!ktphane.gif (4763 bytes)

25. Sayı

Göz

Rahmi Batur

Neredeyiz, Hasankeyf'i geçtik mi acaba?
Başımı çevirip dışarıya bakmam lazım, çevirmesem de olur aslında; gözbebeklerimi şöyle bir sola kırsam yeter, ama olmuyor.
Yapamıyorum...
Minibüs hareket ettikten hemen sonraydı; dikiz aynasına ilişen gözlerim o zamandan bu yana oraya tutsak... Yitirebilirim endişesiyle, gözlerimi dikiz aynasını kaplayan o büyülü bir çift gözden ayıramıyorum.
Şöförün hemen ardındaki üçlü koltuğun ortasında oturuyor olmalı...
Evet, orada oturuyor...
Acaba onun gördüğü de, sadece bir çift göz mü? Yok, değil. onun arkasındaki koltukta, cam kenarında oturduğumdan, ayna ile aramızdaki mesafe uzuyor...
Ne aptallık, sırası mı, bunu düşünmenin?..
Yanımda, tam onun arkasında oturan arkadaşım, beni uyarıyor:
-Ne diyorsun, telefonu alır almaz yola çıkmakla iyi mi ettik? Bizi tuzağa çekiyor...
Gırtlağıma kadar yükselen acı bir öfkeyi nasıl olduysa, bastırabiliyorum. Kızgın, ama çaresiz bir fısıltıyla sözünü kesiyorum:
-Sakın arabadan inene kadar bana soru sorma!
Bu "nedensiz" kızgınlığıma şaşırdı mı bilmiyorum ama, sustu...
Tam o sırada kadife gibi yumuşak, o siyah, büyülü gözler tarifsiz bir arzuyla ağır ağır kapanırken, benim gözlerim de adeta kendiliğinden, onlara eşlik ettiler ve ben uzanıp kapanmadan önce o göz kapaklarının ardında yitip gittim... Yoksa o mu beni çekip aldı?
Aradan ne kadar zaman geçti bilmiyorum, göz kapaklarımı yavaşça araladığımda, şaşkınlık içinde onun da aynı hareketi, aynı yavaşlıkla yaptığını gördüm...
Bir değil, yolculuk boyunca birkaç defa aynı şey, aynı biçimde tekrarlandı, durdu: Sabit bir noktada kilitlenen gözlerim yorulduğunda, göz bebeklerimi sağasola oynatarak bu yorgunluğu dağıtmadığımdan, bir süre sonra ağırlaşan göz kapaklarım karşı koyamayacağım bir biçimde kendiliğinden kapanırken, onun gözleri de aynı biçimde kapanıyor ve göz kapaklarımı aralamaya başladığımda, onun da aynı şeyi, aynı zamanda yaptığını görmekten hem büyük bir şaşkınlık hem de tarifsiz bir zevk alıyorudum... Ya da tam tersi oluyor: Onun ağır ağır kapanan gözlerine, kendiliğinden eşlik eden göz kapaklarına hükmedemeyen ben oluyordum! Hatta, öncelik, sonralık var mıydı, bilmiyorum...
İçine düştüğüm şaşkınlığın farkına varıp alay mı ediyor, yoksa kendisi de aynı şaşkınlığı yaşadığından mıdır bilinmez; göz kapakları aralandıktan hemen sonra, göz bebeklerinin o yumuşak kıvrımları gevşedi ve gözlerinde masum, çekici ve sonsuz arzulu bir gülümseme belirdi... Hemen sonra, bu gülümsemeye de aynı anda karşılık verdiğimi fark edince, şaşkınlığım büsbütün artıyor...
-Şu mağaraları her gördüğümde, şaşar kalırım... Bunları kim, hangi dönemde, nasıl, neyle yapmış acaba?
Başlarım şimdi sana da mağaralarına da! Sırası mı? Kim, ne zaman, nasıl, neyle yapmış!?. Bana ne ulan! Sana ne!.. Şaşıyormuş!
