-tutucu bir kabusa; insanların kendi kimliklerini, benlik duygularını ve toplumsal değer duygularını kişisel olmayan, artan bir biçimde değişken olan piyasadan elde edebilecekleri bir dünyaya, aile ve topluluk bağlarının sıklıkla anakronistik, uluslararası rekabetin meydan okuması karşısında "bizlerin" hiç bir zaman göze alamayacağı, etkinliğin karşısındaki duygusal bir engel olduğu bir dünyaya bırakmaktadır. Gerçekte, artan emek piyasası esnekliği istemleri, çeşitli yönetim gurularının genç insanlarımıza düzenli, yaşam boyu sürecek bir istihdamın bu yeni cesur dünyada bekleyemeyecekleri bir lüks olduğunu söyledikleri günlerde daha da keskin bir biçimde artmaktadır. (Bienefeld 1991: 4)
Bununla birlikte, bu eğilimin aslında II. Dünya Savaşından sonra başladığı, "refah" kapitalizminin özelliklerinde, hatta piyasa toplumunun başlangıcında aranması gerektiği akılda tutulmalıdır.(vi) Bunun nedeni, hayali metaların yaratılmasını izleyen ekonomik ve politik alanlar arasındaki kurumsal ayrım ve bunun sonucu olan atomlaşmanın, ya da piyasanın yaşamın tüm alanlarına yayılmasının, giderek artan bir biçimde parçalanmış, yalıtılmış bireylerin ortaya çıkışına yol açmasıdır.
İmdi, piyasa sisteminin bu global çağında ikili devinim kavramı hala yararlı olabilir, çünkü bu aşama böylesine bir parçalanmışlığı getirse de, insanlar hala kendi insanlıklarını, Gemeinscaft-benzeri "topluluklar" oluşturarak hem kendi kimliklerini tanımlamaya hem de bir "toplumsal" varlık olarak kendi bağlanmışlıklarını duyumsama yoluyla öne çıkarmaya çalışmaktadırlar. Azınlıklar ve hatta dinsel topluluklar üzerinde giderek artan vurgu, böylesine bir çabayı, "güvenli sığınaklar" bulma çabasını en azından kısmen yansıtıyor diye değerlendirilebilir. Bununla birlikte, piyasanın yaşamın her alanına yayılması, bu tür topluluklara sığınmayı bir yanılsamaya dönüştürmektedir.(vii) Bunun nedeni, piyasanın etkinlik alanının giderek genişlemesi yüzünden, ikili devinimdeki birbiriyle çelişen eğilimleri birbirinden ayırmanın çok kolay olmamasıdır; hatta insanı niteleyen özellikler, söylem düzeyinde, "piyasa mantığı"nın yeniden üretimi dolayısıyla öylesine tersine dönebilir ki, piyasa ilişkilerinin yeniden üretimi için kullanılabilecek araçlara dönüşebilir.(viii) Öyle görünüyor ki böyle bir eğilim, bizim çağdaş, "global" sistemimizde geçerlidir ve etkinliğini giderek artırmaktadır.
Topluluk istemlerinin sorunlu tarafı, piyasa sistemindeki gelişmelerin "Gemeinschaft" koşullarını ortadan kaldırmasıdır. Örneğin, Eric Hobsbawm (1994: 428), "'topluluk" sözcüğü, gerçek yaşamda toplumbilimsel anlamıyla toplulukları bulmanın güçleştiği dönemlerden daha önce hiç bu kadar dikkatsizce ve boş bir biçimde kullanılmamıştı -'haberalma topluluğu', 'halkla ilişkiler topluluğu', ... gibi" demektedir. Bu bakımdan, özellikle yirminci yüzyılın son üç onyılında gerçekleşen, "geleneksel toplumsal normlar, doku ve değerlerdeki olağandışı çözülme"nin (Hobsbawm 1994: 428), Gemeinschaft-benzeri topluluklar oluşturmaya yönelik çabalara yol açtıkları, ve daha da ilginci, aslında bu türden toplulukların "sahte-Gemeinschaft"lara (Pappenheim 1959: 68) dönüştüklerini söylemek yanlış olmayacaktır.
