25. Sayı
1980'lerin başından itibaren hızlanarak ilerleyen küreselleşme sürecinde
kapitalizm neo-liberal iktisadi uyum yasalarını "uyumun toplumsal boyutları"
nı hafifletecek toplumsal-politik kurum ve ilkeler ile tamamlamaya çalışıyor.
İktisadi uyum yasalarının vahşiliğine karşılık politik uyum yasaları olarak
adlandırabileceğimiz bu yasaların öne sürdüğü kurum ve ilkeler kapitalizmin
"insani vechesi" olarak sunulmaktadır. Bu şirin ve yaldızlı ambalajın
üstünü hafifçe kazıyınca serbest piyasanın o bildik yüzüyle karşılaşırız;
kar maksimizasyonu ve sermayenin sınırsız, kuralsız yayılımı amacıyla halkların
ve doğanın fütursuzca yok edilip tüketilmesi. Tüm bu politik ilkelerin ve taleplerin
ne için, kimin için olduğu sorusunu sorduğumuzda tek bir yanıt alırız: çok uluslu
şirketler ve sermaye için kalkınmanın "sürdürülebilir kalkınma" adı
altında sorgusuz sualsiz bir şekilde devam ettirilmesi .
Küresel kapitalizm bu taleplerini, halklara uluslar arası kurumları ve anlaşmaları
ile dayatmaya başlamıştır. Bretton Woods kuruluşları olarak bilinen IMF ve Dünya
Bankası burada devreye giriyor. Çok uluslu şirketlere ve imperyal ulus devletlere yeni
pazarlar, serbest bölgeler ve ucuz emek gücü yanında sınırsız hammaddeyi temin
etmenin yollarını bu kuruluşlar sağlamaktadır. Ekonomik yeniden yapılanma ile
ülkelerin tüm kaynakları ve potansiyelleri küresel sermayeye sunulur. Ardından sosyal
harcamalar kısılır, kazanılan haklar teker teker ortadan kaldırılır, ücretler
enflasyondan arındırılır, işsizlik, açlık ve yoksulluk artar, doğanın geri
dönüşümsüz tahribi ve devletlerin halklar üzerindeki baskısı kristalleşerek
yoğunlaşır. Kapitalizm, halkların serbest piyasaya uyumlarının toplumsal
boyutlarını ve çıkmazlarını görünmez kılmak için demokratikleşmenin bir ön
koşulu olarak serbest piyasanın varlığını ileri sürer. Demokratikleşmek için
ödenmesi gereken diyetler vardır. Her şeyin demokratikleşme, refahın arttırılması
ve yoksulluğun ortadan kaldırılması adına yapıldığı ileri sürülür. Tüm bu
amaçları gerçekleştirmek için tek bir anahtar kelime vardır: son zamanlarda
"sürdürülebilir kalkınma" olarak ifade edilen "kalkınma".
Burada daha çok "politik uyum yasaları" olarak adlandırdığım ilkelerden ve
bu ilkeleri gerçekleştirmek için kapitalizmin hangi kurumları ve kuruluşları hangi
amaçlar için kullanmayı düşündüğünden bahsetmeye çalışacağım. Özellikle son
on yılda düzenlenen çeşitli uluslararası toplantılarda -Habitat toplantıları,
Gündem 21 gibi- ve de son yıllarda Dünya Bankası'nın düzenlediği
"kalkınma" raporlarında adı geçen kavramlardan, kurum ve kuruluşlardan söz
edeceğim . Bunlar; desantralizasyon olarak dillendirilen adem-i merkezileştirme ya da
yerinden yönetim, yerel yönetimler-belediyeler, demokratikleşme, katılım, iyi
yönetim-yönetişim, sivil toplum kuruluşlarıdır.
Yazının ilk bölümünde kapitalizmin bu kavram, kuruluş ve kurumlara hangi anlamları
yüklediğini ve nasıl kullanmak istediğini; ikinci bölümde ise bu kavram ve
kurumların "sol" için neler ifade ettiğini ve etmesi gerektiğini
açıklamaya çalışacağım.
