25. Sayı
Theodor W. Adorno Kitle toplumunu inceleyen çalışmasında 20. Yüzyılın
başlarında batı ekonomilerindeki "serbest piyasa" kapitalizminin erken
liberal safhasını dönüştürmeye yardım eden değişiklikleri özet bir şekilde
tartışır. Bu değişikliklere cevap olarak hükümetlerin sosyal refah kurum ve
kuruluşlarını vücuda getirmeleri liberal demokratik devletlerinin aşağı yukarı
sabit unsurları haline gelmiştir. Her ne kadar refah devletinin kapitalizm sebebiyle
artan eşitsizlikleri bir ölçüde giderebildiğini düşünse de, Adorno refah
devletinin ortaya çıkmasıyla bireysel otonominin ve spontanlığın yitirildiğini de
düşünmektedir. Bürokratik devlet kurumlarının bireylerin özel yaşamlarına giderek
artan bir şekilde uzanmasından oldukça kaygılanırken tam demokratik ülkelerde bile
devlet kontrolünün totaliter boyutlara ulaşabileceği uyarısını yapar. Devletin
gücü artarken bireylerin giderek daha fazla devlete bağımlı kılınmasını ve bir
köle gibi "eksper"lerin kurallarına ve teknotratlara boyun eğmelerini
gözlemlerken Adorno'nun korktuğu durum bireylerin ekonomik sömürüye ve baskıya
karşı direnişin gerek şartı olan bağımsızlıklarından vazgeçmeleri ihtimalidir.
Birtakım yorumcular yanlışlıkla Adorno'nun refah devletini Sosyal Araştırmalar
Enstitüsü çalışanlarının "devlet kapitalizmi" tanımının bir varyantı
olarak gördüğünü iddia etmiştir. Kısaca söylersek Friedrich Pollock devlet
kapitalizmi tezinde 1920 ve 1930ların güdümlü ve karma ekonomilerinin 'ekonomik olarak
baskın dönemden hayli yüklü politik döneme geçişi' belirlediğini iddia etmiştir
(1). Başlangıç olarak bu devlet kapitalizmi tezini Adorno'nun 20. Yüzyılın liberal
demokrasilerine ilişkin fikirleriyle karşılaştırdıktan sonra çalışmalarına atfen
yapılan güncel eleştiriler ışığında Adorno'nun pozisyonunu değerlendireceğim.
Adorno'nun çalışmalarına ilişkin böylesi bir değerlendirme sadece ikincil
literatürü düzeltmek için değil, Adorno'nun devlet ve ekonomi arasındaki ilişkiye
dair fikirlerinin ( basit de olsa çalışmalarının genelinde içselleşmiş olarak
büyük yer tutar) açığa çıkarılmasına olanak verir. Ek olarak bu fikirler
demokratik siyasi sistemlerin kapitalist ekonomilerde oynadığı/oynamaya devam ettiği
rolün tarihsel ve teorik olarak yeniden değerlendirilmesine imkan verecektir.
3. Reich Üzerine Pollock ve Neumann'nın Görüşleri:
1930lu ve 1940lı yıllarda Pollock Batı'nın kapitalist ekonomilerindeki görülen yeni
gelişmeyi açıklamayı denemişti. 3. Reich'ın güdümlü ekonomisiyle birlikte
Birleşik Devletler'in karma ekonomisinde (New Deal'la temsil olunan) kapitalizmin erken
liberal safhasınının devlet kapitalizminin totaliter ya da totaliter-olmayan ( formel
demokratik) varyantlarıyla yer değiştirmesine yol açan niteliksel bir değişiklik
sözkonusudur. Bu ve diğer ülkelerdeki üretim ve dağıtım artan bir şekilde
dolaysız siyasetin ya da devletin kontrolü altına alındı. İtiraf etmek gerekir ki
sanayi ve iş yaşamını yöneten kişiler bu yeni safhada da önemli role sahiptir ancak
Pollock gene de kar güdüsünün güdümlü ve karma ekonomilerde güç güdüsüyle yer
değiştirdiğini iddia etmiştir. Tabii ki devlet kapitalizmi altında da karlar
üreticilerin cebine giriyordu ancak bu, üretilen malların devletin ya da siyasi
partinin 'genel plan'ıyla uyum içinde olmasına bağlıydı. Pollock daha ileri giderek
uygulanan maaş ve fiyat kontrolleriyle devletin gelir dağılımını tüketicilere
doğrudan dağıtmakla ya da tüketimi düzenlemeye yarayan 'piyasa-benzeri'
(pseudo-market) kanallarla kontrol etmeyi başardığına inanıyordu.
Pollock tezinin yeni olmadığını biliyordu; birtakım yazarlar liberal ekonomilerin
artan şekilde devlet kontrolü altına alınmasının yollarını araştırmışlardı.
Aynı zamanda devlet kapitalizmi tezinin her açıdan ampirik olrak
doğrulanamayacağını itiraf ediyordu. 'Avrupa'da ve bir yere kadar Amerika'da uzun
zamanlardan beri var olan bileşenler''in temelinde yükselen bu tez sadece bir modeldi;
Weber tarzı 'ideal biçim' (2). Ötesi "yönelim totaliter-olmayan ülkelerde devlet
kapitalizmine doğru" olsa da Pollock devlet kapitalizmini anlamaya yönelik göreli
olarak az çalışmanın yapıldığına inanıyor, kapsamlı bir modelin hala gerekli
olduğunu düşünüyordu (3). Demokrasinin devlet kapitalizmi altında yaşayıp
yaşamayacağını belirlemek için ek bir araştırmanın yapılması gerekiyordu.
Ekonomi üzerindeki kontrol küçük bir grubun ya da fraksiyonun eline geçse de Pollock
uzun dönemde ekonomik planlamanın demokratik olarak yürütülebilineceğine
inanıyordu.
Pollock'un tezi Sosyal Araştırmalar Enstitüsü'ndeki arkadaşları arasında birtakım
çatışmalara yol açtı. Bunlardan biri hukukçu ve enstitünün yöneticisi olan
sonrasında 2. Dünya Savaşı döneminde Birleşik Devletler hükümeti için iktisatçı
olarak çalışan Franz Neumann'dı. Behemont adlı (üçüncü Reich döneminin ekonomik
durumunu detaylı bir biçimde incelediği) eserinde Neumann Pollock'ın Almanya'nın
devlet kapitalizmine sahip olduğuna ilişkin görüşüne nitelikli bir karşı çıkış
göstermiştir. Pollock'ın devlet kapitalizmi tezinin aslında Nasyonel Sosyalizm
altında artık ticaret, sözleşme ya da yatırım serbestisinin olmaması; Almanya
piyasasının ortadan kaldırıldığı; Alman hükümetinin ücretler ve fiyatlar
üzerinde dolaysız bir kontrolü olduğu, değişim değerini ortadan kaldırdığı;
emeğin artık 'politik bir yasayla' düzenlendiği anlamına geldiğini söylüyordu (4).
Neumann bu tezi sorgularken Nasyonel Sosyalist'lerin özgün bir iktisat teorilerinin
olmadığını gösteriyor ve Nazi Almanya'sının korporatist bir çizgide
örgütlendiği iddiasını reddediyordu. Özel mülkiyetin ve sermaye üzerindeki özel
kontrolun Hitler rejimi altında aynen kaldığını da gösteriyordu.
