!ktphane.gif (4763 bytes)

25. Sayı

Eleştiri ve İdeoloji

A. Milner & T. Eagleton

Milner : Eğer izin verirseniz, bir biyografi sorusuyla başlamak istiyorum; ne türden bir sosyal geçmişten geliyorsunuz ?
Eagleton : Benim büyükannemle büyükbabam bu yüzyılın başında Lancashire'a gelmiş ve orada değirmencilikle uğraşılan kasabalardan birine yerleşmiş İrlandalı göçmenlerdi. Annem de orada doğmuş. Otuzlara doğru, benim de doğduğum, Manchester yakınlarındaki Salford'a taşınmışlar. Dolayısıyla ben İrlandalı ve işçi sınıfına mensup bir ailenin çocuğuyum. Akrabalarım İngiltere'de doğmuş ama kültürel açıdan İrlandalı Katolik bir geçmişim var.
Milner : Geçmişinizde herhangi bir sosyalist unsur var mı?
Eagleton : Babam aktif olmamakla beraber sosyalisti. İrlandalı Hıristiyan rahiplerce eğitildim. Skolastik zihniyetin sonraki kariyerlerimize sindiği de ileri sürülebilir tabii. Bu arada Britanya solunun önde gelen pek çok şahsiyetinin Katolik olması çarpıcıdır. Bence bunun sebebi hiçbir zaman liberalizmin etkisine girmemiş olmalarıdır. Katolik ilkokuluna gittim ve siyasi bilinç kazandığım yaştan, yani diyelim onbeşimden itibaren sosyalist olduğumun farkına vardım. Fikirlerimi şekillendiren ilk etki, o zamanlar 'kızgın genç adamlar' olarak bilinen gruptu ve bu sanırım kültürle politika arasındaki bağlantıyı göstermelerinden kaynaklanıyordu; bu da bana Raymond Williams'la buluşmamın zeminini hazırladı.
Milner : Williams'ın öğrencisi miydiniz ?
Eagleton : Aslında lisansta hiç öğrencisi olmadım ama onu tanıdım. 1960'ların başında Cambridge'e geldiğimde, orada şimdikinden çok daha az demokratik bir zihniyet hakimdi. Herkes en az 1.80 boyunda gözüküyor, konuşmaktan çok anırıyor ve kabarık süvari pantalonları giyiyordu. İşçi sınıfından gelen bir öğrenci olmak Oxbridge'de göze batan bir azınlığın parçası olmak demekti, o günlerde. Yetişkin eğitiminin soğuk dünyasından çıkıp benimle aynı yıl Cambridge'e gelen Williams'la da o dönemde tanıştım. Bu birdenbire yabancı bir yerde senin dilinden konuşan, hatta senin dilini senden bile iyi konuşan biriyle karşılaşmak demek oldu benim için. Mezun olduğumda bana fakültesinde araştırma bursu önerdi ve onunla altı yıl 'Jesus College' de İngilizce eğitimi verdim.
Milner : Perry Anderson 'Ulusal Kültürün Bileşenleri' denemesinde İngiliz edebiyat eleştirisini, İngiliz ulusal kültürünün varolmayan merkezi olarak tanımlar. Elbette Leavisçiliğin geliştiği yer Cambridge'di.. Cambridge İngilizcesinin entelektüel kültürde oynadığı bu rolün sizin Cambridge'de İngiliz edebiyatı alanında çalışmaya karar vermenizde etkisi var mı?
Eagleton : Doğrudan olmadı. Altıncı formdan , solun durumundan, kızgın genç adamlardan ve Wesker'in 42 No'lu Merkezinden ötürü, İngiliz edebiyatı çalışmanın daha geniş politik anlamı olduğunu zaten fark etmiştim. Cambrige'e kafamda bu düşüncenin tohumuyla gittim ve Williams'la, sonrasında da New Left Review'daki insanlarla karşılaşmamla bu fikirlerim gelişti. Leavis benim Cambridge'e geldiğim yıl emekli oldu, yani onunla tanışabildim ve derslerini dinledim. 1960'ların başlarıydı; Cambrige, o zamanlar hala çok güçlü olan ama şiddetle karşı çıkılan Leavis'in tezleriyle uğraşmaktaydı...
