25. Sayı
Neredeyiz, Hasankeyf'i geçtik mi acaba?
Başımı çevirip dışarıya bakmam lazım, çevirmesem de olur aslında;
gözbebeklerimi şöyle bir sola kırsam yeter, ama olmuyor.
Yapamıyorum...
Minibüs hareket ettikten hemen sonraydı; dikiz aynasına ilişen gözlerim o zamandan bu
yana oraya tutsak... Yitirebilirim endişesiyle, gözlerimi dikiz aynasını kaplayan o
büyülü bir çift gözden ayıramıyorum.
Şöförün hemen ardındaki üçlü koltuğun ortasında oturuyor olmalı...
Evet, orada oturuyor...
Acaba onun gördüğü de, sadece bir çift göz mü? Yok, değil. onun arkasındaki
koltukta, cam kenarında oturduğumdan, ayna ile aramızdaki mesafe uzuyor...
Ne aptallık, sırası mı, bunu düşünmenin?..
Yanımda, tam onun arkasında oturan arkadaşım, beni uyarıyor:
-Ne diyorsun, telefonu alır almaz yola çıkmakla iyi mi ettik? Bizi tuzağa çekiyor...
Gırtlağıma kadar yükselen acı bir öfkeyi nasıl olduysa, bastırabiliyorum.
Kızgın, ama çaresiz bir fısıltıyla sözünü kesiyorum:
-Sakın arabadan inene kadar bana soru sorma!
Bu "nedensiz" kızgınlığıma şaşırdı mı bilmiyorum ama, sustu...
Tam o sırada kadife gibi yumuşak, o siyah, büyülü gözler tarifsiz bir arzuyla ağır
ağır kapanırken, benim gözlerim de adeta kendiliğinden, onlara eşlik ettiler ve ben
uzanıp kapanmadan önce o göz kapaklarının ardında yitip gittim... Yoksa o mu beni
çekip aldı?
Aradan ne kadar zaman geçti bilmiyorum, göz kapaklarımı yavaşça araladığımda,
şaşkınlık içinde onun da aynı hareketi, aynı yavaşlıkla yaptığını gördüm...
Bir değil, yolculuk boyunca birkaç defa aynı şey, aynı biçimde tekrarlandı, durdu:
Sabit bir noktada kilitlenen gözlerim yorulduğunda, göz bebeklerimi sağasola oynatarak
bu yorgunluğu dağıtmadığımdan, bir süre sonra ağırlaşan göz kapaklarım karşı
koyamayacağım bir biçimde kendiliğinden kapanırken, onun gözleri de aynı biçimde
kapanıyor ve göz kapaklarımı aralamaya başladığımda, onun da aynı şeyi, aynı
zamanda yaptığını görmekten hem büyük bir şaşkınlık hem de tarifsiz bir zevk
alıyorudum... Ya da tam tersi oluyor: Onun ağır ağır kapanan gözlerine,
kendiliğinden eşlik eden göz kapaklarına hükmedemeyen ben oluyordum! Hatta, öncelik,
sonralık var mıydı, bilmiyorum...
İçine düştüğüm şaşkınlığın farkına varıp alay mı ediyor, yoksa kendisi de
aynı şaşkınlığı yaşadığından mıdır bilinmez; göz kapakları aralandıktan
hemen sonra, göz bebeklerinin o yumuşak kıvrımları gevşedi ve gözlerinde masum,
çekici ve sonsuz arzulu bir gülümseme belirdi... Hemen sonra, bu gülümsemeye de aynı
anda karşılık verdiğimi fark edince, şaşkınlığım büsbütün artıyor...
-Şu mağaraları her gördüğümde, şaşar kalırım... Bunları kim, hangi dönemde,
nasıl, neyle yapmış acaba?
Başlarım şimdi sana da mağaralarına da! Sırası mı? Kim, ne zaman, nasıl, neyle
yapmış!?. Bana ne ulan! Sana ne!.. Şaşıyormuş!