Neumann aynı zamanda Nazi Almanya'sında 'devlet aygıtının elegeçirilmesinin
etrafında bunun dışındaki herşeyin dolanıp durduğu önemli bir soru' olduğu
gerçeğini teslim ediyordu. Ve Neumann'a göre bu 'siyasal olanın iktisadi olan
üzerindeki önceliğinin olası tek açıklamasıydı' (5). Neumann'ın
değerlendirmesinde Nasyonel Sosyalist ekonominin iki genel karakteristiği vardı:
Neumann'ın 'totaliter tekelci kapitalizm' dediği bir ilişkilendirmeyle 'tekelci ve
güdümlü bir ekonomi'ydi. Diğer bir deyişle üçüncü Reich altında Alman ekonomisi
'totaliter bir rejim tarafından düzenlenen özel tekelci (private monopolistic) bir
ekonomiydi (6). Sonrasında, Neumann güdümlü ekonominin belirtilerinin ortaya
dökülmesiyle araştırmalarını Alman devletinin ekonomiye olan müdahalesinin
boyutlarını, devletin ekonomideki dolaysız faaliyetlerini gözönünde bulundurmak
suretiyle fiyatlar, yatırımlar, karlar, dış ticaret ve emek üzerindeki kontrolünü
ve Nasyonel Sosyalist Parti'nin rolünü kapsayacak şekilde geliştirmiştir (7).
Çıkardığı sonuç üçüncü Reich altında ekonomik faaliyetlerin eski otonomisinin
çoğunu korumuş olduğu yönündeydi. Ancak ekonominin büyük sanayi ve işletmelerin
yararına olarak tekelcileştirilmesi geçerliyse de karlar 'totaliter bir siyasal gücün
yokluğunda yapılamaz ve devam ettirilemezdi' (8). Bu Nazi Almanya'sını diğer batılı
devletlerden ayıran temel farklılıktı (hoş, sermayenin artan tekelci gücü bu
ülkeler için de geçerliyken, herhangi biri totaliter siyasi gücün neden yalnızca
Nazi Almanya'sında ortaya çıktığını merak edebilir).
Pollock ve Neumann arasında yeralan bu tartışmanın üzerine yorumcular sık sık
Adorno'nun, Pollock'ın devlet kapitalizmi tezini Batı'daki gelişmeleri analiz ederken
kullandığını yazar. Örneğin, Helmut Dubiel, Pollock'ın yanında yeralan Adorno ve
Max Horkheimer'ın onun argümanlarını kapitalizmin gelişmesindeki değişimleri konu
alan değerlendirmelerine uyarladıklarına inanmıştır (9). David Held, Dubiel'le aynı
görüştedir; ve Dubiel gibi, Held ayriyeten Aydınlanmanın Diyalektiği'ne
görüşünün doğruluğunu kanıtlamak için bu çalışmada yer alan ilgili bölümleri
kullanmadan atıfta bulunmuştur (10). Ne var ki Held Horkheimer ve Adorno'nun sonraki
çalışmalarında bu teze ilişkin şüphelerini dile getirdiklerini belirtiyordu.
Adorno'ya atıfla, Held 'kapitalizmin altını oyan temel prensiplerin Pollock'ın
pozisyonuyla uyumlu olmasına rağmen, 'Gesellschaft [Toplum] (1966) ve 'Spatkapitalismus
oder Industriegesellschaft?' [Geç Kapitalizm ya da Endüstri Toplumu?] (1968) gibi
makalelerin bir okuması Adorno'nun sınıf çatışması ve krizin başarılı bir
şekilde yönetilebileceğini düşünürken bunun tam mükemmel yapılamayacağını
iddia eder (11).
William Scheuermann'ın Neumann ve Otto Kirchheiner'in refah devleti altında liberal
yasama kuralını eleştirdikleri çalışmaları üzerine yaptığı yakın zamanlardaki
bir çalışmada kanıt olarak Aydınlanmanın Diyalektiği'ne atıfta bulunarak (yine
direk olarak değil) Horkheimer ve Adorno'nun Pollack'ın tezini hem totaliter olmayan
ülkelerde 'tümüyle yönetilen dünya' (totally administered world) durumunu hem de
'Naziler'in kapitalizmin ilk versiyonlarını kasıp kavuran gerilimleri bertaraf etmekte
gösterdiği başarıyı açıklamakta kullandıklarını söylemiştir(12). Orijinal
Frankfurt Okulu'nun dağılmasıyla sonuçlanan teorik ve siyasi farklılıklar bunu takip
eden süreçte Birleşik Devletler'in doğusundaki Neumann ve Kirchheiher'le Batı'daki
Pollock, Horkheimer ve Adorno arasında başgösterdi. Adorno'nun çalışmaları üzerine
özgün eserinde Douglas Kellner benzer şeyler söylüyor: "Pollock'ın tezi
hernekadar Grossmann, Neumann ve Enstitünün daha ortodoks marksist üyeleri tarafından
kabul edilmemişse de, birçok açıdan Horkheimer, Adorno ve Marcuse çağdaş topluma
ilişkin Eleştirel Teori'lerini geliştirirken ve kapitalizmin yeni aşamasına
geçişini teorize ederken Pollock'ın analizlerine dayanmışlardı" (13).
Kellner'in yorumunda şaşırtıcı olan kendisinin de Adorno'nun aslında Pollock'ın
tezlerine eleştirel yaklaştığını bilmesi. Kellner tarafından alıntı yapılmış
bir mektubunda Adorno Horkheimer'a Pollock'ın makalesinin 'kinci (antagonist) bir
toplumda kinci olmayan bir ekonominin mümkün olduğu görüşü gibi diyalektik olmayan
bir düşünce' içerdiğini yazıyor(14). Adorno'ya göre Pollock'ın tezindeki eksiklik
kapitalizmin 1930larda ki kriz üreten doğasını dikkate almaması. Pollock gerçekten
de yeni siyasallaşmış ekonomik düzenin erken liberal safhada ortaya çıkan tüm
sorunları çözebileceği gibi ilerde karşılaşabileceği problemleri de kolaylıkla
altedebileceğini düşünmüştür- totaliter araçların yardımıyla olsa da. Bunu
izleyen kısımda Adorno'nun geç kapitalizm (ya da 'serbest piyasa' aşamasını alteden
kapitalizmin yeni safhası) üzerine yaptığı özgün çalışmaların önemli
kısımlarını sunmak istiyorum. Adorno'nun erken çalışmalarıyla başlayıp
sonrasında Batı'da devletle ekonomi arasındaki bağlantılar üzerine geç dönemde
savunduğu fikirlerini sunacağım.