Milner: Evet, Leavis bundan kısa bir süre önce C.P.Snow'a saldıran çalışmalarını yayınlamıştı.
Eagleton: Evet, doğru. Bu konu gündemi fazlasıyla kaplıyordu. Çoğu zaman İngiliz edebiyatında eğitim gören birisi işçi sınıfından gelen bir öğrenciyse onun kolayca Leavisçi olacağına dair olumsuz bir kimlik yakıştırması yapmak gibi bir bilinç vardı. Leavisçiler, hem kurban konumunda bir azınlık, hem de eleştiri alanında daha geniş ölçekli söz söylemeye çalışan kişiler olarak görülüyorlardı. Hepimiz bir elimizde Marx diğer elimizde D.H. Lawrence'la ortalıkta geziniyorduk. 1960'lar boyunca Cambrigde, pek çok yönüyle merkez olarak kaldı, çünkü, Leavisçiler, daha sonra da Williams, Steiner gibi insanlar, net eleştirel konumlarını, korkusuzca öne sürüyor ve savunuyordu. 1960'larda öyle bir noktaya gelindi ki; eğer Williams'tan bir işaret gelseydi, daha genç nesilden koca bir topluluk onun etrafında toplanıp kollektif bir biçimde davayı savunacaktı. Bunun olmamasının sebebi sanırım Williams'ın bu Leavis hikayesinden ürkmesiydi. Williams'ın kendisinin de şüphesiz pekçok bakımdan borçlu olduğu Leavis geleneğinin sekterliği, onun belirli bir konuma baş koyma arzusunu baltaladı. Bana, tüm meslek yaşantısı boyunca kendi başına çalışan bir adam izlenimi vermiştir.
Milner : Williams'la bu ilk yakınlaşma dönemi sonrasında ona 'Sol Leavisçi' olarak saldırdınız. Yakın bir tarihte 'Eleştirinin İşlevi'nde ise, onu 'savaş sonrası Britanyası'nın tek ve en önemli eleştirmeni' olarak tarif ettiniz ve 'Williams'ın çalışmalarının, herkesin gözü önünde öylece durarak paralel sol konumların gelişimini önceden biçimlendirip etkisizleştirdiğinin söylenebileceğini' ileri sürdünüz. Yapısalcı Marksizme sapan başkalarından da bahsettiniz. Bundan, yapısalcı sapmanın sizin gözünüzde aşıldığı anlamını çıkartıyorum. Fakat merak ettiğim, Williams hakikaten öylece değişmeden duruyor muydu? Onun çalışmalarında, yapısalcı sapmayı anlamsız kılacak bir proje daha o zamandan mevcut değil miydi?
Eagleton : Hayır, sanırım ne hareket etmeden durduğunu söyleyebiliriz ne de çalışmasının o sapmayı anlamsız hale getirdiğini. Yukardaki ifademde 'söylenebileceği' kelimesini kullanmam böyle bir anlam çıkmaması içindi. Williams'ın kendisi de bu zaman içinde pek çok değişim yaşadı. Bunun yanında 1970'li yılların yapısalcı Marksizminin macerası bana göre, Williams tarzındaki sosyalist hümanizmin sorgulanır yanlarını eleştirmenin önemli ve gerekli bir yoluydu, hala da öyledir. 1970'li yılların ortasında tek bir Althusseryen kavrama kuşku duymaksızın bakmadığım halde, bana birden bire Althusserci eleştirmen yaftasının yapıştırılması doğrusu beni biraz şaşırtmıştı.
Milner : Fakat 'Eleştiri ve İdeoloji' Althusserci bir metindi ve Macherey'in metnine yakındı.
