25. Sayı
Tarihsel gelişim süreci içinde insan toplulukları sosyal-siyasal-ekonomik yapılara
uygun inanma dizgeleri ve cinsiyet ilişkileri geliştirmişlerdir. İlkin göçebe, yarı
göçebe Türk toplulukları özelinde, bu toplulukların sosyal-siyasal-ekonomik
çerçevelerini belirleyerek ve bu yapılardan hareketle eski Türk topluluklarının
inanma-yaşama çevrelerinde gelişen, ortaya çıkan cinsiyet ilişkilerini tartışmaya
açabiliriz. Eski Türk topluluklarının yukarıda belirlediğimiz amaç doğrultusunda
genel olarak özelliklerine değinmeden önce, geçmişe yönelik tarihsel bir
çalışmanın nasıl olması gerektiği üzerinde duralım. Ülkemizde Türk tarihi
üzerine yapılan çalışmalar çeşitli yanılsamalar içermektedir(1). Şöyle ki:
"Tutucu ve gelenekçi çevrelerin korumayı arzuladığı değerler, önce geçmişe
nakledilip eski Türk toplumunun çehresine makyaj yaparcasına yapıştırılıyor, bu
görüntü bir kere nesillerin zihnine 'gerçek' diye yerleştikten sonra ise, sözkonusu
'milli' (ırki) karakteristikler, 'ezeli ve ebedi' sayılmaları artık atalarımızın
vasiyetine dönüştürülmüş olarak tarihten şimdiki zamana indiriliyorlar. Bu
yöntemle, en olmayacak aşamalara dahi, 'millet', 'devlet', 'aşkın bilinç',
'Türklüğe hizmet' ve 'Türklüğe ihanet', hatta 'bireysel aşk' ve 'hümanizma', ne
isterseniz yüklemek mümkündür ve tarih, ah, bir Çinli prensesin işvesinin
doğurduğu 'kardeş kavgası'nın birinci Göktürk hakanlığını bölüp
parçalaması; gene ah, Attila'nın Roma'yı almak üzereyken düğün gecesi 'kalleşçe'
zehirlenmesi; nihayet ah, 1683'te Viyana önlerinde, tam atlarımızın nalları bütün
Avrupa'yı çiğneyebilecekken, bu sefer Kırım Hanı Giray'ın 'kardeş ihaneti'ne
uğraması yüzünden kaçan fetih ve üstünlük fırsatlarına sürekli hayıflanmak
için bir ağlama duvarı haline, kolaylıkla getiriliyor"(2). Ancak geleneksel Türk
tarihçileri içinde çok az da olsa yukarıda belirlediğimiz idealist, teolojik,
teleolojik, kimi zamanda şarlatanlık derecesinde düşünme-çalışma tutumuna sahip
olmayan nitelikli Türk tarihçileri de bulunmaktadır. A. İnan da kendi alanında
yapılmış olan çalışmalara ilişkin şu eleştirileri getirmektedir: "19.
yüzyılın başlarından şimdiki zamana kadar Orta-Asya göçebe kavimlerininin örf ve
adetlerini tetkik eden etnografyacıların tesbit ettikleri materyallerden faydalanarak
eski Türk ve Moğolların içtimai müesseseleri ve bu müesseselerin menşeleri
hakkında birçok etüdler yapılmış ve türlü nazariyeler ortaya konulmuştur. Bu
etüdlerin çoğunda metod bakımından iki türlü önemli aksaklık görülmektedir: 1.
Tesbit edilen gelenek ve adetleri çok eski devirlerden beri değiştirilmeden muhafaza
edilmiş gibi kabul etmek; 2. Bir içtimai müessesenin tarihi ve menşei tetkik konusu
olarak alındığı zaman, yalnız o müessese ile sıkı bağlı bir adet ve geleneklere
önem vererek, bu müessese ile çok esik devirlerde ilgisi olması muhtemel olan başka
adetleri, tetkik konusu çerçevesinden dışarı bırakmak" (3).
Orta Asya'daki eski Türklerin tarihini, bugünün idealist-milliyetçi ideolojisi ve salt
kendi iç gelişim evreleri ile ele alıp, bu coğrafyada bulunan toplulukların
siyasel-ekonomik-sosyal etkileşimler ağını sadece ırk kavramı temelinde açıklamak
sanırız geçmiş tarihi çarpıtmak yönünde bilim dışı, nesnel bir bakıştan
yoksun, geri bir tarihsel tutumu ortaya koymaktadır (4).
