!ktphane.gif (4763 bytes)

25. Sayı

Ölüye Sayılmadılar

Kadir Gül

"Biz, ölülerimizi sokakta bırakacak kadar vefasızken kendimizi nasıl onarabiliriz?"dediğimde olduğu yere çömelmiş aciz bir çocuk gibi ağlamıştı, koskoca adam... Karşıda İstanbul'un üzerine güneş doğuyordu. Akşam üzeri başlayan ayaküstü sohbet, her zaman olduğu gibi sabahı bulmuş yine de bitmemişti. Ben O'na geçerken uğrayıp halhatır soruyordum. Sık sık ve olabildiğince kederle 'fazla zamanı olmadığını' söylese de karşısındakini aksine ikna edemeyecek kadar coşkun hayallere ve şimdilerde kimsede bulunmayan tuhaf bir yaşama hevesine sahipti. Öyle ayaküstü sohbet edilip geçilecek, dar zamanlara sığacak bir insan değildi. Aşağıya, çarşıya inip bir şişe kulüp rakısı ve gerekli mezeler alınmalı, sonra oturup adamakıllı konuşulmalıydı ve bu konuşma her virgüle uğramalı, son noktayı bulmalıydı. O sabah O'nu son kez gördüğümü elbette bilmiyordum. Bana çok dokunan ağlayışını hala unutmadım.
Köy Enstitüsü mezunlarının tipik özelliklerinin çoğuna sahipti. Bu yüzden dini itikatları olmadığı halde; bayram günlerinde, insani değerlerin, sohbetin, muhabbetin önemsenmesini severdi. Ölümünün üzerinden altı yıldan fazla geçti. Ölüm yıldönümünde gelemedim ama bayramın birinci günü ziyaretine geldim. Kınalı Ada'nın yamacında yatıyor. Mezar taşında sadece adı yazıyor: Ali Çiçekli. Başka birşey yazmaya zaten gerek de yok. O soğuk taşa yazılacak bir kaç satır, insanın ne zaman doğup-öldüğünü, sağlığında neler yaptığını veya yapamadığını anlatmaya yetmiyor. Üstelik bütün bunlar insanlara göre de değişiyor. Ben onun o sabah bir çocuğun ağlayışı kadar içtenlikli ağlayışını çok sevdim ve sarılıp onunla ağladım. İki yalnız insandık. O, 12 Mart'ı ben 12 Eylül'ü yaşamıştık. Ne kadar çok arkadaşımız ölmüş ve öldürülmüştü. Yaşayanlar, şu 'gürül gürül akan' ve 'it dalaşı'nı andıran hayata rücu etmiş birbirlerini boğazlıyorlardı. Hapisten yeni çıkmıştım. Kiminle konuşmaya kalksam 'değiştir bu eski kafayı' deyip kestirip atıyordu. İnsan asıl o zaman yenildiğini hissediyordu. 12 Eylül Yılları'nda bile böylesine aciz hissetmemiştim kendimi. Ada'ya kaçtım. Ali Hoca 12 Mart'tan sonra aynı şeyi yapmıştı. "Kimimiz en olmayacak şeyi yaptı, hayatın gerçeklerine sığınıp ütopyalarımızı unuttu, kimimiz ise bu kahrolası hayatın kıyısında yalnız kaldı. Bırakalım 'hayat' orada kalsın." dediğinde ona karşı çıkmak için ölen arkadaşlarımızı hatırlatmıştım. Bu hatırlatma ona, onun ağlayışının bana dokunduğundan fazla dokunmuş, üzmüştü. Bugün mezarına gelirken yanımda ölümün en kederlisini taşıyorum, belki o bilge sesini bir kez daha hatırlayıp kederimi dağıtırım umuduyla...
Bir arkadaşım daha ceketini Boğaz Vapuru'nda bırakıp gitti. Ceketinde, yaşayanlara haber verilir diye bir de telefon numarası bıraktı. Birazdan belki onun 'hayat'a veda ettiği vapura bineceğim. Aynı vapur değilse bile ben öyle farzedecek, aynı banka oturup, sinsi sinsi yağan yağmur ve sis altındaki İstanbul'u ve Ali'yi düşüneceğim.