Dönüp bağıramazdım; fark ettirmemeye çalışarak (fark eden oldu mu bilmiyorum ya...
etrafa baktığım mı var?) hiçbir şey söylemeden "Sus ulan, sus!" der gibi,
böğrüne iki dirsek vurdum!..
Aynadaki gözlerde sessiz kahkahalar...
Allahtan ve bir de aynadan ötürü her şey dolaylı oluyordu, hiç kimse olup bitenin
farkında değildi... Olup biten neydi?!.
-Neyin var, hasta mısın?..
-Evet, midem bulanıyor, kusmak üzereyim, beni rahat bırak! Konuşma!..
-Şoförde poşet vardır, istesem...
!..
- Hayır, gerek yok! Sus, beni konuşturma yeter!..
- Peki, tamam...
Sustu ama, yarasına kurt düşmüş gibi; suskunluğunu sürdüremiyordu...
Mağaralar... Demek ki, Hasankeyf'i geride bıraktık.
Bir süre sonra, uzun bir yokuşu (Gercüş'ten hemen sonra başlayan yokuş olmalı)
çıktığımız bir sırada, kolumdan çekiştirip "Bak şu aşağıdaki, ta şu
gölün ötesindeki köy Hasarê'dir, Cegerxwin'in köyü..." dedi.
.......
Karşılık almayınca lafı değiştirdi; başka şeylerden sözetmeye başladı. Yolun
bundan sonrasında bütün gayretimize rağmen, ne o beni konuşturabildi ne de ben, onu
susturmayı başardım...
Gözlerim Midyat'a kadar aynaya tutsak kaldı... Bu da, kurduğumuz o "ayıp"
düşlerin bir saatten fazla sürdüğünü gösteriyordu. Ne, düş mü?!.
O, bizden önce indi. İnerken, bir an için profilini gördüm. Onun inmesini beklerken,
araya başkaları da girdiğinden, biz en sona kaldık.
İndiğimizde, birkaç metre ötede yaşlı bir adam ve iki kadınla birlikte bekliyordu.
Yaşlı adam, birilerini beklemenin sabırsızlığıylla sağa-sola bakarken, o
sırtını telefon direğine vermiş, onlarla bir ilgisi yokmuş gibi, onlara karşı
kayıtsız görünürken, minibüs tarafına bakıyordu. Diğer iki kadın, aralarında
el-kol işaretleri eşliğinde konuşuyorlardı.
İndiğimizi görünce yüzüne belli belirsiz utangaç bir gülümseme yayıldı.
Yüzü hafif çilliydi. Çirkin değildi, ama hiçbir özelliği de yoktu. Gözleri bile
yüzünün tümünde özel bir anlam ifade etmiyordu...Alelade bir çift siyah göz...
Tepem attı!..
Hiçbir mantıklı açıklaması olmasa da, kendimi aldatılmış, kandırılmış gibi
hissettim!
Kızgınlığımı gizlemeye çalışmadım!
Yüzümdeki ifadeyi görünce, yüzü gölgelendi ve sanki bir suç işlemiş gibi de,
usulca başını eğdi...Bu hali, bana tuhaf, sadistçe bir keyif verdi! O keyifle elimi
arkadaşımın omuzuna koyup "Gel önce yemek yiyelim, sonra adamımızın yanına
gideriz..."dedim.
-Sen demin "midem bulanıyor" demiyor muydun?..
-Boşver...Gel, sen!
***
Kötü bir lokantada kötü bir yemek yedikten sonra, bize telefonla tarif edilmiş
dükkana gittik. Dükkanın önündeki dut ağacının gölgesinde çay içen üç adamın
yüzündeki keder, caddenin karşı tarafından bile farkediliyordu...Bizi görünce
ayağa kalktılar. Daha biz selam vermeden, kim olduğumuzu söylemeden, dükkan sahibi ve
bizi telefonla arayan kişi olduğu sonradan anlaşılan, saçlarına erken kır
düşmüş gibi olanı "Sizi bekliyorduk" dedi ve ağzımızı açmamıza
fırsat vermeden, yanındaki kavruk yüzlü, gençten birisine 'Git arabayı getir!"
komutunu verdi.