Orta asyadaki kabileler birbirlerinden bağımsız konumlanmamışlar, Asya steplerinin
göçebe toplulukları, iklim koşulları, göçler, savaşlar, vb. nedenlerle sürekli
birbirlerine karışmışlardır. Bu nedenle tarihin ilk aşamalarında Türk denilen bir
kavmi tek başına tanımlamak olanaksız olduğundan akraba kavimler olarak
niteleyebileceğimiz Türk topluluklarını, Proto-Türklerden başlayarak Uygurlara kadar
belirlediğimiz çerçevde incelemeye çalışacağız.
Orta Asya topluluklarının üretimi ve kültür düzeyi konusunda ilkin genel bir
belirleme verebiliriz: "Buz çağının sona ermesi üzerine Baykal Gölü'nden
Baltık Denizi'ne kadar uzanan geniş sahada yerleşik bir kültür gelişti. Bu
kültürün başlıca özelliği, kemikten işlenmiş aletler ve yer değiştiren
balıkçı-avcı hayat tarzıdır... Ural-Altay dil ailesine mensup kavimlerin asli
kültürü bu idi... Bu kültürün çevresi içinde hayvan besleme, önce köpek ve Ren
geyiğinin ehlileştirilmesi ile başlar. Samoyedler ve Laponlar... bu kültürün
çevresinde yaşadılar. Fin-Ugorların cedleri de 5000-6000 yıl önce aynı sevide
idiler... eski göçebe kültürden diğer iki büyük kültür çevresi: 'Totemistische
Klingenkultur' ve ondan 'Rinderhirtenkultur' sığır çoban kültürü gelişti, ayrıca,
... Totemizm ve Şamanizmden gelen unsurlarla zenginleşerek 'nomadizm'in yüksek derecesi
olan at besleyen atlı göçebe ve ondan savaşçı çoban bozkır kültürü gelişti...
bu kültürün en tipik şekli Altaylı kavimler arasında teşekkül etmiştir" (5).
M.Ö. 1700 tarihinden başlayarak Orta Asya'da göçebe ve savaşçı kabilelerin egemen
olduğu söylenebilir. Altaylar ve Tanrı dağlarına yayılan bu kabileler Andronovo
insanı diye adlandırılan bir ırkı temsil eder. Altaylarda ve Orhon bölgesinde
Paleolitik devirden kalma bulgular yetersizken, Neolitik dönemden kalma ok uçları ve
kemik kalıntıları bulunmuştur. Ayrıca yine bu döneme ait çakmak taşları ve
kazıma aletleri de görülür. Aral gölü kuzeyinde de avcı ve kazıma aletleri de
bulunmuştur. M.Ö. 3000'de karşımıza çıkan Altaylılar yarı göçebe ve savaşçı
bir topluluğun özelliklerini gösterir: "Altaylılar, Yeniseylilere nazaran mahir
avcı ve muharip bir kavim idiler. Bu çağda at, sığır ve hatta deve bile beslemeye
başlamışlardı" (6). M.Ö. 1000'e kadar uzanan Akşabad yakınlarında bulunan
Anau, Orta Asya'nın en eski kültür alanını temsil eder. Bu kültür daha önce
Mezopotamya'da gördüğümüz yerleşik-tarımcı toplulukların özelliklerini
gösterir: "Güneşte kurutulmuş tuğlalardan yapılan dört köşe evleri, hububat
taneleri, sığır ve koyun gibi, hayvanlara ait kemik kalıntıları ile yerleşik ve
ziraatçı bir kültüre sahip olduğunu göstermişti" (7).
M.Ö. 2000'de Orta Asya kültürlerine genel olarak bakacak olursak Yenisey bölgesinde
Andronova kültürü Altay dağlarında egemen olmaya başlar. Bakır ve bronz çanak ve
çömleklerin oldukça hoş biçimlerde belirdiği bu dönemde avcılık dışında Arpa
buluntuları Taşkent kültürü ile benzerlikler göstermektedir. Ortaya çıkarılan
bulgular, bu bölgedeki toplulukların başat olarak avcı fakat yarı göçebe olmaları
bağlamında tarımla ve hayvancılıkla uğraştıklarını gösterir: "Bu
kültürün taştan yapılmış kaşıkları, ok uçları, kemik iğneleri yekpare kabzeli
hançerleri ve baltaları, delikli ok uçları, inci ve küpe gibi süs eşyaları
başlıca eserlerini teşkil ediyordu... Bu devirde at, artık bir binek ve yük hayvanı
olmakla kalmamış; eti yenen bir hayvan olarak da önem kazanmıştı" (8). M.Ö.
