!ktphane.gif (4763 bytes)

25. Sayı

Uyuyan Hayatlar ve Gece Yolcuları

Taner S. Karataş

Her gün işime giderken geçmiş olduğum ıslak, karanlık ve insan dışkısı kokan sokakları bir gün özleyeceğim -doğrusunu söylemek gerekirse- hiç aklıma gelmezdi. Neden insan nefret ettiği şeyleri tekrar arar? Acaba yeterince nefret etmeyi öğrenemediğimden mi özlüyorum bu sidik ve bok kokan serseri yuvası -kendini kollamayı bilmeyen zavallılar için- tehlikeli sokakları.
Bütün gece karlı ovalardan, vadilerden durmak ve yorulmak bilmeden geçen -benimde içinde olduğum- trenin tünellerde çıkardığı ürkütücü gürültüye rağmen, rahatsız olmadan uyumayı beceren yolcuları gözlemlemek istediğim için, ben de durmadan ve yorulmadan vagonlar arasında geziniyorum. Acaba bu trende uyuyanların arasında da eskiden içinde gezindiği pislik yuvası olan sokakları ya da meydanları özlediği için yolculuk yapan var mı? Amacım bu yolcuları bulup uyandırmak. Fakat onları nasıl tanıyabileceğimi ben de bilmiyorum. Aslında uyandırınca onlara ne diyeceğimi de bilemiyorum. Uykunun derinliğinden onları çekip çıkardığımda, içinde yolculuk yaptıkları vagonun sıcak ve hafif karanlık gerçekliğinde yüzlerinin ne hale geleceğini doğrusu pek bir merak ediyorum. Fakat onlara söylemem gereken şeyin ne olduğunu bir türlü aklıma getiremiyorum. Acaba biliyor muydum bunu ben trene binmeden önce?
Yolcuların hemen hepsinin yüzünde ortak bir anlam var aslında. Bunu pek inkar edemem. Bütün yüzlerde, uzun süredir oturmaktan kaynaklanan, dolaşım zorluğunun sebep verdiği bir aklık var. Sanki bütün suratlar yaşamla, onun karşıtı arasında daha karar kılamamış yaratıkların düşünsel çırpınışlarını dile getiriyor. Fakat bu ortak ifade beni hiç mi hiç ilgilendirmiyor! Beni bu trende ilgilendiren tek şeyin ne olduğunu biraz önce zaten size söyledim. Beni bu pis suratlardaki ortak özellik hiç mi hiç ilgilendirmiyor.
Bundan tam yirmi yıl önce olmuştu şimdi size anlatacağım olay. Tam yirmi yıl önceydi,şimdi özlediğim pis sokakta,kafamın tanıdığım bir kiralık katil tarafından ,acımasızca, kırmızı kalın saplı bir baltayla kırılması. Hala başımın nasıl döndüğünü hissedebiliyorum -sanki bu gün olmuş gibi- Doğrusu insan öldürüldükten sonra eskiden olup biten şeyleri de unutuveriyor biraz; ama gene de bir ölünün belleğinin yaşayanlarınkinden daha güçlü olduğunu sanıyorum. Ben baltayı kafama yediğim anda öleceğimi anlamadım. Sonradan edindiğim bilgilere göre, öleceğini hissederek ölenlerin ya da öldürüldüklerini sezinleyerek ölenlerin belleği, benim gibi aklı kesmeden öldürülenlerinkinden daha güçlü oluyormuş. Onlar hani bir gün geri gelirlerse, katillerini yakalattırabilmek için bütün enerjilerini anımsamaya ve unutmamaya harcıyorlarmış. Oysa ben, baltayı kafama yediğimi bildiğim halde, öldürülmekte olduğumu ve baltayla kafama vuranın adamın bir katil olduğunu anlayamamıştım. Kafamda duyduğum acının, baltanın kırdığı kemiğin çıkardığı sese oranla beni daha az rahatsız ettiğini söylemeliyim. Sanırım bunu duymak katilimin hiç hoşuna gitmeyecek; onun amacı sanırım bana büyük acılar çektirmekti. Kafama