Küreselleşme uluslar ötesi kurum, kuralları ve antlaşmaları ile piyasa ekonomisini
dünyanın en ücra köşelerine dek yayarken, belirlenmiş kurallar ve ilkeler ile
halkları yönetmenin yöntemlerini de geliştirmektedir. Yerel yönetimlerde adem-i
merkezileştirme ve demokratikleşme adı altında bunu uygulamaya başlamaktadırlar.
Sermayenin kentlerin adem-i merkezileştirilmesinden anladığı, devletin kurumlarının,
merkezi hükümetin yerele kaydırılmasından ibarettir. Yerel yönetimlere verilen yetki
aktarımı ve özerklik sadece sözde kalmaktadır. Uluslararası ve ulusal sermayenin
serbest piyasa ekonomisi kuralları çerçevesinde belirledikleri yetkilerin
kullanılması dayatılmaktadır. Türkiye'de yerel yönetimlere verilen sözde yetkiler
ve özerklikler merkezi hükümetin yerel kurumlarının veya temsilcilerinin vesayeti
altındadır. Şunu net olarak ifade etmek gerekir ki; sadece kentlerin adem-i
merkezileştirmesi ile her şeyin daha iyi olacağını söylemek koskoca bir
aldatmacadır. Hatta Osmanlı gibi büyük imparatorluklar periferisindeki yerleşim
yerlerini daha iyi kontrol altına alabilmek ve yönetebilmek için çoğu zaman yerel
yönetimleri kullanmışlardır. Merkezi hükümetin temsilciliklerini yerele yayması ve
yerelde en yetkili makam olarak tayin etmesi en sık kullanılan yöntemlerdi. Ancak şunu
da çok iyi biliyoruz ki; bahsedilen yerel yönetim modeli aslında merkezin
yerelleşmesinden başka bir şey değildir. Oysa tarihte yerel yönetimler, özellikle de
halk meclislerinden oluşan belediye konfederasyonları yerleşimlerindeki yurttaşlar
için özgürlük alanları olarak işlev görmüşlerdir.
Küreselleşmenin ulus-devletlere biçtiği yeni görevlerden biri, belki de en önemlisi,
sermayenin serbestçe güven içinde var olmasının ve yayılmasının koşullarının
her şeye rağmen sağlanmasıdır. Burada bahsettiğim "her şey", sermayenin
ve piyasa ekonomisinin gelişimini engelleyecek ya da yok edebilecek tüm muhalif
güçleri içermektedir. Habitat, Gündem 21 ve Dünya Bankası'nın yayınlarında yerel
yönetimlerin bu amaç doğrultusunda kullanılmasının planlandığı, hatta dünyanın
pek çok yerinde bunun uygulandığı biliniyor. Küresel kapitalizm için yerel
yönetimler artık yabancı sermayenin giderek daha fazla pay aldığı alanlar haline
gelmiştir
1980'lerin başından itibaren tüm dünyada esen neo-liberal politikalar sonucu devletin
elini ekonomiden ve sosyal görevlerinden çekmesi, uluslararası sermayenin ve çok
uluslu şirketlerin yükselişiyle çakışır. Ancak bu gelişim ulus-devletin yok
olduğu ya da etkisizleştiği anlamına gelmemektedir. Hatta bazı ulus-devletler
şimdiden imperyal boyuta kavuşmuşlardır. Diğerlerinin ise bölgelerinde çok uluslu
şirketlerin ve imperyal ulus- devletlerin çıkarlarını koruyup kollamak için daha
baskıcı olacaklarını söyleyebiliriz.
Küreselleşmenin ulus-devletlere biçtiği görevlerin yanında yerel yönetimlere de
yeni görevler biçtiği dikkati çekmektedir. Bir yandan kamu gelirlerinin ve
kredilerinin kısılmasını diğer yandan yatırım alanlarının genişletilmesini
teşvik ederek belediyelerin yabancı sermayeye ve özel sektöre açılmasının
koşullarını yaratmaktadır. Kredilendirme ve teşviklerle borç batağına çekilen
yerel yönetimler ilk önce ekonomik ardından da politik alanlarını sermayenin
yönetimine dahil etmektedirler.
