25. Sayı
Televizyonda birbirini izleyen görüntüler bir yandan dünyanın bir köşesinde
hızla artmaya devam eden refahın insanlara sağladığı kolaylıklardan bahsederken
öte yandan giderek ağırlaşan koşulların etkisiyle açlıktan ölen, birbiriyle
savaşan insanlardan bahsedebiliyor. İlkinde iştahımızı kabartan, "o
dünyaya"ait olma isteklerimizi kamçılayan görüntüler az sonra kanımızı
donduruyor. Küreselleşmenin nimetleri allanıp pullanarak önümüze serilirken
küreselleşmek, Chossudovsky'nin kitabına adını verdiği gibi "yoksulluğun
küreselleşmesi", sefaletin, savaşların artmasını gözlerken devlet babanın
yardımını isteyen insanları görüyoruz. İbretle izliyoruz olanı biteni, acı
çekenlerden olmamak için önümüze konanın ne olduğunu düşünmeden, çoktan
karışmış kafalarımızla kabul ediyoruz, sessiz kalıyoruz ya da karşı çıkıyoruz
sağlam olmayan argümanlarla.
Küreselleşme, ulus devleti Nasreddin Hoca'nın mezarına çeviriyor; bir duvarı muhkem
bir kapı ile kocaman kilitli, diğer üç yanı ise açıkta bir yapı.
Doğuşu kanlı ve birçok nesilin acı çekmesine sebep olan ulus devlet yine kanlı bir
şekilde, etnik ayrılıkların körüklediği savaşlarla, acımasız yaptırımlarla
çözülüşe geçiyor. Devletlerin elinden, ekonomik alandan başlamak üzere, giderek
alınan yasama gücü dünyanın artık eski dünya olmadığı gerçeğini çarpıyor
yüzümüze. Pinochet'i yargılayan güç, mezarda emekliliği sosyal güvenlikte
"reform" olarak sunan güçlerle aynı dalga üzerinde geliyor üzerimize.
Dünyanın günümüzde aldığı biçim hiç birimizin hayal ettiği şekilde değil.
Ancak gerçek olan bir şey var ki o da küreselleşmenin teknolojik bir atılım olduğu
ve geri döndürülemezliği (Ulagay, 2000, 91). O yüzden iletişim teknolojisindeki
yeniliklere 3. Sanayi Devrimi gözüyle bakılıyor. Üretimin kol gücü ya da makina ile
yapılıyor olmasını artığın paylaşılmasında o kadar belirleyici değildir. Nasıl
2. Sanayi Devrimi'nde üretimde makinelerin kullanılmaları üretilen artığın
paylaşılmasına ilişkin kaygılardan bağımsız, o üretimin hangi amaçlarla, kimin
faydasına yapıldığı önemliyse; (ABD ve SSCB aynı malı benzer teknolojiler ile
üretiyordu) dünyanın aldığı biçimin, ulus devletlerin çözülüp küresel
yasaların insanların hayatını belirlediği günümüzde bu dalgayı reddedebilme
seçeneğimiz yok. Küreselleşmenin getirdiği yıkımlardan sakınmak, ona olması
gereken yönü verebilmek sorunu öncelikle net bir şekilde tanımlamayı gerektirir.
Türkiye açısından AB'ne girmenin sakıncalarından bahsetmeden, küreselleşmeye
karşı yerelleşmeyi (ya da tersini) savunmadan önce küreselleşmenin artısı
eksisiyle tartışılması gerekir. Önümüzdeki mantıklı tek seçenek küreselleşen
dünyayı insanların üzerinde barış, refah içinde, eşit bir biçimde yaşadıkları
yer haline getirmeye çalışmak. 2. Sanayi Devrimi ile üretilen artığın dünyadaki
adil paylaşımı henüz gerçekleştirilememişken, küreselleşme hamlesiyle refah
farkının daha da artacak olması işleri geçmişe oranla zor kılarken aynı sürecin
toplumsal muhalefete açtığı imkanlar küresel sorunlar karşısında küresel
direnişin ana hatlarını oluşturuyor.
Dolayısıyla bu yazıda küreselleşmeye karşı ulus devlet tezini ya da tersini savunan
görüşlere ve onların dayandığı argümanlara yer verdikten sonra kafamızı
karıştıran sorulara biraz ışık tutmak amacındayım.