yediğim ilk darbeden sonra, hemen dizlerimin üzerine yığıldım kaldım önce. Katilim arapça dualar ederek önüme geçtiğinde, onun kaçmamı engellemek amacıyla yolumu kestiğini de anlamadım. Aslında tek kavradığım, farkında olmadan sebepsiz yere kaçmaya çalıştığımdı; bu da beni düşünsel bir dar boğaza sürüklemişti. Aradan geçen zamanla birlikte içgüdüsel olarak katilime karşı -edilgen de olsa- direndiğimi anlıyorum. Direnişimin -arada bir olanları anımsadığımda- hoşuma gitmediğini söyleyemem; fakat bu direnişin bana bir yararı olmadığını da biliyorum. Arapça dua eden katilim önüme geçince, ben de ayağa kalkıp kafamın kırıldığını ve hemen bir cankurtaran çağırmasını istediğimi belirtmek için ayağa kalktım. Katilimle göz göze geldik. Biraz önce soğanlı bir şeyler yediği, yüksek sesle dua eden büyük ağzından, yüzüme doğru yayılan kokudan anlaşılıyordu. Dişlerinin arasında -sigara içmediği için inci gibi parlayan beyaz dişleri vardı- sıkışıp kalmış olan maydanoz parçasını alabilmek için elimi dişlerine doğru uzatınca, ürkerek fakat çevik bir adımla geri sıçradı katilim. Neden ürktüğünü şimdi çok daha iyi anlıyorum. Ben de seneler sonra kafası baltayla kırılarak öldürülmüş bir kadın cesedinin dağılmış suratını gördüğümde -katili olmadığım halde- korktum ve bir kaç adım geri sıçradım. Hatta midemin bulandığını, kustuğumu da biliyorum. Benim katilim çok çevik bir insandı. Geri sıçrarken elindeki kocaman baltasını bir kez daha kaldırdı ve tüm gücüyle kafama bir kez daha indirdi. Kafatasımın ikinci kez kırılmasıyla birlikte duyduğum acının büyüklüğünü şimdiden anlatıp sizi ürkütmek istemiyorum: belki sizin de başınıza birisi elindeki baltayı vurarak ölmenize sebep olacak. O zaman çok korkarsınız diye size şimdiden canınızın ne kadar acıyacağını anlatmak istemiyorum. En iyisi bunun üzerine pek konuşmamak. İşte ben yere düşünce -ikinci kez kafatasım daha kolay kırıldı sanıyorum- burnuma sidik kokuları gelmeye başladı. Yıllardır geçtiğim sokakları kokularından ayırd etmek hiç aklıma gelmemişti. Taşları iyice koklayınca, benim düştüğüm yere işeyen adamın ( buraya işeyenin kadın olma olasılığı, kültürel nedenlerden dolayı neredeyse yok gibi ) bira düşkünü olduğunu anladım. Burnumun değdiği yer ıslak değildi. Adamın bıkmadan usanmadan kaç yıldır buraya düzenli olarak işediğini anlamaya çalıştım. Bu konuda hiç bir deneyimim olmadığı için, bu sorunu çözmekte zorluk çekeceğimi anlayıp, hemen vaz geçtim. Aslında iyi de oldu vaz geçtiğim çünkü, katilim kafama baltayı bir kez daha vurdu. Bu darbesinin canımı pek yakmadığını özellikle belirtmem gerekli. Bağırarak hala dua ettiğini duyuyordum. Arapça anlamadığımdan olsa gerek, aynı denizin kayalara vururken çıkardığı gibi çağrışım yapıyordu ,kafamın içinde, adamın titrek sesi. Ağzından sıçrattığı tükürük damlacıkları, sokak lambasının ışığında kırılarak, ikimizin arasında gök kuşağının renklerinden bir kemer oluşturuyorlardı. Tam yedi rengi vardı bu gece ben ölürken -titreyen sokak lambasının ışığında- ortaya çıkan ebem kuşağının. Daha önce gök kuşağının renklerini saymak aklıma gelmemişti nedense.