Hoca'nın yanından ayrılırken koca mezarlıkta yalnız olduğumu hayret etmeksizin görüyorum. Eskiden bayramlarda ölenleri ziyarete gidilirdi. Artık bu güzel gelenek de yok oldu. Galiba yaşayanlar ölüleri kovalamıyor artık. Ada vapuru uzun uzun düdük öttürüp geldiğini haber veriyor. Sokaklarda yazlıkçılardan kalma derileri kaburgalarına yapışmış kediler, -köpekler ve aynı acıklı görünüşleriyle yazlıkçıları bekleyen bahçıvan, kapıcı ve diğerleri (Hoca'nın deyimiyle 'bahşişçi Takımı' ) nin meraklı bakışlarını arkamda bırakıp vapura doğru seğirtiyorum. İki polis ve bir bekçi her zaman olduğu gibi vapurdan inenleri ve binenleri dikkatlice süzüyor. Bu mevsimde iskeledeki insan trafiği on kişiyi geçmez ama olsun 'görev görevdir'. Sigara içilen bölümdeki oturaklar ıslanmış. Ama olsun, gazetemi serip üstüne oturuyorum, Ali de burada oturmuştur. Yüzünü de İstanbul'a dönmüş, son bir kez bu haramilerin şehrini seyretmiştir. Peki ne düşünmüştür, yaşamının bu son anlarında? Kırgın olduğu yoldaşları var mıdır? Varsa umudunu onlar mı tüketmiştir? İnsan; yaşamı, sırtındaki ceketi çıkarıp yanıbaşına bırakır gibi kolay nasıl bırakıp gidebilir? Gitmek neyi çözer, anlatır? Bir şey anlatır mı? Birilerine bir şey anlattı mı? Geride kalanlar Ali'nin gidişi üzerinde düşünüp kendilerine ve Ali'ye soru sorabildiler mi? Bu kaçıncı intihar? Saymaya gerek var mı? Saymayı çoktan unutmadık mı?... Hem zaten bu doğru mu ?... Doğru olan soruları sormaya (henüz geç kalmadıysak!) bir an önce başlamak. Yanıtlar kendiliğinden gelir. Mesela ben artık intihar eden arkadaşlarımın bir anlık zayıflığına vermiyorum. Daha önceki arkadaşlarımın intiharlarında da görüleceği gibi uzun uzadıya düşünülmüş ve uygulanmış bir fiil olarak görüyorum.
İntiharın dehşetini ilk kez Davutpaşa Askeri Cezaevi'nde yaşadım. Alemdağ Askeri Cezaevi'nde iki arkadaşımın ölümüyle sonuçlanan baskından sonra Davutpaşa'ya sürgün edildim. Burada kaldığım koğuş at ahırı olarak yapılan, yarı bodrum, izbe bir yerdi. İrfan, bu koğuşta, 12 Eylül Cuntası'ndan kısa süre sonra tavana asılı olarak bulunmuştu. Başlangıçta kimse onun intihar ettiğine inanamadı. Çünkü, kararlı, dirençli, yaşama, sevdiklerine bağlı, yaşadıklarını ciddiye alarak yaşayan ve onu tanıyan herkesin sevdiği bir insandı. İntihar etmesi mümkün değildi. 12 Eylül'den hemen sonra tecrite alınan birkaç tutukludan biriydi. Geceleri koğuşundan, eskiden atların kaldığı bu ahırdan, gözleri bağlı olarak alınıp bilmedikleri yerlere işkenceli sorgulara götürülenlerdendi. Bu işkence seansları, intihar ettiği güne kadar sürdü. Sabaha doğru sorgudan döndüğü bir gün kendi hazırladığı ipi boynuna geçirip şimdi benim yattığım ikinci kattaki ranzadan aşağıya attı kendisini. Kimi bir anlık zayıflık, kimi işkenceden bezdiği için, kimi çözülmekten korktuğu için (vs. vs.) intihar ettiğini söyledi. Kimi hiçbir şey söyleyemedi. İlginç olan bazı tutuklular ve idare benzer yorumlar yapıyordu. Her iki tarafın da morali bozuktu. İdare O'nu çözememişti. Tutukluların ise dirençleri kırılmıştı. Çünkü bakış açıları yanlıştı. İrfan için düşünülenlerin bazıları doğru olabilirdi ama asıl doğru olan -bence- O, O'na sunulan seçenekleri reddedip kendine yeni bir seçenek, bir çıkış yolu bulmuştu. O yolu izledi. Ölümüyle bir şeyler anlatmaya çalıştı. Hoş, dost düşman kimse birşey anlayacak durumda değildi. Sadece tecrit bölümündeki baskılar biraz hafifledi ve gece sorguları sona erdi. Bu yolu doğru bulmayabiliriz ama saygı duymamız kesinlikle gerekir. Çünkü bir devrimcinin intiharını bir psikolog edasıyla sıradan bir vakıa haline getirdiğimizde tamiri mümkün olmayan hatalara düşeriz.