Ulus devlete karşı, küreselleşmeyi savunan liberal kesimin hangi argümanlara sahip
olduğu ortada. Piyasaların serbestleştirilmesi, devletin küçültülmesi insanların
refahını artıracak, her türlü derdine deva olacak reçetenin iki unsuru olarak
koyuluyor önümüze. Böyle bir dünyanın olamayacağı gerçeği altında yazının
ilerleyen bölümünde küreselleşmeye karşı ulus devleti savunan kesimlerin savlarına
yer vereceğim. Ardındansa küreselleşmenin yaşanılır bir dünyayı yaratma konusunda
önümüze sunduğu fırsatları, hareket alanlarını tartışmaya çalışacağım.
Küreselleşmeye Karşı Ulus Devlet:
1980 lerden itibaren yeni bir küreselleşme dalgası ile karşı karşıya kaldı dünya.
Napolyon Savaşları'nın bitmesinden 1. Dünya Savaşı'na kadar olan birinci
küreselleşme dalgasını 1980 lerinkinden ayıran temel farklılıklar ise özetle, ilk
dönemde mal ticaretinin sermaye ticareti üzerindeki baskınlığı ve ikinci dönemde
küreselleşmenin arkasına aldığı büyük teknolojik yenilikler. Bu yeniliklerin
başında herkesin bildiği gibi iletişim sektöründe ortaya çıkan atılımlar
belirleyici rol oynadı, oynuyor. Birbirine uydularla bağlı borsalarda, ışık
hızıyla günün neredeyse tümünde dünyada açık olan bir borsada işlem yapabilmenin
kolaylığı, hiçbir sorumluluk altına girmeden inanılmaz ölçülerde para kazanmanın
cazibesi işte bu yeni küreselleşme dalgasının en büyük özelliği. Sonucuysa, mal
ticaretinin dolar olarak değerinin 500 katını geçen sermaye ticareti. Üretimin
önceliğini ticarete hem de üretken olmayan kısa vadeli sermaye ticaretine kaptırması
sonucu egemen sınıfların kendi içinde dahi güç dağılımı değişiyor. Eskilerin
Rockefeller vb. gibi ağır sanayiye, belirli bir hammaddeye dayalı holdinglerin yerini
alan iletişim sektöründe hizmet veren ÇUŞ lar ve daha önemlisi gelişmekte olan
ülkelerin çoğunun sahip olduğu GSMH'nın birkaç katı düzeydeki fonlara hükmeden
finans şirketleri küreselleşen dünyanın yasa koyucuları üzerinde önemli etkilere
sahip olmaya başladılar.
Bu şartlar altında küreselleşme sancıları çeken dünyanın manzarasına kısaca bir
bakalım. İnternet sayesinde sermaye piyasalarının bütünleşmesinden sonra sıra mal
ve hizmet üreten şirketlerin sanal aleme taşınmasına geldi. E-ticaret adı verilen ve
bir bilgisayarı ve modemi olan kadın-erkek, yaşlı-genç herkesin ürettiği mal ve
hizmeti internet üzerinden pazarlayabileceği çağa geldiğimizin müjdesi, konuyu çok
önemseyen ve gittiği her yerde değinmeden geçmeyen ABD Başkanı Bill Clinton
tarafından veriliyor. Tüm dünyaya bu konuda dayatmaya çalıştığı ise E-ticaretin
gümrük vergilerinden ve birtakım sınırlayıcı yasaların sınırları dışına
çıkarılması. Bundan kimin yararlanacağı ise açık. ABD'nin 1960 lar gibi
"kapitalizmin altın çağı"ndan sonra ilk defa işsizlik oranının en alt
düzeye inmesine, enflasyon oranının %1.7 ye düşüp, halkın kazandığından
fazlasını tüketmesine yol açan mucize "yeni ekonomi" denilen olgunun motoru
bilgi ve iletişim sektörlerinin değiştirdiği yeni ticaret biçimleri (Ulagay,2000,
76). 1980 ler sonrası artan şirket birleşmelerinin 1990 ların sonuna doğru aldığı
görünüm bu "yeni ekonomi"ye dayalı büyümenin ne derece ciddi olduğunun
göstergesi. Geçtiğimiz aylarda 25 milyon müşteriye sahip bir internet hizmet firması
olan American-Online ile Time Warner gibi dünyada en fazla kablolu TV abonesine sahip bir
devin birleşmeleri yüz milyarlarca doları bularak rekor kırdı. Bu şirketlerin bunca
parayı vermeleri, ABD Başkanı'nın politika önerileri, küreselleşen dünyanın bunu
hangi öncelikler dahilinde gerçekleştireceğini açıkça ortaya koyuyor. Dünyada
yaşayan nüfusun yüzde kaçının bu ticaretten faydalanacağı önemli değil. Onlar
zaten 1980 lerin sonundan sonra Soğuk Savaş'ın bitimiyle zaten çoktan
unutulmuşlardı. Unutulmalarının nesnel şartları da yine aynı güçlü devletlerin
güdümündeki kurum ve kuruluşlar (IMF, Dünya Bankası, DTÖ vb.) tarafından
yaratılmıştı. Kısaca, küreselleşmenin karşısında bir tehdit unsuru gibi duran
ulus-devletin elinin ayağının bağlanması bu sürecin en önemli bileşeni.