Eagleton : Evet, haklısınız. Geriye baktığımızda bunun gerekliliğinin ve öneminin görülebileceğini düşünüyorum. 1970'lerde olan, kuramsal birikim sağlamak için gerekli bir aşamaydı. Ben bu dönemi, daha çok 1960'lar boyunca ve 70'lerin başında yaşanan politik çalkantılar ile 80'lere doğru giderek daha görünür hale gelen buhran ve çöküntü arasında kalmış bir dönem olarak görüyorum. Bu, daha önceki politik gelişmeler nedeniyle yeni teorilerin ortaya çıktığı bir dönemdi. 'Eleştiri ve İdeoloji' projesinin amacı, bu kavramları, Williams gibi birinin elinde bile belli hümanist, hatta ampirisist yaklaşımların ipoteği altına sokulan bir edebiyat eleştirisini sistematize etmekte kullanmaktı. 'Eleştiri ve ideoloji' bu anlamda bir ara, bir kopuş dönemi çalışması, bir tür kavramsal araç-gereç oluşturma çabasıydı ve her kopuş gibi bu da fazla keskindi. Bir şeye vurgu yapmak demek onu çok fazla vurgulamak oluyor hep; değneği bükünce hep fazla bükmüş oluyorsun.
Milner : Bunun sadece sizin çalışmalarınız için değil aynı zamanda bütün New Left Review için geçerli olduğunu düşünmüyor musunuz ?
Eagleton : Sanırım insanlar Review'nun Althusser'e bağlılığını fazla abarttılar. Review Avrupa'nın geri kalan kısmından her ne geliyorsa bunları bu ülkede yayınlama amacını güttü hep, ve gelen çalışmalar da bunlardan ibaretti. Fakat tabii aralarında Anderson'ın da olduğu tek tek bireyler bunlar karşısında hep bir eleştirel mesafe korumuştur.
Milner : Sizin ve Anderson'ın yapısalcılıktan kısmen uzaklaşmanız hem öznenin hem de yapının öneminin farkına vardığınızı gösteriyor gibi. Özel olarak edebiyat eleştirisi alanında, Lucien Goldmann'ın Fransız yapısalcılığıyla uzun süreli bir alışveriş sonucunda şekillenen çalışmaları tam da böyle bir farkındalığı yansıtır. İlgimi çeken bir nokta var; Williams, Goldmann'ı Batılı bir Marksist düşünür olarak görüp ona sempatiyle bakarken, sizin çalışmalarınınzda böyle bir Goldmann etkisi görülmüyor. Neden Goldman'ın etkisi sizin üzerininzde görece daha az?
Eagleton : Bu alanda çalışan pek çok Marksist gibi ben de Goldman'ın çalışmalarından ilk karşılaştığım andan itibaren derin bir şekilde etkilendim. Ama onun eserleri üzerinde çalışmak mümkün olmadı. Bir keresinde birisi benim Bronte kardeşler hakkındaki kitabımı, biraz da acımasızlık ederek, Macherey ve Goldmann'ın bir melezlemesi olarak tanımlamıştı belki ama ben, ideolojiler ile sınıfsal hizipler arasındaki ilişkilerdeki çelişki ve karmaşıklıklar hakkında edinmeye başladığım bilinç nedeniyle başından beri Goldman'ın homolojilerine şüpheyle yaklaşıyordum. Aynı zamanda 'organikçiliğe yapılan Brechtçi ve Machereyci saldırılar ilgimi çekiyordu, zaten Goldmann da bir tür 'sol-organikçi' olarak okunabilir. Son kertede yapısalcılık ile Marksist-hümanizm'e bakıp bir bilanço çıkardığımda anti-hümanist pozisyonumu koruduğumu söyleyebilirim. Bir başka deyişle, Althussercilerden teorik bir anti-hümanizm alıyorum ama yine de bu anti-hümanizmin özne meselesini göğüslemesi gerektiğinde ısrar ediyorum -tabii bu, bakış açınıza göre diyalektik ya da 'akrobatik' olarak nitelendirilebilir. Bu önkabulleri, özneye ilişkin Hegelci ya da homojenleştirici yaklaşımlara geri dönemeyeceğimizi kabul ediyorsak, anti-hümanizm bu özne meselesini göğüslemek zorundadır. Bu da dolayısıyla Marksist yapısalcılığa hem anti-hümanizm açısından borçlu olmak, hem de özne meselesini tatmin edici düzeyde gündeme getiremediği için ona eleştirel mesafe koymak demek. Sanırım bu dediğime şöyle bir çekince koymalıyım: Althusser'de elbette bir özne var ama bu kasvetli, çökmüş ve tükenmiş bir özne, sindirilmiş, tabi kılınmış bir özne. Burada arzu edilen, öznenin yeni baştan değerlendirilmesinden ziyade, öznenin, (daha eski bir terim kullanacak olursak) amilliğe ilişkin işe yaramaz fikirlerin, sözgelimi aşkın bir kaynak olarak amil fikrinin, gerektiği şekilde tartışma zemini dışına itildiği bir bağlamda yeni baştan değerlendirilmesidir.
