25. Sayı
Develerin ayak seslerini takip ederek değil, tranvay yolunu izleyerek ulaştım aruz
merkezine. Tereddüt içinde daldım içeri. Üçyüzyıl evvel "Mevlevihane"
olarak inşa edilen yapıyı, girişin sağ tarafından başlayarak incelemeye koyuldum.
İlk odaya ayakkabılarımı çıkararak giriyorum. Buranın postnişinliğini (şeyhlik)
yapanlara ait dört büyük tabut ilişiyor gözüme. Yaklaşıyorum. Tabutların en
eskisi, 1830 tarihini gösterip, şatafatlı görünüşüyle diğerlerinden daha önemli
olduğu izlenimini veriyor insana.
Ölümü ve hiçliği anlatan duygularla bu kısımdan ayrılırken, etrafı demir
çitlerle örülmüş, süslü eski yazıların ve sarıklı mezar taşlarının olduğu
geniş bir mezarlığa gözüm ilişiyor. Adımlamaya başlıyorum içeriyi. Her taraf
toz, toprak içinde. Yabani otlar, yıllardır hiç bakım yapılmadığı belli olan
Mevlevihane mezarlığına, çok düzensiz bir şekilde dağılmış.
Bir taşın üzerinde oturup gözümün ve yüreğimin menziline giren, değişik
kültürlerden gelmiş Mevlevileri düşündüm. Her dönemde, ayrı bir padışahın
gölgesinde dönen semazenleri... Buyruklarla tanrıya hamd-ü semalar getiren zavallı
ruhları.
İlginç birşey daha dikkatimi çekiyor maneviyatın yoğun sessizliğini yaşattığı
bu atmosferde: Mezarlara, ağaçlara yapışmış deniz kabukları. Nasıl öyle yerden
türer gibi her tarafa yapışmışlar. Şaşırdım kaldım. Mezarların taşlarından
gözlerimi alamıyorum. Kimi sarıklı, kimisi ise bedeninden uzaklaştırılarak bir
kenara konulmuş.
Çalılıklar arasından gezinirken, İbrahim Müteferrika ile kalfası Abdullah Sait
Efendi'nin mezar taşlarına, onların Türkçe ve İngilizce yazılmış kitabelerine
rastlıyorum. Bize ilk matbaayı getiren İbrahim Efendi'nin Macar kökenli olduğunu,
sonradan müslümanlığı kabul ettiğini, matbaayı padişahın fetvasıyla kurduğunu,
belirli kitapların basıldığını (yedi yılda 22 cilt kitap) öğreniyorum. En çok
da, neredeyse üçyüzyıl önce ölen bu aydınlanmacı zatın mezarının 1997 yılında
bir matbaacılık şirketi tarafından küçük bir onarımdan geçirilmesi ilgimi çekti.
Semahhane'ye uğruyorum. Geniş bir salon. Tarkan resimli bulmacayı çözen bir görevli
ışığı açıyor. Minyatürden oluşmuş tablolara bakarak başlıyorum incelemeye.
Dervişlerin semahzenlerin, neyzenlerin olduğu Türk resim sanatının ilk nüveleri
sayılan resimlerle karşılaşıyorum. Sonra, son Mevlevihane şeyhine ait elbise,
çarık, asa ve diğer malzemeler. Camekanlarda sergilenen değişik sazlar. (Ney, kanun,
mandolin, zurna, davul, küçük ve büyük kabak kemençeler...)
Gezintinin son durağında, bulmaca çözen adamla-nereden icap ettiysi-sohbete
başlıyoruz. Gördüklerimi, karışık bir ruh haliyle aktarmaya ve serzenişe
başlıyorum. O da, cevaplamaya çalışıyor. İlk matbaanın İbrahim Müteferrika
tarafından değil de, daha önce gayrimüslimler tarafından getirildiğinden ve pek
tutulmadığı için kapandığından, devletin buraya hizmet etmediğinden, karşı
tarafta çeşme üstünde duran, eski Arapça harflerle yazılı taşların dahil
sökülüp T.C. yazdırıldığından, insanların düşüncelerini ve kendilerini
yasaklayarak onları illegaliteye sürüklediğinden, halkın içinde niçin
aydınlanmacı insanların çıkmadığından, Osmanlının şimdiye göre daha insaflı
olduğundan ama onun da kendisine muhalif olanları astırdığından ve bunlara
karşısı kendi çözüm önerilerini ayaküstü sıraladı. Bu durum karşısındaki
rahatsızlığımız olaylara farklı cephelerden de baksak aynıydı.
Divan Edebiyatı Müzesi'nde, beyitlerin peşinde iz sürme maceram bitip dışarı
çıktığımda sistemin üzerine oturduğu geçmişi, nasıl da birdenbire yok
saydığı, sonra da ivedilikle onarmaya çalışıp komik durumlara düştüğü
takıldı aklıma.