Dahası, "yitik topluluğa" dönüş söyleminin de anlamsız, hatta faşist dönemin de gösterdiği gibi tehlikeli olduğu görülebilir.(ix) Bu dönemde, kuşkusuz, kişisel olmayan ilişkilerin, anlamsız atomların ve insan kendiliğindenliğinin yokedilmesi gerçekleştirilmiştir. Dolayısıyla, tüm söylem biçimlerine karşın Nasyonal Sosyalizmin "demokratik koşullarda hala insanın kendiliğindenliğinin kalıntılarını koruyan her kurumun, bireysel ve ailenin özelliğini, sendikaları, politik partileri, kiliseyi, yardım kuruluşlarını yoketmesi" (Neumann 1944: 367) şaşırtıcı değildir. Ancak "yitik topluluk" söyleminin yarattığı gerçek tehlikeyi en iyi Hobsbawm özetlemektedir:
Kişinin kimliği artan biçimde, öbürlerinin kimliksizlikleri üzerinde direterek kurulmak zorunda kalınmaktadır: Başka türlü, Almanya'daki, kozmopolitan bir gençlik kültürünün üniformaları, saç biçimleri ve müzik zevklerine sahip olan Neo-Nazi dazlakların kendi öz Almanlıklarını, yöredeki Türkler ve Arnavutları dövmeden oluşturmaları nasıl mümkün olabilir? "Kendilerinden" olmayanların yokedilmesinden başka, bir bölgede, tarihin büyük bölümünde, bir dizi etnik unsur ve din ile komşu olarak yaşamış olan "esas" Hırvat ya da Sırp kişiliğinin oluşturulması nasıl mümkün olacaktır? (1994: 429)
Başka deyişle, "yitik topluluk" söylemi nihai olarak, insanın hem kendisinin hem de toplumun, ya da Rotstein (1990: 104)'in yerinde metaforuyla "topluluk içindeki bireyin" gerçekliğini kabul etmesi biçimindeki "türün bilinci"ne sahip olma pahasına yeni "klan", "kabile", "topluluk" vs. üzerindeki bir vurguyu ve dolayısıyla bu topluluklara dahil olmayanlara karşı düşmanca bir tavrı ortaya çıkaracaktır. Bu bakımdan, ne yazık ki, piyasa sisteminin etkinliği ve "topluluklar" üzerindeki giderek artan vurgu, özellikle "insan" haklarına ilişkin olarak iyimser olmayı engellemektedir.
Epilog: "İnsan" Hakları
Eğer bu çalışmadaki savın bir anlamı varsa, benimsenen çerçevenin insan hakları bakımından ortaya çıkardığı içermeler oldukça dolaysız niteliktedirler: İlk olarak, eğer piyasa sistemi, toplumu kendisine tabi kılma yoluyla, Polanyi tarzı bir "insanlıktan çıkarma" sürecine neden oluyorsa, bu durumda "insan hakları" terimi de anlamını yitirme eğiliminde olacaktır. Bu terim ile, insanlara "eğer yapabiliyorlarsa ve yapabildikleri ölçüde, insan türü için uygun olan belirli etkinlikleri yerine getirebilecekleri ... kendi insan olanaklarını geliştirmelerini" sağlayacak haklar kastediliyorsa (Kuçuradi 1995: 11), bu durumda insanları optimizasyona yönelik eyleyenler olarak gören, ve dolayısıyla onları kişinin "ekonomik" amaçlarını gerçekleştirmek için kullanabileceği araçlar olarak değerlendiren "piyasa mantığı"na direnmek esastır, çünkü böyle bir bakış açısı insan haklarının evrensel niteliği ile çelişmektedir. Başka deyişle, böyle bir bakış açısında, insanlar yalnızca, bir "yanılsamayı" yani piyasa toplumunu sürdürmek için kullanılan işlevsel birimlere, kendi "olanaklarını" ancak piyasanın sınırları içinde, yani ancak kazanç isteği ile açlık korkusunun izin verdiği ölçüde gerçekleştirmelerine izin verilen birimlere dönüşmektedirler. Kuşkusuz, burada ileri sürülen nokta, piyasa ekonomisinin tümüyle insan hakları ile uyuşma içinde olmadığı düşüncesi değil, ancak, piyasa ekonomisi ile demokrasi ve insan hakları arasında, birçok Liberalin düşündüğü gibi, zorunlu bir bağlantı olmadığıdır. Böyle bir zorunluluğu varsaymak, insan hakları kavramının bütünüyle tarihsel olarak özgül, olumsal, yalnızca piyasa toplumuna uygulanabilecek bir kavram olduğunu düşündürmektedir. Bunun nedeni, böylesine zorunlu bir bağlantının, "insanlık durumu"nun, insanların içinde yaşadıkları tarihsel olarak özgül ekonomik ve toplumsal koşullar tarafından belirlendiği varsayımını doğurması bakımından, insanın gelişme olanaklarına göndermede bulunan insan haklarının evrenselliği ile bağdaşmaması olgusudur. Eğer bu doğruysa, yalnızca insan hakları kavramının değil, hatta özgürlük kavramının bile yalnızca, insanların kimi "ekonomik" hedeflere ulaşmak için kullanılabilecek "şeyler" olarak değerlendirildiği piyasanın sınırları içerisinde anlaşılabileceği anlamına da gelmektedir.