'Geç Kapitalizm' üzerine görüşleriyle Adorno ve Horkheimer:
Aydınlanmanın Diyalektiği'nde Adorno ve Horkheimer kapitalizm altındaki hayatın
giderek Batı'daki çeşitli kurum ve kuruluşlar tarafından kontrol altına
alındığını ve tamamen yönetilebilir hale geldiğini yazar. 'Tümüyle yönetilebilir
dünya' tamlamasını kullanırken bu yeni ekonomik safhanın durumunu betimler, ve
baskıcı etkilerine karşı uyarırlar. Yazarların düşünce dünyalarında Batılı
devletlerin devlet kapitalizmini benimsemiş olmaları daha henüz o kadar
belirginleşmemiştir. Gerçekten de, Aydınlanmanın Diyalektiği'nde Adorno ve
Horkheimer'ın Pollock'ın devlet kapitalizmi tezini -hatta ideal olarak- basitçe
çalışmalarına uyarladıklarını destekleyen birkaç pasaj vardır. Yazarlar
hernekadar önsöze 'insanlar ekonomik ilişkiler karşısında önemini kaybediyor, bu
aynı zamanda toplumu şimdiye kadar görülmemiş biçimde doğa üzerinde baskı
kurmasına yol açıyor' (15) diye yazmışlarsa da bu ekonomik güçlerin devlet
kontrolü altına alındığını iddia etmemişlerdir. Ötesi, yazının ana gövdesi
Horkheimer ve Adorno'nun kapitalistik iktisadi 'araçların' birey üzerindeki açık
apolitik etkisini tanımlama çabasını büyük ölçüde yansıtır. Analizlerinde
ençok işlenen ekonomik olanın önceliğidir, siyaset ya da 'devlet kapitalizmi' değil.
'Ekonomik gerekleri yaratan'(16) yönetici kliklerle 'eski değer kanununu ve
dolayısıyla kapitalizmin kaderini' (17) belirleyen genel müdürleri (Generaldirektoren)
karşılaştırırken Horkheimer ve Adorno, ilkinin ikincisinden bağımsız işlediğini
ve ekonomik yasaların (siyasal değil) her ikisini belirlediğinden bahseder. Odysseus
miti üzerine olan bölümde, eskiden geç (spat) (18) kapitalist olarak tanımladıkları
sosyo-ekonomik şartlara atfen 'totaliter kapitalizm' (totalitarer Kapitalismus) (19)
tamlamasını kullanırlar. Horkheimer ve Adorno Batı'da ortaya çıkan şartlar için
tartışmalarında asla 'devlet kapitalizmi' ibaresini kullanmamışlardır. Ötesi,
ekonomik faktörler - Pollock'ın devlet kapitalizmi tezinde ileri sürüldüğü gibi
ekonominin devlet ya da bir siyasi parti tarafından siyasi kontrolü değil- dikkatlerini
en fazla çeken konudur.
Ne var ki Aydınlanmanın Diyalektiği'ndeki iki pasaj Adorno ve Horkheimer'in Pollock'ın
tezini uyarladığına işaret eder. Kültür sanayi (culture industry) üzerindeki
tartışmalarında yazarlar totaliter-olmayan ülkelerde gelişen refah devletine atıfta
bulunarak, 'yüksek teknoloji sayesinde kural olarak üreticileri bollaştıran ekonomide
yüksek görevlerdeki adamların ekonomiyi idare ettikleri'ni yazarlar (20). Bir ölçüde
belirsiz olan bu pasaj daha önce tırnağa alınan yorumları doğrulamak için
kullanılabilir. Faşizmin uyguladığı teknikler üzerine notlarında sonradan yapılan
hatırlatmalarda ve yazılarında Adorno ve Horkheimer Nasyonel Sosyalistler'in hem bedeni
hem de 'ruhu' cezalandırdığını öne sürerler. Bu şekliyle faşizm (Alexis de
Tocqueville'i izleyen) birtakım yazarların genelde sadece 'ruh'u cezalandıran burjuva
cumhuriyeti'nden ayrılır. Horkheimer ve Adornoya göre faşizm altında 'üretimin
tümü üzerindeki kontrolün bir yerlerde yoğunlaşması toplumu dolaysız itaat
aşamasına geri indirir. Ulusun piyasası ortadan kaldırılırsa, hukuk da dahil olmak
üzere müdahaleci entellektüel operasyonlar ortadan yokolur' (21). Bu alıntıda
herhangi bir belirsizlik yok. Burjuva cumhuriyetine kıyasla, Nasyonel Sosyalistler
üretim araçları üzerinde gücü ele geçirdikten sonra Alman vatandaşları üzerine
dolaysız fiziksel ve psikolojik kontrol uyguladılar. Ne var ki Neumann'ın argümanı,
yazarların Nazi Almanya'sında güç güdüsünün kar güdüsünü bastırdığına
inandıkları şeklindeydi. Ancak burada önemli olan nokta Horkheimer ve Adorno'nun bu
anlamdaki 'faşizmi' totaliter- olmayan devletlerden ayırmış olmalarıdır. Eğer Nazi
Almanya'sı Pollock'ın koyduğu şekliyle devlet kapitalisti şeklinde nitelendirilirse,
yazarlar diğer Batı devletlerini bu şekilde tanımlamaktan çekinirlerdi.
1942 yılına ait 'Reflexionen zur Klassentheorie' ('Sınıflar Kuramı üzerine
Gözlemler') adlı makalesinde Adorno ekonomi ile devlet arasındaki ilişkiye dair Batı
için de benzer iddialarda bulunur. 'Gözlemler' inde 'ekonominin artan bir şekilde
tasfiyesi'ni vurgulamışsa da, Adorno ekonominin önceliğini vurgulamaya devam eder.
Kapitalizmin bu yeni safhasında ekonomideki devlet kontrolünün karakteristik bir
özellik olduğunu savunan Pollock'la hiçbir zaman aynı fikirleri açık olarak
paylaşmamıştır. Birçok Batılı devlette yeni oligarşik egemen sınıfın doğuşunu
gözlemlerken Adorno bu sınıfın sermayenin o ölçüde bir büyüklüğe ulaşmasıyla
ve bir kurum olarak tüm toplumun bir ifadesi haline gelmesiyle sermayenin
yoğunlaşmasının peşisıra yokolduğunu söyler (23). Sermayenin yoğunlaşmasına bir
ölçüde bağlı olarak, bu egemen sınıf 'anonimleşir' ve kontrolü elinde tutanların
tanımlanması zorlaşır. Burada da Adorno kapitalist ekonomiyi tekelci şartlar altında
rekabet eksikliğine sebep olduğundan dolayı 'totaliter' olarak niteler.
Ne var ki Adorno'nun 'Büyük'ün (Der Grossen) ekonomik ve siyasi iradesi onu destekleyen
(burjuvazi) ve işçileri aynı polis baskısına maruz bıraktığından, aynı rolü ve
ihtiyaçları onlara dayattığından ve böylece işçilerin sınıf ilişkileri
açısından bakmasını sanal olarak imkansız kıldığından' (24) bahsettiğini
vurgulamakta fayda var. Bu alıntısında Adorno kitle toplumunda gücün ekonomik ve
siyasi aktörler tarafından idare edildiğini öne sürerken ikincisinin birincisine
bağlı kılındığını hiçbir zaman açık olarak söylememiştir. Gerçekten bu
makaledeki birçok pasajında sanki tam tersi sözkonusudur: siyaset ekonomik gelişmeleri
(üretim ilişkilerindeki değişimleri de içermek suretiyle) takip eder.