Soru sormalı, neler olup bittiğini ya da olup da henüz bitmemiş olanı öğrenmeliydik
ama, onların o ağır suskunluğu, bizi de kuşattı...
İki dakika geçmeden beyaz bir Renault gelip dükkanın kapısında durdu. Biz arabaya
binerken, tekrar dile gelen dükkan sahibi "Dönüşte uğrayın. Bir çayımı
içmeden gitmeyin"dedi.
Midyat'ı ardımızda bırakıp, Dargeçit'e doğru hızla yol alırken, suskunluğumuz
sürüyordu. Otomobilin dikiz aynasına bakınca aklıma minibüsteki kızın gözleri
geldi. Tam o sırada karşıdan dört araçlık özel tim konvoyu gelince, Şoför
arabanın hızını düşürüp, homurdandı:
"Bunların sağı solu belli olmaz!..."
Yanımızdan geçtiklerinde, özel timlerin ikisi, elleriyle o malum "soylu"
hayvanın işaretini yaptı...
Az sonra vardığımız köyün kabristanında üç taze mezar vardı. Çok derinlerden
gelen kadınların acı ağıtları, zehirli bıçaklar gibi insanın yüreğine
işliyordu...İkisi kardeş, diğeri amcaları bir aileden üç kişiyi öldürmüşlerdi.
Cesetler gömülmüştü. Ölüleri yıkamak için ısıtılan suyun ateşi, hala
tütüyordu ve içinde su ısıtılan büyük, kara bakır kazanlar ortalıkta
duruyordu...Ağıt sesleri, biraz yukarıdaki kayalıkların üzerinde inşa edilmiş,
küçük bir kaleyi andıran, duvar taşları kocaman bir evden geliyordu. Bizi oraya
götürdüler.
Öldürülen iki kardeşten biri, yıllık iznini kullanmak için Almanya'dan gelmiş bir
işçiydi. Ağlamaktan sesi kısılmış, duyulmaz olmuş, bir tek, o da çok zor
anlaşılabilen "Ax lawo!" diyerek, takatsiz kalmış ellerini güçlükle
kaldırıp dizlerine vuran, kınalı saçları darmadağınık olmuş annelerinin yanına
çöktük. Yüzü kurumuş koyu kahve kan lekeleriyle kaplanmıştı. Elleri de öyle...
Her iki oğlu da, üçer çocuk babasıydı.
Bir süre, boş gözlerle bize baktıktan sonra, gazeteci olduğumuzu anlamış olacak ki,
ağzını kulağıma yaklaştırıp, çok zor anlaşılan o bitmiş sesiyle "Yazın
kurban olduklarım!..Yazın, herkes duysun!..Yazın bu zulmü herkes bilsin!.."
diyor. Biraz ötede birkaç kadın, boğazlanmış gibi acı hırıltılar çıkararak,
kafasını duvara vurmaya çalışan genç bir kızı tutmaya, sakinleştirmeye
çalışıyorlardı. Genç kızın ak yazması ve kırmızı güllü fistanı da kurumuş
kan lekeleriyle "kirlenmiş"ti....
Gecenin bir vaktinde seslere uyanmış, kapıya çıkmış ki, karanlıkta iki
kişi...Birşey demesine fırsat vermeden, onu yakalayıp, ağzına silahın namlusunu
sokuyorlar ve o sırada damdan birisinin "Yüzükoyun yatın! Sakın ses
çıkarmayın!" diye bağırdığını duyunca, aklına damda yatan iki oğlu
geliyor, boş bir çabayla kurtulmaya çalışıyor...Onun gibi seslere uyanıp diğer
kapıdan dışarı çıkan ellibeş yaşındaki kaynı da, yabancılara
"Kimsiniz!?" diyor ama, "burda ne arıyorsunuz?" demeye fırsat
kalmadan, yabancılardan biri, onu yakalayıp, sırtını bahçe kapısına dayıyor ve
tetiğe asılıyor...Aşağıdaki silah seslerinin hemen ardından, yukarıda, damda da
birisinin "Hadi ulan, o çok güvendiğiniz eşkiyalarınız gelsin de sizi
kurtarsın bakalım!.." sesine, silah takırtıları eşlik ediyor...