Böyle bir anlayıştan kaçınmak için benimsenecek olası bir "çözüm", Polanyi'nin uyardığı gibi, demokratik ilkenin ekonomik alana genişletilmesidir, ki bu da ancak bu bağımsız, özerk alanın ortadan kaldırılması ile olanaklıdır. Ancak bu da sonuçta, Büyük Dönüşüm'ün son bölümünde tartışıldığı gibi, "karmaşık bir toplumdaki özgürlük" sorununun çözümünü gerektirmektedir. Karmaşık bir toplum, makina ile birlikte yaşamak zorunda olan toplumdur. Böyle bir toplum, kurumsal yapısı ne olursa olsun, gelişmiş bir işbölümüne dayanmak zorundadır ve bu bu yüzden de devlet ve toplumun gereksinimlerinin karşılanabilmesi için büyük bir bürokratik ağa sahip olmalıdır (Rotstein 1990: 100). Kapitalist toplum, ya da Gesellschaft, böyle karmaşık bir toplumdur; aslında, Polanyi'ye göre bu toplum, "makina çağı"na verilmiş bir yanıt diye değerlendirilmelidir (BED, 117; LM, xlviii). Böyle bir kavrayış, makina çağına verilebilecek başka türden yanıtların mümkün olabileceğini düşündürmektedir. Böyle bir kavrayışın hem teknolojik determinizm, hem de istenççilik olarak algılanması mümkün olabilirse de, aynı teknoloji düzeyinin, birbirinden farklı, hatta birbirine farklı üretim ilişkilerini destekleyebileceği savı ciddiye alınması gereken bir savdır, çünkü Polanyi'ye göre, ondokuzuncu yüzyıl toplumunun sorunu "sanayi toplumu olması değil, bir piyasa toplumu olmasıydı" (GT, 250). Bu toplum, özgürlüğü koruyamazdı, çünkü kuruluş nedeni özgürlük ve barışı korumak değil, kar ve maddi üretimi sağlamaktı (GT, 225). Bu yüzden de, sonuç toplumun gerçekliğinin yadsınması olmuştu.(x)
Dolayısıyla, özgürlük, ekonomik alanın yeniden toplumun içerisine "yerleştirilmesi" yoluyla toplumun bütününe yayılabilir. Yalnızca böyle yapmakla, bireyin kapitalizmin yabancılaştırıcı, insanlıktan çıkarıcı etkilerinden kurtulması mümkündür. Bu bakımdan, Polanyi, karmaşık bir toplumdaki özgürlük sorununun kurumsal bir sorun olduğunu vurgulamaktadır; yani özgürlük, kurumsal olarak korunmalıdır. Özgür bir toplumun "damgası", Polanyi'ye göre, kurumsal olarak korunacak "uyum göstermeme hakkı"dır (GT, 255). Böyle bir kurumsal korumayı sağlamak ve sürdürmek, öte yandan, bireylerin sistemin insanlığı tehdit eden özelliklerine etken bir biçimde karşı koymalarına bağlıdır; ikili devinim, yukarıda da gördüğümüz gibi, aslında böyle bir karşı koymanın toplum cephesini temsil etmektedir.