Adorno'nun kitle toplumlarında ekonomik faktörlerin oynadığı birincil role (ya da en
az politik faktörler kadar önemli) ilişkin görüşü sınıfların varlığının
devamı ve 'şeyleşmesi'ne ilişkin iddiaları tarafından desteklenir. Eğer Adorno
gerçekten Pollock'ın devlet kapitalizimi tezini uyarlamışsa, değişim değerine
odaklanmış piyasa sisteminin 'şeyleşmeyi' (reification) güçlendirerek insan
hayatının tüm alanlarına sanal olarak uzandığı fikrini içeren çalışmasında
fikrini dikkatli bir şekilde nitelendirmeye kendini mecbur etmesi gerekirdi. Ve tabii ki
1965 yılına ait makalesinde de 'karın kitle toplumlarında önce geldiği' (25) fikrini
bu kadar açık söylemezdi.
Behemoth'da, Neumann 'herhangi biri eğer Nasyonel Sosyalizm altında Alman ekonomisinin
artık kapitalist olmadığına inanırsa, sonrasında toplumun sınıfsız olduğuna
inanması kolaylaşır' (26) şeklinde bir tespit yapmıştır. Neumann'ın bu
alıntısını yorumlayacak herhangi biri, Adorno'nun totaliter-olmayan devletlerin
kapitalist olmadığına inanmasına bakarak onun için sınıfların varlığını inkar
etmenin kolaylaşacağı sonucuna ulaşılabileceğini savunabilir. Ancak 'Sınıflar
Kuramı üzerine Gözlemler'de de açık olduğu üzere Adorno bu ülkelerde sınıfların
hala varlıklarını sürdürdüğünü vurgular. Bir sınıfa ait olmanın öznel bilinci
kaybolmuş ve sınıfların kompozisyonu kitle toplumunda değişse de 'toplumun sömüren
ve sömürülen şeklindeki bölünmüşlüğü sadece devam etmekle kalmamış, güç
kazanmıştır' (27). Bir zamanlar göreli bağımsız girişimcilerden oluşmuş
burjuvazi, önceki liberal safhanın sermayenin yoğunlaşması (ve rekabetteki azalmanın
sonucuyla) dönüşmesiyle ekonomik gücünün çoğunu kaybetmiştir. Bu orta sınıfla
işçileri uzlaştıran yeni bir kitle sınıfının oluşmasına yolaçar. Adorno'nun
görüşüne göre, kapitalizmin sonraki safhasında sınıfların kompozisyonundaki bu
değişim Marx'ın toplumu 'az bir mülk sahibi ve inanılmaz çoklukta mülksüzler'
şeklinde tabakalaşacağı öngörüsünü doğrular.
Sınıfların varlığının süregelmesi hakkındaki fikirler Adorno'nun
çalışmasının bütününde tekrarlanır. 1965 yılına ait 'Toplum' makalesinde,
örneğin, Adorno 'toplumun sermayenin artarak yoğunlaşmasına bağlı olarak
farklılaşması' (29) sonucu 'toplumun bir sınıf toplumu olarak kalacağını'
önesürmüştür. Üç yıl sonra 'Geç Kapitalizm ya da Endüstri Toplumu?' nda Adorno
sınıflara ilişkin analizlerini ekonomik güçlerin birincil olduğu fikrine
anlaşılır bir şekilde ilintilendirir. Herhangi birinin kitle toplumunu karakter olarak
kapitalist olması yerine endüstriyel olarak tanımlaması halinde bu savın kitle
toplumunun 'beklenmedik teknolojik gelişmelerle toplumsal ilişkiler nosyonunun hepten
hayal olmasa da belirginliğinin çoğunu kaybedeceği' (31) savını gerektireceğini
ifade eder. Tersine, eğer Adorno'nun inandığı gibi, üretim ilişkileri belirleyici
olsun (ve üretim güçleri üretim ilişkileri tarafından ayarlanır olsun),
endüstriyel toplum tezi, kapitalist sistem hala belirleyici olacağından tüm
yönleriyle geçersizleşir (32). Marxist kriterlerin uygulanmasının zorlaşmasını
gözönünde bulundursa da Adorno üretim araçlarının mülkiyeti kriterine göre
değerlendirmesini yaptığında, sınıf ilişkilerinin Kuzey Amerika'da daha belirgin
olduğunu öne sürüyordu (33).
Ne var ki Adorno ekonomi üzerindeki siyasal kontrolün arttığı iddiasının birtakım
doğrular barındırdığı gerçeğini kabul eder. 'Ekonomik güçlerin kontrolünün
giderek artan bir şekilde siyasal gücün bir fonksiyonu haline geldiği gerçeği
sistemin tümünün dinamiklerine bakılarak çıkarılabilir' demiştir (34). Genel bir
eğilim olarak bakıldığında, o halde devlet gücü zemin kazanıyor ve bu Batı
toplumlarında daha açık ya da daha gizli ortaya çıksa da uygulamasını Nazi
Almanya'sında buluyor. Zira Adorno 'kapitalizmin' ana konseptine gönderme yapmadan
zorlayan birtakım gerçeklerin gereğince yorumlanamayacağını eklemekle
totaliter-olmayan ülkelerde siyasi baskıya ilişkin bu fikri şiddetle sınırlar.
Adorno'nun tartışmaya devam ettiği gibi: 'İnsanoğlu tarihte her zaman olduğu kadar,
ekonomik süreçler tarafından yönetiliyor ve baskı altında tutuluyor'. Sonucunda
'şimdi de her zaman olduğu gibi, toplumsal süreç bir sınıf yapısını üretiyor ve
tekrar üretiyor (35). Devlet kapitalizmi tezi kitle toplumunda böylelikle çok genel
(ekonomik) trendlerin ve eğilimlerin ışığı altında doğrulanabilir. David Held'in,
Pollock'ın devlet kapitalizmi tezine kıyasla Adorno'nun sonraki çalışmasında
bulunduğunu öne sürdüğü 'belirsizlik' her ne kadar doğruysa da bu belirsizlik
sonraki çalışmasıyla sınırlı değildir.
Adorno'nun 'belirsizliği' Ralf Dahrendorf'un 'Geç Kapitalizm' makalesine yazdığı
eleştiride tekrar açığa çıkar. Adorno'ya göre kitle toplumunun siyasal baskıya
doğru yönelmesi konusunda çok az anlaşmazlık vardır. Adorno yine Batı'daki
ekonomilerin artarak siyasal kontrolün altına girmesinin aslında ekonomik şartların
ürünü olarak açıklamıştır. Eğer siyasal baskıya doğru yönelen ekonomik trend
devam eder ve 'çağdaş toplumun siyasal biçimleri ekonomik olanı izlemeye zorlanırsa,
çağdaş toplum meta-ekonomik olarak tanımlanan biçimlerce idare edilir, öyle
biçimler ki artık klasik değiş-tokuş mekanizmasıyla açıklanamaz' (36). Zira Adorno
bu eğilimin tüm devletlerde tam olarak gerçekleşeceğinin kaçınılmaz olduğuna
inanmaz (ve tam olarak gerçekleşen ilişkiler durumuna karşı çıkarak burada bir
eğilimden bahsettiğini vurgular). Ne zaman ki 'tümüyle yönetilen dünya' devlet
kapitalistliği biçiminde okunmakla doğrulansın. Dolayısıyla Scheuerman'ın
yönetilen dünyanın totaliter olan siyasi karakterine ilişkin vurguları Adorno'da,
Batı'da ortaya çıkan şartlarını değerlendirdiği zaman doğrulanmaz.