Dönüp bağıramazdım; fark ettirmemeye çalışarak (fark eden oldu mu bilmiyorum ya... etrafa baktığım mı var?) hiçbir şey söylemeden "Sus ulan, sus!" der gibi, böğrüne iki dirsek vurdum!..
Aynadaki gözlerde sessiz kahkahalar...
Allahtan ve bir de aynadan ötürü her şey dolaylı oluyordu, hiç kimse olup bitenin farkında değildi... Olup biten neydi?!.
-Neyin var, hasta mısın?..
-Evet, midem bulanıyor, kusmak üzereyim, beni rahat bırak! Konuşma!..
-Şoförde poşet vardır, istesem...
!..
- Hayır, gerek yok! Sus, beni konuşturma yeter!..
- Peki, tamam...
Sustu ama, yarasına kurt düşmüş gibi; suskunluğunu sürdüremiyordu...
Mağaralar... Demek ki, Hasankeyf'i geride bıraktık.
Bir süre sonra, uzun bir yokuşu (Gercüş'ten hemen sonra başlayan yokuş olmalı) çıktığımız bir sırada, kolumdan çekiştirip "Bak şu aşağıdaki, ta şu gölün ötesindeki köy Hasarê'dir, Cegerxwin'in köyü..." dedi.
.......
Karşılık almayınca lafı değiştirdi; başka şeylerden sözetmeye başladı. Yolun bundan sonrasında bütün gayretimize rağmen, ne o beni konuşturabildi ne de ben, onu susturmayı başardım...
Gözlerim Midyat'a kadar aynaya tutsak kaldı... Bu da, kurduğumuz o "ayıp" düşlerin bir saatten fazla sürdüğünü gösteriyordu. Ne, düş mü?!.
O, bizden önce indi. İnerken, bir an için profilini gördüm. Onun inmesini beklerken, araya başkaları da girdiğinden, biz en sona kaldık.
İndiğimizde, birkaç metre ötede yaşlı bir adam ve iki kadınla birlikte bekliyordu. Yaşlı adam, birilerini beklemenin sabırsızlığıylla sağa-sola bakarken, o sırtını telefon direğine vermiş, onlarla bir ilgisi yokmuş gibi, onlara karşı kayıtsız görünürken, minibüs tarafına bakıyordu. Diğer iki kadın, aralarında el-kol işaretleri eşliğinde konuşuyorlardı.
İndiğimizi görünce yüzüne belli belirsiz utangaç bir gülümseme yayıldı.
Yüzü hafif çilliydi. Çirkin değildi, ama hiçbir özelliği de yoktu. Gözleri bile yüzünün tümünde özel bir anlam ifade etmiyordu...Alelade bir çift siyah göz...
Tepem attı!..
Hiçbir mantıklı açıklaması olmasa da, kendimi aldatılmış, kandırılmış gibi hissettim!
Kızgınlığımı gizlemeye çalışmadım!
Yüzümdeki ifadeyi görünce, yüzü gölgelendi ve sanki bir suç işlemiş gibi de, usulca başını eğdi...Bu hali, bana tuhaf, sadistçe bir keyif verdi! O keyifle elimi arkadaşımın omuzuna koyup "Gel önce yemek yiyelim, sonra adamımızın yanına gideriz..."dedim.
-Sen demin "midem bulanıyor" demiyor muydun?..
-Boşver...Gel, sen!
***
Kötü bir lokantada kötü bir yemek yedikten sonra, bize telefonla tarif edilmiş dükkana gittik. Dükkanın önündeki dut ağacının gölgesinde çay içen üç adamın yüzündeki keder, caddenin karşı tarafından bile farkediliyordu...Bizi görünce ayağa kalktılar. Daha biz selam vermeden, kim olduğumuzu söylemeden, dükkan sahibi ve bizi telefonla arayan kişi olduğu sonradan anlaşılan, saçlarına erken kır düşmüş gibi olanı "Sizi bekliyorduk" dedi ve ağzımızı açmamıza fırsat vermeden, yanındaki kavruk yüzlü, gençten birisine 'Git arabayı getir!" komutunu verdi.