İnsan öyle canını çabuk teslim etmiyor. Bunu da içinizde katil olmak isteyen varsa bilsin diye anlatıyorum. Sonra kurbanınızı tam öldürmeden kaçarsınız da yakalarlar sizi. Sanırım yakalandıktan sonra başınıza neler geleceğinizi biliyorsunuz. Bu bilgi de katil ve kurban arasında bir cins haksızlık, eşitsizlik unsuru bence. Öldürülen başına neler geleceğini bilmiyor. Ölümüyle birlikte belki başka bir gerçekliği kavramak zorunda; belki de gerçek olmayan bir durumla karşı karşıya. Ben size ölümümü anlatabilsem de sonrasına dair bir şey anlatamayacağım. Zaten bu meseleyle yitirecek kadar zamanım yok. Başka bir işin peşindeyim ben. Umarım en azından bunu anlamışsınızdır.
Vagonları teker teker geçerken elimden geldiğince tüm yüzleri incelemeye çabalıyorum. Ben neyin peşindeyim ki? Her içinde olduğum vagonun sonuna yaklaştıkça umudumu yitiriyorum. Her yeni vagonun kapısının açılmasıyla birlikte, önüme umutlarla dolu bir uzay çıktığı inancına kapılıyorum. İçimden akan bir mutluluk var. İçimden akan bir nehir var. Karşımda uyuklayan onlarca hayat var. Bu hayatların içerisinde benim beklentimi karşılayacak olanın da olduğunu biliyorum. Soruma yanıt verecek olan hayat, bu vagondakilerin içerisinde olmalı! Elbette işin en zor yanı, uyuyan ve birbirine benzeyen bu ifadelerin arasından doğrusunu bulmakta. Ayrıca gözleri kapalı. Açık olmayan gözlerin neler anlattığını anlamak nasıl mümkün? Yanlış hayatı uyandırma tehlikesine de değinmem gerek. Yanlış hayatları uyandırınca onlara ne demek gerek? Acaba bana kızarlar mı? Özür mü dilemek gerek? Bunu hiç düşünmedim. Fakat ben doğrusunu uyandırınca da ona ne diyeceğimi bilmiyorum ki? Vagonda uyuyanlardan sarışın bir adam dikkatimi çekiyor. Yanına gidiyorum gözlerimi ondan hiç ayırmadan. Saçlarının dibinde birikmiş olan kepeklere bakıyorum. Gözlerim aşağıya doğru kayıyor -benim isteğimin dışında-. Gömleğinin yakasına gelince takılıp kalıyorum. Eski bir gömlek olmalı. Gömleğin yakası,adamın boynuyla birleştiği yerde, kir tutmuş. Eskidikçe vücudundan atılan deri parçaları ve terin, havadaki toz parçacıklarıyla birleşmesinden oluşmuş bir bulamaç bu ince, parlak kir tabakası. Gömleğinin göğsüne bakınca orada da bir dizi leke olduğu dikkatimi çekiyor. Bunlar eskiden kalma lekeler olmalı. Gömlek yıkandıkça bu lekeler de solmuşlar. Ayakkabıları yepyeni adamın. Cilasının parıltısı gözlerimi kamaştırıyor. En çok dikkatimi çeken şey belindeki yılan derisinden yapılma ince kemer. Neden yılan derisinden yapılma bir kemere gereksinim duyar insan? Sanırım buna bir açıklama bulmak olanaksız. Ölülerin derisini belinde taşıyan bir insan, benim aradığım yaşamı taşıyor olamaz.