1980'li yıllar dünyada ve Türkiye'de neo-liberal politikaların hızla uygulanmaya
başladığı yıllardı. 80'li yıllarda refah devleti uygulamaları giderek geriletildi.
Bu açıdan pek uzağa gitmeye gerek yok. Türkiye'de 1980'den sonraki dönemi
incelediğimizde pek çok ipucuyla karşılaşırız. 12 Eylül yönetiminin de baskısı
altında bu olaylar çok daha rahat yürürlüğe kondu. Bu süreçte yerel yönetimler
dış kredi kullanan kamu birimlerine dönüşmeye başladılar. Giderek yerel yönetimler
her yıl aldıklarından daha fazla parayı faiz ve ana para ödemesi olarak vermeye
başladılar. Dış borç yerel yönetimlerin yaşamında önemli bir unsur olarak yer
almakla kalmadı, çalışma biçimini doğrudan etkilemeye başladı. 1986 yılına kadar
yerel yönetim yatırımları %100 oranında kamu kredisi ile finanse edilirdi. İller
Bankası'nda oluşan fon bu amaçla kullanılırdı. Yerel yönetimler yatırım yapmak
istediklerinde oraya başvurur, uzun vadeli ve çok düşük faizli krediler kullanırdı.
Borçlar çoğu zaman silinir ya da ertelenirdi. Son onbeş yılda kamu desteğinin
kısılması ve çeşitli yasal uygulamalar sonucu yerel yönetim kredileri içinde kamu
kredisi oranı hızla geriye çekildi. Yatırım finansmanında kamu kredisinin geriye
çekilmesi ile boşalan yeri özel sermaye kredisi aldı. 1985-95 yılı ortalamasına
baktığımızda şunları görürüz: yerel yönetimlerce kullanılan kredilerin %13'ü
kamu kredisidir, %20'si yerli ticari banka kredisidir, %67'si yabancı banka kredileri ya
da dış kredilerdir. Yabancı kredi alanı %70 oranındadır. Son 5 yılda ise bu
oranlarda giderek artış oldu.
Sonuçta yerel yönetimler yatırım kapasitesi ve yetenekleri bakımından
güçlendirildi ancak bu güçlendirmeye karşılık kamu kredi desteği en aza indirildi,
gelir yaratma kaynakları sınırlandırıldı ve böylelikle yerel yönetimler
uluslararası finans piyasalarının eline teslim edildi ve kamu sektörünün de yavaş
yavaş geri çekilişi özel sektöre daha fazla hareket imkanı tanıdı. Yerel
yönetimlere daha fazla özerklik verildiği söylenirken bir yandan da ekonomik alandaki
denetleme gücü teker teker ellerinden alınıyordu: örneğin ilk olarak birinci ANAP
hükümeti zamanında belediye meclislerinin elinden ekmek fiyatı belirleme yetkisi
alındı. Ardından kar haddi belirleme yetkisi tümüyle kaldırıldı. Adana Belediyesi
örneğinde olduğu gibi, vergi toplama, bütçe, muhasebe gibi temel işler dahi hizmet
sözleşmesiyle ihaleye çıkarıldı. Belediyelere ait işletmeler önceden
kiralanırken, şimdi işletme devri yoluyla verilmeye başlandı.
Küreselleşme ile belediyelerin kredi yapısındaki önemli değişikliklerin yanı sıra
ikinci değişiklik ise yatırım yapısında gerçekleşti. Bugün belediyelerin
gerçekleştirdikleri içme suyu yatırımlarının %30 oranında dış krediyle
karşılandığını görüyoruz. Kanalizasyon yatırımlarının %68'i, katı atık
denilen çöp işlerine yönelik yatırım alanında yapılan yatırımların %76'sı
dış krediyle gerçekleştiriliyor.
Borçlanmanın genel karakterine baktığımızda da aynı tablo ile karşılaşırız.