Soru sormalı, neler olup bittiğini ya da olup da henüz bitmemiş olanı öğrenmeliydik ama, onların o ağır suskunluğu, bizi de kuşattı...
İki dakika geçmeden beyaz bir Renault gelip dükkanın kapısında durdu. Biz arabaya binerken, tekrar dile gelen dükkan sahibi "Dönüşte uğrayın. Bir çayımı içmeden gitmeyin"dedi.
Midyat'ı ardımızda bırakıp, Dargeçit'e doğru hızla yol alırken, suskunluğumuz sürüyordu. Otomobilin dikiz aynasına bakınca aklıma minibüsteki kızın gözleri geldi. Tam o sırada karşıdan dört araçlık özel tim konvoyu gelince, Şoför arabanın hızını düşürüp, homurdandı:
"Bunların sağı solu belli olmaz!..."
Yanımızdan geçtiklerinde, özel timlerin ikisi, elleriyle o malum "soylu" hayvanın işaretini yaptı...
Az sonra vardığımız köyün kabristanında üç taze mezar vardı. Çok derinlerden gelen kadınların acı ağıtları, zehirli bıçaklar gibi insanın yüreğine işliyordu...İkisi kardeş, diğeri amcaları bir aileden üç kişiyi öldürmüşlerdi. Cesetler gömülmüştü. Ölüleri yıkamak için ısıtılan suyun ateşi, hala tütüyordu ve içinde su ısıtılan büyük, kara bakır kazanlar ortalıkta duruyordu...Ağıt sesleri, biraz yukarıdaki kayalıkların üzerinde inşa edilmiş, küçük bir kaleyi andıran, duvar taşları kocaman bir evden geliyordu. Bizi oraya götürdüler.
Öldürülen iki kardeşten biri, yıllık iznini kullanmak için Almanya'dan gelmiş bir işçiydi. Ağlamaktan sesi kısılmış, duyulmaz olmuş, bir tek, o da çok zor anlaşılabilen "Ax lawo!" diyerek, takatsiz kalmış ellerini güçlükle kaldırıp dizlerine vuran, kınalı saçları darmadağınık olmuş annelerinin yanına çöktük. Yüzü kurumuş koyu kahve kan lekeleriyle kaplanmıştı. Elleri de öyle...
Her iki oğlu da, üçer çocuk babasıydı.
Bir süre, boş gözlerle bize baktıktan sonra, gazeteci olduğumuzu anlamış olacak ki, ağzını kulağıma yaklaştırıp, çok zor anlaşılan o bitmiş sesiyle "Yazın kurban olduklarım!..Yazın, herkes duysun!..Yazın bu zulmü herkes bilsin!.." diyor. Biraz ötede birkaç kadın, boğazlanmış gibi acı hırıltılar çıkararak, kafasını duvara vurmaya çalışan genç bir kızı tutmaya, sakinleştirmeye çalışıyorlardı. Genç kızın ak yazması ve kırmızı güllü fistanı da kurumuş kan lekeleriyle "kirlenmiş"ti....
Gecenin bir vaktinde seslere uyanmış, kapıya çıkmış ki, karanlıkta iki kişi...Birşey demesine fırsat vermeden, onu yakalayıp, ağzına silahın namlusunu sokuyorlar ve o sırada damdan birisinin "Yüzükoyun yatın! Sakın ses çıkarmayın!" diye bağırdığını duyunca, aklına damda yatan iki oğlu geliyor, boş bir çabayla kurtulmaya çalışıyor...Onun gibi seslere uyanıp diğer kapıdan dışarı çıkan ellibeş yaşındaki kaynı da, yabancılara "Kimsiniz!?" diyor ama, "burda ne arıyorsunuz?" demeye fırsat kalmadan, yabancılardan biri, onu yakalayıp, sırtını bahçe kapısına dayıyor ve tetiğe asılıyor...Aşağıdaki silah seslerinin hemen ardından, yukarıda, damda da birisinin "Hadi ulan, o çok güvendiğiniz eşkiyalarınız gelsin de sizi kurtarsın bakalım!.." sesine, silah takırtıları eşlik ediyor...