Gözlerim sarışın adamın yanındaki koltukta camdan dışarıya bakarken uykuya dalmış olan esmer kadına takılıyor. Yirmi yaşından fazla olamaz. Adamdan on yaş kadar küçük. İlk dikkatimi çeken: kadın camdan dışarıya bakarken uykuya dalmış. Eğer uyuduğunu bilmesem camdan dışarıyı izliyor sanacağım. Camdan dışarıda görülebilen tek şey kar taneleri. Trenini yarattığı rüzgarla birlikte savrulan, cama yapışan, camdan ayrılan, trenden uzaklara uçuşan, trenin ışığının aydınlattığı, gecenin karanlığının siyahileştirdiği, her biri ayrı bir hayat taşıyan, erimeye karşı direnen kar taneleri. Uzun kara kirpiklerinin ucundaki -göz yaşı olduğunu sandığım- damlalarda bir anlam bulacağım umuduyla işaret parmağımı usulca uzatıp bir damlacığı alıyorum.Göz yaşlarını çalmanın suçu ne kadardır acaba? Tam ağzıma götürüp tadına bakmak isterken, damlacık elimden kayıp adamın gömleğinin üzerine düşüyor. Bir damla daha çalabilmek için tekrar adamın üzerinden eğilerek kadının kirpiğinin ucuna ulaşmaya çalışıyorum. Tren sallanıyor ve son damlacıklar da kadının ince bluzunun üzerine dökülüyorlar. Neden kadının üzerinde iz bırakmadılar? Adamın elini tutuyor. Sevgililer mi acaba? Bu ikisinin de benim aradığım insanlar olmadığı belli? Aşkla vakit yitiremez benim aradığım hayat. Bu sokaklara duyulan özlemin insanların aşık olmasını engellediğini de biliyorum. Vagondaki diğer insanlara göz gezdiriyorum. Aralarında dikkate değer bir hayat olmadığı belli.
İlerlemek geliyor içimden arkadaki vagona doğru. Sanırım sondan bir öndeki vagondayım. Bu nedenle daha dikkatli bakınıyorum çevreme: İki genç gözüme çarpıyor içeri girer girmez. İkisinin de kulaklarında kulaklık var. Sporcu oldukları hem giyinişlerinden hem de vücut hatlarının düzgünlüğünden belli. Kafalarına takılı olan kulaklıkların her ikisi de aynı MD çalıcı da birleşiyor. MD çalıcı iki gencin arasındaki lacivert minik yastığın üzerine -düşmesin diye- özenle yerleştirilmiş. Ses neredeyse sonuna kadar açık olduğu için müzik, kulaklıklardan sızıp, trenin gürültüsüne karışıyor. Bacakları diğerinden daha uzun olduğu için olsa gerek koridor tarafında oturan gencin kafasından sakince kulaklığı alıp, kendi kulağıma takıyorum. Boğuk sesli bir herifin, amigolar gibi bağırarak söylediği şarkı kulaklarımın içerisinde kıvrılarak beynime doğru yola çıkıyor. MD çaları elime alıp böğüren şarkıcının adını disketin kapağından okurken diğer gencin kulaklığını aletten ayırıyorum. Bu gürültüde insan nasıl uyuyabilir? Bu Tom Waits iyiki benim komşum değil.
"...But I'm big in Japan I'm big in Japan heh I'm big in Japan..."
