25. Sayı
Geçmişe bakıyorum da , sanırım teknolojiye ilgim 1947 civarlarında başladı
-annemin mutfağında, hala hatırlıyorum, tipim orta sınıf Hintli ailemizin altı
çocuğu, yaşlı anababaları ve bize bağımlı yaşayan çok sayıda kişiyi doyurmak
için elinde olan az parayı yetiştirmekte dahiane yakıt tasarruflu aletler
kullanırdı. Hindistan'ın bağımsızlık mücadelesi verip ayrılmaya çalıştığı
yıllardı, hayat zordu- avukat /politikacı babam bir hapise bir meclise giriyordu ve
bakım ve eğitimimizin tüm sorumluluğu annemin üzerine kalmıştı.
Matematikte çok iyiydim ve annem benimle gurur duyuyordu. Bir gözü ergonomik, gayet
verimli, ev yapımı tencerede, "Mühendis ol benim canım kızım" diye bana
cesaret verirdi, "dünya, eve tıkılıp kalmış biz kadınların sahip olduğu
yetenek ve zekanın farkında bile değil. Düzenli eğitim ve iyi bir derece, sana
büyük dünyada saygınlık kazandıracak."
İnsanın kendi anne-babası hakkında nesnel olması kolay değil fakat kriterler ne
olursa olsun annemin hep çok akıllı bir kadın olduğunu düşündüm. 12 yaşında
evlendirilmiş, on üçünde ilk çocuğunu doğurmuştu. Kendisi herhangi bir okula
gidemediğinden, kızlarına mesleki eğitim alma şansını vermeyi aklına koymuştu.
Avukat babamın da benim için hayalleri vardı. Evişlerindeki (ki hala öyleyim) ve
araç-gereçleri kullanmaktaki beceriksizliğimden olacak, benim için en uygun konunun
felsefe olacağı hakkında çok pratik sebepler bulmuştu. Çünkü felsefe yansıtma
yapmayı gerektiriyordu, koordinasyonu değil. Sosyal sebepler de vardı. Kimse kafası
dağınık kızıyla evlenmek istemeyeceğinden, beni aklı bir karış havada profesör
olarak yetiştirmeyi düşünüyordu -ancak bu da erkeklerle açık açık ve saldırgan
bir biçimde yarışa girmeyeceğim bir alan olmalıydı. Annemin benim için kurduğu
hayalleri dağıttı- mühendislik ve bilim onun için kadınlarla tamamen zıt
düşüyordu; ben de vazgeçirilmeliydim. Eğer, hedefim bir kadın için oldukça
şanssız bir durum olacak olan bir kariyer edinmek için eğitim görmekse, erkekler
tarafından yönetilen mesleklerde kadınların yüzleşmesi gereken stres ve
sıkıntıdan uzak tutulmalıydım.
Sonuçta ne mühendis ne de filozof , terimin en geniş anlamıyla bir teknoloji
sosyoloğu oldum. Evlendim, çocuklarımı büyüttüm, yemek pişirmeyi öğrendim ve
teknoloji yönetimine özel bir ağırlık veren bir işletme okulunda kendime bir iş
buldum. Öğretmenliğim ve araştırmalarım sırasında tekno-ekonomik dünyanın
baskın değerlerini sorgulama ve eleştirme sürecinde çok kıvançlı veya çok
yıpranmış hissettiğim oldu, genelde de her ikisini de.
Yıpranmış hissettiğim anlarda, erkeklerin hayat döngüsüne ve zaman tercihlerine
göre ayarlanmış bir iş dünyasında çalışmaya çabalayan kadınların ödemesi
gereken bedel hakkında babamın yaptığı uyarıları haklı buldum. Kıvançlı
hissettiğim anlardaysa annemin, kadınların ev dışında da birşeyler
başarabileceklerini asla unutmamak gerektiği üzerine neredeyse itiraf ettiği
sözlerini hatırladım. Gördüğünüz gibi, ne kadar denersek deneyelim ailemizden
uzaklaşmayı hiçbir zaman beceremiyoruz. Yaşamımda ve işimde, kadınların teknoloji
ve bilimden tam anlamıyla ne beklediği ve istediği üzerine söylediklerim annemin ve
babamın düşünülmüş fakat çelişkili tavırlarını yansıtıyordu.
Evrensellik mi yoksa Heterojenlik mi
Kadınların, teknolojiden beklentileri veya beklemeleri gerekenlerin erkeklerinkinden
farkıl olup olmadığı çok açık değil. Çoğu kadının, ev ve iş arasında denge
kurmaya çalışırken gösterdikleri yoğun çaba, çalışan erkeklerinkinden oldukça
farklı önceliklere neden oluyor. Ne var ki, neredeyse tüm kadınlar için geçerli olan
deneyimler bile, teknolojik değişimlerden farklı yönelimlerde talepte bulunmalarını
meşru kılmaya yetmiyor. Kimliklerimiz, etnik, dini ve sınıfsal açıdan tanımlanır
ve tekrar tanımlanırken, toplumsal cinsiyet kendi başına bir kategori oluşturmak
için veya ücretli iş alanında görülen haksızlığı belirlemekte temel bir
etkenmiş gibi görünmüyor. Tüm kadınların ihtiyaç ve öncelikleri, aynı
endüstride, aynı şirkette çalışıyor olsalar da, farklı kapasite ve ayrı
yerleşimlerde çalıştıklarından aynı değil.