1200 ile 700 yılları arasında Minusinsk'deki Karasuk kültürü, Andronovo
kültürünü dönüştürdüğü halde, Andronovo kültürü Orta Asya'nın pek çok
bölgesinde varlığını uzunca süre hissettirmeye devam eder. Güney Sibirya'da
belirleyici olan Karasuk döneminde kadınlar erkeklerden ayrı bölgelere
gömülmüştür. Oysa daha önceki kültür evresinde kadınların kullanımına özel ve
kadınların emeklerinin ürünleri olan bilezikler, küpeler, düğmeler ve elbise
süsleri bulunmuştur. Bu toplulukların savaşçı-avcı yapılarını belirleyen
bulgular ise erkeklerin el işçiliklerinin birere yansıması olsa gerek: "Kabzeleri
hayvan figürleri ile süslenmiş hançerler, Orta Asya'da İskit an'anesini
yaşatıyorlardı" (9). M.Ö. 500-600'lerde Altayların kuzey kısımlarından
başlayarak varolan tarıma dayalı kültür bozularak, Altayların orta ve güney
bölgelerindeki mezarlarda, atları ve silahları ile birlikte gömülen ölüler
bulunmuştur. Türkler ve Moğollar Orta Asya bozkırlarının hayvan
yetiştiricileridir(10). Yukarıda vermiş olduğumuz maddi ve kültürel gelişim süreci
böylesi bir belirlemeyi eksik bırakmaktadır. Çünkü: "... bu kavimleri sadece
göçebe çobanlar olarak addetmek hatalı olacaktır.... aralarında kervanları olan
tüccarlar ve özellikle nehir vadilerinde ve sonradan dahi olsa... Sian Kiang'ın zengin
vahalarında ziraat yapanlar görülmüştür. Ve nihayet, herhalde milattan önce III.
asırdan itibaren bozkır bölgelerine dağılmak amacıyla tedricen ayrılmış
oldukları orman medeniyeti ile bir dizi bağlarının varolduğu görülmektedir..."
(11)
Orta Asya göçebe topluluklarının ilk örgütsellik biçimini klan olarak
tanımlayabiliriz. Kandaşlığın en küçük birimi olan Klan bütün topluluğun ortak
bir atadan türemiş olduğunu hareket noktası olarak alır. Topluluk üyesi Kandaşlık
birimi içinde doğuyor, doğaya ve potansiyel bütün tehlikelere karşı kandaş örgüt
içindeki varoluş, koruyucu bir zırh niteliği taşıyordu.
Totem inancının geçerli olduğu klanlarda, Şamanlığın gelişimi, totemin Ana
figürü ile olan ilişkisini pekiştirmişitir: "Şamanizm, ... ana-üstün
totemizmden doğmuş 'dini bir sistem'di. Sonraları daima Şamanizm'in ana-üstün
totemizmden güç alması, diğer taraftan ana-üstün ailelerin yerine geçmesi
kadınların gerek dince, devletçe, ailece, san'ca yüksek olmaları hep bu eski
ana-üstün teşkilatların ve totemlerin sonucudur" (12).
Oldukça karmaşık kültürel evreler gösteren Orta Asya Türk Topluluklarını göçebe
ve kandaş bir örgütsellik ile temellendiren Ü. Hassan, ilksel toplulukları anlamaya
çalışırken ilkin bazı ölçütleri belirlemenin zorunlu olduğunu ifade eder:
"İlk toplum örgütlenişinin tanımlanmasında iki ölçüt kullanmak
durumundayız. Bunlardan birincisi, eşitlik/eşitsizlik; diğeri
anahanlık/babahanlıktır. İlk toplumsal örgütlenmenin, birinci ölçüt açısından
eşitlikçi sınıfsızlıktan başlayarak çözüldüğünü; ikinci ölçüt
açısından da anahanlık karakterlilikten babahanlığa doğru olduğunu -yeniden-
önerme olarak kabule diyoruz (13). İlk toplulukların eşitlikçi üretimlerinin ön
koşulu olarak belirlenen kandaş örgütlenme, göçebe-Türk topluluklarının ilk
görünümü olan proto-Türkler anasoy zincirini temel alırken, inanma biçimlerinden
ilk türeyiş mitlerinin oluşumuna kadar kadının topluluk içindeki yaratıcı
gücünü de belirlemiştir. İlksel anlamda kadının ekonomik yeniden üretimde çocuğu
doğurması, topluluğun sürekliliği bakımından büyük öneme sahip iken, aynı
zamanda doğurganlık gücü mitsel düzeyde ataerkilliğe geçiş aşamalarında bile
kadına saygınlık vermişitir: "Anahanlığın doğuşu, üretim temelindeki
gelişmesi, değişik formlara bürünmesi, 'donma'sı, gerilemesi, gerilerken başka
ikincil formlarla yeniden canlanması yönündeki ipuçlarını yakalamak, tarihin
kavranmasına çalışmak demektir" (14).