Geç kapitalizm üzerine olan makalesinin sonunda Adorno ekonomide devlet müdahalesinin
sebebi olan faktörler hakkında az ama oldukça ilginç vurgular yapar. Böylesi bir
müdahalenin 'sistemin içkin bir özelliği olduğunu' söyler yani bir tür 'meşru
müdafa' (37). Bu vurguyu geç kapitalizm altındaki üretim ilişkileri (ya da sınıf
ilişkileri) tartışmasına vakit kaybetmeksizin bağlaması Adorno'nun devlet
müdahalesini (karma ekonomi ya da devlet müdahalesi biçiminde) sınıf çatışmasına
karşı bir savunma aracı olarak görebileceği şeklinde anlaşılabilmesini
sağlamıştır. Eğer bu uygulama doğruysa Adorno'nun (gerçek ya da potansiyel)
toplumsal çelişkilere karşı devlet müdahalesinin çıktığı görüşüne
sarıldığı görülebilir. Bu görüşün -makalenin sonuna doğru açıklanacağı
gibi- sorunlu olduğu ve çalışmalarında sıkça karşılaşıldığı doğrudur.
Adorno'ya göre ekonomideki devlet müdahalesi, gücü eskiye nazaran daha fazla olan
'henüz devrimcileşememiş üretim ilişkilerinin' tehdidine karşı savunmaya hizmet
eder.
Devlet Müdahalesinin Mantığı:
Hegel'in 'Hukuk Felsefesi' ne atıfla Adorno, devletin ekonomiyle olan ilişkisini
diyalektik olarak görür. Hegel'e göre devlet, içinde bireylerin ekonomik sistemler (ve
diğer bazı birlikler) sayesinde belirli ihtiyaç ve çıkarlarını sağladıkları
sivil toplumdaki (burgerliche Gesellschaft) yasaların ve çıkarların karşılıklı
etkileşimin diyalektik bir sonucudur. Sivil topluma 'polisin yardımıyla dışarıdan'
yapılacak müdahaleyle devlet eninde sonunda ekonomiyi içinde eritir (39). 'Polis'
burada -ki Hegel için yoksulluğu bertaraf etmeyi amaçlamış kamu otoritelerini
içerir- özel ilişkiler (aile) ve devlet arasında aracılık yaparak devletin 'sivil
toplumun belirli özelliklerine dayanarak evrensel olanı sağlaması ve
gerçekleştirmesine' yardım eder. Polis tarafından uygulanan kontrol çoğunluğun
belirli amaç ve çıkarlarını, evrensel sınırlar içinde kaldığı ölçüde,
koruyan gözeten bir dışsal sistem ve organizasyon biçimini alır (40). 'Polis'
aracılığıyla, o halde, devletin evrensel çıkarları sivil toplumun ekonomik
çıkarları da dahil olmak üzere belirli çıkarların üzerine çıkar.
Ne var ki Adorno ekonomideki bu tarz Hegeliyan devlet müdahaleciliğinin
totaliter-olmayan kitle toplumlarında varolan şartları açıklayabileceğini iddia
etmemiştir. Karşılık olarak, Pollock'ın devlet kapitalizmi tezinin uygulanmasını
şu şartlarla örtük olarak reddetmiştir:
Müdahalecilik ve hatta merkezi planlama üzerinde, "geç kapitalizm mal üretiminde
sebep olduğu anarşiden uzaklaşmış dolayısıyla artık kapitalizm değildir"
şeklinde uzun süredir tartışılmışsa, birinin çıkıp bireylerin toplumsal
kaderinin eskiden olduğu kadar tehlikeli olduğu sorusunu cevaplaması gerekir.
Liberal piyasanın liberal savunucularının önesürdüğü gibi hiçbir zaman
işlemediği -ve gerçekten 'serbest' bir piyasa hiç olmadığı- şeklindeki
eleştirilerini yöneltirken Adorno, liberalizmin bu eleştirisinin kapitalizmin
gerçekten kapitalist olmadığı şeklindeki tezin yeniden canlanması gibi
gördüğünden ironik bulur (41). Bu teze karşılık Adorno ekonomik sistemin bir
şekilde devlet müdahalesi yardımıyla ayakta kaldığını tartışmakla kalmayıp bu
müdahalenin aslında kapitalist ekonominin önceliğini garantiye almaya hizmet ettiğini
söyler: 'Sosyo-ekonomik sisteme yabancı ne varsa kendini sistemin kurucu parçası
olarak tanıtıyor, siyasal eğilimin kendisi bile. Müdahalecilikle sistemin direnme
gücü meşrulaşmış olur' (42).
Aynı zamanda, Adorno (kapitalizmin kriz teorisinin devlet müdahalesi ile
meşrulaştırıldığına inandığında) makalesinde önceden yaptığı
hatırlatmaları tekrar gündeme getirir. Bu böyledir zira, 'devlet müdahalesinin
bilgeliği piyasa mekanizmasından bağımsız olan dolaysız siyasal baskıdır' (43).
Polisin ve ordunun yardımı, kamu otoritelerinin (refah devleti kurumları ve
kuruluşları) desteğiyle devlet tam yönetim sistemi altında giderek daha fazla
ekonomik fonksiyon almaya başlar. Siyasal baskıya yönelik böylesi bir gidişat birçok
Batılı devlette henüz tam olarak gerçekleşmemiştir. Hegel'i yorumlayışına devam
ederken Adorno Ralf Dahrendorf'a olan cevabında sivil toplumun kendi içinden birtakım
güçleri ortaya çıkararak -anılan kuruluşlar ve polis gibi- parçalara bölünmemek
için bütüncül hareket etmeye çalıştığını yazar. Hegel bunu 'pozitif birşey'
olarak görse de devlet müdahalesinden dolaysız baskıya bu yenilenmiş geçişin ne
anlama gelebileceğini faşizm sayesinde öğrendik' (44). Hegel'in siyasal baskıya
dönüşüme ilişkin değerlendirmesi Nazi Almanya'sı gibi bir Batı ülkesinde liberal
kapitalizmi dönüştüren değişiklikleri açıklamakta yardım eder. Bu
değerlendirmenin -ki devleti bir anlamda polisin ve ordunun terörist taktikleriyle
desteklenir- bu yüzden sınırlı bir kullanımı olsa da yine bir kere daha diğer Batı
toplumlarındaki totaliter eğilimleri açıklamaya faydası vardır. Bahsedilen diğer
toplumlarda mülk sahipleriyle mülksüzler arasında artan uçurum sosyal güvenlik ve
refahın sınırlı yeniden dağıtımı biçimlerindeki (aynı zamanda bürokratik, asker
polis kontrolü biçiminde) devlet müdahalesinden sorumlu olan faktörlerden biridir. Bu
yüzden Adorno devlet müdahalesinin bir yanıyla radikal ya da devrimci unsurlara gebe
sınıf çatışmasını defetmek için başlatıldığını öne sürer. Ancak, refah
devletinin gerçek ya da potansiyel sınıfsal çelişkiye karşı bir siyasi cevap olarak
görülmesi bir ölçüde sorunlu bir bakıştır. Christopher Lowe'ün refah devletinin
'Devlet Baba' (big government) özelliğinin gelişimine bakarsak, böylesi bir hükümet
ilk olarak 'toplumsal sorunları çözme ihtiyacından' değil birikimin, yeniden
yatırımın ve sermayenin kurumsal olarak özgür piyasalar şeklinde örgütlenmesini
sağlamak ihtiyacından çıkmıştır.