Ulus-devletin ülke gerçeklerine ve ihtiyaçlarına göre politikalar uygulamasının
önüne geçen ise 1980 sonrası ağırlaş(tırıl)an borçları dolayısıyla el açmak
durumunda kaldıkları yukarıda adı geçen kurumların verecekleri her türlü krediyi,
yardımı birtakım şartlara bağlamış olmaları. Bu şartlar ve sonuçları kısaca
şu şekilde özetlenebilir: Yüksek enflasyona yol açtığı öngörülen açıktan para
basmanın (monetarist yaklaşım) önüne geçmek için ülke Merkez Bankalarının
özerkleştirilmesi yönündeki baskılar ülkelerin bütçelerini özgürce yapmalarını
önlüyor. Dolayısıyla sağlık, eğitim, sosyal hizmetler gibi topluma yönelik
hizmetlerin devlet eliyle verilmesi ve fırsat eşitliği ortadan kalkıyor. Eğitilmeyen
kesimlerin gelişmiş teknolojilere uygun becerilere sahip olmamaları onları herhangi
bir gelir kazanma kaynağından mahrum bırakıyor. Sonucuysa mafya ekonomisinin
canlanması, kayıt-dışı ekonominin hızla büyümesi (ki Türkiye ekonomisinin
%40'ının kayıt-dışı olduğu tahmin ediliyor). Bir şekilde yasalar yoluyla
güvenceye alınmış çalışanların sigorta altına alınmasıyla piyasanın olumsuz
şartlarından bir ölçüde korunabilmelerinin yolu da bu şekilde yaratılması
cesaretlendirilen kayıt-dışı ekonomi tarafından yok ediliyor. Özellikle kadınlar ve
çocuklar bundan zarar görürken devletin vergi gelirleri de düşüyor. Ülke
insanlarının vergileriyle uzun yıllar sonucunda kurulmuş kamu işletmelerinin (ama
yalnız karlı olanların ve karlı hale kısa sürede getirilebileceklerin)
özelleştirilmesi baskısı benzer biçimde etki yapıyor ve toplumun kollanması gereken
kesimlerinin gelirlerinde artan işsizlikle birlikte büyük düşüşlerin yaşanmasını
gündeme getiriyor.
Sanayi, tarım ve diğer malların ticaretinin serbestleştirilmesi, yani ithalat ve
ihracının devlet denetiminden çıkarılması yönündeki baskılar kazancını bu
malların üretiminden kazanan yerli halkın birdenbire son teknolojiyle üretim yapan dev
firmalarla rekabete girmelerine yol açıyor ve rekabete dayanamayan üreticilerin gelir
kapılarını kaybetmelerine ve ülkenin sanayi, tarım tabanının erimesine sebep
oluyor.
Mal ticaretinin yanında ülkenin sermaye hareketlerini serbestleştirmesi yönündeki
baskıların ülke ekonomilerinde ve oradan dünyanın genelinde yol açtığı
sıkıntılar son Asya krizi ile hepimizin malumu. Türkiye'nin de aralarında bulunduğu
"yükselen piyasalar"'da inanılmaz paralar kazanırken herhangi bir terslik
durumunda hiçbir sorumluluk duymadan kaçan yatırımcıların sebep olduğu zarar (içi
boşalan bankaların devletleştirilmesi gibi) bu kazançlardan (yatırımların üretken
değil spekülatif kısa vadeli portföy yatırımlarından oluşmasından dolayı)
hiçbir fayda görmemiş olan halkın vergileriyle karşılanıyor.
DTÖ, OECD gibi kurumların dışarıdan dolaylı yatırımların devlet denetiminden
çıkarılmasına yönelik olarak imzalanması için ülkelerin önüne koyduğu MAI gibi
çok-taraflı yatırım anlaşmalarının büyük pazarlıklar ve tehditler sonucu birçok
ülke tarafından imzalanmak zorunda bırakılmaları anılan ülkelerin en stratejik
(enerji, telekomünikasyon, ulaştırma gibi) sektörlerinin kendi hissedarlarının
çıkarlarını azamileştirmekten başka amacı olmayan yöneticilerin başında
bulunduğu ÇUŞ' ların denetimi altına sokabiliyor.