Yine de, bugünlerde, ikili devinimin, şeyleşmenin çağcıl bireyin düşünme biçimine kadar yayılmasıyla yaşamın her alanını tehdit eder hale gelmesi ölçüsünde zayıfladığı söylenebilir. Bu yüzden, korumacı karşı devinimin başarısı, büyük ölçüde piyasa sisteminin dayattığı düşünce biçimi, ya da "piyasa mantığı"ndan bilinçli olarak kaçınabilmeye bağlı gözükmektedir. Bu şeyleştirici eğilim arttıkça ikili devinimin başarı şansı azalacaktır. Yani, ikili devinim, "bir yandan uluslararası sermayenin gücü tarafından bastırılması, öte yandan da giderek bölünen, parçalanan ve bireyleşen toplumların kendilerini bir bütün olarak toplumun çıkarına örgütleyebilmelerindeki güçsüzlük yüzünden engellendiği" (Bienefeld 1991: 26) ölçüde zayıflamaktadır.
Bu durumda, piyasanın genişlemesine karşı kendi insanlığımızı, yani hem birey, hem de toplumsal bir varlık olma niteliğimizi öne sürmek, insanlığımızı tekrar kazanmak için ahlaki bir yükümlülük haline de gelmektedir. Bu bakımdan, kendi kızına göre, Polanyi'nin yaşamı boyunca kendisini toplumsal düşünceye adamış olmasının "insanın kaderine ilişkin yarı-dinsel bir sorumluluk" (Polanyi-Lewitt 1990: 119) tarafından açıklanabilir olduğu gözden uzak tutulmamalıdır. İnsanın "kaderi", öyle görünüyor ki, toplumun hangi kesiminden olursak olalım, ikili devinimi bilinçli bir biçimde kullanmamıza bağlıdır, çünkü böyle bir çaba, piyasa sisteminin dayattığı düşünce biçiminden kaçabilmenin yolu olarak gözükmektedir. Bu, insanların "bireyi doğallaştırmak ve politik bütünün sorumlu bir birimi olma işlevini yerine getirememesini sağlamak için düzenlenmiş bir yeniden-eğitime" (GT, 237) tabi tutulduğu faşist dönemin de gösterdiği gibi olanaklı tek seçenek olabilir. Böyle bir eğilime karşı ikili devinimin kullanılması bugün daha da önemlidir, çünkü piyasa mantığının "insanın kardeşliği" düşüncesini, kaba güç yoluyla değil ancak daha "barışçı" yollardan, yokettiği süreç geçmişe göre bugün daha da etkindir. Bu çabanın başarılı olabilmesi için, Polanyi'nin Büyük Dönüşüm'ün son sayfasında ileri sürdüğü gibi, "toplumun gerçekliğine boyun eğmek" esastır, çünkü:
Toplumun gerçekliğini yakınmadan kabul etmek insana sarsılmaz bir cesaret ve adaletsizlik ile özgürlüğün önündeki kaldırılabilir engellerin temizlenmesi için sarsılmaz bir güç vermektedir. Tüm insanlar için daha fazla özgürlük yaratma ödevine bağlı kaldığı sürece insanın, güç ya da planlamanın kendisine karşı dönerek bunları araç olarak kullanma yoluyla elde ettiği özgürlüğünü yokedeceğinden korkması gerekmez. Bu, karmaşık bir toplumda özgürlüğün anlamıdır; bütün istediğimiz belirliliği verecek olan da budur. (GT, 258B)
Polanyi'ye göre, "bireyin biricik olması ve insanlığın birliği biçimindeki Hıristiyan keşfi, faşizm tarafından yokedilmiştir" (GT, 258A). Dolayısıyla, insan türünün bu iki ayrılmaz özelliğinin, yani "bireyin biricikliği" ile "insanlığın birliği"nin farkına varılmasının ilk elde "insan" haklarının korunabilmesi için esas olduğuna inanıyorum.
Göndermeler
Bienefeld, Manfred (1991). "Karl Polanyi and the Contradictions of the 1980s," in Mendell, Marguerite and Daniel SalÈe, The Legacy of Karl Polanyi: Market, State and Society at the End of the Twentieth Century, New York: St. Martin's Press, ss. 3-28.