Kendi araştırmam süresince farklı boyutların etkilerini gözlemledim. Örneğin,
1989'da İngiliz Konsolosluğu tarafından kendi memleketim Calcutta'ya (ilgnçtir ki
İngiltere temsilcisi olarak) seminer vermek üzere gönderildim. İngiliz
Konsolosluğu'nun sınırlarından -ders verdiğim bölge- çok uzak olmayan bir yerde,
C§A gibi şirketlere İngiliz ve Hollanda pazarları için kumaş diken Calcutta'dan
Bengalili kadınlar gördüm. Görüntü, Londra'nın Doğu kıyısında
gözlemlediklerimden çok farklı değildi. Makinalar gelenekseldi ancak dikiş işlerinin
İngiltere veya Hollanda'dan Calcutta'ya transferi, bilgisayar kaullanımı olmadan
gerçekleşemezdi. Sezonun tasarımı Delhi, Bombay ve Madras'a fakslanıyor, kumaşlar
CAD kullanılarak kesiliyor sonra da kumaş parçaları Hindistan'ın değişik
bölgelrine, erkek ve kadınlara dikilmek üzere dağıtılıyordu.
1990'da, konferans yolculuğumdan birkaç ay sonra, bana o sıralarda editörlüğünü
yaptığım kitabın kapağının hazırlanması için Springer-Verlag'dan bazı
fotoğraflar gönderildi. Fotoğraftaki kadın -aynı giyim endüstrisinde çalışıyor
olmasına rağmen- farklı bir imajı yansıtıyordu; sınıflama ve tasarım dünyasına
giren kendine güvenli bilgisayar bilen kişi imajı- ki bu meslek çok yakın geçmişe
kadar erkeklerin elindeydi. Teknolojideki değişimler, mesleğin niceliği açısından
her iki kadın grubuna da yarar sağlamış ancak eğitim ve ekonomik güce
ulaşabilirliklerindeki dengesizlik, nitelikteki kutuplaşmayla sonuçlanmıştı.
Kadınların ekonomik konumlarında bu tip koyu ayrımlar varken, evrensel bir kadın
hareketinin sorgulanıyor olması çok anlaşılır- özellikle de üçüncü dünya
kadınları tarafından. Fas'ta Agdal-Rabat Teknik Üniversitesinde profesör ve önde
gelen feminist yazarlardan olan Fatima Mernissi , bunu (uygulamada genelde Avrupa merkezli
olan ) "evrensel " bir meseleden çok özel olarak İslami bir mesele olarak
görüyor:
"Biz Müslüman kadınlar modern dünyaya saygınlık, demokrasi ve ülkemiz için
tam katılım sağlayacağımız politik ve sosyal ilişkiler için arayışımızın,
dışarıdan ithal edilmiş değerler değil, Müslüman geleneğin bir parçası
olduğunu bilerek yürüyebiliriz...peygamber kurum için tehlikeli meselelerden bahsetti:
insan saygınlığı ve eşit haklar"
Evrensel değerlerin sorgulanması , özellikle de teknoloji bağlamında sorgulanması
ekofeministler ve postmodernistlerden geldi: kadınları, özellikle de üçüncü dünya
kadınlarını; doğayı , kadınları ve fakirleri sömüren Batı sermayesi ve
patriarkasını destekleyen ve onun tarafından desteklenen teknolojiyi reddetmeye
çağıran iki ses. Bu gruplar, Avrupalı olmayan geleneksel dünyanın 'dişil'
(feminen)prensibi beslemeye dayalı ilksel teknolojiye dönüşü arzular. Yıkıcı
teknolojinin gelişmiş ve gelişmekte olan dünyada oynadığı rol veri alındığında,
bu yanılsama anlaşılır. Yine de sundukları alternatif paradigmada yer almayı
istemiyorum.
"Dişil" prensip bana göre çok muğlak kalmış bir kavramdır ve
ekofeministler- özellikle de Almanya ve Hindistan'dakiler- kadınların, ekonomik
güçlerinde herhangi bir artış olmaksızın teknolojideki yönelimleri değiştirecek
gücü nasıl bulacaklarını söylemiyorlar. Teknolojinin, varolan iktidar ilişkilerini
yansıttığı gerçeğini yadsımak zor, ancak teknolojinin bu zeminde geliştiğini
reddetmek ve güç dağılımındaki eşitsizliği değiştirmemek hata olur. Aslında,
kadınların, teknik, iş ve mesleki eğitimdeki iddialarını meşrulaştırmak,
dağılımdaki adalet bağlamında anlamlı olabilir. Kadın ve erkeklere, teknoloji ve
bilimden yararlanabilmeleri için güç kazandıracak ayrıcalıklar bunlardır.