Eski Türklerde anasoyluluk kalıntılarını içeren en önemli ipucu döl alma
geleneğidir. Bu geleneği ataerkil çağ ile ilişkilendiren A. İnan, evlatlık
törenlerine ilişkin bulguları yorumlarken şöyle bir saptamada bulunur:
"Evlatlık analığın göğsüne dokunur. Bu evlat olma sembolüdür" (15).
Yine bu konuda bir diğer canlı örnek ise: "Yakutların, zevcelerinin başka
biriyle münaesebetinden doğan çocuğu öz evlat olarak kabul etmeleri, kocası uzun
müddet evinden ayrılan kadınların 'gayri meşru' çocuklarını kendi evlatları
saymaları 'döl alma' adetinin meşru sayıldığı bir devirden kalma geleneklere
dayanır" (16).
Kandaş örgütlenme biçiminde dinsel bir anlam içeriği olan oba kelimesi, Orta Asya
Türk topluluklarının geçim sürecini oldukça iyi yansıtmaktadır. İlksel anlamda
oba: "Kabile ve oymağın hamisi olan ruh-ilahın bulunduğu itikat edilen yer
(mevki) olmuştur. Her kabile veya oymağın bir kurban yeri ... 'oba'sı
bulunmuştur" (17). Altay, Yenisey ve Urenha Tuba Türklerinde obalar kutsaldır. Bu
toplulukların inançlarına göre kabileyi koruyan dişil unsurlar olan yer-su ruhları
obalarda bulunurlar. Mançularda obo sözcüğü tepe anlamına gelir. Bu anlam
içeriğinin kutsala yansıması ise şöyledir: "Eski zamanlarda 'obo'ya kurban
sunmak merasimi pek basitti. Kam bir ocağın hamisi olan tanrının filan yerde
bulunduğunu söyler, oymak da oraya toprak yığıp bir tepecik yapar ve ayin icra
ederdi" (18). Oba zamanla örgüt birimini de karşılamaya başlamış ancak yine
oba etrafında toplanan topluluk, koruyucu dişi yer-su ruhlarına inanmayı
sürdürmüştür.
Yakutlarda kullanılan Us sözcüğü de, kabile örgütlenmesinin en temel kuralını
gösteren içten evlenme yasağının geçerli olduğu egzogami birlikteliğini anlatır.
Egzogami alanı içinde beliren en önemli kavram ija (ije) usa (kııl) ve ataerkil
yapının önem kazanmasıyla beliren ağa usa (kıl) dır. İje Usa'yı Z. Gökalp
şöyle belirler: "Yakutlarda Şamanlar Nasuti (laique) lerden fazla iki ruha malik
olmakla temayüz ederler. Birincisi iye kila'dır ki ana hayvan, yani ana totemi
demektir" (19). Eski Türk topluluklarında totem inancının en açık göstergesi
olan ije usa kelimesinin anlam içeriğinin dişil olması sanırız kadının bu
topluluklarda ilk kutsal ata olarak saygı gördüğünün kanıtıdır. Daha önceki
bölümlerde ilk yaratıcı ilke olarak gördüğümüz Ana Tanrıça miti, Orta Asya'da
ilkin totem inancı ile kendini göstermiştir.
Bu konuda son olarak egzogami konusunda söylenmesi gereken nokta da: "Ana cihetinden
akrabalığın ilk yasak olması, 'ije usa'nun varlığıyla destek görmektedir"
(20). Ataerkil yapıların belirmeye başladığı Yakutlar ve Altaylar'da egzogami
yasağı nedeniyle ve toplulukların savaşçı ve yağmacı kimliklerinin
belirginleşmesiyle evlenme, kız kaçırma ile gerçekleşmeye başlamıştır. Kabile
federasyonlarının kurulmaya başladığı ileri dönemlerde uzlaşma ve birleşme aracı
haline getirilen kız alıp verme törenleri olan düğünlerde bile sembolik olarak zorla
kız kaçırma ritüelleri de gerçekleşmiştir.