Belediyelerin aldıkları dış kredilerin %45'i uluslar arası ticari bankalardan, geriye
kalanı devletlerden ya da IMF, Dünya Bankası, Avrupa Yatırım Bankası gibi
uluslararası kuruluşlardan alınan kredilerdir. Böylelikle temel yatırımlar ve hatta
hizmetler dış kredi oranı yüksek olan yatırımlar, uluslararası ihale sistemi ve
küresel kapitalizm kuralları ve kuruluşlarının çizdiği çerçevede
gerçekleştiriliyor.
Birkaç örnek verecek olursak; örneğin 17 Ocak 1993 tarihli Resmi Gazete'de Türkiye
Cumhuriyeti hükümeti ile Almanya Federal Cumhuriyeti arasında iki sayfalık ikili
uluslararası mali bir anlaşma yayınlandı. Bu anlaşmaya göre Almanya Türkiye'ye
uygun koşullarda kredi veriyor. Toplam 110 milyon mark. Bu paranın nereye ne kadar
verileceği belirlenmiş. Devlet Demiryolları'nın satın alacağı demiryolu
malzemelerinin finansmanı için 3 milyon mark, Ankara Su Dağıtım Projesi dördüncü
aşaması çerçevesinde mal hizmetleri için 48 milyon mark, Orhaneli Bacaağzı Arıtma
Tesisi Projesi için 45 milyon mark, ASKİ Biogaz Projesi için 14 milyon mark, sanayi
alanında çevre koruma tedbirlerine 5 milyon mark ayrılmış. Anlaşma bu genel hatları
çizdikten sonra bu beş konu için; "ilgili kuruluşlarla bu parayı verecek KFW
oturup anlaşma yapacak" deniyor.
Bu anlaşma çerçevesinde 4 yıl sonra yani 1997'de Resmi Gazete'de Ankara Büyükşehir
Belediyesi ile KFW arasında Biogaz Projesi için yapılan anlaşma yayınlandı.
Çeşitli teknik ayrıntıların yer aldığı anlaşma bu sefer oldukça kalın. Ne iş
yapılacağı ve nasıl yapılacağı ayrıntılandırılmış. Sonra KFW diyor ki,
"ben bu parayı vereceğim ama bazı koşullarım var. Bütün ihaleler beraber
yapılacak, ASKİ ile KFW projenin her aşamasında ortak hareket edecek. ASKİ her altı
ayda bir su ve kanalizasyon tarifelerini gözden geçirecek ve gerekiyorsa
arttıracaktır." Biogaz arıtma tesisinin kuruluşu için verilen proje, Ankara'da
yaşayan halka sunulan bu kamu hizmetinin fiyat belirleme gücünü tekeline alıyor. Bu
anlaşma ile beraber Ankara Su ve Kanal Sistemi'nin tümünü ilgilendirmeyen bu proje,
Ankara ASKİ'sinin elindeki su ve atık su hizmetlerinin bedelini belirleme gücünü
ipotek altına alıyor.
Aynı şekilde fakat bu sefer başka bir boyutta Dünya Bankası'nın küresel sermayenin
çıkarlarına nasıl hizmet ettiğine bakacak olursak: Bursa Entegre Çevre Projesi'ni ve
Antalya Su ve Çevre Projesi'ni örnek olarak verebiliriz. Dünya Bankası, Bursa
Büyükşehir Belediyesi ile 1993 yılında Entegre Çevre Projesi için bir anlaşma
yaptı. Bu proje; suyu, arıtma tesislerini, kanalı ve katı atık tesisleri vs. gibi
tüm tesisleri içeren büyük bir proje idi. Dünya Bankası projenin tamamını
karşılayacak para vermedi, sadece %10 kadar bir bölümünü karşılayacak kadar borç
verdi. Bu borç uygun faizli ve geri ödemesi kolay bir kredi idi. Anlaşmayı yaparken
dedi ki: "Bursa Büyükşehir Belediyesi ve garantörü TC Devleti hükümeti, bu
projenin tamamlanması için gerekli kalan kısmı bulacaktır. Dünya Bankası kendisine
yardımcı olmayı taahhüt eder." Böylelikle Dünya Bankası projeyi başlatır ve
projenin tamamlanması için uluslararası para piyasalarını adres olarak gösterir,
oraya gidilmesini garanti altına alır. Böylelikle uluslararası sermayenin koruyucu
şemsiyesi görevini bu şekilde başarır.