Teknik yenilikler, tüm toplumlarda, ancak kısmen teknik dehanın sonucu olarak çıkar;
yenilikler, ancak ve ancak yaratıcıları, hukuki, politik ve ekonomik bağlantıları
kullanabilirlerse, sürdürülebilir ve başarılı olabilirler. Thomas Edison'un elektrik
ampüllerle gösterdiği başarı, iş hayatındaki becerisinin ve teknik dehasının bu
tarz bir kaynaşmasının klasik örneğidir: ampülleri bir pazar ürünü yapabilmek
için pazarı değerlendirdi, şehir patronlarıyla lobi yaptı ve gerekli olan
yatırımları garanti altına aldı. Tüm toplumlarda kadınlar, hatta çalışan
kadınlar gibi bazı gruplar, bu tip bağlantılara diğerlerine daha az
ulaşabildiklerinden, toplumun tekno-ekonomik düzeninin şekli ve yönelimlerini
belirleyen, baskın grup oldu. Kaşif imgesinin hep erkek olmasının nedeni de çok
anlaşılır.
Ancak, teknoloji kullanımının sadece kadınların daha fazla güç elde etmesiyle daha
insani olacağına inanmak için de bir sebep yok. Bu bakımdan arkadaşım Mike
Cooley'in, kadınların teknoloji dünyasına içgüdü, öznellik, azim ve tutku gibi
onlara içkin değerleriyle girmiş olmalarının bile topluma bir katkı yaratacağına
ilişkin iyimserliğine katılmıyorum. İçlerindeki tutkulu doğalarına yenilecek fazla
hırslı çok kadın gördüm. Yine de Mike Cooley'in idealistik teknoloji görüşü,
teknik bilgi ve dolayısıyla da ekonomik güce ulaşabilmekteki toplumsal cinsiyet
dengesizliğine dikkat çekiyor.
Oysa, radikal postmodernist yaklaşım, farklılığı överken, dağılım sorununu
genelde görmezden gelir ve teknoloji transferinin kadınlara ve gelişen dünyaya
transferine karşı bir durum yaratır. Bazı postmodernistler, bilerek veya bilmeden ,
baskıcı bir sosyal düzenin devamını sağlayacak ikna edici bir teorik çerçeve
önerirler. Episteme, bir bilge sistemi olarak tanımlanmış Batı teknolojisine karşı
'cihad'ı önerirler; dedikleri gibi akıldan ziyade ellere ve yüreğe dayalı, techne
altında toplanmış tüm Batı-dışı teknolojiyi yüceltirler. Egemen bilginin
Avrupamerkezli doğasını eleştirirken radikal değilseler bile ilerlemecidirler. Ancak
rahatsız edici bir biçimde, ilksel teknolojinin altında yatan kültürel inanç ve
normlarını sorgulamaksızın kabul etmemizi isterler:
"Geleneksel toplumda, genç kadınların sunakta kurban edilmelerinin barbarca
olduğu üzerinde rahatlıkla hemfikir olunabilir...ancak bu tip uygulamalar kültürel
bütünün parçası olmaları bağlamında anlaşılmalıdır... Kadınların sünnet
edilmesi Afrika kültürünü gerici olarak mimlemek için bir kulp olmamalıdır veya
hintli kadınların kocasının cesediyle birlikte yakılması geleneği Hint
kültürünün aşağılığını ispat edecek bir bahane olmamalıdır."
Avrupa merkezli değerlerin sorgulanması kısa bir süre sonra tüm ahlaki
değerlendirmelerin askıya alınmasına neden olur. Geleneğe duyulan bu sevgi-
teknolojisiyle de bir bütün olarak Hint ve Afrikalı kadınlar için çok açıcı
olmayabilir. Varolan entelektüel ortamda, gerek milli gerekse uluslararası düzeydeki
politika yapıcıların, kadınların kendilerinin ne söylediklerine kulak vermeye
teşvik edilmelerinin önemli olduğunu düşünüyorum.
Modern teknolojiye örnek olacak bir durum şu anda Bengladeş'teki kumaş işçileri olan
kadınlar tarafından yapılıyor. Bu geleneksel müslüman ülkede, seksenlerde dış
ticarete yönelik kumaş endüstrisi, yaklaşık yarım milyon kadın için yeni iş
sahası yarattı. Bazıları sadece çocuklar. Fabrikalardaki işler mükemmel değil:
ücretler düşük, sağlığı tehdit eden koşullar var, iş güvencesi yüksek değil.
