!ktphane.gif (4763 bytes)

25. Sayı

Divan Edebiyatı Müzesinde Beyitlerin İzini Sürerken

Ahmet Çakmak

Develerin ayak seslerini takip ederek değil, tranvay yolunu izleyerek ulaştım aruz merkezine. Tereddüt içinde daldım içeri. Üçyüzyıl evvel "Mevlevihane" olarak inşa edilen yapıyı, girişin sağ tarafından başlayarak incelemeye koyuldum. İlk odaya ayakkabılarımı çıkararak giriyorum. Buranın postnişinliğini (şeyhlik) yapanlara ait dört büyük tabut ilişiyor gözüme. Yaklaşıyorum. Tabutların en eskisi, 1830 tarihini gösterip, şatafatlı görünüşüyle diğerlerinden daha önemli olduğu izlenimini veriyor insana.
Ölümü ve hiçliği anlatan duygularla bu kısımdan ayrılırken, etrafı demir çitlerle örülmüş, süslü eski yazıların ve sarıklı mezar taşlarının olduğu geniş bir mezarlığa gözüm ilişiyor. Adımlamaya başlıyorum içeriyi. Her taraf toz, toprak içinde. Yabani otlar, yıllardır hiç bakım yapılmadığı belli olan Mevlevihane mezarlığına, çok düzensiz bir şekilde dağılmış.
Bir taşın üzerinde oturup gözümün ve yüreğimin menziline giren, değişik kültürlerden gelmiş Mevlevileri düşündüm. Her dönemde, ayrı bir padışahın gölgesinde dönen semazenleri... Buyruklarla tanrıya hamd-ü semalar getiren zavallı ruhları.
İlginç birşey daha dikkatimi çekiyor maneviyatın yoğun sessizliğini yaşattığı bu atmosferde: Mezarlara, ağaçlara yapışmış deniz kabukları. Nasıl öyle yerden türer gibi her tarafa yapışmışlar. Şaşırdım kaldım. Mezarların taşlarından gözlerimi alamıyorum. Kimi sarıklı, kimisi ise bedeninden uzaklaştırılarak bir kenara konulmuş.
Çalılıklar arasından gezinirken, İbrahim Müteferrika ile kalfası Abdullah Sait Efendi'nin mezar taşlarına, onların Türkçe ve İngilizce yazılmış kitabelerine rastlıyorum. Bize ilk matbaayı getiren İbrahim Efendi'nin Macar kökenli olduğunu, sonradan müslümanlığı kabul ettiğini, matbaayı padişahın fetvasıyla kurduğunu, belirli kitapların basıldığını (yedi yılda 22 cilt kitap) öğreniyorum. En çok da, neredeyse üçyüzyıl önce ölen bu aydınlanmacı zatın mezarının 1997 yılında bir matbaacılık şirketi tarafından küçük bir onarımdan geçirilmesi ilgimi çekti.
Semahhane'ye uğruyorum. Geniş bir salon. Tarkan resimli bulmacayı çözen bir görevli ışığı açıyor. Minyatürden oluşmuş tablolara bakarak başlıyorum incelemeye. Dervişlerin semahzenlerin, neyzenlerin olduğu Türk resim sanatının ilk nüveleri sayılan resimlerle karşılaşıyorum. Sonra, son Mevlevihane şeyhine ait elbise, çarık, asa ve diğer malzemeler. Camekanlarda sergilenen değişik sazlar. (Ney, kanun, mandolin, zurna, davul, küçük ve büyük kabak kemençeler...)
Gezintinin son durağında, bulmaca çözen adamla-nereden icap ettiysi-sohbete başlıyoruz. Gördüklerimi, karışık bir ruh haliyle aktarmaya ve serzenişe başlıyorum. O da, cevaplamaya çalışıyor. İlk matbaanın İbrahim Müteferrika tarafından değil de, daha önce gayrimüslimler tarafından getirildiğinden ve pek tutulmadığı için kapandığından, devletin buraya hizmet etmediğinden, karşı tarafta çeşme üstünde duran, eski Arapça harflerle yazılı taşların dahil sökülüp T.C. yazdırıldığından, insanların düşüncelerini ve kendilerini yasaklayarak onları illegaliteye sürüklediğinden, halkın içinde niçin aydınlanmacı insanların çıkmadığından, Osmanlının şimdiye göre daha insaflı olduğundan ama onun da kendisine muhalif olanları astırdığından ve bunlara karşısı kendi çözüm önerilerini ayaküstü sıraladı. Bu durum karşısındaki rahatsızlığımız olaylara farklı cephelerden de baksak aynıydı.
Divan Edebiyatı Müzesi'nde, beyitlerin peşinde iz sürme maceram bitip dışarı çıktığımda sistemin üzerine oturduğu geçmişi, nasıl da birdenbire yok saydığı, sonra da ivedilikle onarmaya çalışıp komik durumlara düştüğü takıldı aklıma.

İçindekilere geri dön