Zafer naraları eşliğinde birkaç saniye süren silah takırtılarından sonra, damdan üç kişi inip, aşağıda onları bekleyen diğer iki kişiyle birlikte, içinden çıkıp geldikleri gecenin karanlığına karışmış, yitip gitmişler...
Öldürülen iki kardeşin en küçük kardeşleriyle birlikte dışarı çıkıp, duvar dibinde çömelmiş bekleyen köylülerin yanına gittik. Öldürülenlerin kardeşine bir soru sorduğumda, köylülerden biri "Kim, neden diye sorma! Herşey ortada!...Bize, gidin diyorlar!..Ama nereye?!Hiçbir yere gitmiyoruz! Bizi bu topraklardan sökmeye, kimsenin gücü yetmeyecek!Zaten gidecek yerimiz de yok ki!.." diyor, kızgın bir sesle.
O sözünü bitirince, avurtları çökmüş, bıçakla kazılmış gibi yüzü derin çizgilerle nakışlanmış, gözleri de derine kaçmış yaşlı biri, kendi kendine konuşuyormuş gibi, bastonuyla ayağının dibindeki küçük taşlarla oynarken, kimsenin yüzüne bakmadan "Zulüm bu..."diyor, "Bu zulümdür...Biz çok zulüm gördük...Çok kan gördük, çok katledildik!..Ama küfrün sonu olur, zulmün sonu olmaz..."
***
Arkadaşım, işe yeni alınmış stajyer muhabirdi. Bir ay boyunca bu olayı, köyde gördüklerini anlattı durdu...Üstelik orada, onunla birlikte değilmişim gibi, bana da anlatıyordu...Ve sonra bir gün, sessiz sedasız ortadan kayboldu...Ona ne oldu, nereye gitti, haber alamadık; ta ki bir yıl sonra, bir haber için oraya, onların yanına gidene kadar...Onu o elbiselerin içinde, öyle silahlı ve yüzü kavrulmuş, daha bir esmerleşmiş görünce zor tanıdım.
Beni gördüğünde, söylediği ilk şey"Bir daha o köye hiç gittin mi?" sorusu oldu.
Diğer köylerle birlikte, o köyü de boşaltmışlardı.
Yine öyle bir yaz gecesinde, sabah ezanına yakın bir vakitte, gelip köyü yakmışlardı...Ve iki köylüyü de...
Köyün yakıldığı günü hiç unutmam, unutmam mümkün mü? Bir yıl önce ölüm acısının verdiği öfkeyle "Burayı terketmeyeceğiz!" diyen köylü, birkaç kişiyle birlikte elinden tuttuğu beş-altı yaşlarında, yeşil gözlü güzel bir çocukla çıkıp gelmişti. Öfkesi derine gitmiş, umutsuzluğa karışıp karanlık, suskun bir kine dönmüştü...
Köy yakıcıları, onun av tüfeğini görünce, içlerinden biri eğlenmek istemiş; onlara farkettirmeden, bir fişeğin güllesini çıkarıp namluya sürmüş ve evini yakan ateşin aydınlığında, namluyu küçük oğlunun yüzüne doğrultup, çocuğun korkusunu, kendisinin de acısını ağırlaştırmak için, bir süre bekledikten sonra, gülerek tetiğe basmış...
Babası olup bitenleri anlatırken, oturduğu yerden üzerinden atamadığı o dehşet ve korkuyla bakan çocuğun gözlerine bakamıyordum. Namlunun kustuğu barutla yanan yüzünün derisi soyulmuş, çıplak, hafif pembe etleri, büroyu aydınlatan lambanın altında parlıyordu...Gözlerindeki yeşil kedere kan karışmıştı...

İçindekilere geri dön