Yine de fabrikadaki iş koşulları, kadınların geleneksel olarak ev kadını, gündelik
işçi veya hayat kadını olarak bulabilecekleri alternatiflerden daha iyi. Robot
teknolojisinin yükselişi, modern sektördeki iş geleceğini gün geçtikçe daha da
belirsizleştiriyor. Bu tip bir resimle karşı karşıyayken , kadınlar her yeni
tekniği öğrenmeye ve değişen iş koşullarına ayak uydurmaya istekliler:
"Köylere geri dönmeyeceğiz, başkalarına bağımlı hale gelmeyeceğiz"
Değişmeyen geleneğin sorgulanışı benzer bir şekilde Londra'nın Doğıu
yakasındaki Bengladeşli kadınlardan da geliyor. Orada, Bengladeş kökenli genç
kadınlar, dinlerinden ve soylarından büyük gurur duyuyorlar. Miraslarını değişmez
bir ideal olarak değil; ortaya çıkan sosyal düzene bir tepki olarak dönüşen ve
yaşayan bir olgu olarak görüyorlar. Irkçı saldırı tehditi, dil sorunları, göçmen
toplumların ekonomik ve politik güvensizliği, annelerini ev içinde çalışmaya
zorlamıştı. Bir sonraki kuşak, bunun tersine, toplumun kültürel normuna uygun
düşecek stereotipik mesleklerin dışına çıkmak istiyor.
1992 yazında, Tower Hamlets Cooperative Development Agency , Bengladeşli ev içinde
çalışan kadınlara yönelik bir kooperatif için fizibilite çalışması yapmamı
istedi benden. Genç Bengladeşlilerin çoğunluğu bu tip bir işe ilgi göstermeye
yanaşmadılar. İstedikleri , bilgisayar kullanabilmek, iş eğitimi ve yüksek
teknolojili hizmet sektöründe iş imkanı bulabilmekti. İşçi olarak farkedilmek
istiyorlardı:
"Hizmet sektöründe mesleki ve teknik eğitim ve işe ihtiyacımız var.
Üniforma giymek ve işçi olarak görülmek istiyoruz. Bu yolla, toplumdan ve
erkeklerimizden saygı göreceğiz."
Ev ve iş hayatında ekonomik fırsat ile güç arasındaki bağlantı, aynı yıl
Haltel'de İtlayan telekominikasyon şirketinde röportaj yaptığım mavi yakalı
işçiler tarafıdan da benzer bir şekilde ifade ediliyordu. Bengladeşli kadınların
tersine, endüstriyel anlamda yeniden yapılanmanın farklı bir evresinde yakalanmış bu
kadınlar, kariyerlerinin orta yerinde işçi fazlalığıyla karşı karşıya kaldılar.
Bir sonraki otomasyon ve teknolojik değişim aşamasında, yoğun bir işsizlikle
karşılaştılar. Fakat tazminat ödemesi yerine eğitim görmeyi talep ettiler:
Sendikalardaki yönetim de erkekler gibi kadınlar için meslek sahibi olmanın ne kadar
önemli olduğunu anlamıyorlar:
"İşsizlik evde ve işteki ekonomik gücümüzü elimizden alıyor.
Eğitim ve sendikadaki kadınlar arasında bir iletişim ağı istiyoruz."
Kadınların eğitim talebi, işgücüne dayalı iş hayatının önemini azaltan
teknolojideki değişim sürecine özel bir önem yüklüyor. Üretimde, gerek gelişmiş
gerekse gelişmekte olan ülkelerde kadınlara iş imkanı sağlayan işgücüne dayalı
seri üretim bandı oluyor. Üretimin toplam masrafında ücret faturaları önem
kaybettikçe çoğu meslek yok olmaya mahkum oluyor. İngiltere'de görülen kalifiye
eleman talebi, çoğu gelişmiş ülkeler için geçerli. Üretim sahasında gerçekleşen
gerilemenin ortasında , teknik ve yönetimde kalifiye eleman eksikliği olacak. Zengin
ülkelerde bile, kadınların bu tip eğitim ve mesleklere ulaşma şansları daha az.
Fakat üretim sektöründe bile, kadınlar için herşey bitmiş değil. Batı
dünyasındaki demografik değişimler, onlara yeni olanaklar ve pazarlık gücü veriyor.
Batıda kadınlar çocuk sahibi olmuyor fakat bilgi teknolojisindeki ilerlemelerin genç
beyinlere ihtiyacı var. 1985'ten 2000'e kadar, dünya üzerindeki işgücünün 600
milyon insana ulaşması bekleniyor; bunların 570 milyonu işgücüne gelişmekte olan
ülkelerde katılacak. Örneğin Pakistan ve Meksika gibi ülkelerde, işgücü her yıl
yüzde üç civarında artacak. Oysa ABD , Kanada ve İspanya'daki artış oranları
yılda yüzde bire yakın olacak. Japonya'daki işgücü yılda sadece yüzde 0.5 artacak,
Almanya'daki işgücü ise düşecek.