MD çaları elime alıp kulaklık kulağımda vagonda ilerlemeyi sürdürüyorum. Ağzından salyalar akan yaşlı bir adamın yanından geçerken içimden suratına tükürmek geliyor. Elindeki elektronik oyuncağa sarılarak uykuya dalmış bir oğlan çocuğun elinden oyuncağını alıp, pillerinin bitmesini engellemek için kapatıyorum. Oğlanın yanında oturan hamile annesinin çantasını açıyorum -içine oyuncağı koymak isteğim için-. Çantanın yılan derisinden olmaması beni sevindiriyor. Oyuncağı çantaya yerleştirirken elim ıslak küçük bir beze dokunuyor. Bezi çantadan çıkarıyorum. Sarı zeminin üzerindeki küçük kan lekelerinin kokusunu almak için burnumu bez parçasına dokunduruyorum. Kokusu bana evlerine gittiğim fahişelerin yatak çarşaflarını anımsatıyor. Fahişelerin çarşaflarının, onların traş edilmiş koltuk altlarında kalan kıl kökleri gibi koktuğunu düşlerdim hep. Orospu mu bu kadın? Bu kadınla benim hayatın arasında bir ilişki olmadığını sanırım hemen anlamışsınızdır. İlerlemek ve diğer yolcuları gözlemlemek zorunda olduğumu sanırım söylememe gerek yok. İlerliyorum koridorda, koltuklara çarparak. Sporcu gençten aldığım kulaklığın kablosu oturan bir adamın kalın çerçeveli gözlüğüne takılıyor. Adamın gözlüğüyle birlikte kulaklıkta yere düşüyor. Ben de MD çaları fırlatıyorum yere ve aldırmadan ilerliyorum.
"...But I'm big in Japan I'm big in Japan heh I'm big in Japan..."
Başka bir koltukta işçi olmadığı ,ellerinin kibarlığından, tırnaklarının temizliğinden belli olan orta yaşlı, kır saçlı, topluca bir adamın, sağ eli kalkmış organın üzerinde, uykuya daldığına hayretle bakıyorum. Demek uykusunda bir çeşit cinsel rüyalar görüyordu. Ağzının kenarından sular akıp akmadığını kontrol ediyorum. Kupkuru dudakları. Burnunun içindeki kıllar bile özenle kesilip alınmış. Tırnaklarının çevresi törpülenmiş. Suratında sakal adına bir belirti bile yok. Bunun adı deri altı tıraşı olmalı? Sanki terbiyesini kanıtlamak istermişcesine elini uyumayan organının üzerine koymuş rüya görüyor. Hala organı kalkık olduğuna göre bunu uyandırmalıyım. Benim aradığım ifade yok ki yüzünde. Otuz birci namussuzun. Elimin tersiyle çakıyorum bir tokat burnunun üzerine. Saçları bir yandan diğer yana dalgalanıyor. Bakıyorum eli hala aynı yerde. Bir tokat daha atmak geliyor içimden. Bütün gücümle bir yumruk vuruyorum burnunun ucuna. Elim acımıyor. Bu kadar sopaya karşın adamın ki dimdik duruyor. Benim sözünü ettiğim sokakları düşleyenlerin orasının burasının kalkacak hali olmaz zaten! Zaman yitirmemem gerek bu herifin yanında. Bu tren ne kadar yol alacak acaba?Hiç bir yerde durmayacak mı. Yeni yolcular gelmediği sürece bu çabanın bir anlamı var mı?
Arkamda bıraktığım vagonlarda gördüğümden farklı bir şeyle karşılaşma umudumu yitiriyorum zaman ilerlerken. Trenin son vagonunun kapısını sessiz olmaya gayret ederek açıyorum. Uyumayan kimse yok burada da. En azından hepsinin gözleri kapalı. Hepsinin suratında aynı ifade, hepsi gece yolcuları. Birbirlerine benzer yönlerini -özellikle- göstermeye çabalıyorlarmış gibi geliyor bana. Acaba içlerinden hangisi eskiden içinden geçtiği sokakları özlediği için geri gidiyor? Vagonun gerilerine doğru küçük adımlarla yürüyorum. Herkesin uyumasını fırsat bilen genç bir çift sevişmeye çabalıyorlar. Sanki tüm dünyayı unutmuşlar gibi. Kızın eli oğlanın pantolonun içerisinde sertleşmiş organı eline almış. Oğlan da elini kızın kazağının altına sokmuş, sol memesininin ucunu parmaklarıyla sıkıştırıyor. Her ikisi de birbirlerinin organlarını ağızlarına almışlar gibi, elleriyle, ağızlarını taklit ediyorlar. Oğlanın ağzından akan salya kızın kazağını ıslatmış. Kızın gözleri sanki trans halinde dans eden bir kabile üyesini andırırcasına kaymış durumda. Sadece beyazları gözüküyor yarı aralık göz kapaklarının arasından. Sanki göz bebekleri yokmuş gibi. Ses çıkarmadan kafalarının içersinde birbirlerini orgazm denilen -cinselliğin basit bir grafikle açıklanabilen- en yüksek noktasına ulaştırmaya çalışıyorlar.