Fromm, Erich (1941). Escape From Freedom, New York: Owl Books.
Fusfeld, Daniel R. (1993). "The Market in Society," Monthly Review, vol. 45, no.1, May, ss. 1-8; reprinted in McRobbie, Kenneth (ed.), Humanity, Society and Commitment: On Karl Polanyi, MontrÈal: Black Rose Books, 1994, ss. 1-6.
Giddens, Anthony (1986). Nation-State and Violence, (vol. 2 of) A Contemporary Critique of Historical Materialism, London: Macmillan.
Hobsbawm, Eric (1994). The Age of Extremes: A History of the World, 1914-1991, New York: Vintage Books.
Kaptstein, Ethan B. (1996). "Workers and The World economy," Foreign Affairs, vol. 75, No. 3, May/June.
KosÌk, Karel (1976). Dialectics of the Concrete: A Study on Problems of Man and World, Boston Studies in the Philosophy of Science, R. S. Cohen and M. W. Wartofsky (eds.), vol. LII, Dordrecht-Holland and Boston-U.S.A.: D. Reidel Publishing Company.
Kuçuradi, Ioanna (1995). "Human Rights Instruments Questioned in the Light of the Idea of Human Rights," The Idea and the Documents of Human Rights, edited by Ioanna Kuçuradi, Ankara: The Philosophical Society of Turkey, ss.3-12.
Lasch, Christopher (1977). Heaven in a Heartless World: The Family Besieged, New York: W. W. Norton & Company.
Luk·cs, George (1971). History and Class Consciousness: Studies in Marxist Dialectics, (translated by Rodney Livingstone), Cambridge (Mass.), The MIT Press.
Marx, Karl (1975). Early Writings, translated by R. Livingstone, Harmondsworth: Penguin.
Marx, Karl (1976). Capital (vol. I), translated by B. Fowkes, Harmondsworth: Penguin.
McClintock, Brent and J. Ron Stanfield (1991). "The Crisis of the Welfare State: Lessons from Karl Polanyi," in Mendell, Marguerite and Daniel SalÈe, The Legacy of Karl Polanyi: Market, State and Society at the End of the Twentieth Century, New York: St. Martin's Press, ss. 50-65.
Neumann, Franz (1944). Behemoth: The Structure and Practice of National Socialism, 1933-1944, New York: Octagon Books, 1963.
O'Connor, James (1973). The Fiscal Crisis of the State, New York: St. Martin's Press.
Offe, Claus (1984). Contradictions of the Welfare State, edited by John Keane, Cambridge, Mass.: The MIT Press.
Polanyi, Karl. (1935) "The Essence of Fascism" in Christianity and The Social Revolution, J. Lewis, K. Polanyi, D.K. Kitchin (eds.), London: Victor Gollancz Ltd.
Polanyi, Karl (GT). The Great Transformation: The Political and Economic Origins of Our Time, New York: Rinehart & Co., 1944 (paperback edition: Boston: Beacon Press, 1957).
Polanyi, Karl (OMM). "Our Obsolete Market Mentality: Civilization Must Find a New Thought Pattern" Commentary, vol. III, January-June 1947, ss. 109-117.
Polanyi, Karl (BED). "On Belief in Economic Determinism" The Sociological Review, vol. 39, Section One, 1947, ss. 96-102.
Polanyi, Karl (LM). The Livelihood of Man, edited by Harry W. Pearson, New York; Academic Press, 1977.
Polanyi, Karl,. Condrad M. Arensberg and Harry W. Pearson (eds.)(TMEE). Trade and Markets in the Early Empires: Economies in History and Theory, New York: The Free Press, 1957.
Polanyi-Lewitt, Kari (1990). "Origins and Significance of The Great Transformation," in Polanyi-Lewitt (ed.), The Life and Work of Karl Polanyi, MontrÈal: Black Rose Books, ss. 111-24.
Rotstein Abraham (1990). "The Reality of Society: Karl Polanyi's Philosophical Perspective," in Polanyi-Lewitt (ed.), The Life and Work of Karl Polanyi, MontrÈal: Black Rose Books, ss. 98-110.