Yukarıda özetlemeye çalıştığım mekanizmalar yoluyla ulus-devlet, toplumsal
sorumluluklarından sıyrılıp sadece yatırımlar için uygun yasal zemini oluşturmak,
ülke içi "güvenliği" sağlamak, ve topladığı vergileri en asgari sosyal
harcamaları yaptıktan sonra dış borç servisine aktarmak öte bir anlam taşımıyor
artık. Ve bu görevler sınırsız, devletsiz bir dünyanın önündeki en büyük engeli
oluşturmakta.
Ekonomik öncelikleriyle küreselleşmenin ulus-devleti bu şekilde sınırlandırarak ne
kadar yol alabileceği ise tartışmalı bir konu. Küresel kapitalizmin devletsiz
varolamayacağını 1944 yılında yayımladığı "Büyük Dönüşüm" adlı
eserinde çok net bir şekilde koyan Karl Polanyi, kapitalizmin gelişimini iki başat
yönelimle açıklıyor. "Çifte hareket" (double movement) şeklinde
adlandırdığı durum piyasaların toplumsal alana giderek artan şekilde girmesiyle
devletin bu sorumsuz hareketi sistemin devamı amacıyla toplumun hassas kesimlerini
koruma altına almasına sebep olmasıyla ortaya çıkıyor. Yani bir tarafta kapitalizm
hayatımızın içine girip tüm değerleri, varolan sosyal ilişkileri bozarken devlet
karşıdan olanı biteni izlemiyor ve uyguladığı politikalarla sistemi koruyor. Bu ise
kapitalizmin devlet desteği olmadan yaşayamayacağının, dolayısıyla neo-klasik
iktisadın devleti ekonomik alandan çıkarma isteğinin ne kadar saçma olduğunun bir
ispatıdır.
Dani Rodrik (2000) bir yazısında küreselleşmenin ulus-devletin elindeki politika
araçlarını alarak hiç de iyi etmediğini, devletin yasama gücüyle halkların refaha
daha rahat ulaşabileceğini söylüyor. G.Kore'nin, Japonya'nın, Almanya'nın 2. Dünya
savaşı sonunda başardıkları mucizenin altında serbest piyasaların değil sıkı bir
devlet kontrolü altında planlı sanayileşmenin yattığını vurgularken, Amerikan
kapitalizminin tek örnek olarak dayatılmasının anlamsızlığına değiniyor. Asya
krizi sonrası Malezya'nın sermaye hareketlerine koyduğu sert yasakların eğer devletin
elinden sermayeyi kontrol eden politikalar alınmasaydı yaşanmayacağını dolayısıyla
kapitalizmin bu krizde yol açtığı zararların boyutunun bu ölçüde olmayabileceğini
söylüyor. Devletin ülke gerçeklerine uygun politikalar üretebilme kabiliyetine sahip
olarak refahı izleyeceği özgün programlar sayesinde sağlayabileceğini savlarken
1960lı yıllarda aralarında Türkiye'nin de bulunduğu birçok azgelişmiş ülkenin bir
ölçüde sanayileşmeyi başarabildiğini ve bunun devam edebilecekken küreselleşme
safsatası altında kaybolduğuna değiniyor.
Ulus-devleti insanlık tarihinin kanserli bir hücresi olarak görsem de uzun yıllar
boyunca birçok savaşım sonucu zorla elde edilmiş olan hakların küreselleşme
altında teker teker elden çıkıyor olması tarihin bu dönemecinde ulus-devleti
korumayı gerektiriyor. Elbette ki söz konusu olan toplumun çoğunluğunun çıkarına
politikalar izleyecek ulus-devlettir. Rodrik (2000, 4) küreselleşme ile halkların
"serbest piyasa"nın yıkıcı etkilerine maruz kalabildiklerini söylerken
önerdiği biraz farklı bir biçim. Küreselleşmeye karşı bölgeselleşme.
Halihazırda dünya ABD, AB ve Japonya gibi güçlü aktörlerin etkisi altında.
Amerika'nın tüm dünyaya kendi kapitalizmini dayatması ne tarihin ne de mantığın
gerçekliğine uygun düşüyor, zira AB Amerika'nın sahip olmadığı bir refah toplumu
yaratarak sanayisini geliştirmeyi başarırken, Japonya ve onu izleyen güneydoğu Asya
ülkeleri sıkı devlet kontrolü altında yine Amerikan modelinden oldukça farklı
biçimde gelişmelerini sağlayabilmiş ve kriz öncesi dünya üretiminin %40'ını
karşılamayı başarabilmiştir. Dolayısıyla tüm bunlar Amerikalıların iddia ettiği
gibi tek bir doğrunun (Amerikan tarzı kapitalizmin) olmadığını gösteriyor. Gidişat
da biraz o yönde, NAFTA ile Amerika Pasifik bölgesinde, AB Avrupa ve Ortadoğu'da ve
Japonya artık bir yen bölgesi haline gelmiş Güneydoğu Asya bölgesinde kendi
şartlarına, kültürüne uygun politikalar izleyerek sağladıkları refahı
sürdürebilir.