Eski bir biyoloji kitabında erkek ve kadın arasındaki anatomik farkları anlatmak amacıyla yapılmış iki değişik grafik gördüğümü anımsıyorum. Grafikler özellikle yan yana basılmışlardı ki, okuyucu erkek ve kadının cinsel doyuma ulaştığı andaki ayrımı derhal görebilsin diye. Bu iki grafiğin kitabın küf kokan sayfaları arasında sergilediği -tek boyutlu- cinselliğe gibi, bu vagonda yaşanan cinsellik de umutsuz bir deneye benziyordu. Acaba bu gençler benim okuduğum biyoloji kitabını okumamışlar mıydı? Ben bu grafiklere bakarak az mı otuz bir çekmiştim? Peki bunlar hiç bu grafiklere bakarak bir şey yapmamışlar mıydı? Acaba şimdiye dek hiç bu tür grafikleri görmüşler miydi? Acaba bu grafiklere bakarak, hiç et görmeden otuz bir çekmişler miydi?
Ben duraksamadan yanlarından geçmeyi tercih ediyorum. Bu arada sevişen gençlerin arkasındaki koltukta oturan bir kadının -beyaz, kısa saçlı ve şişman- kaç yaşında olduğunu tahmin etmeye çabalıyorum. Altmış ile yetmiş arasında bir şey olmalı. Ben yaşına karar verirken, kadın birden bire gözlerini açıyor. Bana bakan gözlerinde gece yolcularının yorgunluğunu, teninde ise gece yolcularına ait olan uçuk rengi görüyorum. Yorgun gözlerindeki anlamı anlamak olanaksız. Acaba kadının gözleri neden yorgun? Yaşının ilerlemiş olması nedeniyle mi bu denli yorgunlar? Acaba bütün gece yolcuları bu gözlerle mi dünyayı algılıyorlar?
" Neden bana anlamsız ve yorgun olmayan gözlerinizle bakıyorsunuz? " Diye fısıldıyor sevişen gençleri rahatsız etmek istemiyormuşcasına. Hemen en korktuğum şeyi kafama vuruyor ihtiyar kadın! Gözlerimi tehlikeli ve korkunç bir insan olduğum izlenimini uyandırmak amacıyla büyültüp, kadının yorgun gözlerine dikip bakıyorum.
" Bunlar adi, sıradan numaralar! Siz insanları ürkütmek için kendinize başka bir yol bulmalısınız! Ayrıca hayatları ürküterek onlara yaklaşabileceğinizi de ben pek sanmıyorum, " diyor kibar sesiyle. Saygısızca sırıtıyor bunu bana kibarca söylerken.
" Eskiden yaşadığınız kirli sokakları aramaya mı gidiyorsunuz? " diye soruyorum ihtiyarın nabzını ölçmek için. Söylediklerime aldırmadan camdan dışarıya dikiyor yorgun gözlerini. Başımı geriye çeviriyorum sevişen gençlerin ne yaptıklarını görebilmek için. Sadece birbirine dayanmış kafalarını görüyorum. Biraz da kuduz köpeklerin çıkardığına benzeyen bir hırıltı duyuyorum kızışmış vücutlarından gelen. Birbirine sürtünenen elbiselerin hışırtısını da duyuyorum.