Gelişmiş ülkelerdeki yaşlanmaya başlayan nüfus, gelişmekte olan ülkelerdeki genç
nüfusa oranla, bilgiye dayalı mesleklerin beklentilerine karşı daha az esnek,
dolayısıyla da daha az istekli olacak gibi görünüyor. Dünya daha zengin
bölümlerindeki şirket ve ülkelerin, işletmeci ve teknik personel için uluslararası
kaynaklara bağımlılıkları artacak; gelişmekte olan milletler, dünya üzerindeki
bilim, matematik ve mühendislerin gittikçe artan oranını çıkartmaya başladıkça bu
gidişat daha gözle görülür bir hal alacak. 2000 yılına girildiğinde, gelişmekte
olan ülkelerden çıkan öğrenciler, yüksek öğretim gören öğrencilerin beşte
üçünü oluşturuyor olacak. Üçüncü dünya ülkelerini 'insan kaynakları zengin
ülkeler' olarak tanımlamak hiç de yanlış olmaz.
Dünyanın daha zengin bölümlerine bir çözüm, evli kadınları, bilişsel beceriler
konusunda eğitilmeleri için teşvik etmek olabilir. Ancak ev içinde neredeyse
değişmez iş bölümünü veri alırsak, bu tip bir insiyatif bebek sayısında daha
büyük bir düşüşe neden olacak demektir. Örneğin, bir telekominikasyon şirketinde
üst düzey yöneticiyken, sağlıklı çocuklar yetiştirmek kolay olmayacaktır. Bu tip
bir ikilem yaratmamak için, bazı şirketler için olduğu gibi bazı ülkeler için de,
kalifiye insan gücünü dış ülkelerden kendi ülkelerine çekmenin yollarını bulmak
önemli bir strateji haline geldi. Politik olarak patlak veren bir mesele olarak göç
vakasıyla karşı karşıya kalındığı halde, INSEE (Instıtut Natıonal de la
Statististique et des Etudes Economices) deki uzmanlara göre, şu an ile 2010 yılı
arasında, Fransa'nın -uzman kota temeline dayalı- varolan yaşam standartlarını
koruyabilmesi için yılda yüzbin göçmeni kabul etmesi gerekiyor.
Alternatif olarak, gelişmiş dünya şirketleri bilgiye dayalı meslekleri, yeni
mesleklerin iddialarını yüklenebilecek nitelikte genç nüfusun olduğu ülkelerde
yerleştirmek zorunda kalacaklar. Ya da gelişmiş ülkelerdeki kadınlara evlilik izni,
çocuk bakımı veya eğitim verme garantisini vermeleri gerekecek.
Şu anki demografik değişimlerin etkileri, doğrudan yabancı yatırım yöneliminde
somutlaşıyor-uluslararası şirketler tarafından ülkeye yatırılan fonlarda. Global
şirketlerin vasıfsız işgücüne ihtiyaçları her geçen gün azaldıkça, seksenlerin
ortalarından beri, ucuz işgücü çalıştıran ülkelere giden yabancı yatırım
miktarı büyük düşüşe geçti. Bu durumun aksine birkaç ülkede, içeriye doğrudan
yabancı yatırım akışında bir artış meydana geldi. Bu ülkelerin çoğunun Asya'da
yer alan ve çok sayıda yüksek eğitim görmüş kadın nüfusuna sahip ülkeler olması
önemlidir.
Aslında kadınların yeni-teknoloji mesleklerine olan talepleri, ticari dünyanın
belirleyicileriyle ters düşmüyor. Kadınların hiç sözü edilmeyen becerileri-
akılla değil elleri ve kalpleri yoluyla öğrendikleri bilgi- sadece geleneksel techne
ile bağlantısını kurmakla kalmaz, yüksek teknoloji endüstri yöntemleriyle de kurar.
JIT sistemi ve Toplam Kalite Yönetimi ortaya çıkmaya başlayan bu tip bir yönetim
ihtiyacını örneklendiriyor. Pahalı sermayeye dayalı üretim sürecinde devamlı iş
akışı ve hatasız üretimin garantisini veriyor. Burada verimli bir işletmenin olmazsa
olmaz koşulu olarak sunduğu şeyler, çalışanları sürece dahil etmek ve ekip
çalışması. Sosyal şartlanmadan dolayı kadınlar ekip çalışmasında güvenilir
olduklarını ispatlamışlardır ve mavi yakalı işçi olarak, yeniliklere kapı açacak
beceriler edinirler.
Teknolojik değişimlerin özünde, işgücünü yenileme anlamı yatmaz. Toyota'nın
genel müdürünün de vurguladığı gibi:
"Sadece insanların yeniliğe yetenekleri vardır; bu sebeple otomasyon veya
kompüterizasyon nedeniyle bir kez insan sayısı azalınca, otomasyon ne kadar verimli
uygulanırsa uygulansın iş yerinde zamanla kazanılan yeniliklere uyum sağlama becerisi
düşer."
Bengladeş'te tekstilde çalışan kadınişçiler de benzer görüşler dile
getiriyorlar:
"Becerilerimiz bize ait; makinalar becerilerimizi elimizden alamaz. Makina becerimizi
artırabilir. Yönetim bu makinaları getirmeli; böylece biz de imalathane de hayatta
kalabilir."