Soysal, Mümtaz (1995). "Contradictions in the 'Human Dimension' of the Paris Charter," in The Idea and the Documents of Human Rights, edited by Ioanna Kuçuradi, Ankara: The Philosophical Society of Turkey, ss. 93-103.
Tönnies, Ferdinand (1988). Community and Society (Gemeinschaft und Gesellschaft), translated by Charles Loomis, New Brunswick: Transaction Publishers.
Üşür, İşaya (1998) "Ma'lumat Toplumu ya da Buharlaşan Herşey Katılaşıyor," Türk-İş '97 Yıllığı, ss. 293-320.
Wolfe, Alan (1977). The Limits of Legitimacy: Political Contradictions of Contemporary Capitalism, New York: The Free Press.
Notlar
i Bu yazı, 1-3 Ekim 1998 tarihinde Ankara'da gerçekleştirilen "50 Yıllık Deneyimlerin Işığında Türkiye'de ve Dünyada İnsan Hakları" Uluslararası Konferansında sunulan tebliğin kısaltılmış bir biçimidir.
ii "Emek" ve "emek gücü" terimlerinin Polanyi tarafından, Marx'ın bu terimleri kullanım biçimine yakın bir anlamda kullanıldığı söylenebilir. Marx "emek" terimini, "insan ve doğa arasındaki metabolik etkileşim, insanın varoluşu üzerine doğa tarafından konan ve her zaman geçerli olan koşul" (Marx 1976: 290) anlamında, yani "fiziksel biçimdeki, yaşayan kişilikteki, bir insanda varolan zihinsel ve fiziksel yeteneklerin toplamı" (Marx 1976: 270) olarak tanımladığı "emek" gücünün içerisinde harcandığı bir sürece gönderme yapar biçimde kullanmaktadır. Bu önermeye dayanarak "emek gücü"nün aslında insandaki "eyleme" gücüne göndermede bulunduğu ileri sürülebilir.
iii Bu süreç, Marx tarafından çarpıcı bir biçimde dile getirilmektedir:
Tarihte ne kadar geriye gidersek, bireyin, ve dolayısıyla üretici bireyin, giderek daha bağımlı, daha geniş bir bütünlüğe ait olduğunu görürüz.... Yalnızca onsekizinci yüzyılda, "sivil toplumda", değişik toplumsal bağlanmışlık biçimleri bireyin karşısına, yalnızca kendi özel amaçlarına yönelik araçlar olarak, dışsal zorunluluk olarak çıkmaktadır. Ancak bu bakış açısını yaratan çağ, yalıtılmış bireyin çağı, aynı zamanda kesinlikle şimdiye dek en çok gelişmiş toplumsal (bu bakış açısından, genel) ilişkilerin geçerli olduğu çağdır. İnsan, en temel anlamında bir politik hayvandır, yalnızca bir sürü hayvanı değil, ancak kendisini yalnızca bir toplum içerisinde bireyleştiren bir hayvan. (Marx 1973: 84)
iv Kendisi de kapitalizmin bir sonucu olan ulus-devlet ile "toplum" arasında her zaman yakın bir bağlantı bulunmaktadır, hatta öyleki, "kapitalist toplum, yalnızca ulus-devlet olduğu için bir 'toplum'dur" (Giddens 1986: 141). Yani, "toplum" terimi, bir ulus-devlet sınırları içerisinde yaşayan insanlarla bir tutulma eğilimindedir ve bu yüzden de toplumun "keşfi", ulus-devletin kuruluşu ile elele gider. "Toplum" terimindeki belirsizlikler ve ulus-devletle olan ilişkileri için bak. Giddens (1986: 135-36).
v Kapstein, ulus-devletin çalışanları tam da, dünya ekonomisinin globalleşme çağında bir korunak olarak devlete en çok gereksindikleri bir zamanda terkettiğine ve globalleşmeye politik desteğin sürmesi için bu toplumsal sözleşmenin bozulmaması gerektiğine inanıyor olsa da (1996: 17), böyle bir olasılık yakın gelecek için ufukta görünmemektedir.