Kısaca : 'Kapitalizm, hükümetlerin genişleyen sermayeye olanaklar yaratmasına yardım
eden 'Devlet Baba'yı yaratmıştır' (45).
Ekonomi tarihçisi Herman Van der Wee, Lowe'ün değerlendirmesine ana hatlarıyla sahip
çıkar. 2. Dünya savaşı sonrası, John Maynard Keynes'in 'tam istihdam, sosyal
güvenlik, gelirin yeniden bölüşümü ve ortak dayanışma' politikası birçok
Batılı ülke tarafından ekonomik büyümenin sonuna bir ilaç olması amacıyla
kullanılmıştır. Devlet müdahalesinin biçimi ve derecesi her ne kadar tam da
Keynes'in önerdiği gibi olmasa da, bu İngiliz iktisatçının politikaları önceki
yönelimleri cesaretlendiren bir işlev gördü. Değişen derecelerde, savaş sonrasında
İngiltere, İsveç, Birleşik Devletler, Fransa, İtalya gibi ülkeler 'ekstra büyük
büyüme hızları sağlamak ve geçmişte başardıklarını sağlama almak için
ekonomik planlamaya yöneldiler' (47). Ötesi bu müdahaleler sadece sosyal ve ekonomik
eşitsizliklerden muzdarip sol kanat partilerinden değil sağdaki ve merkezdeki
partilerin 'hükümet müdahalesinin büyük ölçüde genişleme prensibini
savunmalarıyla sanayici, banker ve entellektüellerden büyük destek gördüler' (48).
Van der Wee ekonomideki devlet müdahalesine doğru eğilimin kendi zıttına
dönüştüğünü ayrıca gözler. Keynesyen kuram 'optimal olarak ölçeklendirilmiş
firmalar' ve 'rekabetçi bir piyasayı' kabul eder (49). Ancak, Batı'da karma ekonomiler
geliştikçe, çokuluslu şirketlerin büyümesi (ve tekelleşme sonucunda rekabetin
azalmasıyla bu varsayımlara ilişkin şüpheleri artmıştır. Şu anda geçerli olan
ekonomik şartlar Keynes'in tanımladığı dönemin özgün şartlarından temelli
farklıdır. 1974-75 ekonomik krizinden sonra 'planlama ve merkezi planlamaya olan
bağlılık sona ermiş, birçok hükümet ortodoks monetarist politikalara geri
dönmüştür (50). Bu karşı atağın tekrar dirilmesinin derinlere inen diğer
sebeplerini açıklarken Van der Wee dünyadaki artan eleştirileri bu sebeplerden biri
olarak ele alır-Frankfurt Okulu'nu da refah devleti eleştirmenlerinin arasına katarak.
Adorno ve meslektaşları teknik uygarlığın Sosyalist toplumlarda doğuracağı
beklenen Ütopya'nın gerçekte karma ekonomilerin savaş sonrasında refah devleti olarak
gelişmeleriyle bu ülkelerce başarıldığına inanıyordu. Bu teknik refah uygarlığı
hiç ya da çok az özgürleştirici potansiyele sahip olmasının yanında aslında
tatmin etmekten çok yabancılaşmayı körüklüyordu. Ötesi emekçi sınıfı tümüyle
kendi değer sistemine entegre edip devrimin geleneksel toplumsal tabanını ortadan
kaldırdı. Son olarak bürokratik devlet aygıtı ve büyük işletmeler arasında
işbirliği yoluyla gücünü kurabileceği ve sürdürebileceği eğitimli bir elit
sınıf yarattı.
Teknoloji ve Ütopya:
Van der Wee'nin Eleştirel Teori'yi ele alışı çeşitli açılardan
değerlendirilebilir. Bu tabi ki eleştirel teorisyenlerin sadece 'teknik' uygarlıkla
ütopyanın gerçekleştirilebileceği inancına ilişkin bir durum değildir. Daha da
ötesi Van der Wee'nin onların eleştirilerine atfettiği etki hayli şüphelidir - bu
eleştirinin gerçekten ortodoks monetarizme dönüşün altında yatan en 'derin' sebep
olup olmaması? Van der Wee eleştirel teorisyenlerin refah devleti hakkında önemli
kuşkuları bulunduğunu işaret ederken tabi ki haklıdır. Ancak, bu teorisyenlerin
eleştirilerinin diyalektik olarak değiştiğine dikkat edememiştir. Bu hata Adorno' nun
çalışmaları bağlamında özellikle belirgindir. 'Geç Kapitalizm ya da Endüstri
Toplumu?' adlı makalesinde Adorno : 'Dünyanın en sanayileşmiş bölgelerinde
yoksulluğun en kaba biçimde ortaya çıkamasını önlemek -en azından Keynes'e rağmen
yeni bir ekonomik bunalım çıkmadığı sürece- mümkündür' diye yazar. Adorno
ayrıca hayli bürokratize olmuş Keynezyen anlamdaki refah devletinin vatandaşları
üzerinde 'daha fazla bütünleşmeye' çağıran bir söylem ortaya çıkardığını
ekler (52). Nazi Almanya'sı ve Sovyetler Birliği'deki gelişmelerin ışığında Adorno
anlaşılır şekilde ekonomi üzerindeki devlet kontrolüne eleştirel yaklaşır.
Böylesi bir kontrol 'toplumsal düzendeki totaliter yönelimlerin güçlenmesini
gerektirir ve bu piyasa ekonomisinin hayatlarımıza tümden girmesinin siyasi eşitidir
(53). Ötesi, bu kontrol büyüdükçe, bireyler ihtiyaçlarının tatmininde özellikle
belirsiz ve krize doğru giden ekonomik eğilimlerden korunma amacıyla devlet
kuruluşlarına daha da bağımlı hale gelir. Nazi Almanya'sı hakkında yazarken Neumann
bireylerin siyasal baskıya bu ölçüde başeğmesinin sebeplerini önceden beri varolan
ekonomik ve politik faktörler olduğunu açıklar: 'Kitle insanlarını (mass-men)
Nasyonel Sosyalizm yaratmadı. İnsanların (men) kitle insanlarına dönüşmesi modern
sanayi kapitalizmi ve sanayi demokrasisinin bir sonucudur'. Tekelci sermaye ve kitle
demokrasisi 'insan hayatını doğumundan ölümüne değin kontrol eden yarı otoriter
kurumlar ağına hapseder' ve 'külürü propogandaya ve satılabilir metalara'
dönüştürür (54).