12 Eylül'den sonraki ikinci arkadaşımın intihar koşulları biraz farklı olsa da esasen çok benzer bir fiildir.
Ahmet, İrfan'dan çok kısa süre sonra intihar etti. Hapiste değildi. Bildiğim kadarıyla ağır işkence de görmedi ama bütün arkadaşları ya hapisteydi ya da 12 Eylül'ün sürek avından kurtulmak için gizleniyorlardı. Bazı arkadaşlar, yalnız kaldığını ve bunalıma girdiğini söylediler. Bu tesbit Ahmet için yapılabilecek en yanlış tesbitti. Çünkü O zaten gerekli olmadıkça evinden dışarı çıkmaz, çoğunlukla kitap okurdu. Okumaya zaman ayırmadığımız ve kitap almadığımız için bize kızardı. Aradığımız bütün kitapları O'nda bulurduk. 12 Eylül'den sonra evinde daha az vakit geçirdiği, gece geç saatlere kadar sokaklarda dolaştığı doğruydu. Hasbelkader, Cunta'nın zulmüne, koğuşturmasına uğramamış insanların, mecbur kalmadıkça dışarı çıkmadığı, çıktığında ise hızlı adımlarla işine gidip geldiği, tanıdık birini görüp selam vermek zorunda kalırım korkusuyla başı önünde yürüdüğü bir dönemdi. İnsanın kendisini, yapayalnız hissetmesi kadar doğal ne olabilir, bu koşullarda. Ahmet'in, yeniden birşeyler yapabilir miyim umudunu kaybettiğine inanıyorum. Evine döndü ve yeniden kitaplarını okumaya devam etti. O evde kitaplarını okurken başka evlerdeki sol içerikli kitapların çoğu ya tez elden yakılmış ya da ilerde 12 Eylül Terörü biter de tekrar lazım olur diye toprağa gömülmüştü. Çünkü herhangi bir evden sol içerikli bir kitap çıktığında bile evdeki küçük çocuklar, tatlılıkla veya zorbalıkla ağzından laf alınır umuduyla gözaltına alınıyordu. Ahmet, oturduğu apartmanın çatısından kucağında kitaplarıyla atladı.
Hocaoğlu, 1983 yılında Metris Askeri Cezaevi'nde kaldığı koğuşun tuvaletinde bileklerini jiletle kesti ve sıcak su dolu kovaya bütün kanını boşaltana kadar gık demedi. Metris koca bir zindan-ülkeydi. Binlerce tutuklu onbinlerce asker vardı. Askerlerle aynı yaşlardaydık. Biz, av hayvanı gibi yakalanıp zalim koşullarda sorgulanmış, işkence görmüş, tutuklanmış, ne olduğunu anlamadan askeri cezaevlerini doldurmuş, neye uğradığımızı şaşırmış, düşünüp taşınacak fırsatımız bile olmamıştı. Falaka yaralarımızın kabukları henüz kurumamıştı. Bizimle aynı yaştaki askerler ve başlarında bir komutan her sabah sayıma gelir, karşılarında esas duruşta durmamızı, ceketimizin düğmelerini iliklememizi, sayılabilmemiz , yemek karavanasını almak, bahçeye, revire, aile, avukat ziyaretine, mahkemeye çıkabilmemiz, vs. vs. için tekmil vermemizi isterlerdi. Bıraksak, tekmil vermekten bütün bunları yapmaya vakit kalmayacaktı. Kaba dayak sabahtan akşama, akşamdan sabaha sürüyordu. Dayak atmaktan yorgun, bıkkın, kan ter içinde kalan askerler yenileriyle değiştiriliyordu. Bazı subaylar direnişimizi kırmak, moralimizi bozmak için Hocaoğlu'nun intiharını bile kullandılar. (Bir başçavuşu hiç unutmadım. Askerler O'na şevrole derlerdi. Askerlere 'yeter artık' derken ağlıyordu. O günden sonra gelmedi.)