Bu konuda örnek vermek gerekirse: "Birçok çağdaş Türk uluslarının düğün
adetleriyle alakalı tabirleri, pederşahi aile müessesesinin exogamie yasası
çerçevesinde kız yağma etmek suretiyle kurulduğunu pek açık göstermektedir. Mesala
Başkurt Kazak ve Altay lehçelerinde güvey ve kız ailesi arasında aracılık eden
adama yavçı (yüçı) denilmektedir ki 'akıncı muharip' manasını ifade eder. Anadolu
Türkleri arasında bu adama Görücü yahut dünürcü ve bazı yerlerde elçi
denilmektedir. Görücü eski zamanlarda gizlice kız arayan ve kaçırmaya fırsat
hazırlayan casustu. Yakutlarda görücü olarak 'tüngün körüççü' tam silahlı üç
muharip gelirdi. Kaşgarlı'ya göre, Oğuzlar görücüye yorıgçı derlerdi. Kazak ve
Altay lehçelerinde yoruqçu kelimesi yine 'akıncı, çapulcu' analamına gelir. Coruqçu
bası colda kalır diye bir atalar sözü vardır ki 'çapulculukla geçinen adam
başını yolda kaybeder' manasının ifade eder (20).
Orta Asya kandaş-eşitlikçi Türk topluluklarının eşitliksiz bir yapı gösteren
Ataerkilleşme sürecine doğru evrim göstermesi ekonomik ve siyasi gelişmelerle
başlar. Özel mülkiyetin gelişmesi ve kabileler içinde sosyal eşitsizliğin
belirmesiyle birlikte klanlar topluluğunu birleştiren kabile reisleri ortaya çıkar. Bu
siyasi dönüşümün ekonomik yapıyla ilişkisi konusunda şunlar söylenebilir:
"Kabileler arasındaki tesadüfi temaslar ve hediye alışverişleri giderek daha
istikrarlı değişimlere dönüşürken, artan birleşme olanaklar, askeri güç, servet,
itibar ve asalet ayrımlarını hakim ve tabi kabileler hiyerarşisine yansıtan
konfederatif yapılar içinde gerçekleştirildi ve yönetici kabilenin aristokrat
zümresine bağımlılık esas alınmaya başladı. Bilge Kağan, Orhun Yazıtlarında
'Türküm budunum idi' diyor. Buradaki 'budun' kelimesi, gerici tarihçilerin yaptığı
gibi 'millet' diye çevrilemez. O zaman Türk milleti değil, Bilge Kağan'ın budunu
vardı. 'Budun' kavramı, Göktürk konfederasyonunun üst yönetimine tabiyeti
yansıtıyordu" (22).
Kabile federasyonlarında en güçlü Klan kabile reisliğini ele geçirince savaş
ganimetlerini, savaşta yenik düşen kölelerin emeğinden tasarruf etme hakkını ele
geçirmiş oluyordu. Özellikle kabileler arası savaşlarda yağma önemli bir gelir
kaynağı durumundaydı. Savaşlar salt toprak genişletmeye değil, talana dayalı yağma
eylemlerine de dayanır. Böylesi bir toplumsal ortamda doğal olarak savaş ve
kahramanlık yüceltilen durumlar olmaktadır ve bu durumun sonucu olarak da askeri
şefler siyasal anlamda yönetimde tek güç haline gelmektedir. Anasoylu ve kandaş
yapının, eşitsiz bir sosyo-ekonomik yapı içeren atasoylu yapıya doğru evrimleşmesi
özetlenecek olursa: "Anasoylu hukuktan ataerkil hukuka geçişle iç içe, askeri
şeflik babadan oğula devrediliyor ve ırsi şefliğin, ırsi soyluluğun, ırsi
krallığın temelleri atılıyor. Öte yandan, kabile efradı henüz silahlıdır ve
bütün ataerkil aile ocaklarının başları, yağmadan daha fazla pay alarak
zenginleşme hırsını taşıyorlar. Eski kabile meclisinde, şimdi sadece bu
'kahraman'ların sesleri duyuluyor; kandaş demokrasinin organları, biçimden çok
içerik değişikliğiyle, askeri demokrasininin organlarına, halk iradesinin değil, bey
iradesinin araçlarına dönüşüyor... Kanbağını çözüp gelen ve kişisel sadakat
arz edenlerle özel maiyetler kuruyor, ganimeti önce onlarla paylaşıyor, kurultayda
onları arkalarına diziyor, kendi kabilelerine karşı kandaşlık-dışında
türetilmiş bu güçlere yaslanıyorlar. Daha geniş alanları düzene sokabilen
konfederasyonların öncülüğünü, işte bu özel maiyetli aristokrasi yapıyor. Bir
sonraki uğrakta, kabile efradı toprağa yerleştirilip köylüleştirilecek ve/veya
fetih yoluyla başka yerleşik halkların tepesine topluca çöreklenilecek; bu taban,
hangi kökenden gelirse gelsin, silahsızlandırılıp vergiye bağlanarak
teba'laştırılacak; böylece kandaş örgütlenme sona ererken, zıt kutupta büyük
başkanlar, din adamları, katipleri, komutanları ve irili ufaklı maiyetleri,
bürokrasinin ve ordununun insan malzemesini oluşturacaktır" (23).