Benzer ekonomik ve politik şartlar refah devletine karşı bu boyun eğişi diğer Batı
ülkeleri için de açıklar. Eğer ki vatandaşlar kendilerini, otonomilerini ve insani
itibarlarını kendilerinden sık sık çalan refah devletinin pasif müşterileri olarak
görüyorlarsa Adorno'ya göre bu tepki 'baştan sona kadar içinde yaşadıkları
şartların bir sonucudur' (55). Adorno için önceden varolan ekonomik şartlar (özelde,
sermayenin tekelleşmesi ve merkezileşmesi ve değiş-tokuş prensibinin önceleri tepki
çekerken hayatın çeşitli alanlarına işlemesi) Batı'lı ülkelerde bireysel
tepkileri belirleyen faktörlerdi. Ek olarak, refah devletinin ortaya çıkışını
önceleyen demokratik devletlerin bürokratik kurumlaşması siyasi baskıya verilen
cevapları, tavırları ve devlete olan bağımlılığı güçlendiren bir rol
oynamıştır. Gerçekten özgür bir toplum siyasi ve ekonomik yönetimden
vazgeçmeksizin varolamayacakken, kitle toplumlarında 'yönetimler yönetimleri altında
tuttukları nesnelerden ayrılmayı ne isterler ne de toplumun daha çok kendine yeterli
olmasına müsade eder, araçlar üzerindeki kontrollerini meşrulaştırırlar' (56).
Bir defa daha, işte bu Adorno'yu refah devletini eleştirmeye sevkeden totalirizmin
potansiyel tehdididir. Sovyetler Birliği'nde 'daha çabuk ekonomik büyüme isteği
diktatöryel ve sert bir yönetim bırakmıştır' (57). Ve tabi ki Hitler'in ekonomik
'başarılarına' karşın, ekonomi üzerindeki kontrolüne vatandaşları üzerinde artan
fiziksel ve psikolojik kontrol eşlik etmiştir. Sonu belli olmayan, nüfusun büyük
çoğunluğunun ihtiyaçları ve çıkarlarlarını gözardı eden ekonomik büyüme
amacına son derece mantıksız araçlarla ulaşılmıştır; totaliter diktatörlükle.
Daha az totaliter toplumlarda, toplumsal baskıya yönelimin işaret ettiği yine nesnel
irrasyonelliktir (58). Piyasa ekonomisinin çok yakından bilinen eksiklikleri sadece
ekonomi değil vatandaşlar üzerindeki devlet kontrolünün de artmasını
meşrulaştırmıştır. Bu kontrol kültür endüstrisi tarafından çekinmeden
güçlendirilmiştir: 'Kitleleri hizaya sokan merkezi kontrolün metodları ekonomik
olanın yanında teknolojik boyutu da, örneğin -kitle medyasının temsil ettiği-
içine alan bir yoğunlaşmayı ve merkezileşmeyi gerektirir ki bu teknolojik olarak
haberlerin ve haber yorumlarının seçiminden sunumuna kadar bir merkezden sınırsız
sayıdaki insanın inançlarını ve davranışlarını kontrol ve koordine
[gleichschalten] edebilsin (59).
Marx'ın ekonomiyi tarihsel gelişimlerin motoru olarak gördüğü fikrini savunmaya
devam etse de Adorno, totaliter olmayan ülkelerdeki siyasal baskıyı görmemezlikten
gelmez. Birey üzerindeki devlet kontrolüne ilişkin kısa ve çoğunlukla dolaylı
eleştirileri kapitalizmin şeyleştirici etkilerinin eleştirisine eklemlenir.
'Sınıflar Kuramı üzerine Gözlemler' de geç kapitalizm altında işçilerin çoğunun
hayat standardının yükseldiğinin hakkını veren Adorno, aynı zamanda ekonomik
baskının ve sömürünün eski biçimlerinin 'kanlı insansızlaştırma'nın (bloody
dehumanisation) sona erdiğine inanır. Bu insansızlaştırmanın sonunun geldiği
doğruysa 'evine gece yarısı sarhoş gelip ailesini döven işçi figürü
seyrekleşiyorsa da şimdi daha korkutucu olan gerçek sosyal işçi haline gelen kocanın
karısına karısının kendinin ona danıştığından daha fazla danışması durumudur
(60).
Refah devletinin yönetim aygıtı ekonomik sömürünün bıraktığı yerden alarak
insansızlaştırmanın çeşitli biçimlerini örtük olarak destekler.
İnsansızlaştırmanın en son biçimi ekonomik ve siyasi güçsüzleştirmede
manifestolaşır. Batı'da yoksulluğun altedildiği 'dolayısıyla sistem fırlatılıp
atılamaz' şeklinde tartışsa da Adorno yoksullaşma (impoverishment) kuramının bu
güçsüzleşme ile doğrulandığını vurgular: proletarya ve burjuvazi neredeyse
tamamen 'sistem' tarafından baskı altına alınmıştır (61). Yeni kitle toplumu
içinde bireyler tekellerin ve devletinin içinde basit birer yönetim nesnesi' haline
gelmiştir (62). Refah devletinin vücuda gelmesine sebep olan bu sosyo-ekonomik
şartların bir ölçüde sonucu, ortaya çıkan standartları, stereotipleri ve
davranış kalıplarını kabul etmekten başka kendilerine çok az seçim hakkı tanıyan
sisteme karşı etkilerini kaybeden bireylerdir ki 'eksper görüşleri'nin emirlerine
uymaktan başka çaresi yoktur. 'Kültür ve Yönetim'de Adorno, bireylerin 'bilinçli
kararlar almadan' çok 'önceden tasarlanmış, kurulmuş ne varsa onlara kendilerini
teslim etmelerinin' sözkonusu olduğunu yazar. Spontanlık azalır çünkü 'toptan
planlama bireylerin tepkileri üzerinde kontrolü alır, dolayısıyla tepkileri
belirlemeye başlayıp bir illüzyon seviyesine indirir, bütünselliğin
özgürleşmesine sebep olacak güçlere müsamaha etmez' (63). 'Birey (Individuum) ve
Organizasyon' adlı bir başka makalede, Adorno genel itibariyle (ister refah devletinde
ister endüstri) bürokratik yapılanmayı hedef alır kendine. Özel hayata dolaylı ya
da dolaysız yollardan sızarken, böylesi bir yapılanma 'toplumda önemli bir bileşen
olan insanları basit atomlara dönüştürürken her zaman daha az özgürlüğe,
spontanlığa müsaade etmekle' insanları radikal bir biçimde tehdit eder (64). Adorno
'çarkın dişlisi' tabirini 'tümüyle kontrol edilen dünya'daki bireyleri tanımlarken
sık sık kullanır.
Sivil Toplum Sorusu
Refah devletinin yönetim aygıtının yıkıcı etkilerine ilişkin yapılan bu vurgulara
rağmen, Adorno'nun refah devleti eleştirisi bir taslaktan öteye gitmediği gibi
içerdiği herzaman doğrulanamayan genelleştirmeler argümanlarının gücünü zaman
zaman sınırlar. Umulur ki refah devletinin daha yeni sol eleştirileri Adorno'nun
analizlerinden birşeyler öğrenmenin yanında onu geçsin. Pollock gibi Adorno da
kapitalist ekonomik sistemin sermaye yatırımı ve hareketliliğinin dayanışmacı ve
kollektif yapılanmasını yasa yoluyla yaratmaktan, borsa gibi piyasa mekanizmasının,
finansal kurumların ve araçların, kanun ve mahkeme kararlarının yasal biçimlerini
oluşturmaya, işçilerin sendikalaşmasını sınırlamaktan polis ve ordu zoruyla
zenginlerin ve işletmelerin mülklerini savunma şeklinde ortaya çıkan devlete
yaslanmışlık gerçeğini azımsamıştır (65). Ötesi, Batı'lı devletlerdeki yeni
kitle sınıfına ilişkin önemli analizlerine rağmen Adorno ortaya çıkan sınıf
temelli olmayan çelişki alanlarını belirlemeyi başaramamıştır (bu çelişkiler
protagonistlerinin kabul etmeye hazır olduklarından çok sınıfa ait olmasına
rağmen). Bu çelişki alanlarının 'sivil toplum' içinden doğduğu söylenir.