Aynı modelle Antalya'da da karşılaşırız. 1995 yılında Dünya Bankası aynı
yöntemi kullanarak Antalya Büyükşehir Belediyesi Su ve Çevre Projesi'ni imzaladı.
Şu anda Antalya'nın su ve atık su hizmetleri bir Türk firması olan ENKA ile birlikte
Lyonnaise des Eaux adlı Fransız kökenli ulus ötesi bir şirketin elindedir. Bu
uluslararası şirket şu anda Antalya'nın su ve atık su hizmetlerini ENKA konsorsiyomu
tarafından yönetiyor.
Şimdi de Dünya Bankası'nın 1999-2000 Dünya Kalkınma Raporu'ndaki yerel yönetimler
ve desantralizasyon ile ilgili bölüme şöyle bir göz atalım:
*Raporda küreselleşme sürecinde oluşan yeni dinamiklerden bahsediliyor. Ve
ulus-devletlere bazı öğütlerde bulunuluyor: "21. Yüzyılda büyümenin
meyvelerini toplayabilmek bakımından, ulusal hükümetlerin hem ulus-üstü hem de yerel
düzeylerde kurumlaşma yoluna girmeleri gerekmektedir" deniyor. Aslında bu
öğütte küreselleşmenin yerel yönetimlere bakışını açık bir şekilde
görebilmekteyiz. Halkların kendi kendilerini yönetebilecekleri ve kendi hayatlarının
her düzeyine özgürce müdahale edebilecekleri kurumsal yapılar yerine doğrudan
devletin -merkezi yönetimin- her şeyiyle yerelleştirilmesi kastediliyor. Bu ise adem-i
merkezileştirme adı altında yapılıyor.
*Raporda "desantralizasyonun önde gelen amacı, geniş gruplar yelpazesini formel,
kural-tabanlı bir pazarlık süreci içerisinde bir araya getirmek yolu ile, siyasi
istikrarı muhafaza etmek ve şiddet içeren türden çatışma riskini azaltmak"
olarak tanımlanmaktadır. Ardından hemen oyunun kurallarının önemini hatırlatıp,
politika oluşturma sınırlarını belirlemektedir.
* "Etkili organizasyonlar ve organizasyonları etkili kılan "kurumlar"dan
oluşan sağlam bir temel, kalkınmanın gerekli ön koşullarından biridir. Burada
"kurumlar" deyimi ile kast edilen, birey ve organizasyonların davranışı ile
birlikte, tüm ilgili taraflar arasındaki müzakere/pazarlık usullerini düzenleyen
kurallardır. Daha açık ifade edersek......ulusal ya da uluslararası anlaşmalar veya
kamu-özel ortaklık sözleşmeleri" ile belirlenecek kurallar çerçevesinde oyun
oynanacaktır. Görüldüğü gibi demokrasi, özgürlük, yerinden yönetim adı altında
düpedüz tüm özgürlükler ve kazanımlar ayaklar altına alınmaya çalışılıyor.
Üstelik şimdiye kadar "sol"un ve özgürlükçü hareketlerin kullandığı
terimler, kavramlar ve kurumlar ile insanlar buna alet edilmeye çalışılıyor.
Kısacası iyi yönetim-yönetişim adı altında insanlar kendi sömürülerine alet
edilmek isteniyor.
*Küreselleşme "sol"un kullandığı kavramları alıp tarihsel ve politik
içeriğini boşaltıp, halkları manipüle etmek, tahakkümü ve sömürüyü
meşrulaştırmak için kullanıyor. Demokratikleşmeden ayrılamayacak olan
desantralizaston (adem-i merkezileşme) sadece kalkınmanın sürdürülebilmesi için
kullanılması gereken bir strateji olarak algılanıyor.