Ü. Hassan baba soy çizgisini gösteren pek çok terimin arkasında anasoyluluğun
yattığını öne sürerek, örnek olarak ağa kelimesinin Yakutça'da ağas, büyük
kız kardeş olarak tanımlanışı bağlamında filolojik olduğu kadar, en eski topluluk
örgütselliğinin bir yansıması olarak da yorumlanabileceğini öne sürer. Aynı
şekilde Khan sözcüğünün kökendeki ilk belirtisi olan kan başlangıçta klan
içindeki insanların örgütselliğini ifade eden, kandaş topluluklarda geçerli bir
sözcük iken, ataerkil yaşam biçiminin gelişimiyle birlikte Khan yönetimini temsil
eden, siyasal bir kavram olarak anlam kazanmıştır. Kabile içinde kabile şefinin
yönetim erkini eline geçirmesiyle birlikte Kan ünvan olarak kullanılmaya
başlanmıştır. Kandaş birlikteliği ve kandaşlığın değişim sürecini en iyi
açıklayan kavramlardan birisi Khan'dır.
Sözcüğün kavramlaşma süreci bütünsellik içinde ele alınırsa eski Tüklerin
topluluk içi örgütlenmelerinin gelişimi ile inanma biçimleri arasındaki yakın
ilişki hakkında da önemli ipuçları elde edilebilir. Şimdilik genel bir belirlenim
olarak kutsallık ifade eden terim, kabileyi (Oba, obo da gördüğümüz gibi), zamanla
kabile başkanını, sosyal sınıfların ortaya çıkmasıyla hükümdar anlamını
kazandığını söyleyebiliriz. İleriki aşamada yönetim erkini gösteren Khan kavramı
kökende kutsal temsil eden ile ilişkilidir, şöyle ki: "İlkin 'hakan'ın (ya da
kan, han, khan) tarih öncesinden başlayarak, varlığını, çok kabaca, dört aşamalı
düşünelim. Yani saf örgütsellik; örgüt'ten yönetim'e geçiş; yönetim ve
yönetim'den siyaset'e geçiş; siyaset ve devlet dönemleri evrelerini ele alalım. 'Saf'
örgütsellik döneminde khan ya da hkan, 'kam'dan başka şey değil. İkili karakter
özellikle ikinci aşamada belirginleşiyor. Burada, totem'den tabu'ya geçişle birlikte,
-yukarıda belirttiğimiz üzere- kökeni kutsallık olan örgütlenmede sivrilen kişi,
ikili bir karakter göstermeye başlıyor. Nitekim, Togan'ın gerisinde yatan anlam
bakımından öğretici fakat terimce çok yanıltıcı olabilecek 'sihir' (le meşgul) ve
'din-siyaset (le meşgul) ayrımını, bu bakımdan, 'sihir yönetim yönelimli' ikilemi
olarak anlamak gerekir. Diğer hususa gelince... Yönetim'in (kabaca üçüncü dönem
olarak sıraladığımız dönemin) doğduğu evrede 'hakan', hala kutsallığa sımsıkı
bağlı görünmektedir. Öyle ki, sırf terim olarak alındığında, ikili sistem
içerisinde, hakan, kutsallığın gereğini yerine getirme görevini
üstlenmektedir" (24).