Zafer naraları eşliğinde birkaç saniye süren silah takırtılarından sonra, damdan
üç kişi inip, aşağıda onları bekleyen diğer iki kişiyle birlikte, içinden
çıkıp geldikleri gecenin karanlığına karışmış, yitip gitmişler...
Öldürülen iki kardeşin en küçük kardeşleriyle birlikte dışarı çıkıp, duvar
dibinde çömelmiş bekleyen köylülerin yanına gittik. Öldürülenlerin kardeşine bir
soru sorduğumda, köylülerden biri "Kim, neden diye sorma! Herşey ortada!...Bize,
gidin diyorlar!..Ama nereye?!Hiçbir yere gitmiyoruz! Bizi bu topraklardan sökmeye,
kimsenin gücü yetmeyecek!Zaten gidecek yerimiz de yok ki!.." diyor, kızgın bir
sesle.
O sözünü bitirince, avurtları çökmüş, bıçakla kazılmış gibi yüzü derin
çizgilerle nakışlanmış, gözleri de derine kaçmış yaşlı biri, kendi kendine
konuşuyormuş gibi, bastonuyla ayağının dibindeki küçük taşlarla oynarken,
kimsenin yüzüne bakmadan "Zulüm bu..."diyor, "Bu zulümdür...Biz çok
zulüm gördük...Çok kan gördük, çok katledildik!..Ama küfrün sonu olur, zulmün
sonu olmaz..."
***
Arkadaşım, işe yeni alınmış stajyer muhabirdi. Bir ay boyunca bu olayı, köyde
gördüklerini anlattı durdu...Üstelik orada, onunla birlikte değilmişim gibi, bana da
anlatıyordu...Ve sonra bir gün, sessiz sedasız ortadan kayboldu...Ona ne oldu, nereye
gitti, haber alamadık; ta ki bir yıl sonra, bir haber için oraya, onların yanına
gidene kadar...Onu o elbiselerin içinde, öyle silahlı ve yüzü kavrulmuş, daha bir
esmerleşmiş görünce zor tanıdım.
Beni gördüğünde, söylediği ilk şey"Bir daha o köye hiç gittin mi?"
sorusu oldu.
Diğer köylerle birlikte, o köyü de boşaltmışlardı.
Yine öyle bir yaz gecesinde, sabah ezanına yakın bir vakitte, gelip köyü
yakmışlardı...Ve iki köylüyü de...
Köyün yakıldığı günü hiç unutmam, unutmam mümkün mü? Bir yıl önce ölüm
acısının verdiği öfkeyle "Burayı terketmeyeceğiz!" diyen köylü, birkaç
kişiyle birlikte elinden tuttuğu beş-altı yaşlarında, yeşil gözlü güzel bir
çocukla çıkıp gelmişti. Öfkesi derine gitmiş, umutsuzluğa karışıp karanlık,
suskun bir kine dönmüştü...
Köy yakıcıları, onun av tüfeğini görünce, içlerinden biri eğlenmek istemiş;
onlara farkettirmeden, bir fişeğin güllesini çıkarıp namluya sürmüş ve evini
yakan ateşin aydınlığında, namluyu küçük oğlunun yüzüne doğrultup, çocuğun
korkusunu, kendisinin de acısını ağırlaştırmak için, bir süre bekledikten sonra,
gülerek tetiğe basmış...
Babası olup bitenleri anlatırken, oturduğu yerden üzerinden atamadığı o dehşet ve
korkuyla bakan çocuğun gözlerine bakamıyordum. Namlunun kustuğu barutla yanan
yüzünün derisi soyulmuş, çıplak, hafif pembe etleri, büroyu aydınlatan lambanın
altında parlıyordu...Gözlerindeki yeşil kedere kan karışmıştı...