*Kısacası küreselleşme sürecinde küresel kapitalizm toplum yaşamını bir işletme
yaşamına, yurttaşı ise kalite çemberlerindeki işçi ya da personele indirgiyor. Hal
böyle olunca yaşamın anlamı da kendisi de ekonomik bakış açısı ile istila
ediliyor. Tek meşru amaç kar elde etme ve neye mal olursa olsun kalkınma. İnsani
değerler ise sadece kalkınmanın sürdürülmesi amacıyla "uyumun toplumsal
boyutlarının" üstünü örtmek için kullanılan yaldızlı bir peçe halini
alıyor.
Yaldızlı peçeyi kaldırmak tek başına sorunları çözmez. Bu kısımda daha çok
yerel yönetimlerin özellikle de belediyelerin "potansiyel" olarak ne kadar
önemli olduklarını anlatmaya çalışacağım. Burada dile getireceklerimin
küreselleşen kapitalizm karşında oluşacak muhalif bir devrimci hareketin de mutlaka
enternasyonalist olmasının öne çıkması gerektiğini vurgulamak istiyorum.
Yerel yönetimler, demokrasi, adem-i merkezileştirme gibi kavramları ve kurumları sırf
bugün kapitalizm kullanıyor diye solun bu kavram ve kurumlardan vazgeçmesinin doğru
olduğunu düşünmüyorum. Aksine bence, kapitalizmin içeriğini boşaltarak toplumsal
yaşamda olduğu kadar politik ve ekonomik alanda da etkisizleştirmek istediği bu
kavramlara sahip çıkmak gerektiğini düşünüyorum. Zira devrimler tarihine bir
baktığımızda bu kavramların yerlerinin doldurulamayacak içerikte ve etkide
olduklarını ve hemen hemen her toplumsal devrimde daha fazla özgürlük, adalet,
kardeşlik ve karşılıklı yardımlaşma duygularıyla beslendiğini görmekteyiz.
Bugün bize düşen görevin farkına varmalıyız. Küreselleşen dünyada
küreselleşenin emekçiler, halklar ve yurttaşlar değil sadece sermeye olduğunu
görmeliyiz. Vahşi doğası ve toplumsal yapısıyla biyosferimizin tamamının büyük
bir tehdit altında olduğunu kavramalıyız. Tüm bunları kavramak olayın önemli bir
kısmını oluşturmakla birlikte maalesef sorunun ortadan kaldırılması için yeterli
değildir. Kapitalizm tarafından yok edilen yaşamlarımızı yeniden almak ve yeni
baştan kurmak istiyorsak ütopyamızı yeniden kurmalı ve bu uğurda mücadele
etmeliyiz. Ancak şunu da çok iyi biliyoruz ki artık şimdiye kadar solun kullandığı
pek çok yöntemi, örgütlenme biçimini, mücadele içeriğini ve araçlarını yeniden
tanımlamamız gerekmektedir.
Bu anlamda yeni bir "politik alan" oluşturmanın elzem olduğu bir dönemde
olduğumuzu düşünüyorum. Bu doğrultuda aşağıdaki önerilerimin küresel
kapitalizme karşı enternasyonalist bir mücadelenin mantığı içinde kavranması
gerektiğini düşünüyorum. Söyleyeceklerim aslında hiç de yabancı olamadığınız
şeylerden oluşmaktadır. Bu yazının bu uğurda bir tartışmayı alevlendireceğini
umuyorum.
Eğer toplumsal dönüşümü hedefliyorsak yerel yönetimleri gözardı etmemeliyiz.
Hatta bu misyonda yerel yönetimlerin -burada özellikle belediyelerden bahsediyorum-
potansiyel olarak özgürlükçü kurumlar olduğunu düşünmekteyim.
Bu anlamda yaratacağımız toplumda insanlığın kendini bireysel ve kolektif olarak
yaşamın tüm alanlarını kontrol altına alabilecek şekilde yönetmesi gerektiğini
düşünüyorum. Bu da kaçınılmaz olarak toplumdaki her bireyin, toplum ve kendisi ile
ilgili her türlü konuda doğrudan söz sahibi olması demektir. Böyle bir toplumda siz
de takdir edersiniz ki; güç bazı sınıfların, elit tabakanın veya partinin elinde
değil ancak halka yayıldıkça anlamlı olur. Gücü bu şekilde merkeziyetçi bir
mantıktan kurtarıp merkezsizleştirebildiğimiz (decentralization) yönetim şeklinde
ancak demokratik ve özgürlükçü kurumlar oluşturmak mümkün olabilecektir. Solun
"desantralizasyonu" daha çok bu anlamda düşünmesi ve yeniden kurması
gerektiğini düşünüyorum.