Metris'i Mamaklaştırma uygulamasında başarılı olamayan 12 Eylül, Bayrampaşa Cezaevi'nin yanındaki Özel Tip Askeri Cezaevi'ni açıp 'uslanmaz' olarak addettiği bazı tutukluları buraya sevketti. Cezaevine girerken çırılçıplak soyulup aranıyor, hücrelere atılıyorduk. Arkamızdan atlet ve külotlarımızla birlikte yeni 'tek tip elbiselerimiz' mazgal deliğinden içeri atılıyordu. Ben mavi rengin -ki çok severim- kumaşın üzerinde bu kadar iğrenç duracağına inanmazdım. Giydiğinde içinde kendini zavallı, aciz bir ahmak gibi hissettiriyor, Ağustos sıcağında bile üşütüyordu. Giymedik. Yıllarca, atlet, külot ve lastik terliklerle hücrelerde yaşadık ve 'doğal olarak' nizami giyinmediğimiz için mahkemeye, avukata, ziyarete, havalandırmaya, revire çıkamadık. Nihat'ın intihar mektubunu Cumhuriyet Gazetesi'nden okudum. (Bazen gazete verirlerdi. Neyi ne için yaptıklarını anlamaya çalışmaktan vazgeçeli çok olmuştu.) Artık ağlayamadığımı o gün öğrendim. Çok sevdiğim bir insandı ve mektubu o kadar çaresiz, hüzünlü ve isyankar idi ki, orada, dünyanın neresinde olduğumu bile bilmediğim, kaybolduğum hissini çoktan kabul ettiğim hücreye Nihat'ın resmini çizmek istedim... Yüzü yoktu... Gazetede (12 Eylül sansürünün izin verdiği kadarıyla) yayımlanan mektubunda kendisi gibi sosyalist insanlara yaşama şansı tanımayan cuntayı protesto etmek için Boğaz Köprüsü'nden atlayacağını yazıyordu. Mektubu postaya verdikten sonra dediğini de yapmıştı. Çok güzel insandı. Büyükderede'ki MŞM grevcisi işçiler için balık tutup getirirdi, Sarıyer'den. Grevci işçilerle grev çadırında işçilerle birlikte sabahladık aylarca. MŞM lokavt ilan etti. İşsiz kalanların yeniden iş bulmalarına en çok Nihat yardım etti.
Sonra Azmi intihar etti, Bartın Cezaevi'nde. Ben hala hapisteydim, Bartın'a göndereli daha birkaç ay olmuştu. Ayrılırken bana biraz kırgındı. Sonradan haberleştik. Gönlünü aldım. Son yazdığım mektubu yeni postalamıştım. İntihar haberi geldi. Bartın'a gitmeden önce de denemiş, erken farkedildiği için kurtarılmıştı. Arkadaşlar, artık vazgeçtiğini düşünüyordu. Düzenli spor yapıyor, yabancı dil öğrenmeye çalışanlara öğretmenlik yapıyor, okuyup-yazıyor, bir mahpusun günlük yaşamını titizlikle uyguluyordu. Arkadaşların kaygılarını gidermiş, intihardan vazgeçtiğine inandırmıştı. Geç saatlere kadar süren neşeli bir sohbetten sonra banyo yapacağını söyledi. Sabah sporuna kalkan arkadaş, banyonun tavanında Azmi'nin sallanan cesediyle karşılaştı. O'nu tanıyanlar en az benim kadar üzüldü. Bazı arkadaşlar, Azmi'nin bize ders verdiğini söylediler. Ne dersi alındığını, alındıysa neden hala herşeyin O'nun eleştirdiği gibi devam ettiğini hatta çok daha kötüye gittiğini ben açıklayamıyorum ama bir şeyin ilk kez farkedildiğini de biliyorum. O'nun, bir anlık zayıflık, kişisel bunalım veya mahpusluk nedeniyle intihar etmediği kabul edildi. Ne kadar trajik olursa olsun bu da bir adım.