" Şu yağan karın, gecenin karanlığına getirdiği bir anlam olmalı sanırım. Hem siz sevişen gençleri neden rahatsız ediyorsunuz? Hala aklınız çocukken gördüğünüz grafiklerde mi sizin? Sanırım şimdi cinsel doyum grafiğinin hangi noktasında olduklarını düşünüyorsunuzdur? Cinselliği sayısal olarak açıklamayı biliyor musunuz? Hesap makinanızı göremiyorum! Evde mi unutttunuz hesap makinanızı? "
Bu ihtiyar kadın da sinirlerimi bozmak için bu trene binmiş sanki? Camın önünden uçuşan kar taneleri trenin içerisine girmek için mücadele ediyorlar, içlerinden beceriksiz olanları cama yapışıp kalıyor.
" Sözünü ettiğiniz kirli sokakların benim için hiç bir anlamı yok, " diyor saygısızca. " Neden? " diye soruyorum. " Ben sizin gibi ölü değilim de onun için," diyor sırıtarak. Elinin tersini ağzının önüne koyup öksürmeye başlıyor. Yüzü kızarıyor, nefes almakta zorluk çektiği için. Geberse de kurtulsam. Öksürüğü sakinleşiyor tren bir tünelden geçerken.
" Benim ölü olduğumu nereden çıkarıyorsunuz? "
" Ben sadece ihtiyarım. Eğer ihtiyarlıkla aptallık arasında doğru bir orantı olduğunu sanıyorsanız yanılıyorsunuz. İsterseniz size bunu kanıtlayabilirim. Bakın, sizin insanların yüzündeki anlamları okumak için bu trene bindiğinizi ve aslında bok ve sidik kokan sokaklardan daha çok kendi katilinizi ,hesaplaşmak için, aradığınızı ve sizin canlı olmadığınızı biliyorum desem, sanırım aptal olmadığıma sizi biraz olsun inandırabilirim. Ama benim istediğim sizi buna tamamen ikna etmek. Ben sizinle ilgili tezlerimde biraz daha ileriye gitmek istiyorum. Eğer bana izin verirseniz tabi ki?"
Elimi sağ cebime sokup içine kağıt mendillerimi koyduğum küçük, mavi renkli metal kutuyu çıkarıyorum. İçindeki kağıt mendillerden en üsttekini özenle açıp burnumun önüne tutuyorum. Derin bir nefes alıp, kağıt mendilin gözeneklerine saklanmış nane kokusunu çiğerlerimin en derin, en uzak köşelerine kadar yolluyorum. Biraz kokunun keskinliğinden başım döner gibi oluyor. Sanırım nane esansını biraz fazla dökmüşüm. Bu alışkanlığın bana nereden bulaştığını bir türlü bilemiyorum. Ama bildiğim tek şey çocukluğumdan beri nane kokan mendillerin beni yol boyunca mide bulantısından koruduğuydu.
" Neymiş benim hakkımda bildiğiniz şey? "
" Ölü olduğunuzu biliyorsunuz değil mi? " Tren bir başka tünele daha giriyor, şiddetle sallanmaya başlıyoruz. Elimde tuttuğum mendil yere düşüyor. Almak için yere eğildiğimde, tünelin içinde karşıdan gelmekte olan başka bir trenle karşılaşıyoruz. İki trenin önlerine katarak sürüklediği hava tabakasının tünelde çarpışamasından kaynaklanan ani sarsıntı nedeniyle dengemi yitirip sırt üstü yere yuvarlanıyorum. Ayağa kalkarken sevişen gençlerin tam yanı başına yuvarlanmış olduğumu anlıyorum. Kafamı sanki bir yere vurmuşum gibi geliyor. Katilimin kafamı kırarken bana verdiği acıyı anımsıyorum. Gözüm, kızın pantolon altında okşadığı organa takılıp kalıyor bir süre için. Bütün gücümle ayağa kalkıp ihtiyar kadının oturduğu koltuğa doğru bir hamle yapıyorum. Koltuğu boş! Trenin son vagonunda nereye kaybolabilirdi bu kadın? Arkaya doğru gitmiş olmasın? Ya da ben yatarken benim üzerimden atlayarak trenin önüne doğru mu kaçmıştı? Acaba kızın elinde tuttuğu organa çok mu uzun süre bakmıştım da, kadının üzerimden atladığını fark edememiştim. Acaba ben gerçekten katilini arayan zavallı bir kurban mıydım?