Neyse ki robotlar insanın yeni fikir üretme becerisi ve yaratıcılığının yerini
tutamaz. Yine de , teknik ve mesleki eğitim taleplerini değerlendirirken dikkatli
olunması gerekir. Bir avuç elit kadının, yönetimdeki yenilikler, mühendislik veya
bilgisayar programcılığı için eğitmek mümkün olabilir ancak büyük bir mavi
yakalı kadın işçi kesime, kısa sürede , bilgiye dayalı beceriler üzerine eğitim
vermek zor olacaktır. Ayrıca kadınlar yeni teknoloji karşısında ortaya çıkan iş
pratiklerine uyum sağlamakta zorlanmaktadır. Çok pahalı teknolojiler makinaların
bütün gün çalışmasını ve gece vardiyasını zorunlu kılmıştır. Vardiyalardaki
esneklik kadınların ihtiyaçlarına göre düzenlenebilir ancak kadınlar kendi
hayatlarıyla ilgili zamanlama ve planlamayı kendileri yapmıyorsa bu mümkün olmaz.
Kadınların gece vardiyasında çalışmalarının yasaklandığı ülkelerde, yeni
teknoloji sektörlerinde iş olanakları azalmıştır. Yasaklanmadığı ülkelerde ise
durum, kadınların kendileri için çok az boş zaman bulabilmeleriyle
sonuçlanmıştır.
Üretim sektörünün tersine, kompüter teknolojisi kadınlara hizmet sektöründe yeni
fırsatlar tanımıştır. Q klavye bilgisayarlar, kadınların daktilo becerilerini
veri-girişinde kullanmalarını olanaklı kılmıştır. Kadınların, bankacılık,
sigorta ve telekominikasyon endüstrilerine girişi ise, gerek zengin gerekse fakir
ülkelerde çok etkileyicidir. Örneğin, Bombay'da 1970'te bankalarda çalışanların %5
inden azı kadınlardan oluşuyorken, 1992'de bu oran %70 e çıktı. Malezya'da
özellikle de telekominikasyon sektöründe benzer rakamlar çıkmıştır. Yönetim
kadrosunda yer alan kadın sayısı ise yok denecek kadar azdır. Avrupa'da da ,
kadınların bilgi teknolojisi sektöründeki varlığı çok artmıştır. Bilgisayar
bilen eleman ihtiyacında hızlı bir artış meydana gelmiştir. Kadınlar da bu yeni iş
sahasında ortalama bir yer edinmişler ancak yoğunlukla daha alt düzeyde
toplanmışlardır.
Teknolojinin kadınlara sağlayacağı çelişkili olanaklar , benzer bir şekilde
bilgisayar programlaması sahasında da görülebilir. Kadınlar bu sahaya etkili bir
giriş yapmıştır. Brezilya'da belli başlı bilgi-işlem şirketlerinde, kadınlar veri
girişi işlerinin %60 ını, sistem analizi ve gelişimsel işte ise işlerin %25 ini
kaplamış durumdalar. Hindistan'da bu oran %20 nin üzerinde ve artmaktadır. Ancak resme
yakından bakıldığında o kadar iyimser sonuçlar göstermez. Software üretimi homojen
bir süreç değildir ve çeşitli aşamalara bölünebilmektedir. İlk aşamalar daha
yüksek seviyede beceri gerektirirken, kodlama ve test aşamaları daha az beceriye
dayalıdır. Hemen hemen tüm ülkelerde kadınlar ikinci aşamada uzmanlaşma
eğilimindedirler.
Aile, Sağlık ve Kariyer
Bu gözlemlerin, Harry Braverman'ın teknolojinin temelde mesleklerin
değersizleşeceğine yol açacağı yönündeki hipotezini kanıtladığını söylemek
doğru olmaz. Önemli bir politik eknomoist olan Braverman, yetmişlerde teknolojinin
temelde iş beceri yönünden niteliksizleştireceğini ve zaman içinde
"kadın"laştıracağını söylemişti. IT endüstrisinin pekçok alanında ,
şirketler özellikle kadın eleman arayışındalar çünkü kadınların interaktif ve
ileri seviye programlamada erkeklerden daha iyi olduklarına inanılıyor. Ana
bilgisayarların önemi azaldıkça ve PC ve küçük işletici bilgisayar ağlarının
kullanımıyla birlikte kullanıcı-programcı iletişiminin önemi arttıkça, kadınlar
bazı yüksek-teknoloji firmaları tarafından çok aranır elemanlar oldular.
Kadınların iş sahasındaki yokluğu ille de bir ayrımcılığın göstergesi değil.
Kadınların , üst düzey mesleklere ilgi göstermemeleri çoğu zaman kendilere adına
verdikleri bilinçli bir seçimin sonucu gerçekleşiyor çünkü bu tip hedefler,
hayatlarının niteliğini ilişkin bazı fedakarlıklar yapmalarını gerektiriyor.