Anasoyluluktan başlayarak ataerkilliğin yerleşme sürecine kadar, anasoyluluğun altan
alta kendini hissettirmesi kandaş-eşitlikçi göçebe topluluklarının eşitsiz bir
yapılaşmaya doğru dönüşünün pek de kolay olmadığını göstermektedir. Kandaş
toplumlarda kutsal bir simge olan Kan, ataerkil yapıda yönetim erkini temsil eden
Kağan'a dönüşecektir. Ataerkil yapının bu kavrama verdiği anlamı örnekleyecek
olursak: "Konfederasyon bünyesinin siyasal bir evreye geçtiği, örgütün
devletleştiği '1206 Kurultayı'nda, Teb-tengri diye anılan Şaman Kökçü, Ulu Gök
Tengri'nin (Kutsal Gök'ün) Cengiz Han'a 'evrensel' kağanlığı verdiğini ilan eder.
Bu kutsal tasdikle Cengiz, 'Kağan' (ya da Kan) ünvanının alır. Töre ve mevcut
'yasa'lardan Cengiz Yasası'na giden yol açılmıştır" (25). Kandaş
topluluklardan, hiyerarşinin olduğu yönetim erklerine geçiş aşamalarında beliren
ataerkil birlikteliği oluşturmayı amaçlayan Ergenekon Destanı'nın eril söylemine
rağmen satır aralarında geçen Anamız Yersu Ötükan ifadeleri geçmişin gücünü
göstermektedir. Kandaş geçmişin, ataerkillik yönünde tasfiyesi sürecinde erilleşen
Khan terimini son olarak dişil anlamıyla ilişkilendirebiliriz: " 'ana darkhan
Khatun' biçiminde kutsallaştırıldığında, kelimenin, en eski kandaşlık
hatıralarına atıfta bulunmak yoluyla 'tanrıça' hüviyetine sokulması da
görüşümüzü destekler" (26).
Görüldüğü üzere üst düzeyde kabile örgütlenmesine ulaşan ve kabile
birlikteliklerini sağlayan klanlar kandaş toplumun inanç ve değer sistemlerini
kullanırlar. Geçiş aşamalarında kollektif eylemin ortaya çıkmasını
sağlayabilmek, topluluğun geçmişten beri süregelen inanç ve değer sistemlerinden
oluşan kollektif bilinci kullanarak olanaklı olur. Bir geçim tarzından süreç içinde
bir üst geçim tarzına geçiş sırasında yeni gelişen değerler sistemi, varolagelen
inanç sistemine hemen yansımaz. Bu yüzden topluluğun tarihsel yapısı dikkatle
incelenmelidir. Bilindiği gibi üretim ve yaşam tarzının değişimi ancak uzun vadede
inanç sistemini etkilemektedir.
Dipnotlar:
1. M. Viroli milliyetçi ideoloji'nin ülkenin manevi kimliğini temele alarak toplumun
tarihindeki değişimleri gözardı ettiğini belirtir. Milliyetçi ideoloji Tanrı'nın
her milleti özel beceriler ve yetilerle donattığını ileri sürer. Tanrı aynı
zamanda milletlerin karışımını, milletin birliğine dayanan manevi kimliği
zedeleyecek gelişimleri de Tarihin dışında tutarak, her milletin salt kendi seyrinde
ilerlemesini ister. Yozlaşmış Yurtseverlik olarak Milliyetçilik: "Bireyleri
diğerlerinin haklarını çiğnemeye ve kendi gelişmesini başkalarının
aşağılanması pahasına gözetmeye iten aynı eğilim ülkeleri başka ülkelerin
haklarını çiğnemye ve onları tahakküm altına almaya iter" Maurizio Viroli,
Vatan Aşkı, Çev.: Abdullah Yılmaz, Ayrıntı Yay., 1. Basım, İstanbul 1997, s.: 109
2.Halil Berktay'Osmanlı Devletinin Yükselişine Kadar Türkler'in İktisadi ve Toplumsal
Tarihi', Osmanlı Devletine Kadar Türkler (Derleme), Cem Yay., 4. Basım, İstanbul 1995,
s:64,65.
3. Abdülkadir İnan, 'Göçebe Türk Boylarında Evlatlık Müesseseleriyle İlgili
Gelenekler', Makaleler Ve İncelemeler, T.T.K. Yay, 1. Basım, Ankara 1987,s: 306.