Etrafıma baktığımda vagonda yapayalnız olduğumu gördüm. Yolcuların tümü sessizce kaybolup gitmişlerdi. Sevişen gençlerin de sesi duyulmaz olmuştu. Onlar bile kaybolmuş! Hemen hızla sallanan trenin içerisinde ön taraftaki vagonlara doğru koşmaya başladım. Tüm vagonları koşarak geçtim. Trendeki yolcuların tümü yok olmuştu. Tekrar treninin son vagonuna koşmaya karar verdim. Belki yanılıyorumdur. Belki de trende ihtiyar kadından başka kimse yoktu. Peki ya sevişen gençler? Onları da mı hayalimde canlandırmıştım. Beni en çok şaşırtan şey: trene ne zaman bindiğimi; nerede bindiğimi ve nereye gittiğimi anımsamadığımdı/bilemememdi. Son vagona tekrar koşarak girdiğimde hiç bir şeyin değişmemiş olduğunu ,vagondaki tek yolcunun ben olduğumu, gördüm. Bütün koltuklar terk edilmiş! İhtiyarın koltuğunun yanına gelince de daha önce orada olmayan bir zarfın oraya bırakılmış olduğunu gördüm. Ben vagonu terk ettiğimde bu zarf burada yoktu? Bundan eminim. Zarfı ürkerek açıyorum. İçinde sarı renkli bir kağıt var. Kağıt dörde katlanmış. Elimden geldiğince hızla kağıdın katlarını ters yönde büküyorum. Okumadan önce derince bir nefes alma gereğini duyuyorum.
" Birbirimize bu kadar alıştıktan sonra, SEN, demek geliyor içimden SİZE. Eminim ki bu ricamı düşünmeden kabul edeceksin. Çünkü burada yazdığım her şey senin iç dünyana ait. Sana kendi katilinin peşinde olduğunu söylemiştim. Bu benim değil, senin inancın aslında. Sen kendine bunu itiraf edemediğin ve intikamın aşağılık bir duygu olduğunu bildiğin için, kendine bir yalan uydurdun. Senin peşinden koştuğun, sidik ve bok kokan sokakları tekrar bulmak isteyen insanların yüzündeki ifade olmadığı gibi, seni öldürürken arapça dualar eden, ağzı pis kokulu, güzel dişli katil de değil. Bir katil aradığın doğru. Fakat bu katil seni daha öldürmedi. Sen yaşamın dayanılmaz acısının omuzlarına çökmesiyle birlikte, kendine kendinin öldürüldüğü yalanını söyledin. O günden beri de seni öldürecek katili arıyorsun....."
Devamını okumam olanaksız. Vagonun ışıkları birden bire söndüler.
Düştüğüm zaman başımı vurduğum yer tekrar acımaya başladı.
Sanki kafatasım kırılıyormuş gibi. Yerçekimi mi artıyor?
Neden durdu bu tren...
Yüzüme düşen kar taneleri sanki canımı acıtıyor...Kirpiğimin ucuna kondu bir kar tenesi ağır geliyor bana ağır.. Sizde arapça bir şeyler söylendiğini duyuyor musunuz? Yoksa bana mı öyle geliyor.

İçindekilere geri dön