Babamın beni uyardığı gibi, işyeri kültürü ve eviçi geleneği göz önüne
alındığında, kadınlar hayattaki üç amaçtan ikisine sahip olmayı umut
edebiliyorlar: aile, sağlık ve kariyer. Her üçünü de isteyene çok nadir
rastlanıyor.
Yeni -teknoloji işlerinde üst-düzeyde çalışan kadınların deneyimleri, kadınların
karşı karşıya kaldığı sorunları doğruluyor. F-International, UK'nin eski
yöneticilerinden biri diyor ki:
"Başarı kazanmaya başlamamla birlikte, kocam büyük bir sıkıntı duymaya
başladı. Onu suçlamıyorum, birlikte yaşayacak bir eş istiyordu, bir şirket
yöneticisi değil. Sonuçta evliliğim ve kariyerim arasında bir seçim yapmak
zorundaydım. Sanırım doğru kararı verdim-ancak bu kararı vermek zorunda kalırken
çok yalnız ve acılı bir dönem geçirdim."
Aynı şekilde, Afrika'da, Bimbi Soriyani ve Bisi Aina'nın açıkladığı gibi:
"Orta ve üst düzey yönetici konumunda olan Nijeryalı kadın sayısı çok
değildir çünkü bu meslekler, kadınlardan kolay karşılayamayacakları pekçok
beklentide bulunurlar...Bu hemen her kadını büyük bir çıkmaza sürükler. 'Kadın
hedeflerini evi pahasına da olsa gerçekleştirmeli mi yoksa işini evliliği uğruna
feda etmeli mi?'"
İşyeri kültürü ile eğitim ortamı da kadınları uzlaşmaya teşvik eder. Birkaç
yıl önce dersler akşam saati olan MBA öğrencilerinin eğitimiyle ilgilenmiştim. Bir
akşam, kadın öğrencilerimden bazıları farkedilir biçimde sinirli göründü.
Sonuçta, erkek meslektaşlarımdan birinin, o akşam, o dönem için yaz kursunun yeri ve
zamanının duyurusunu yaptığını öğrendim. Dersler bir hafta boyunca İspanya'da
olacaktı: Nne yazık ki tarihler, okulların yarıyıl tatiliyle çakışıyordu.
Meslektaşım sorumsuz veya kadın düşmanı değildi; samimi bir niyetle dersin ilginç
geçmesini istemişti ancak planlama ufkunda, tatillerin pek bir önemi yoktu. Kadın
öğrencilerimden biri hıçkırarak ağlamaya başladı. Kocası dersleri akşam
aldığı için karısından kuşkulanıyordu; İspanya'da bir kurs bardağı taşıran
son damla olacaktı.
Ev hayatındaki iktidar ilişkileri ve davranış beklentileri göz önüne
alındığında, telefonbaşı işin yaygınlığı çoğu kez kadınlara, çocuk
bakımı, eve bağlılık ve evin rahat ortamından kariyer sahibi olabilmenin aynı anda
gerçekleşebilmesi dolayısıyla mükemmel bir çözüm olarak yansıtılmıştır. Alvin
Toffler gibi bu tip senaryoları rüya gibi bir resim olarak çizen fütüristler, hep
erkekler arasından çıkıyor. Oysa, kadın akademisyenler tarafından yürütülen
araştırmalar, örneğin İngiltere'de Ursula Huws veya Avusturalya'dan Judy Wajcman,
olayın farklı ve çok daha karmaşık boyutlarını yansıtıyor.
Kadınlar evde çalışırken , erkekler evden çalışırlar. Bu sebeple telefon
başında çalışan kadınlar, geleneksel ev kadınları gibi genelde profosyonel
imgelerini kaybederler. Ursula Huws'un bulguları, bu işi yapan kadınların yüyüze
kaldığı çıkmazı anlamlandırmada büyük bir önem taşıyor. Ev içinde
çalışmanın avantajları sorulduğunda, anketi yapanlardan biri 'çocuklarla bütün
gün evde kalabiliyorum ' şeklinde yanıt vermiş. Dezavantajları sorulduğunda aynı
kişi 'bütün gün çocuklarla evde kalmak zorundayım' şeklinde cevap vermiş.
Sonuçta, eğitim görememe, eviçi işböülümü ve iş yeri kültürü gibi sebepler
kadınları hizmet ve imalat sektörlerinde daha düşük seviye mesleklere itiyor. İş
dünyasında, sayı olarak kadınlar artmış olabilir ancak karar veren bir mevkide
iktidar sahibi olmadıklarında, kendi seslerini duyurmakta zorlanıyorlar. Otonom sahibi
olmamaları, çalışma hayatlarını ve daha da kötüsü sağlıklarını olumsuz yönde
etkiliyor, özellikle de bilgisayar kullanımıyla bağlantılı olarak. VDU kullanımı,
hizmet ve imalat sektörlerinde yaygınlaşıyor, gerek erkek gerekse kadınlar için bu
temiz makinaların yeni adı konmamış sağlıki tehlikelerle bağlantısını kurmak
zor. Bu tehlikelerden bazıları, kalıcı rahatsızlıklar yaratabilirken, görünen
belirtileri az olduğundan , psikolojik bozukluk altına atılıp es geçiliyor. Oysa,
özellikle kadın araştırmacılar, sendika ve ofis içinde ve dışında,
yürüttükleri ısrarlı kampanyalar sayesinde , yeni sağlık sorunlarına olan
duyarlılık artıyor. Bu bulgular kadınlar kadar erkeklerin de yararına.