Desantralizasyon hiçbir şekilde demokratikleştirmeden ayrılmaması gereken bir
kavramdır. Zira onun potansiyel olarak devrimci karakterini oluşturan özellikle
doğrudan demokrasinin kurumlaşması için gerekli koşulları yaratabilmesidir.
Desantralizasyonun iki önemli şekli mevcuttur. Bunlardan en önemlisi "kurumsal
desantralizasyon" diğeri ise "fiziksel desantralizasyon"dur. Fakat şunu
hiç unutmamak gerekir ki; fiziksel dediğimiz desantralizasyonun inşası epey uzun
yıllar alabileceği için bu iki yapının aynı anda olmasını bekleyerek mücadeleye
girişmek, hareketi atalete ve hatta çıkmaza sokabilecek bir durumdur. Fiziksel
desantralizasyon yaşanmışlıklar ve çeşitli ortaklıklar üzerinden gelişebilecek
bir olaydır. Önemli olan ve hemen daha kolay yapılabilecek olan ise kurumsal
desantraslizasyondur. Bu, insanların yerleşim alanlarında kendi kendilerini
yönetebilecekleri ve politika oluşturabilecekleri kurumların inşası demektir.
Buralarda insanlar kendilerini ilgilendiren her konuda yerel, bölgesel veya uluslararası
sorunlar hakkında politika oluşturmanın alanlarını kurarlar. Yani yeni bir politik
alan için zemin hazırlanmış olur. Buralarda belediyeler devreye girer. Mahallelerde ya
da semtlerde oluşturulacak halk meclislerinden oluşacak olan belediyeler bu anlamda
potansiyel olarak doğrudan demokrasinin politik alanını oluşturabilecek kurumsal
yapılardır. Tabii ki şu anki halleri ile değil.
Peki şu anda, sadece gücün merkezsizleştirilmesiyle oluşturulacak bir yönetimin her
derde deva olacağını söylemek ne kadar akıllıcadır? Özel mülkiyetin ve pazar
ekonomisinin etkisi altındaki bu değer(sizlik)ler dehlizinde boğulan bir toplumda, her
bireyin hayatının her alanına özgürce müdahale edebileceği ve maddi hayatın tüm
araçlarının ortak olarak işletildiği, üretildiği ve "eşitsizlerin
eşitliği" ilkesiyle paylaşıldığı özyönetimi savunmaksızın "gücün
merkezsizleşmesi"nden medet ummak bir şeyi değiştirir mi?
Özel mülkiyetli, hiyerarşik ve sınıflı bir toplumda gücün merkezsizleşmesinin her
şeyi kökünden çözeceğini dillendirmek kabaca, safdillik olacaktır. Bu yüzden sol
bütünlüklü bir politik vizyon eşliğinde yeni bir toplum önermeli ve hedeflemelidir.
Gücün merkezsizleştirilmesini, karşılıklı yardımlaşma, indirgenemez asgari,
doğrudan eylem, doğrudan demokrasi ve yaşam araçlarının herkesin elinde ve
hizmetinde olduğu, çevreyi ve mülkiyeti hiyerarşik olmayan bir tarzda komünal
paylaşılan bir toplumun bütünlüğüne yaymak önemlidir. Aksi taktirde, tüm bu
"duyarlılıkları" ayrı ayrı ve birbirlerinden kopuk bir şekilde ele alıp,
tek başlarına var olmalarını talep etmenin hiçbir şeyi değiştirmeyeceğini
vurgulamalıyım. Daha da vahimi, böyle bir "bütünsüzlük" durumunda bu
kavramların içeriğinin boşaltılıp "dile düşmelerine" neden olacağını
da belirtmeliyim ki; şimdiye dek de kapitalizmin bu kavramları bu şekilde
etkisizleştirmek istediğini biliyoruz.