4. Kendi ulusunun kültürel kalıntılarını yüceltmek adına, başka bir ulusu
aşağı görme eğilimi içinde olan milliyetçi ideolojinin Tarihe bakışındaki
çarpıklığa bir örnek verebiliriz: "Çok şükür, bu atalarımız milli
hayatlarının bir bölümü hakkında Yenisey ve Orhan nehirlerinin kıyılarında,
dikili taşlar üzerinde yazılar bırakmışlardır. Onun için, Göktürkler hakkında,
Çin kaynakları gibi soğuk, donuk, telak bilgilerden, pırıl pırıl Türk
kaynaklarından da yararlanabilmek mutluluğuna sahibiz." Adile Ayda, Türklerin İlk
Ataları, Ayyıldız Matbaası A.Ş. 1. Basım, Ankara 1987, s:50.
5. Laszlo Rasonyi, Tarihte Türklük, T.K.A.E Yayınları,3. basım, Ankara, 1993, s:4
6. Bahaeddin Ögel, Türk Kültür Tarihi, T.T.K. Yay, 4. Basım, Ankara 1991, s:17
7. A.g.y., s:20.
8. A.g.y., s:25.
9. A.g.y., s:31.
10. M.Ö. 2000_1000 yılları arasında Proto-Türkler, kuzeye, Altaylar'ın dışına,
Sibirya Ovası'nın güneyine kadar yayılırlar. Bu dönemin kültür ve üretim biçimi
için şunlar söylenebilir: "M.Ö. 1700 tarihlerinden itibaren Sibirya Ovası'nın
güneyinde...kültür tabakaları görülür, tunç çağı başlar. Proto-Türkler,
göçebe bir kavimdir. Yerleşik hayatı nadiren tercih etmektedirler...Proto_Türk
sanatında esas unsur hayvan motifleri idi." Yılmaz Öztuna, Büyük Türkiye
Tarihi, Ötüken Yay.,1. Cilt, İstanbul 1983, s: 18. Eski Türk topluluklarının önemli
geçim kaynaklarından biri de avcılıktır.: "Av, savaşın yerini tutan bir
etkinlik sayılırdı;...savaşı öğreten en iyi etkinlikti. Türklerin gözünde,
savaşın anlamıyla avınki hemen hemen birbirinin eşiydi ve genel kural olarak,
erişkin sayılabilmek için nasıl bir adam öldürmek gerekliyse, bir av başarısı da
çok zaman bir adam öldürme değerindeydi" Jean-Paul Roux, Türklerin Tarihi,
Çev.: Galip Üstün., Ad Yay., 5. Basım, İstanbul 1997, s.: 77.
11. Jean-Paul Roux, Türklerin ve Mogolların Eski Dini, Çev.: Aykut Kazancıgil,
İşaret Yay., 1. Basım, İstanbul 1994, s.: 12.
12. Ziya Gökalp, Türk Medeniyet Tarihi, Toker Yay., 1. Basım, İstanbul 1989, s.: 96.
13. Ümit Hassan, Eski Türk Toplumu Üzerine İncelemeler, Kaynak Yay., 1. Basım, Ankara
1985.
14. A.g.y., s.:21.
15. Abdülkadir İnan, 'Göçebe Türk Boylarında Evlatlık Müesseseleriyle İlgili
Gelenekler'. Makaleler ve İncelemeler, T.T.K. Yay., 2. Baskı, Ankara 1987, s.:36.
16. Ümit Hassan, Eski Türk Toplumu Üzerine İncelemeler , s:614.
17. Abdülkadir İnan, 'Oba', 'Obo' Sözleri Hakkında', Makaleler ve İncelemeler,s.:614.
18. A.g.y., s. 615.
19. Ziya Gökalp, 'Eski Türklerde İçtimai Teşkilat', Milli Tetebbular-Mecmuası, Sayı
3, 1936, s.:450-451.
20. Ümit Hassan, Eski Türk Toplumu Üzerine İncelemeler, s.:46.
21. Abdülkadir İnan, 'Türk Düğünlerinde Exogami İzleri', Makaleler ve incelemeler,
s:347.
22. Halil Berktay, 'Osmanlı Devletinin Yükselişine Kadar Türklerin İktisadi ve
Toplumsal Tarihi', s: 70-71.
23. A. g. y. , s: 74-75.
24. Ümit Hassan, Eski Türk Toplumu Üzerine İncelemeler, s: 235-236.
25. A.g.y., s: 248.
26. A.g.y., s: 306.