Kimlik Politikalarının Ötesinde
Sonuçta modernitenin istenebilirliği , kadınların, teknolojinin yönlendirilmesinde
söz sahibi olmalarına bağlı olarak değişir. Söz sahibi olabilmek için de kadın
kuruluşları, pekçok düzeyde iletişim ağı kurma çabasına girmişlerdir. Kadınlar,
pekçok yönüyle, teknolojinin, gerek ülke içi gerekse ülkeler arasında bağlantı
kurma fırsatı vermesinden memnundur. Kadınların iktidar odaklarındada, eşit haklar
kanunu ve uygulama kodları etkisiz kalır. Dedikleri gibi; " Hakkın olduğu yerde,
iyileşme de vardır." Ya da tam tersinden bakarsak; " İyileşmenin olmadığı
yerde, hak da yoktur." Bilgisayar destekli database'leri ve e-postanın sağladığı
olanakların, fakir ülkelerde ve toplumlarda bile etkili iletişim amacıyla kullanımı,
her geçen gün artmaktadır. Her türlü basım ürününün ekrana taşınması
sayesinde bu tip gruplar, düşük maliyetle ilgilendikleri literatür ve bilgiyi
üretebilmekte ve uzmanlık kazanabilmekteler.
Kadınlar ve ülkeler için sorun, yeni teknolojinin kabülü veya reddi meselesi
değildir. Mesele, talep edilecek yeni teknolojinin herkesin yararına olacak uygun bir
teknoloji olmasıdır. Bu tip bir talep, dağılımda eşitlik koşulunun sağlanmasını
şart koşar; ve bu amaca, görecelik veya postmodernlik adına kolektif hareketin
ideallerinden vazgeçerek ulaşmak mümkün olamaz.
Ancak, eşit dağıtım sağlamak adına körükörüne bir cinsiyet politikasına batmak
da doğru olmaz. Teknoloji alanında, diğer alanlarda olduğu gibi, tartışma ve
karşılıklı anlayış alanı bırakılmalı. Bütün toplum kadınları, hangi ırk ve
sınıftan olurlarsa olsunlar, gündelik ihtiyaçlarıyla uyuşmayacak bir iş tarzına
ayak uydurmak zorundalar. Teknoloji bazı çıkış yolları önerse de, sunduğu
fırsatların gerçeğe dönüşmesi için, iş yeri kültüründe ve eviçi hayatında
bazı değişimlerin gerçekleşmesi gerekli. Bu yüzden, çözüm, zıtlaşmada değil,
birlikte iş yapabilme ve fikir alışverişinde bulunabilme becerilerinde yatar.
Dünyanın çeşitli bölgelerinde görüldüğü gibi cinsiyet politikasına dair
görüntüler, genelde işçi sınıfı kadınlarını ve fakir ülkelerde yaşayan
kadınları korkutmaktadır. 'Feminizm' kelimesi haklı veya haksız, onlarda bir
yanılsama, saldırganlık ve bedene takılarak yapılan politikaları
çağrıştırmaktadır. Onlara göre, bu tip kimlik politikaları, rahat içinde yaşayan
kadınlar tarafından kendi sorumluluklarından kaçmak için zemin olarak kullanılıyor.
Aslında, erkek bilinci, evde ve işte, kendi sülaleleri tarafından oluşturuldu,
eşleri, anneleri ve iş arkadaşları olarak biz kadınlar uzun zamandır onlara suç
ortaklığı yaptık. Yapılması gereken, bazı ekofeminist veya postmodernistlerin
dediği gibi bizim nam-ı değer "geleneksel" rollerimizi kabul etmek değil,
erkekleri yüzyıllardan beri süregelen önyargı ve mitlerden kurtarmaktır. Fatimma
Mernissi'nin de dediği gibi, " Erkeğin kadın imgesi , geleceğini, değişmez bir
gelenekte değil özgürleştirici bir hafızada köklendirme ihtiyacını yoğun bir
biçimde duyduğu anda değişebilecektir." Belki de biz kadınlar erkeklere ,
kocalarımıza, sevgililerimize, oğullarımıza veya iş arkadaşlarımıza, bunu
yapabilmeleri için gündelik yaşamlarımız içinden her an eşitlik mücadelesi vererek
yardım etmeliyiz-teknoloji ile veya olmadan.
New Left Review 205, May/June '94 sayısından çeviren: Evrem Tilki