Yapılması gereken nedir o zaman? Sermaye ve mal, hizmet ticareti küreselleşirken
bunları bir düzene koyabilecek, sebep oldukları zararları tazmin edebilecek yaptırım
gücü olan kurumlardan yoksunuz. Son Asya krizinde küresel bir Merkez Bankası'nın
olmaması en çok Amerikalıların işine geldi. Zira bir finans müdürünün dediği
gibi krizle "dün 1 milyon dolar eden şey bugün 50 bin dolar ediyor. Gerçekten
heyecan verici gelişmeler oluyor" (Wade, 1998). Dolayısıyla küreselleşme ile
ulus-devletlerin ellerinden çıkan koruyucu politika aletlerini uygulamaya koyabilecek
uluslarüstü bir yapılanma şart. Bugünkü haliyle ne BM, ne de diğer çoktaraflı
kuruluşlar bu görevi yerine getirmeye uygun değil, işin kötüsü istekli de değil.
Yazının bundan sonraki bölümünde küreselleşmeye karşı ulus-devletin savunulması
gerektiği savına dayanak oluşturabilecek bir takım örnekler vermek istiyorum.
2000 itibariyle nüfusunun %41 (Kazgan, 1999, 373)'ini tarımda istihdam eden Türkiye'de
tarımın yaratılan gelirden aldığı pay 1980 sonrası dönemde hızla düşmüştür.
1980'de Net Yurtiçi Faktör Geliri dağılımında tarım %23.9 oranında pay alırken
1989'da payı %17.6 ya düşmüştür. Bunun gerisinde yatan sebepler tabi ki önemli.
1980 yılının tüm dünyada olduğu gibi Türkiye açısından da önemi tarım da dahil
olmak üzere mal ticaretinin serbestleştirilmesi. Serbestleştirmelerin yanında devletin
tarım kesimine verdiği desteğin (destekleme alımları, gübre ve tohum alımlarında
sübvansiyon uygulanması) dönem içerisinde giderek azalması, çiftçiye destek olan
bankaların, kooperatiflerin işlevsiz hale getirilmesiyle bir zamanlar kendi kendini
besleyen ülkelerden biri olmakla övünen Türkiye dışarıdan gıda maddesi ithal
etmeye başlamıştır.
Küreselleşmenin altını dolduran düzensizleştirme (deregulation), özelleştirme vb.
politikaların Türkiye tarımına etkisine göz atalım.
1980 sonrası dönemde gıda ürünlerinin ithalatının serbestleştirilmesiyle tarımda
ileri teknikler (genetik mühendisliğinin son yeniliklerini kullanarak) kullanan
ülkelerin düşük fiyatlarıyla baş edemeyen üreticiler işlerini tasfiye etmek
zorunda kalmışlardır. Dönem içerisinde Doğu bölgelerinde artan sıkıntıların
önemli bir bileşeni süt ithalatının serbest bırakılması oldu. 1980-96 arası
sığır sayısı 15.9 milyondan 11.9 milyona, koyun sayısı da 48.6 dan 33 milyona indi
(Kazgan, 1999, 339). Hayvanların çoğu kesime gitti ve Doğu halkının belki de en
önemli gelir kaynağı olan hayvancılık yabancı üreticilere verilen tavizler sonucu
ortadan kayboldu. Dönem içerisinde Doğu'nun sanayi yatırımlarından nasiplenmemesi
açıkta kalan insanların büyük şehirlere akın etmesine ve bildiğimiz sosyal
patlamaların oluşmasına sebep oldu. Bunun yanında SEK ve Et-Balık Kurumu gibi tarıma
destek vermek ve halkın kaliteli ve ucuz gıda tüketimini sağlamak amacıyla kurulmuş
işletmelerin özelleştirilmeleri varolan durumu daha da ağırlaştırmıştır. Muz
ithalatının anlaşılmaz bir şekilde serbest bırakılması Anamur'lu muz
üreticilerinin sonunu getirmiştir.