Milner : 'George Eliot' ibaresinin anlamının 'hegemonik bir ideolojik oluşumun içine . . . bir takım ideolojik belirlenimlerin sokulması'ndan ibaret olduğunda hala ısrarlı mısınız?
Eagleton : Doğrusu bu açıdan 'Eleştiri ve İdeoloji'de ilginç bir tutarsızlık var. Yazar kitabın o bölümünde geniş bir ideolojik oluşumlar yelpazesi üzerinde dağılmış halde iken, daha önceki bir kısımda yazarın kendine ait ideolojisi muhafaza edilir. Amil (agent) kavramı beni, edebi metinlerin çözümlenmesi açısından çok, devrimci siyaset açısından ilgilendiriyor. Üreticiyi ya da amili metin düzeyinde yansıtan kültürel pratikler, kültürel üretim, haz ve beğeni meseleleri konusunda duyarlı olmaya eskisine nazaran çok daha hazırım. Fakat bunun farklı türden bir metin analizi olan 'Eleştiri ve İdeoloji' de yaptığımla çeliştiğini zannetmiyorum.
Milner : Siz de New Left Review'un yapısalcı Marksizme olan ilgisini ve buna pararlel olarak koyduğu söylenebilecek mesafeyi paylaştınız. Review'un İngiliz kültürünün olağanüstü derecede yoksullaşmış bir kültür olduğu görüşünü de paylaştınız. Nitekim 'Eleştiri ve İdeoloji 'nin başında şunları söylüyorsunuz: 'Tartışmaya İngiltere'den müdahale etmek neredeyse kendinizi, kendiliğinden tartışmanın dışına koymak demektir. Gelenekten yoksunluğun sancısını çekmek, Avrupa'da davetsiz bir misafir, fazla gelişmiş asalak bir mahluk gibi hissetmektir.' Tabii 'Exiles and Emigres' (Sürgünler ve Göçmenler) de İngiliz kültürüne ilişkin benzer bir kavrayış üzerine kurulu. Avrupa ile İngiltere arasında eskiden beri süregiden bu karşıtlığa bakışınızı tekrar gözden geçirmenize, Paris'in, son zamanlarda Avrupa'da entellektüel muhafazakarlığın merkezi olarak öne çıkışı mı, yoksa sizin Williams'a gittikçe daha fazla değer vermeniz mi sebep oldu?
Eagleton : Bir-iki kişi 'Eleştiri ve İdeoloji' deki bu ifadeyi çok küçümseyici buldu ve bunu anlayabiliyorum. Bu da birşeyi vurgulamanın her koşulda aşırıya kaçma demek oluşunun bir başka örneği. Bu tabii ki hangi türden geleneklerden bahsedildiğine bakar. Dayanak alabileceğim yeterince güçlü bir Marksist kültür teorisinin olmadığını hissediyordum. Oysa otuzlarda Britanya'da başka bir yere; fiilen var olan sol kültürel pratikler ve kurumlara bakmış olsaydım, dayanak alınabilecek çok şey olduğunu görecektim. Bu, 'Eleştiri ve İdeoloji'de öncelikli kaygılarımdan biri değildi. Yine de şayet böyle bir kaygım olsaydı bile, bu, İngiliz geleneğinin yetersizliği konusunda daha önyargısız olmamı sağlar mıydı, emin değilim.
(Sürecek)
Thesis Eleven, number 12, 1985'ten
çeviren: Hasan Ali

İçindekilere geri dön