Bu bağlamda sol, şu anki toplumda var olan ve özgürlükçü demokratik gelenekte
"potansiyelleri" gereği ele alınan yerel yönetimlerin (belediyeler ve halk
meclisleri gibi) yukarıda dile getirdiğim "duyarlılıklar" çerçevesinde
yeniden yapılandırılarak, konfederatif bir birlikte oluşturulacak alternatif bir
toplum hedeflemelidir.
Bu politikanın yeniden eski anlamına kavuşturulması demektir. Bu anlamda politika,
insanların halk meclislerinde yüz yüze yapacakları toplantılarda formüle
edilmesidir. Yönetim ise bu halk meclislerinde oluşturulan politikaların vekalet
verdikleri ve her an geri çağrılabilen temsilcileri tarafından icra edilmesidir.
Burada vurgulanması gereken "gücün" bir kişide, zümrede, partide ya da
devlette toplanmayıp, mahallelerdeki, köylerdeki, kentlerdeki yurttaşlara
"yayılmasıdır". Yurttaş olarak her bir bireyin yüz yüze doğrudan
etkileşerek kendi sorunlarını tartışıp "politikalar" üretebilecekleri
yerleşimlerde kurulacak olan meclislerin oluşturduğu yeni özgürlükçü yerel
yönetimlerin "konfederal" bir yapıda bir arada oluşturacakları bir güç
ancak, ulus-devletin karşısında bir alternatif oluşturabilir. Bu şekilde halk
meclislerinin kurulması, yerleşimlerdeki yurttaşların aktifleşmesini sağlayarak yeni
bir "politik alan" oluşturulmasına hizmet edebilecektir. Bu da insanların
yerleşimlerindeki ve ulusal düzeydeki her tür sorun ile yakından ilgilenmelerinin ve
aktif olarak yaşamlarına müdahale edebilmelerinin somut ve psişik alt yapısını
oluşturacak mekanlarını bugünden "kurma" olanağını sağlayacaktır. Bu
biçimde oluşturulacak özgürlükçü yerel yönetimlerin bölge ve ulus çapında
oluşturacakları konfedere yapılarda, aynı etki ulusal düzeye yayılabilir.
Bütün kararların, konfedere kasaba ve şehirlerin halk meclislerinin çoğunluğu
tarafından onaylanması gerekir. Burada hiçbir şekilde atlanmaması gereken;
politikanın halk meclislerinde yerleşik yurttaşlar tarafından oluşturulacağı ve
sadece bu politik kararların seçilmiş vekiller tarafından icra edileceğidir.
Seçilmiş vekillerin hiçbir şekilde ve koşulda dahi kendi başlarına "politika
oluşturma" yetkilerinin olmadığı unutulmamalıdır. Bu kurumsal süreç küçük
kasaba ağlarındaki gibi bir geçiş süreci olarak dev şehirlerin semtlerinde ve
mahallerinde de oluşturulabilir.
Ancak şunu net olarak ifade etmeliyim ki; yerelden kaynaklanan bu hareketin ve
örgütlenmenin mutlaka konfederasyon şeklinde ulus hatta uluslararası arenaya
yayılarak mücadele etmesi gerekmektedir. Karşımızdaki güç küreselleşirken bizim
sadece yerelde kalmamız hiçbir şekilde sorunları çözmeyecektir. Bu anlamda
enternasyonalist bir mücadelenin ve evrensel değerlerin önemini çok iyi kavrayıp ona
uygun hareket etmeliyiz.
Seçilmiş Kaynaklar
1- 1999-2000 Dünya Bankası "Dünya Kalkınma Raporu"
2- Ayman Güler, "Küreselleşme Döneminde Yerel Yönetimler" Sivil Toplum
İçin Kent, Yerel Siyaset ve Demokrası Seminerleri, Demokrasi Kitaplığı ( Wald) Mart,
1999
3-Janet Blehl, The Politics of Social Ecology-Libertarian municipalism, 1998 Black Rose
Books ltd.