Geçtiğimiz yıllara kadar bir keyfiyete bağlı kalan bu "düzenlemeler" AB
ile GB'nin son aşamasına gelinmesi ve dünya ölçeğinde geçerli olan GATT
anlaşmaları ile kapsamlı bir çerçeveye ulaşmış, böylece tarımı ve diğer
kırılgan kesimleri destekleme politikaları ile korumanın yolları verilen tavizlerle
ortadan kalkmıştır. Oysa Amerika ve AB her şart altında tarımını koruyor ve
inanılmaz destekler veriyor. Geçerli olan anlaşmalara rağmen ABD, GMS kredileri
denilen çok düşük faizli, çok uzun vadeli kredilerle ihracatını destekliyor; AB
çiftçi başına 6.1 bin dolar toplam 46 milyar dolar mali destek verirken Türkiye'de bu
rakam 3 milyar dolara varmıyor bile (Kepenek, 1999 dan aktaran Kazgan 1999, 338).
Küreselleşmenin toplumun kırılgan kesimleri üzerindeki yıkıcı etkisini en
çarpıcı biçimde Ruanda'da 1994 yılında ateşlenen etnik savaşta görüyoruz. Hutu
ve Tutsi adlı kabilelerden oluşan Ruanda'da yüzbinlerce insanın ölmesine
milyonlarcasının mülteci olarak topraklarından göç etmelerini tetikleyen mekanizma
ne yazık ki gene ekonomik temelli.
Sömürge tipi kahveye dayalı tarım üretiminin ülkenin ihracat gelirlerinin %80'ini
oluşturduğu Ruanda'da halk arasında başgösteren huzursuzluk Belçika yönetiminin
Ruanda'da 1926 yılında başlattığı yönetimsel reformlar. Bir yandan köylülerin
elinden komünal topraklar alınıp kendine yeterli gıda üretiminden peşin ödemeli
ihraç ürünlerinin (kahve) ekimine tahsis edilen özel mülkiyetli toprakların
oluşturulması bir yandan da Tutsi kabilesinin yönetici sınıf olarak Hutuları baskı
altında tutmaya başlamaları gerginlikleri başlatan sebep oldu (Chossudovsky, 1998,
135). Kahve üreticilerini korumaya yönelik kurulan Fonds d'egalisation üreticilerden
sabit fiyatla kahveyi almayı garanti ediyor, Uluslararası Kahve Anlaşması (ICA) ise
üreticileri dış dünyadaki olumsuz koşullardan koruyordu. Ancak sistem 1989 yılında
dağılmaya başladı. Amerika'lı üreticilerin ve tüccarların baskısı sonucu
fiyatlar hızla düşmeye, fonun borçları hızla artmaya başlar. Kahve fiyatları %50
düşerken tüccarlar dünya piyasasında kahveyi üreticilere ödediklerinin 20 katı
fiyata satmaya başlar. 1990 yılında IMF, Dünya Bankası reformları sonucu alım
fiyatları donduruldu, küçük çiftçiye kredi ve destek veren kooperatifler sistemi
çözüldü. Ticaretin liberalizasyonu ve tahıl ihracatının serbestleştirilmesi
sonucunda Ruanda'ya yapılan ucuz gıda ithalatı ve zengin ülkelerden gelen gıda
yardımı yerel piyasaları altüst etti. Zaten çoğu kahve üretimine ayrılmış
toprakların diğer tarım ürünlerine tahsisi zorlayan bir durumken ucuz ya da bedava
gıda geçimlerini tarımdan sağlayan nüfusun neredeyse tamamının açıkta kalmasına
sebep olmuştur. Televizyonlardan dehşetle izlediğimiz etnik savaş bitse, mültecilerin
can güvenlikleri sağlansa bile Zaire ve Tanzanya'daki kamplarda toplanmış 2 milyon
Ruanda'lının dönecek ne bir yeri ne de umudu var; zira tarım piyasası tahrip edildi,
yerel gıda ve kahve piyasası çöktü(Chossudovsky, 1998,144).
Bangladeş'te 1991'de yaşanan kıtlık IMF destekli makro-ekonomik reformlarla
şiddetlendirilirken aynı yıl ülkeyi silip süpüren sel baskını sonucu ölen 140 bin
kişinin çoğu sürekli sel baskını olan yerlere göç etmek zorunda kalan topraksız
köylülerdi (Chossudovsky, 1998, 173). Bosna savaşına yol açan etnik gerilimleri
ateşleyenin de yine IMF güdümlü politikalar olduğunu görüyoruz. 1990lı yıllarda
Yugoslavya hükümetinin merkez bankasını Saray-Bosna, Kosova vb. eyaletlere para
transfer etmekten men etmesi, sanayileriyle ve mali açıdan Belgrad'a bağlı eyaletleri
kopma noktasına getirmesine şaşmamak gerekiyor. Dolayısıyla küreselleşmenin çirkin
yüzü bir kez daha ardına saklanacağı bir paravan bulmuş oluyor: Etnik
milliyetçilik.