Geçtiğimiz yıl bir arkadaşım söyledi. Ahmet Ali aylar önce av tüfeğinin namlusunu ağzına sokup ayak başparmağıyla tetiği çekip intihar etmiş. Ben meslek lisesine girdiğim yıl tanışmıştık. Bizden bir yıl önce MHP'li hocalar tarafından okuldan atılmıştı. Manavgatlı aksanını hiç kaybetmemiş. Arkadaş sohbetini çok seven, her durumdan umutlu sonuçlar çıkarabilen, mücadeleci, konuşkanlığıyla sevimliliğini birleştirmiş, tezcanlı bir insandı. Hapisten çıktıktan sonra birlikte yıllarımızın geçtiği derneğin karşı köşesinde bu kez dergi bürosunda gördüm. Aradan 15 yıl geçmişti. Bir özelliği hiç değişmemişti; 'gerektiği gibi mücadele edemiyoruz, üzerimize düşen sorumluluklarımızı yerine getiremiyoruz' diyordu. Aradan geçen 15 yıl ikimize benzer zulmü, mahpusu vd. sıkıntıları sunmuştu. O'na hemen her konuda hakverdim. Sonra hiç görüşemedik ama haberleştik. Eleştirileri baki kaldı ve değişen hiçbir şey olmadı.
12 Eylül'den önce sosyalistlerin nefes alıp yaşayabileceği bir yaşama alanı vardı. 12 Eylül Terörü gösterdi ki dönemin ve sistemin kendi özelliklerinden kaynaklanan ve hasbelkader oluşmuş bu yaşama alanı korunamadı. Kendi burnunun ucunu bile göremeyen, öngörüden yoksun 'önderlikler, siyasal açıdan günlük maişet derdine düştüler' ve günü kurtarmaya çalıştılar. İnsanlarımızı ve ölülerimizi sokakta bıraktılar. Puslu havada el yordamıyla kendilerine yol bulmaya çalıştılar. İnsanı aciz bırakan asıl buydu. Pus dağıldı ama el yordamıyla yol bulma alışkanlığı hala devam ediyor. Ahlaki ve moral değerler, dayanışma duygusu dostluk-yoldaşlık, organizasyon, ortak iş yapma 'nosyonu', kararlılık, inanç, öğrenme duygusu yok oldu. Her birey yalnız kendini varetme telaşında. Kimse kimseye birşey -bir sır bile- emanet edemez hale geldi. Ali, on insanın taşıyabileceği yükü daha ne kadar taşıyabilirdi? Bence sonuna dek taşıyabilirdi ama birileri 'bu işi' hobi imiş gibi boş zamanlarında ve keyfince yaparken 'ötekilerin' sosyalistçe yaşamakta ısrar etmeleri, o koca kayayı sonsuza dek Olimpos Dağı'na çıkarmaya mahkum edilen kan ter içindeki Sisifos ve oturup onu seyreden tanrıların fotağrafını anlatmıyor mu? Bence fotoğraf tıpatıp aynı; çünkü biz, moral-ahlaki değerlerimizi kaybettiğimiz gibi adalet ve dayanışma duygularımızı da -ne kadar var idiyse- yitirdik. Nerede ahlak, adalet ve dayanışma birliği kalmamışsa orada yaşamak imkansızlaşır ve bazıları, en inançlı, en kararlı, en dirençli oldukları, başka türlü yaşamayı reddettikleri için intihar edebilirler. Adaletli bir birlikteliğe yeniden sahip olmak istiyorsak, 'intihar etti' ya da 'dövüşerek öldü' ayrımı yapmadan ölülerimizin cenazesini kaldırmalı ve insanüstü hükümler vermekten vazgeçmeyi öğrenmeliyiz.

İçindekilere geri dön