vi Dünya ekonomisinin 1960 ve 70'lerdeki krizi, kimi zaman "refah devleti"nin krizi olarak sunulduğundan, yine Polanyi'nin çözümlemesinden elde edilecek çerçeve kullanılarak, devletin işlevinin de sorgulanması gerekmektedir. O'Connor (1973) ve Wolfe (1977) gibi çok sayıda yazarın inceledikleri gibi, kapitalist devletin iki işlevi, yani, "meşrulaştırma" işlevi ile "birikim" işlevleri arasında bir çelişki olduğu söylenebilir. Bu çerçeveye göre, devlet bu iki çelişkili işlevi, yani hem sermaye birikiminin, hem de toplumsal uyumun koşullarını aynı anda yerine getirmek zorundadır. Ancak devletin sermaye birikimini sağlamak için kendi baskı gücünü açıkça bir sınıfın yararına kullanma zorunluluğu, meşruiyetini tehlikeye atacaktır (O'Connor 1973: 6). Sözü edilen dönemdeki krizin bu çelişki temelinde incelenmesinin gerekli olduğuna inanıyorum. Ayrıca, bu dönemin temel nitelikleri için bak. McClintock ve Stanfield (1991), ve refah devletinin çelişkileri için bak. Offe (1984).
vii Örneğin, Christopher Lasch'a (1977) göre, piyasanın katlanılması güç gerçeklerinden kaçmak için kullanılabilen aile, "kalpsiz bir dünyadaki sığınak" olma işlevini, piyasa ilişkilerinin aileye de girmesi ve bu kuruma yapılan "refah" devleti müdahalelerinin giderek artması yüzünden, yitirmektedir.
viii Örneğin, Daniel Fusfeld (1993: 8), A.B.D.'deki Cumhuriyetçi tutucuların hem serbest piyasayı hem de "aile değerleri" dedikleri şeyi yüceltmelerini, onların serbest piyasanın aile değerleri üzerindeki yıkıcı etkilerini görmedikleri için eleştirmektedir. Ancak, bireylerin zihinlerindeki, piyasa ilişkilerinin sürmesini sağlayacak biçimdeki "şeyleşme", bu çelişkiyi "zorunlu" bir çelişkiye dönüştürmektedir.
ix Aslında, Nasyonal Sosyalizm üzerine yapılmış en kapsamlı çalışmalardan birisini gerçekleştirmiş olan Franz Neumann (1944)'de birçok yerde belirtildiği gibi, Nasyonal Sosyalizm çok zaman yandaşları tarafından, "Gemeinschaft"a dönüş, "bütün"ü vurgulama yoluyla para ve kapitalizmin fetiş niteliğine bir başkaldırı olarak sunulmuştur. Örneğin, bir zamanlar Nasyonal Sosyalist partinin ekonomik komitesinin başkanı olan Bernhard Köhler, "en başından beri Nasyonal Sosyalizm, insanların yaşayan duygularının, insanların bütününün ekonomi, maddi varoluş tarafından belirlenmesi olgusuna karşı başkaldırısı olmuştur" demektedir (aktaran: Neumann 1944: 232).
x Bu düşüncenin yine Marx'ın özgürlüğün piyasanın sınırları içinde tanımlandığını söylediği aşağıdaki alıntıda da ortaya çıktığını görüyoruz:
Sınırları içinde emek gücünün alınıp satıldığı dolaşım, ya da meta değiş-tokuş alanı, aslında insanın doğuştan gelen hakları için bir Eden'dir. Bu alan, Özgürlük, Eşitlik, Mülkiyet ve Bentham'ın ayırdedici alanıdır. Özgürlük, çünkü bir metanın, haydi emek gücü diyelim, hem alıcısı hem de satıcısı, yalnızca kendi özgür istenci tarafından belirlenir. Bunlar her ikisi de yasa önünde eşit olan özgür insanlar olarak sözleşme yaparlar. Bu sözleşme, onların ortak istençlerinin ortak bir yasal dile getiriş buldukları nihai sonuçtur. Eşitlik, çünkü her ikisi de, yalınca metaların sahipleri olarak, ilişkiye girerler ve eşdeğer ile eşdeğeri değiş-tokuş ederler. Mülkiyet, çünkü her ikisi de yalnızca kendisinin olanı kullanırlar. Ve Bentham, çünkü her ikisi de yalnızca kendi çıkarını gözetir. (Marx 1976: 280)

İçindekilere geri dön