Karşıtlığın Ötesi:
Küreselleşmenin ulus devletle tam tamına bir karşıtlık sergilemediği gerçeğinin
ipuçlarını görebilmek için gözlerimizin önünde cereyan eden olaylara değinmek
gerekiyor.
Küreselleşmeyi/ ulus devleti tam olarak iyi ya da kötü olarak nitelemenin zorluğu ile
karşı karşıyayız. Halkına demokrasiyi çok gören, daha zamanının gelmediğini
düşünen totaliter eğilimli birçok ülke başkanı evrensel insan haklarının da
küreselleşme dalgası üstünde taşındığını görüyor. Pinochet'in başına
gelenler, bir gün bu ülkenin gençlerini işkenceden geçiren, hapishanelerde çürüten
insanların da başına gelebilir. "Demokrasi" ve "iyi yönetim"
kavramları 1990 ların başından itibaren asıl kuruluş amacı ekonomik olan IMF,
Dünya Bankası gibi kurumların gündemine girdi. Bizim gibi ülkelerin zaman zaman çok
ihtiyacı olduğu kredi musluklarının başında olan bu kurumlar sahip oldukları
gücün bilincinde olarak hükümetleri şeffaf yönetime, insan haklarına saygı
göstermesine zorluyor. Yasaların evrensel olanla çelişmesini istemiyor. Gerçi bunun
altında yatan sebep, artık bir dogma olarak kabul edilen piyasa ekonomisinin ancak
liberal demokrasi altında gelişebileceği savı. Ancak bu savda bulunanlar demokrasinin
göstermelik birkaç rötuşla gerçekleştirilebilmesinin güçlüğünden bihaber. Bu
bağlamda karşımıza "sivil toplum örgütleri" (STÖ) çıkıyor. Kazgan'ın
küreselleşmenin olumsuz etkilerine karşı bir güç olarak ulus devlet, işçi
sendikalarının ardından 3. sırada zikrettiği STÖ' ler kanımca diğer ikisinden daha
güçlü bir potansiyele sahip. Sahip oldukları vizyon itibariyle ulus devlet
sınırları içerisinde kalmak zorunda olan ilk iki yapılanma küreselleşen sorunların
çözümünde etkisiz kalıyor. Örneğin çevre kirliliği, 1992'de Rio da yapılan
çevre konferansında gelişmekte olan ülke temsilcileri üretimlerini ve pazardaki
rekabet güçlerini düşüreceğinden korktukları için uygulanması öngörülen çevre
standartlarını kabul etmediler. Doğrusu bu ya, aralarında Türkiye'nin de bulunduğu
bu ülkeler, sanayileşirken çevrenin canına okumuş gelişmiş ülkeler karşısında
haklıydılar bir ölçüde. Gelişmiş ülkelerin de çevrenin daha fazla kirletilmesine
karşı olmaları anlamlıyken konferansın çözümsüzlükle bitmesinin şaşırtıcı
bir tarafı yok. Çevresel kirlenme, dünyanın siyasal haritası gibi sınırlarla
birbirinden ayrılmış bir dünyada yaşanmıyor. Romanya'da Tuna nehrine akan siyanür,
Balkanları, Karadeniz'i etkiliyor. Dolayısıyla vizyonu ulusal sınırları aşan
örgütlenmelere ihtiyaç var bu tür sorunların çözümü için. Kurulaması yönünde
BM nezdinde girişimler olsa da hali hazırda uluslarüstü, caydırıcı güce sahip bir
yapılanma henüz yok.
Ulus devlet, siyasal sistemin karakteristik özelliklerinden dolayı pratik olarak
günümüz dünyasında küreselleşmenin olumsuz etkilerini önle(ye)miyor. Demokratik
olarak nitelendirilen en açık toplumlarda bile gizliden gizliye devlete sinmiş olan
oligarşik, mafyatik yapılanmalar bunun önündeki en büyük engel. İşçi
sendikalarının ise arkalarını dayandığı zeminlerin küreselleşmenin zararlı
sonuçlarından biri olarak giderek kaydığı ve yeni arayışlara (işçilerin yanında
sistemden zarar gören tüm toplum kesimlerini kucaklayan sendikacılık anlayışı gibi)
olan isteksizliği küreselleşme karşısında onların da ciddi bir tehdit olarak
alınamayacağını gösteriyor. Geriye dayandıkları tabanın ciddiyeti ve
kararlılığıyla bir tek STÖ'ler kalıyor. Elbette ki gelişmiş ülkelerin
küreselleşmekten geçen çıkarlarının önünde ulus devletin ve sendikaların
desteklenmesi gerekiyor ancak yukarıda anılan sebeplerden dolayı alınacak sonuç
sınırlı. Sayıları gün geçtikçe artan, özellikle çevre, ekoloji, kadın vb.