'Kapitalizm ya da Endüstri Toplumu?' da Hegel'e yaptığı kısa atfın dışında Adorno
sivil toplumun içinde yer alan piyasa dışı ve hükümet dışı kurum ve birliklere
gereken önemi vermez. Sivil toplum her ne kadar totaliter diktatörlük altında 'yok
oluşun sınırlarında' olursa olsun bu Batı Devletleri'nde tam olarak karşılaşılan
bir durum değildir. John Keane'nin yazdığı gibi 'temsili demokratik mekanizmaların
devamlılığı, yasal olarak kurulmuş bağımsız birliklerin ve hareketlerin güvenilir
olanakları ve kapitalistle devlet bürokrasisi arasında devam eden gerilimler - diğer
faktörlerin arasında - bu sistemlerin Sovyet - tipi karşılıklarına dönüşmesine
izin vermez.(66). Batılı Devletler'in tamamen totaliter eğilimler karşısında
ezilmediğini görse de Adorno yine de ortaya çıkan ekonomik ve siyasi şartlar
karşısında radikal bir çıkıştan çok şüphelidir (Adorno'nun yeni toplumsal
hareketleri radikal olarak tanımlayacağı da şüphe doludur). Bazı çağdaş
yazarların Batı'nın sivil toplumunda bulunduğunu yazdığı demokratik potansiyeli
küçümsemiş görünmektedir. Gerçekten, kültür endüstrisi Adorno'nun en büyük
korkularını sık sık doğruluyor: Toplumsal entegrasyon yönetilen dünyanın genele
yayılmasına direnişin olanaklarını imha edecek şekilde güçlenmektedir.
Bir kere daha Adorno'ya göre Batı'daki karşı çıkışın potansiyellerini
törpüleyen siyasal sistem değil değiş - tokuş prensibinin baskınlığıdır.
Adorno'nun görüşlerine karşı çıkarken, o halde, resmi demokratik siyasi kurumların
varlığının ya da resmi olarak kurulmuş piyasa dışı, hükümet dışı kurum ve
birliklerin olanaklarını işaret etmek yeterli değildir. Adorno Batı'daki bireylerin
değiş - tokuş prensibi söylemi içinde yuvarlandığına inanırken ortaya konulması
gereken ya Adorno'nun ekonomik faktörlerin önceliği ve birey üzerindeki etkileri
konusunda hatalı olduğunu ya da iktisadi olarak üretilmiş 'söylemin' Adorno'nun iddia
ettiğinden daha sınırlı etkiye sahip olduğunu göstermektir. Adorno Keane ile
karakter olarak Batı'daki siyasal sistemlerin tamamen totaliter olmadığı konusunda
hemfikirken Keane'nin 'mal formunun içini boşaltan' ve böylece ' sivil toplumdaki
tutunakları zayıflatan' (67) refah devleti görüşü Batı'daki vatandaşların
yaşamlarının aslan payının ekonomik sisteme dolaylı ya da dolaysız hizmet edecek
şekilde üretim ve tüketim aktivitelerinde harcandığı gerçeği altında birtakım
sorulara muhattap kalacaktır.
Keane yine refah devletinin üretim araçları sahiplerinin çıkarlarıyla oldukça
uyumlu ekonomik fonsiyonları yerine getirmek üzere geliştiğini gördüğünü
başaramaz ve ekonominin öncelikliğini savunan Adorno'nun görüşlerini bugünlerde
genel olarak reddeden Jürgen Habermas'ın tersine, Keane refah devleti tarafından resmen
garanti altına alınan vatandaşlar arası eşitliğin bedelinin 'otonomi pahasına'
olduğu gerçeğini hesaba katmamıştır (68).
Nazi Almanya'sı gerçeğini bir an unutmadan, Batı'daki diğer ülkelerdeki totaliter
yönelimlere uyanık bir halde Adorno Batı'lı devletlerin farklı fikir ve
dönüştürücü eylemlere açık kapı bırakacağına diğer çağdaş yazarlardan daha
az inanmıştır. Ötesi Adorno'nun gözlediği siyasal baskıya doğru yönelişler hem
resmi demokrasinin hem de bütün bireylerin çıkarlarını ve ihtiyaçlarını tatmin
eden daha katılımcı hükümet biçimlerinin gelişmesini engelleyebilir. (En azından
elini ayağını bağlayabilir) Horkheimer'a Pollock'ın devlet kapitalizmi tezi üzerine
yazdığı özel notlarında Adorno 'bürokratik hiyerarşiyi cehennem' olarak tasvir eden
Kafka'nın aksine Pollock'ın cehennemi 'bürokratik hiyerarşiye' dönüştürmeyi
başardığını yazar (69). Adorno'nun dağılmış refah devleti eleştirileri
Pollock'ın cehennemden hiyerarşiye dönüşme tezinin daha da nüanslaşmış bir
versiyonu olarak destekler görünürken Adorno'nun çalışmalarında önemli yer tutan
öğe refah devletini ortaya çıkaran ekonomik şartlardır. Adorno'ya göre refah
devleti yönetiminin ve kontrolünün Charybdis'i geç kapitalizm altında 'şeyleşme' ve
'kitleleşme' nin Scylla'sı tarafından gölgede bırakılmıştır. Siyasal girdaptan
kurtulmanın yolu ekonomik canavarı altetmekten geçiyor.
Çev: Ahmet Atıl Aşıcı
Kaynaklar:
Friedrich Pollock, "State Capitalism: Its Possibilities and Limitations"
Franz Neumann, "Behemot: The Structure and Practice of National Socialis,
1933-1944"
Helmut Dubiel, " Theory and Politics: Studies in the Development of Critical
Theory"
William E. Schuerman, "Between the Norm and Exception"
Douglas Kellner, "Critical Theory, Marxism and Modernity"
Theodor W. Adorno, Max Horkheimer, "Dialectic of Enlightment"
Theodor W. Adorno, "Reflexionen zur Klassentheorie"
Theodor W. Adorno, "Society"
Theodor W. Adorno, "Late Capitalim or Industrial Society?"
Theodor W. Adorno, "Individuum und Organisation"
Theodor W. Adorno, "Culture and Administration"
Jürgen Habermas, "Between Facts and Norms; contributions to the Discourse Theory of
Law and Democracy"
Rolf Wiggerhaus, "The Frankfurt School: Its History, Theories and Political
Significance"
G. W. F. Hegel, "Philosophy of Rights"
Christopher Lowe, "The Left and Limited Government"
Herman van der Wee, "Prosperity and Upheaval"