hareketleri yürüten STÖ'ler iletişim alnındaki yeniliklerle yeni bir dinamizm
kazanıyor. İnternet üzerinden tüm dünya çapında yürütülen kampanyalar, duyurulan
eylemler bugüne kadar görülmemiş biçimde hareketlerin manevra alanını
genişletiyor. Seattle'daki DTÖ toplantısına karşı yapılan gösteride Amerika'daki
sol görüşlü insanların sayısından daha fazla gösterici olmasının, eylemin bu
çapta bir ses getirmesinin sebebi vurgu noktalarının evrensel olana kaymasının
yanında iletişimdeki yeniliklerin de kullanılıyor olmasıdır bir ölçüde.
Ülke gerçeklerinden bihaber Avrupa'nın gelişmiş kentlerindeki ofislerinde oturup tüm
dünyada geçerli olacaklarını düşündükleri politikaları binbir tehditle kabul
ettirmeye çalışanlara karşı tepkiler kendi içlerinden bile çıkmaya başladı.
Küreselleşmenin "insani yüzü" Davos toplantılarının başlığı oluyor
artık ancak bunları dile getirmek yeterli değil. Özellikle borç batağında kıvranan
ve hiçbir sosyal görevini yerine getiremeyen devletlerin borçlarının silinmesi ve
kendi şartlarına uygun politikalar uygulamalarına izin verilmesi gerekiyor.
Sicili bu konuda bir hayli kötü olan ulus devletten pek birşey beklemek anlamlı
değil. Seattle'da, son olarak da geçen Ocak ayında Davos'ta geniş katılımlarla
küreselleşmenin ağır faturasını zaten çoktan ezilmiş toplum kesimlerine
çıkarmaya çalışan politikaları tartışanlara karşı kendilerine "İnsanların
Küresel Eylemi" (People's Global Action) adını veren hareket kendileri hakkında
kararların alındığı bu tür toplantılarda katılımcı olarak söz ve oy hakkı
istiyor. Birkaç seneye kadar da bunu alacağı kesin.
Küreselleşmenin olumsuz taraflarına karşı korunmanın yollarından biri olarak
gösterilen "bölgeselleşme"ye de değinmek gerekiyor. Ulus devletlerin şu an
ne vizyonu ne de sahip oldukları politika aletleri (plan, program, reform vb.)
küreselleşmenin yıkıcı dalgalarına karşı güvenli bir ortam sağlıyor. Ancak
birbirleriyle tarihsel, kültürel vb. bağları olan ülkelerin gruplar halinde daha
rahat hareket edebilecekleri düşünülüyor. Türkiye'nin (daha önce hiçbir aday ülke
tarafından verilmesi kabul edilmediği kadar tavizler sonucu) AB'ne aday olmasını bu
bağlamda değerlendirmekte yarar var. Türkiye'nin Orta Asya ya da Ortadoğu'daki Arap
ülkeleriyle gidebileceği bir ortaklığın ise pratikte şu an olabilirliği
gözükmüyor.
Yeni bir dünyanın inşasında karar veren durumunda olabilmek için bu
"şansı" kullanmamız gerekiyor. Madem ki küreselleşmeye toptan evet demek
sadece bir çıkış noktası kazandırıyor, hiçbir artı getirmiyor ve yine madem ki
küreselleşmeye karşı çıkmak bizi olduğumuzdan daha kötü duruma getirecek
yapılması gereken evrensel yasaların geçerli olduğu, tüm insanların huzur, barış
içinde yaşadıkları dünyanın kurulmasına katılmakta tereddüt etmemek.
Kaynaklar:
1) Gülten Kazgan "Tanzimat'tan XXI. Yüzyıla Türkiye Ekonomisi", Altın
Kitaplar, 1999, İstanbul
2) Yıldız Sertel "Savaş Rüzgarları", Belge Yay., 1999, İstanbul
3) Osman Ulagay "Qua Vadis? Küreselleşmenin İki Yüzü", Doğan Kitap, 2000,
İstanbul
4) Michel Chossudovsky "Yoksulluğun Küreselleşmesi", Çiviyazıları, 1998,
İstanbul
5) Dani Rodrik "Rethinking the World Economy",
http:www.ksg.harvard.edu/rodrik/TNRpiece.html